21. Bölüm

17. Bölüm

Aliya Sancaktar
pusu_13

 

 

Bazen gündüz vakti acısını yaşadığımız olaydan uyuyarak kaçmaya çalışırız. Uyku, yapay bir huzur sağlar sanki. Düşünmezsin, hatırlamazsın, acı çekmezsin; dertlerin gündüz kuşağında seni bekler. Eğer düşünmeden uyuyabilirsen, gece daha huzurludur.

 

 

Peki ya, korkuların rüyalarına da el atarsa?..

 

 

Uykusuzluktan kızarmış gözler, yorgun bir beden ve bir an olsun boş kalmayıp sana eziyet veren bir zihin...

_ _ _

 

Yüzüne çarptığı bir avuç su ile derin bir nefes aldı, sakince geri verdi. Aynı hareketi ikinci kez tekrarladı. Sakinleşmeye çalışıyordu. Aldığı nefes de verdiği nefes de ses çıkartıyordu, ciğerleri daralmıştı sanki.

Kendini toparlayabilmek adına bir, iki kez öksürdü. Başını kaldırıp aynadaki yansımasına baktı Burak. Gülümsedi. Ne güzel, yaşayan bir ölüye benziyordu böyle. Gözleri hafif şiş, beyaz kısımları kızarıktı. Yüzü bir ton daha açılmıştı. Mahkeme duvarı bile kendisinden daha canlı gözükürdü bu haliyle.

Rüyasındaki rahatsız edici ses kulaklarına dolduğunda başını hızla kaldırıp kulaklarını kapattı. Şu an kendi evinde olmak için neler vermezdi? Hem herkesin içinde halden hâle girmek hem de mecbur kalıp içine atmak istemiyordu.

Annesini görmüştü rüyasında, iticiliği bariz kadın bir an olsun susmamıştı.

"Seni satarken zerre pişmanlık duymadım."

"Hiçbir zaman bir çocuğum olsun istememiştim."

"Ama karnımda atan bir kalbi susturmak beni katil yapardı."

"Ben de seni doğurup..."

"Paraya muhtaç birine sattım!"

Ellerini lavabonun kenarına yerleştirip yere çöktü. Ayak parmaklarının üzerindeydi, dizleri yere çok yakındı fakat nemli, pis zemine değmiyordu. Aşağı düşmüştü omuzları, başını ellerine yasladı. Soğuk graniti ellerinin üzerinden hissedebiliyordu.

"Şimdi bir katilden ne farkın kaldı?"

Güldü kendi kendine, başını ellerine daha fazla bastırıp suni, hafif bir acı oluşturdu. Aklının yerine gelmesi gerekiyordu. Her zaman ruh halini toparlayacak birini bulamazdı. Emir'in kendisine yaptığını kimse yapmazdı, kimse itina ile kendisi ile ilgilenmezdi. Ailesinin dağıttığı psikolojiyi toparlamak hiçkimsenin değil, bizzat kendisinin göreviydi.

Son kez derin bir nefes aldı. Tutunduğu granit lavobadan destek alıp ayağa kalkmıştı. Ellerini sabunladı ve içten öyle olmasa da dıştan dinç görünen bir bedenle lavobadan çıktı.

Emir'in yanına uğrayacaktı. Dün bitap düşmüş bedenini güç bela odasına taşıyabildiğinden sabaha kadar odasından dışarı adım atamamış, Yiğit'in kelepçelerini çözdüğünü duyunca arkadaşını ziyarete gitmemişti. Onu ihmal etmek istemiyordu. Bu zamana kadar şöyle, böyle yaşayabildiyse; yarım akıl da olsa kendisine bir profil çizdiyse bu Emir sayesinde olmuştu. Onunlayken ailesi tarafından satılmış bir çocuk gibi hissetmiyordu. Kardeşini ziyarete gelmiş bir büyük adam oluyordu o zaman. Küçüklüğünden beri bu hiç değişmemişti. O ihtiyacı olduğunda abilik yapmış ihtiyacı olduğunda sırtını sıvazlayacak bir dost olmuştu.

Salona geldiğinde duraksadı. Emir vurulduğunda kendilerine en yakın odalardan birine geçtikleri için salona yakın bir odası vardı. Belki de bu yüzden tartışma sesleri buraya kadar geliyordu? Bir şey yaşanıyordu içeride. Sesler hararetli ve korkutucu derecede sıcaktı, bağırtı sesleri salonu sardığına göre tartışmaları gerçekten alevlenmişti.

Odaya yaklaştı Burak, olayı bilmiyordu ama endişe etmişti. İçeri girip aralarına giremeyeceğini bilse de burada ne olur ne olmaz diye bekleyecekti sanırsa, kalbine böyle doğmuştu o an.

Senâ'nın sesi kendisini duyurduğunda kapıya sertçe bir beden çarpıldı. Çıkan tok ve can yakıcı ses refleks olarak kapıya uzanma isteği oluştursa da havaya kalkan elini kapıya uzatmak yerine geri indirdi Burak. Birbirlerine kontrolsüz güç uygulamayacaklarını biliyordu, araya girmeye hakkı yoktu şu an. Her çift kavga edebilirdi sonuçta. Onların stili biraz farklıydı sadece o kadar.

Bu sefer Emir'in sesi salonu inlettiğinde Burak'ın gözü salonun taa diğer ucunda ayakta dikilen Yiğit'i buldu, boş bir ifade ile kendisine bakıyordu. Boğuk ama yüksek çıkan sesleri o da duymuştu anlaşılan. Her ne kadar birbirlerine ne söyledikleri anlaşılmasa da fazla gürültülüydü.

İkinci kere kapıya çarpılan bedenle irkildi Burak, huzursuz olmaya başlamıştı. Hiç daha önce birbirlerine karşı bu kadar sert davrandıklarına şahit olmamıştı. Konu her ne ise alttan almayı düşünmüyorlardı. Kapıya doğru kalkan eli açılan kapı ile tekrar düşer gibi yerine indi.

Senâ, kapıyı açmış tam karşısında olmasına rağmen yüzüne bile bakmadan kapıyı çarparak ayrılmıştı odadan. Vücudunun görünür yerinde iz yoktu. Sendelemiyordu da.

Rahatlayarak derin bir nefes aldığında tekrar kapıyı açmaya yeltenecek oldu, kapı ikinci kere açılınca bu sefer de eli havada kalmıştı.

Emir'in acele ile Senâ'ya bakınmasının ardından arkadaşı ile göz göze geldiler ve Burak, onun gözlerindeki öfkeye şahit oldu. Ama garip bir şey vardı. Kendisine yöneltilen bakışlardaki öfke Senâ'ya olan sinirinden kalma değil gibiydi. Emir'in gözlerindeki öfke duygusu aidiyet hissi veriyordu. Bu fevri duygunun hedefi kendisiydi. Bunu anladığında bir adım gerilemek istedi fakat dövüş konusunda deneyimli iki el yakasına yapıştığında ne yapacağını şaşırmıştı. Emir'in gözlerini ikinci kez görme fırsatı olmuştu böylece. Ağlamıştı ve ağladığı bariz belli oluyordu.

"Neden?.."

Bağırmamak için dişlerini sıkıyordu Emir. Anlamıyordu Burak, bir yanlışı mı olmuştu da bu gözlerin muhatabı oluyordu?

"Kahretsin!" dedi muhatabı dişlerinin arasından, tükürür gibi. Yakasını o kadar sert sıkıyordu ki parmak boğumlarının ne kadar gerildiğini boynuna değen küçük kısımdan hissediyordu Burak.

"Ne oldu?" diyemeden öfkeyle yükselen ses tarafından susturulmuştu.

"Neden bu kadar erken pes ettiniz?!"

Emir'in sorusuyla ardına kadar açılan gözleri az önce Senâ'nın çıktığı kapıya kaydı. O da mı rest çekmişti? Yutkunamadı. Böyle bir şey beklemiyordu. Neden yapmıştı bunu? Onun mutlu bir ailesi vardı, kendisini gerçekten çokça düşünen bir erkek arkadaşı, ait olduğu bir yuvası vardı. Ölmek istemesi çok anlamsızdı. Aralarında sağlıklı bir şekilde yaşamayı arzuluyan sadece Emir mi vardı?..

"NEDEN PES ETTİNİZ?!"

Birden yerden kesilen ayakları geriye doğru savrulan bedeninin koridor duvarına çarpmasıyla dizlerinden hafifçe büküldü. Emir biraz yüksekten bakar olmuştu kendisine şimdi, istemsizce olduğu yerde aşağı kayan bedeni bunun başlıca sebebiydi.

Yakasındaki elleri tutup yavaşça kendisinden uzaklaştırmak istedi. Diyecek tek kelimesi yoktu; kendini açıklayacak gücü, arkadaşının yüzüne bakacak yüzü kendisinde bulamıyordu. Emir'in yeniden dolan gözleri boğazında bir yumru oluşturmuş konuşmasına izin vermiyordu. Arkadaşının en büyük korkusu ile yüzleşmesine sebebiyet veriyorlardı Senâ ile beraber. Onu uzun zamandır hiç bu kadar harap olmuş görmemişti.

Konuşmaya yeltendiğinde üçüncü bir el aralarına girdi.

"Ayrılın!" dedi Yiğit,

"Birbirinizi sakatlayacaksınız, hastaneye gidemeyiz. Sıkıntı çıkarmayın!"

Emir itiraz etmek için konuşacak oldu fakat iki elinin arasındaki kardeşi kendisinden önce davranmıştı.

"Sen karışma!"

Burak'ın kararlı sesi Yiğit'in kaşlarını çatmasına sebebiyet verdi. Arkadan ince bir el uzandı polisin omzuna,

"Karışma dedilerse karışma."

Senâ konuşmuştu. Sesi duyunca geri mi gelmişti? Gerçi sesi duyan herkes gelecekti mutlaka. Bir bir salona çıkacaklardı.

Zoraki doğrulduğunda Ömer ile göz göze gelmişti Burak, o kısacık anda Emir ile olan durumunu Karaaslanların durumuna benzetmiş yüzünde hasıl olmak üzerine kalbinden yola çıkan tebessümü yarı yolda zorla durdurmuştu. Şu anda gülümsemesi kesinlikle yanlış anlaşılırdı.

Gözlerini tekrar arkadaşına çevirdi.

"Özür dilerim." dedi suçluluk duygusunun altında pürüzlenen sesi ile,

"Ama kararını verdiğim şeyin arkasında durmak bana iyi gelecek, garip bir şekilde çok huzurlu hissediyorum."

"Bu his benim için bir ilk. İlk defa kendi hayatımda, hayatıyla sorun yaşayan tek kişi ben değilim."

"Bunu geride bırakıp tekrardan yaşantımın karanlık tarafıyla yüzleşmek istemiyorum."

"Bu... Normal biriymişim gibi hissettiriyor."

Emir çenesini sıkıyordu. Gözleri iyice kızarmıştı. İçi yaşlarla ardına kadar dolmuş iki göze, gözyaşlarını akıtmamak için zar zor dayanıyorlardı. Yakasını bıraktı Burak'ın,

"Sana hiç yetemedim, değil mi?"

"ŞU ÜÇ GÜN HARİCİNDE B*K GİBİ BİR HAYATIN VARMIŞ GİBİ KONUŞUYORSUN!"

Kaşları çatıldı genç çocuğun,

"Sorun sen değildin." dedi sakin kalmaya çalışan sesiyle, yakasını düzeltmiş yeşil gözlerini bal sarılarına çevirmişti.

"Ama beni anlamak için çaba göstermiyorsun Emir."

Histerik bir şekilde güldü. Gözleri dolan tek kişi muhatabı değildi artık. Emir ile tartışmaya alışık değildi. Öfkeli gözleriyle muhatap olmak hoşuna gitmiyordu. Salonda dikilmiş kendilerine bakan insanlar diyeceklerini duymasın diye biraz daha yaklaştı arkadaşına,

"Zaten öldürüleceğim diyorum, anlamıyor musun?"

Tuttuğu nefesi verdi Emir, denilen şey açık olmasına rağmen sebebini anlayamıyordu.

"Kafanda kuracak kadar mı istiyorsun ölümü?"

Güldü arkadaşı, o gözyaşlarını tutmak konusunda kendisi kadar başarılı olamamıştı. Sesinde henüz duygu bulunmamasına rağmen gözleri taşıdıkları yükü yavaşça yanaklarına bırakmışlardı.

"Etrafına bir bak," diye fısıldadı Burak,

"Gizli bir şekilde karantinaya alınmak istendiğimiz için dağın başında, insanların yapıldığından haberlerinin dahi olmadığı bir okuldayız."

"Burası elinde sonunda duyulacak, gündemden bir hafta düşmeyecek çünkü muhtemelen kayıplar vereceğiz."

Yutkundu.

"O zamana kadar kendime dikkat etsem ve hastalıktan korunmuş olsam bile,"

Gözleri acıyla parladı, titreyen ellerini kaldırdı ve arkadaşının omzuna yerleştirdi.

"Benim geride beni bekleyen ailem, kardeşim ya da eşim yok."

"Adımı yüzlerce, hatta binlerce insan duyduğunda işin ucu kendisine dokunmasın diye, babam..."

"Babam..."

Devamını getiremiyordu bir türlü. Öfkeyle, tuttuğu omuzlardan hafifçe ittirdi.

"Hikayenin devamını biliyorsun zaten."

Emir yutkundu. Dediklerinin doğru olduğunu biliyordu aslında ama kabul etmek istemiyordu. Burak ölmeye razıydı, Emir'e kalsa bütün sorun buydu. Çabalamıyordu.

Başını iki yana salladı kabul etmediğini belli etmek istercesine,

"Sen sadece çabalamak istemiyorsun, yaşamak isteyen her türlü bir yolunu bulur."

"Adaletini s*ktiğim ülkenin polisi ne güne duruyor?"

Güldü Burak, konuşmaya daha fazla devam etmek istemiyordu. Salona doluşan insanlar, bu ikisi biri birini yaralayacak diye gelmişlerdi muhtemelen, ortam sakinleşedurunca geri dönmeye niyetlenmişlerdi.

Son kere fısıldadı arkadaşına doğru,

"Sence Betül yaşamak istemiyor mudur? Madem çok mümkün, hadi ona da bir çözüm bul."

Bu Emir için bardağı taşıran son damla oldu. İkinci kez saldırır gibi eline aldığı yakalardan tutup kuvvet uyguladığında bu sefer Burak tepki vermemişti.

"Sapla samanı birbirine karıştırma!"

Yakasından tuttuğu çocuğu sertçe sarstı.

"SENİN AKLINI O İLK GÜN BOZDULAR DEĞİL Mİ?"

"SIFATINA TÜKÜRDÜĞÜM ŞU İKİ ÜÇ İNSANLA KARŞILAŞMASAYDIN ŞİMDİ BİZ..."

Devam edemedi. Bir anda kesilen nefesi ellerini kendi boğazına götürmesine sebep olmuştu. Yakası arkasından birinin tutup geri çekmesiyle boğazına yapışmış kuvvet uygulanınca kesilen nefesi ile beraber bir iki adım geri çıkmak zorunda kalmıştı. Tutup çeken kişi savurur gibi Emir'in bedenini kendine çevirince yüzüne inen yumruk ortamdaki sesleri bir anda yükseltti.

Yumruğu atan kişinin ismi ile beraber duyulan bir kaç endişeli ses kulakları doldurmuştu.

"OKAN!"

İri cüsseyi ve kandan kehribar gözleri o zaman gördü Burak. Yumruğun etkisiyle bir adım gerileyen arkadaşı hemen önünde durmuştu. Eli ile vurulan yeri siler gibi sıvazlayıp sırtını doğrulttu, gülüyordu ama yaptığı yanlışın farkında olduğunu biliyordu Burak. Bu yumruğu neden yediğini elbette biliyordu, karşı tarafın haklı olduğunu da öyle. Okan üç gündür dişlerini sıkıyordu. Nihayet hadsiz bir cümleye patlamıştı.

"O ağzını bozmayı sana öğrettiler de toplamayı öğretmediler mi?"

Nefesini verdi Emir, o histerik bir şekilde gülerken salondaki diğer insanların aksine Burak, bu tepkinin ağlamamak için verilen bir refleks olduğunu biliyordu. Ağzı bozuk büyümüş ve ikaz edilmemiş bir çocuktu. Burak arkadaşının kullanmayı sevdiği bu hakaret içeriklerini fazla kaba bulduğu için o kelimeleri kullanma fikrine yanaşmamıştı hiç. Hep yan yana olmalarına rağmen bu yüzden birbirlerinden bu konuda pek etkilenmemişlerdi.

Son üç ay arkadaşı ve sevgilisi için çok güzel geçince evlilik kararını düşünmeye başlamışlardı. Emir çocuklarına kötü örnek olmak istemediği için bu süreçte küfürü bir kenara bırakmaya çalışmış temiz kalbi varolsun, tam bir İstanbul Beyefendisi olmuştu. Sonra her şey yolunda ilerlerken birden alt üst olunca bütün çabası ve muhtemelen evlenme hayali çöp olmuştu. Kapıya Yiğit gelip tehdit ettiğinde sanki her şeyin bittiğini biliyormuş gibi ağzını tekrar bozmuş ve buna aldırış etmemişti.

Sabahtan beri etrafta insanlar var diye kendisini sıkıyor ve üzüntüsünü öfke olarak dışa vuruyordu. Amacı kimsenin şahsına hakaret değildi. Bir anda ağzından çıkan şeyin yanlışlığının farkındaydı ama bu yüzden Okan ile muhatap olmak istemiyordu. İçindikeleri dökememişti henüz. Her an patlayabilirdi ve bunun olmaması için durumu daha da batırmaya hazırdı.

"Ne o koca oğlan? Üzdüm mü seni?"

Bir yumruk daha indiğinde Burak hızla araya girdi. Aynı anda Yiğit de davranmış kendisi ile omuz omuza denk gelmişti.

"Özür dileriz." dedi Burak, tıpkı iki üç gün önce yağmurun altında olduğu gibi amacı arkadaşının sebep olduğu bir yanlışlığı düzeltmekti ancak o günün aksine bugün nedense bu iş çok daha zor geliyordu.

"Uzaklaşın." dedi Yiğit, Okan'ın gözlerine baktı.

"Bir daha birbirinize fiziksel muamelede bulunursanız bu sefer sonucu daha farklı olur."

Okan zaten daha fazlasını yapacakmış gibi durmuyordu. Kavgacı bir kişiliğinin olmadığı aşikardı, haklı olduğu da öyle.

Doğruldu.

"Eğer bir daha bu tarz bir cümlede aileme ima yaparsan, haddin olmayan bir şekilde şahıslarına dil uzatırsan canını daha farklı yakarım."

Sesinde öfkeye dair hiçbir iz yoktu ve bu tüyler ürperticiydi. Sadece gözleri... Üzerlerine koyu bir ışık düşmüş, kandan pınarlar yeniden akmaya başlamışlardı.

Cevap vermedi Emir. İstese işi fiziksel kavgaya çevirebilir hatta Okan dövüş bilmiyorsa muhtemelen kolayca galip gelirdi fakat söylediği şeyin yanlış olduğunu bildiğinden hiçbir şey yapmıyor ve başına gelene razı oluyordu.

Karşı taraftan ses çıkmayınca ardını döndü Okan, diretmemişti. Belki de Emir'in üzerindeki bitkinliği gördüğünden uzatmak istememişti.

Herkes dağıldığında Senâ nihayet sevgilisinin yanına yaklaşma cesareti buldu. Olayın büyüyeceğini tahmin etmemişti.

Yaklaştı. Elini saçlarına daldırdı, yanağına indirdi. Parmağı ıslandığında hissettiği şey ile irkildi. O... Ağlıyordu. Sessizce, hiç iç geçirmeden, öylece gözyaşı akıtıyordu.

Üstelik, sebebini biliyordu Senâ. Ne diyeceğini bilemedi. Ağlasın istemiyordu. Teselli etmek, hiç değilse kendini açıklamak istedi.

"Emir, ben..."

Yüzündeki eli sertçe çekip kendisinden uzaklaştırdı genç adam. Sevgilisine bakmadan ayağa kalkmış tekrardan odasının kapısını açmış ardında kalan iki kişiye yalnızca "Beni rahat bırakın." demişti. İçeri girip kapıyı sertçe yüzüne çarptığında öylece kapının önünde kalakaldı kızcağız.

Gördükleri ile tamamen emin olmuştu Burak, Senâ kesinlikle rest çekmişti. Sevgilisine sırtını, ölüme yüzünü dönmüştü. Nedenini sormak istedi ancak cesaret edemedi. Sebebi ne olursa olsun kendisi de aynı şeyi yapmıştı sonuçta.

Çocukluk kahramanını yüz üstü bırakmıştı.

Bütün gün bu düşünce yakasını bırakmadı. Aklına ilk karşılaştıkları gün geliyor, kendisine nasıl her fırsatta elinden gelenin en iyisiyle yardım ettiğini hatırladıkça vicdanının altında eziliyordu. Onu en büyük korkusuyla baş başa bırakmıştı. Neredeyse hiç ağladığını görmediği çocuğu gözlerinin önünde ağlatmıştı. Ne kadar kötü bir arkadaştı böyle? Böyle olsun istememişti. Son günlerini istediği gibi yaşamak istiyordu. Emir üzülsün istememişti. Senâ ile teselli olur diye umarken...

Gerçekten neler oluyordu? Bu kız daha dün yaşamak istediği için Emir'i kaçmaya ikna etmemiş miydi? Derin bir of çekti. Saat geceye doğru kayıyordu, hava kararmıştı. Vicdanı ile başa çıkamayınca uyumaya karar verdi, belki bir ihtimal arkadaşı ile olan güzel anılarını görürdü. Yoksa bu suçluluk duygusunun altında delirecekti.

Bir korna sesi geldi uzaktan.

Gözlerini kapattı.

Bir kadın sesi...

Nefesini verip kendini sakinleştirdi, uyuması gerekiyordu.

Sesi tanımıyordu.

Gözleri irkilerek açıldı aniden. Bu ısrarla gelen korna sesi neredendi? Herkes içerideydi ve şehre inen yol bu kadar yakın değildi.

Hızla kalkıp penceresini açtı. Uzakta olsa da bahçenin önündeki arabayı, arabanın parlak farını görebiliyordu.

"YİĞİT KARAASLAN!"

Işık arkadan kendisine vurduğu için bir silüet hâline gelmiş bedeni gördü. Odasından çıkıp bahçeye attı kendini. Kim, niye bu saatte gelmişti? Üstelik böyle bir yere?

"Hayırdır İnşaAllah."

Duyduğu sesin sahibinin kendisinden haberi yoktu. Ömer apar topar ayağına geçirdiği ayakkabısı ile kapıya çıkmış bahçenin dışındakinin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu.

"YİĞİT KARAASLAN!"

Yiğit'e neden sesleniyordu bu kadın? Hızla kapıya çıkan polis bahçeye çıkmak konusunda tereddüt etmiş gözlerini kısıp bir şey göremeyince ilk dışarı çıkan o olduğu için Burak'a dönüp sormuştu,

"Kim olduğunu biliyor musun?"

"Hayır. Ben de şimdi çıktım."

Emir hariç herkes kapıya yığıldığında Yiğit de çıkışa kadar gidip bahçe kapısını açmıştı. Gördüğü manzara karşısında dilini tutamadı.

"Bu ne hal?"

"Ne işiniz var sizin burada?"

Kolundan ve bacağından sargılı, daha dün muhatap olduğu insana bakıyordu Yiğit şaşkınlıkla,

"Kim yaptı bunu?"

Tekerlekli sandalyenin kulplarını tutan kadın sabır çektiğinde Yiğit hâlâ olanı anlamaya çalışmakla meşguldü. Sandalyede yaralı bir halde oturan psikoloğun gözleri aralıktı ancak konuşacakmış gibi durmuyordu. Halsizliği bir yana, daha çok tercih etmiyor gibiydi, yorgun gözüküyordu. Cevap ondan gelmedi.

"Arabanın içinde seni bekleyen biri var," dedi kadın,

"Sorularını ona sor."

"Temaslı olduğumuz için buradayız."

Kaşları çatıldı Yiğit'in yavaşça, sanki korktuğu başına gelmiş gibi bir hâli vardı.

"Temaslı değilsiniz." dedi sakin kalmaya çalışarak.

"Bekleyin."

Peşinden kendisine bakan meraklı bakışlar Yiğit aradan çekildiğinde görünür hale gelen çifte kaymıştı.

Betül arada hiçbir engel bulunmadan doğrudan doktoruna bakıyordu şimdi. Gözleri yaşadığı şokla irice açılmış nutku tutulmuştu.

Yusuf tanımadığı yüzlere sakince birer birer uğrarken Betül'ün dolu dolu olmuş gözlerinde takılı kaldı. Hastası kendisini bu halde görürse bundan nasıl etkilenir, bunu hiç düşünmemişti. Canını ve eşini kurtarmaya çalışıyorken ona sıra gelmemişti. Refleks olarak, iyi olduğunu gösterebilmek adına tebessüm etti. Betül'ün gözlerinden ilk damla yaş da böylece düşmüş oldu.

Öylece sessiz ama derin bir konuşma gerçti aralarında, Betül üstünden atamadığı suçluluk ve vicdan azabıyla ağlıyor Yusuf sakinliğini ve tebessümünü koruyarak elinden geldiğince teselli ediyordu.

Okan yavaşça eğildi kardeşinin kulağına,

"Bu kimsenin suçu değil abim, biliyorsun."

"Biliyorum." dedi Betül. Sesi, zikrettiği söze ters düşüyordu. Sonuçta doktoru buraya kendisi yüzünden gelmişti, her ne kadar elinde olmayan bir sebepten ötürü olsa da...

Gözünü bir an olsun Yusuf'un üzerinden çekemiyordu. Psikoloğu yaralı olmasına rağmen yine aynı gülümsemesi yüzündeydi, vücudunun geri kalan kısmını görmeseydi yine bu gülümseme ile her şeyin yolunda olduğuna ikna olurdu.

Yutkundu. Daha fazla bakması uygun olmazdı. Başını yere eğerken kapının yanında olan topluluktan birinin kendisine baktığını hissetti. Gözlerini tekrar kaldırdığında batan güne, kararan havaya rağmen rengini belli eden yeşillerle karşılaştı. Burak ne zamandan beri kendisine bakıyordu?

Göz göze geldiklerinde irkilen çocuk hızlıca önüne dönmüştü. Belli ki dalmıştı. Kasıtlı bir şeyin olmadığını hissettiğinde rahatlamıştı genç kız.

"BANA BAK İRFAN ABİ!"

"BEN SİZİ ARADIM!"

Yiğit bağırıyordu. Arabanın şoförü ile konuşuyor olmalıydı, orada başka kimse yoktu. Ancak aralarında geçen konuşma her ne ise polis birden parlamıştı. Sesi o kadar yüksekti ki okulun duvarlarına çarpıp geri geliyordu.

"Ben bu kızı psikoloğa götürmeden önce sizi aradım, SORDUM!"

"Defalarca sorun olmadığını söylediniz! Kafanıza göre fikir değiştirip s*ktiğim okula kimseyi getiremezsiniz!"

"Başlatma sosyal mesafene! Hallettim dedim ya anasını satayım!"

"Aradan yardım tırı geçecek kadar mesafe vardı! Bizzat kontrol ettim! Kapı, pencere açık konuştular daha neyin tantanasını yapıyorsunuz?"

Betül duyduğu şeylerle daha da aşağı eğdi başını, küçülebildiği kadar küçüldü. Yok olmak istedi tekrardan. Yengesi tuttu omzundan destek olmak adına, yavaşça kolunu sıvazlamış endişelenecek bir şey olmadığını fısıldamıştı o da abisi gibi.

"Bu son sefer ile alakalı bir şey değil." dedi.

"Sen daha önce düzenli seansa gittin doktor sevki ile, hatırla."

"İmtihan Betül. Herkesin kendi imtihanı. Doktor farklı bir psikoloğa yönlendirseydi o zaman da onun için suçluluk duyacaktın. Bu seninle alakalı bir mevzu değil."

Yiğit'in cümleleri Livâ'ya tesellisinde yardımcı olmuyordu.

"KÜFRERTİRME BANA, YAŞLI BAŞLI ADAMSIN!"

"Kimsenin günahına giremem ben, psikoloğu da al ve çek git!"

Bir süre sessizlik oldu. Şoför konuşuyordu fakat sesi Yiğit'in sesinin yanında duyulmuyordu bile, oldukça kısıktı.

"Siz bir iş karıştırıyorsunuz ama ben bundan hiç hoşnut değilim." dedi Yiğit, sesi sabır diliyor gibiydi. Birden arabanın kaputuna vurduğunda Yusuf tedirgin bir halde geriye doğru bakmaya çalıştı.

"MADEM ÖNCEDEN TEMAS ETMİŞTİ O ZAMAN NEDEN BİZİMLE BERABER GİRMEDİ BU ADAM KARANTİNAYA?"

"NEDEN YARALI? ÖLDÜRECEK MİYDİNİZ A*INA K*YAYIM?"

Bir süre daha sessizlik oldu. İrfan abi dediği adam o arada her ne dediyse Yiğit yavaşça araçtan uzaklaşmıştı. Araba tekrar hareketlendi ve hızla çekti gitti.

Farların sağladığı ışık da ortamdan çekildiğinde deyimi yerindeyse karanlığa gömüldüler, hava fazlasıyla kararmıştı.

Yiğit geri geldiğinde yumruklarını sıkıyordu.

"Dağılın!" dedi.

"Gelenlerle yarın tanışırsınız, daha fazlasını başım kaldırmıyor."

İçeri geçecek iken durdu, yeni gelenlere dönmüştü bedenini.

"Zemin katta çoğu oda boş, istediğiniz yerde kalabilirsiniz. Ancak bütün odalar tek kişilik, bilginiz olsun."

"Ben size müsait odaları göstereyim, peşimden gelin."

Hazal yavaşça ittirdiği sandalyeyi kenardaki rampadan okula çıkardı. İçeri girdiklerinde Yiğit'in tercih ettiği koridorda hiç duraksamadan ilerlemeye başlamışlardı.

"Koridor boyu olan odalar boş ancak tek kişilik olduğu için içeriye eşya taşısak bile iki kişinin kalması için biraz küçükler."

"Köşeye denk gelen odalar daha geniş, oradan bir oda edinmeniz daha iyi olur."

Sözünü bitirdiğinde koridorun nihayet istenilen yerine gelmişlerdi. Yavaşça kapıyı araladı, içeri girebilmeleri için kenarda durmuştu Yiğit. Peşinden gelen çift tekerlekli sandalye ile içeri girdiklerinde ister istemez etrafa şöyle bir bakınmışlardı. Odanın ortasında gibi duran tek kişilik bir yatak vardı. Küçük, yine tek kişilik duran bir kıyafet dolabı ve çalışma masası vardı. Yatağın yanındaki komidinin üzerine bir masa lambası ve peçetelik iliştirilmişti. Bir de bir jest olarak koyulduğu belli olan çerçeve vardı, beyaz renkliydi.

Esefle nefes verdi Hazal. Çok kötü gözüküyordu bu oda, tek artı yanı penceresinin çok olması olabilirdi. Gündüz içerisi aydınlık olacaktı.

Tekerlekli sandalyenin kollarına astığı çantayı alıp odanın bir kenarına bıraktığında Yiğit konuştu tekrardan,

"Yardım et de yatabilmeniz için bir yatak daha taşıyalım."

Kendisine bakan çocuğa beklemesi için işaret etti. Yusuf'un elini tuttu Hazal, önüne çöküp gözlerinin içine bakmış "Ağrın var mı? Otururken canın yanıyorsa ilk önce seni yatıralım." demişti.

Tebessüm etti Yusuf, elini tutan eli sıktı hafifçe. Hazal üzerine titredikçe içten içe, istemeden de olsa onu bu kadar korkuttuğu için kendisine kızıyordu.

Teselli eder gibi cevap verdi. Dün gecenin etkisi hâlâ ikisinin de üzerindeydi. Hissediyor, beraberce ve sessizce yaşıyorlardı.

"İyiyim, endişe etme."

Hazal duyduğu şeyden memnun bir şekilde ayağa kalktı, Yusuf'u uygun bir kenara kadar sürüp işine yöneldi. Karan mecburen eşini izlemekle yetinmek zorunda kalıyordu. Kendisi varken Hazal'ın ağır bir işi yükleniyor oluşu canını sıkıyordu.

Yiğit eline bir tane steril eldiven geçirmiş yatağı o şekilde tutmaya özen göstermişti. Hazal taşıma işi bittiğinde teşekkür ederek Yiğit'i uğurlamış ve yan yana konulan yataklardan birini tutup sürükleyerek diğerinden ayırmıştı. Yusuf'un kendisine baktığını görünce açıklama ihtiyacı hissetti.

"Yaralısın... Beraber olmaz. Gece istemeden yarana zarar vermekten korkuyorum."

Ardından tekerlekli sandalyeyi yatağın kenarına kadar sürdü. Eğilip sol kolunun altına girdi, yavaşça kaldırıp yatağa oturması için destek oldu. Ayakkabılarını çıkardı, yatağa yatırdığında kocası ile göz göze gelmişti. Eşi biraz mahcup olmuş bir yüz ifadesi ile bakıyordu gözlerine. Gülümsedi, yaralarına dikkat ederek üzerine eğildi ve içten bir öpücük hediye etti kocasına.

"Öyle bakma bana, iyi olman benim için yeterli. Biliyorsun. Ben hizmet etmekten gocunmuyorum."

"Biliyorum." dedi Yusuf, pürüzlü çıkmıştı sesi. Yük oluyormuş gibi hissediyordu ve bundan nefret ediyordu.

Bir süre konuşmadı. Hazal'ın yardımıyla kıyafetini değiştirmiş tekrar yatağa uzanmıştı. Eşi kendi kıyafetlerini de değiştirdiğinde ışığı kapatmak için elektrik düğmesine yöneldi. İki dakika içinde, çıkan ufak bir "Tık!" sesi ile oda karanlığa gömülmüştü.

"Hazal."

"Efendim?"

"Bir şey soracağım,"

Yanındaki yatağa yerleşti genç kadın, kendisine baktığını hissediyordu. Söze girecekken ellerini tutmuştu karısı,

"Yarın konuşsak olmaz mı?"

"Çok uzun bir gündü. Tadımız kaçsın istemiyorum. Hiç değilse bu gece bunları düşünmeden uyuyalım."

Yusuf bu cümlelerden rahatsız olsa da itiraz etmedi. Gerçekten çok yorulmuşlardı. Dün silahların gölgesi altında sabahlamışlardı, şu an hâlâ uyanıklarsa bunun tek sebebi daha streslerini tam atamamış olmalarıydı.

Başı ile onayladı Yusuf. Işığın kapandığını bir anlığına unutmuş ancak Hazal onaylandığını anlamıştı.

Kocasına hayırlı geceler dileyerek yatağına uzandı. Yusuf temas etmeyi sevdiğinden bir elini onun yatağına doğru uzatmış yatakları birleştirmeye çekinse de kocasını kendisinden mahrum etmemişti. Elini tuttu Yusuf. Hazal elinde hissettiği sıcaklıkla Yusuf'un varlığını fark etmiş gözlerini kapattığında adeta dün geceyi tekrar yaşamıştı. Şu an elini tutan el, en büyük şükür sebebiydi. Yusuf yaşıyordu. Tebessüm etti. Kocası ölmemişti! Hemen yanı başındaydı, varlığını hissettiriyordu. Daha ne isteyebilirdi?

Gözlerini kapatıp içinden şükür sözcükleri geçirirken bilinci yavaşça kapandı. Yusuf'un elini tutan parmakları gevşeyince gülümsemişti Yusuf, her ne kadar belli etmese de yavaştan ağrısı başlamıştı. Ağrı kesicinin etkisi geçtiğinden eşi kadar kolay uyuyamayacaktı. İlaçlar çantaydı, kendi başına uzanamazdı ancak iki günün ardından nihayet rahatlayan karısını uyandırmak istemiyordu, ağrı çok bastırmadan uyuyabilmek adına gözlerini kapattı.

Yusuf, Hazal'ın rahatlaması ile mutlu olmuş ağrısının gölgesinde uyumaya çalışıyorken Burak odasında düşüncelerini kovalıyordu. Kanı donmuştu. Yiğit dağılın dediği anda hızlıca sıvışmış, psikoloğa görünmemişti.

Nasıl olmuştu da tekrar karşılaşmışlardı? Nasıl en başından beri bahsettikleri Yusuf'un kendi doktoru olduğunu anlayamamıştı? Neden yaralıydı? Eğer yaralı ve bitap düşmüş olmasaydı karşısına çıkıp kendini tanıtmak isterdi. Tanırdı heralde. Burak tedaviye gittiğinde ünü yeni yeni duyulmaya başlamış biriydi. Giyim tarzı biraz daha değişikti, eğer yanlış hatırlamıyorsa henüz evlenmemişti. O zamanlarda ünlü olmadığından artık deyim gibi söylenen "Yusuf Karan" isim tamlaması o sıralarda dillerde değildi. Kendi doktorunun adını hatırlıyordu sadece, Yusuf. Ancak bugün yüzünü gördüğünde o Yusuf'un, Yusuf Karan olduğundan kesin olarak emin olmuştu.

Çarpık bir gülümseme oluştu yüzünde, demek Betül ile de o ilgileniyordu. Ne garipti hayat? Kiminle ne zaman nerede karşılaşacağını asla bilemiyordu insan. Hayatlar ilginç şekilde birbirleri ile kesişiyorlardı. Tanımadığı biri için karantina altına alınmıştı. Ailesi ilgisini çekmiş, bu süreçte daha az yalnız hisseder olmuştu. Sonra daha ilk hafta bitmeden bir gece yarısı, kolunda ve bacağında birer yara ile ayakta bile duramayacak halde olan doktoru bu küçük maceraya ortak olmuştu.

Ne garip şeydi? Hayat her zaman bu kadar karışık bir olgu muydu yoksa bu ay bilmeden bir şey mi yapmıştı?

Yatağı hemen camın altındaydı. Usulca esen rüzgar yüzünü okşayınca tebessüm etti. Beyni uyuşacaktı bu gidişle düşünmekten, sabahtan beri mesai yapıyordu. Gözlerini kapatıp sanki korna sesini hiç duymamış, aşağı hiç inmemiş gibi uyumaya çalıştı. Gözlerini kapattığında ise bu pratik işe yaramamıştı. Her şey birbir gözünün önünden geçerken bir çift yeşil gözde takılı kaldı. Beyaz kısmı kızarmış içi yaşlarla dolmuştu. Yutkundu. Ne zaman görmüştü bu gözleri? Neden sadece gözlerini hatırlıyordu? Kimdi bu? Neden ağlıyordu? Başı ağrıyordu düşünmekten. Kendisinden başka yeşil gözlü kim vardı ki?..

Gözleri fal taşı gibi açıldı aniden. Betül ağlıyordu! Nefesi daraldı. O zaman farkına varamamıştı ancak şu an neden ağladığını anlayabiliyordu. Yusuf'un kapının önündeki yaralı görüntüsü geldi tekrar gözlerinin önüne, Betül kendisini suçluyor olmalıydı. O kızı hep kendisine benzetiyordu ancak bu bambaşka bir seviyeydi. Kendi kendine empati yapmaya kalktığında dahi vicdanı hemen konuşmaya başlıyor, suçluluk duygusu omuzlarını düşürüyordu. Bu kız nasıl uyuyacaktı bu gece? Uyuyabilecek miydi ki?..

Oflayıp sağına döndü, kapı ile göz göze geldiğinde sebepsizce kaşlarını çatmıştı. Gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı ancak aynı yeşil gözlerde takılı kalan anı şeridi yine döndü dolaştı gözlerinin önünde. Vücudunu sağa sola çevirmek işe yaramıyordu. Bugün yaşadıkları çıkmıyordu aklından bir türlü.

Ne yapacağını dahi bilmez bir halde odasından dışarı attı kendini Burak. Okulun koridoru buz gibiydi. Bedenini hafif bir titreme aldığında tam "Acaba kapı mı açık kaldı?" diye bakışlarını yukarı kaldırmıştı ki... Onu gördü. Cam kapıdan yansıyan ay ışığı yüzünü aydınlatıyordu. Başörtüsü siyah olmasına rağmen üzerine düşen ışık sebebiyle parlak gözüküyordu. Yüzünü çevreleyen siyah renk, gözlerinin yeşilini ve beyaz tenini ortaya çıkarmıştı. Ağlamıştı, yüzü sırılsıklamdı.

Yutkundu. Nereden çıkmıştı bu kız karşısına? O da mı hava almak istemişti?

Tam o an sanki kendisine bakıldığını hissetmiş gibi yüzünü Burak'tan tarafa çevirdi Betül, göz göze geldiler. Karanlığın içindeki çocuğun tüyleri diken diken olurken Betül tepki vermemişti. Koridorun karanlığında kendisini görememiş olmalıydı. Göz göze olduklarını da muhtemelen bilmiyordu. Bakışlarını geri çekemedi Burak, Betül ise karanlıkta biri olup olmadığını anlamaya çalışıyor gibiydi.

Bir süre sonra önüne döndü genç kız, yavaş adımlarla okulun kapısının önüne geldiğine açılan kapıyla içeri soğuk bir yel esti. Burak zaten üşüyorken bu hiç iyi olmamıştı. Tam hapşıracakken ağzını burnunu kapatıp bedenini duvara yasladı, çıkmak isteyen havayı içine hapsetti. Onu korkutmak istemiyordu. Tek eli yardımıyla odasının kapısını açıp içeri attı kendini. Kapıyı ardından yavaşça kapatırken tekrar derinlerden gelen hapşırma hissini bu sefer bastırmadı. Kapalı kapı ardından ses o kadar yüksek çıkmazdı.

Buraya gelirken yanına aldığı valizi acele ile araladı, içinden kendisini soğuktan koruyabilecek içi yün bir ceket seçip aldı. İçi çok kabarık olmadığından üzerinde kötü durmuyordu. Hızlıca valizi yerine geri itip komidinin üzerindeki peçetelikten birkaç tane peçete söküp almış bir daha hapşırmamak için içinden dualar ederken peçeteleri cebine yerleştirmişti.

İkinci kere dışarı çıkarken bu sefer bunu neden yaptığını bilmiyordu. Yavaş adımlarla dış kapıya yaklaşırken tedirgindi. Soğuk hava bu sefer kendisini etkilemezken yüzü yaşadığı gerginlikten ötürü donmuş gibi hissediyordu.

Kararlı ama ağır adımlarla çıkışa yaklaştı. Cam kapı görüş alanına girdiğinde Betül'ü de gördü. Sırtını okula dönmüş merdivenlere oturmuş gökyüzüne, aya bakıyordu. Kendisinden haberinin olmadığı aşikardı. Bir süre bulunduğu yerden ayrılamadı Burak, yaptığının yanlış olduğunu bilse de neden geldiğini bile bilmediği bu kapı ağzından ayrılmak istemiyordu. Kızın ne kadar berbat bir durumun içinde olduğunu hatırladıkça türleri ürperiyor yeniden onun için üzülüyordu. Acaba o buraya hava almaya mı gelmişti yoksa içini dökmeye mi? Vicdanı durmadan konuşuyor olmalıydı. İçsel sıkıntılar en berbat olanlarıydı. İçi titredi yeniden. Bundan hoşlanmıyordu.

Başını aşağı eğip sol tarafında kalan duvara doğru yanaştı, yere çöktü. Başını az öne doğru eğdiğinde Betül gözüküyor doğrulup sırtını duvara yasladığında görüş alanından çıkıyordu. Fark ettiği şeyle öne eğildi, dirseklerini dizlerine yasladı. Esen rüzgarla hafif hafif sallanan başörtüsüne takıldı gözü, hemen ardından yaslandığı mermerden kaldırdığı eline, yüzüne uzanıp gözyaşını silişini izledi arkadan. Ağlıyordu.

Gözlerinin önüne gelen aynı görüntüyle iç çekip sırtını duvara yasladı Burak, sırılsıklam olmuş iki yeşil göz... Yaralı bir beden ve çaresizce kendini suçlayan bir masum can... Buraya gelmese bunların hiçbirinden haberi olmayacaktı. Neler dönüyordu dünyada? Ne hikayeler vardı acı soluklu?..

Dünya ne kadar küçük olursa olsun milyarlarca hikaye gömmüştü bağrına. Bu koca okulda birkaç küçük hikaye yarım kalmış ya da erken bitmiş, kimin haberi olacaktı? Sessizce geçip gideceklerdi bu diyardan. Acıları da sevgileri de toprağa karışacaktı.

Başını arkaya atıp nefeslenmeyi denedi. Sakince aldığı nefesi sakince geri veriyor içindeki bunalımdan kurtulmaya çalışıyordu. Başını aşağı eğip bu rutubetli berbat duyguyu geride bırakmak istedi. Canı yanıyordu. Betül'ü daha iyi anlıyordu böyle, canı acıyor olmalıydı. Nefes alışverişleri kesikleşti. Kalbi sıkışıyordu. Dizlerini kendine çekip başını oraya yaslayacaktı ki başını aşağı eğdiğinde gözünü bir şey aldı. Tam ayak ucuna kadar sessizce gelip son adımını hemen önüne atan siyah spor ayakkabı, Emir...

Yavaşça kaldırdı başını, kendisine bakan bal sarısı gözleri gördü. Tepesine dikilmiş ne yapıyordu öyle? Hayal görmüyordu değil mi? Henüz o kadar delirmemişti ya? Delirmiş miydi yoksa? Kendisine bakan gözler göz kapaklarının arkasına saklandığında önündeki tanıdık cüsse esefle nefes vermiş ve yanı başına çöküvermişti. Hayal değildi demek... Emir gelmişti. Nereden bilmişti bu saate burada olacağını? Neden gelmişti? Tartışmaya gelmiş gibi bir hâli yoktu. Yorgun bakıyordu gözleri. Kızarmış ve hafiften şişmişti. Ne kadar ağladığını düşünmek istemedi Burak, suçluluk duygusunun altında nefes almakta zorlanıyordu. Hiçbir şey düşünmek istemedi o an. Hatta Emir'in diyeceklerinden korkmasına rağmen oralı değilmiş gibi davranıp korktuğunu ona hissettirmemeye çalışmıştı.

Arkadaşının yüzüne bakacak yüzü kendisinde bulamıyordu. İlk defa Emir'in yanında olması kendisine, kendi aptallığı yüzünden iyi gelmiyordu. Yüzünü dış kapıya doğru çevirdiğinde yeniden Betül'ü gördü. İki arada bir derede kalmak böyle mi hissettiriyordu? Bu sabah manevi olarak şöyle bir arada kalmış ve hiç düşünmeden yüzünü yanı başındaki Emir'e değil de uzaklardaki Betül'e doğru çevirmişti. Omuzlarına tonlarca yük bindi yeniden. Hiç sesini çıkarmadan yanı başında oturan arkadaşına çevirdi bakışlarını, bitkin yüzünde gezdirdi gözlerini, yorgunluğunu hissetti.

"Sen kazandın." diye fısıldadı Emir birden. Betül'ü gözardı etmemiş yüksek sesle konuşup arkadaşını ifşa etmemişti.

"Siz kazandınız."

Yutkundu Burak, ağzını açıp tek kelime edemezken Emir'in kendisini açıklamaya devam etmesini bekliyordu.

"Pes ediyorum." dediğini işitti. Baştan aşağı bir ürperti geçti bedeninden, konuşamadı. Bal sarısı gözler, gözlerini bulduğunda cesareti kırılmış yeşillerini yeniden kaçırmıştı.

"Haklıydınız, çabalamanın bir anlamı yoktu."

"Hiç olmadı."

Araya girme ihtiyacı hissetti, konuşma tehlikeli bir yere gidiyor gibi hissediyordu.

"Ben öyle bir şey demedim," diyebildi ancak

"Çabalamanın her zaman bir anlamı vardır, sonuç verir."

Güldü Emir, ürpertici bir kıkırtı olarak duyuldu sesi. Ayaklarını koridorun boşluğuna doğru uzatmış başını geriye yatırmıştı.

"Çabalamak her zaman sonuç vermez Burak, biliyorsun."

"Eğer sonuç verseydi..."

Cümlenin gerisi duyulmadı, bal sarısı gözler yeniden bir yaş bulutu ile gölgelenmişti. Yeşillerin sahibi yavaşça yutkundu, böyle yüzleşeceğini hayal etmemişti hiç. Bulunduğu konumdan utandı o an. Emir'in yanında değil de Betül ile Emir'in arasında durduğu için, kaç yıldır kahrını çeken bir gönle böylesi bir ağırlık olduğu için utandı.

"Özür dilerim." dediğinde sesi titriyordu.

"Amacım sana sırtımı dönmek değildi, ben..."

Emir kendisine döndüğünde sözü boğazında takılı kaldı, fazladan tek sözcük daha zikredemedi. Önüne düşürdü başını, gözlerine bakamıyordu.

"Ben buraya kararından suçluluk duyman için gelmedim."

Emir'in itiraz eden sesi kulaklarını doldurduğunda devam etmesini bekledi Burak, tekrar yüzüne baksa bile konuşamayacağını pekala biliyordu.

"Ben kendi sorunuma seni de ortak ettiğim için... "

Kısa bir kesintinin ardından o cümlenin sonu geldi.

"Özür dilerim."

Hayretle başını arkadaşının yüzüne çevirdiğinde onun korkusuzca yüzüne baktığını görmüştü.

"Ben yalnız kalmaktan korkuyorum diye sen kendini dizginlemek zorunda değildin. Ben... Sizi kaybetmekten korktuğum için,"

"Aşırı bir tepki verdim."

Ciddi ciddi özür diliyordu. Haklı olmasına rağmen özür diliyordu. Nedenini anlayamıyordu Burak, neden haklı olduğu konuda bu kadar sert bir şekilde kendini ezdiğine anlam veremiyordu.

"Hayal aleminde yaşamaya gerek yok. Buradan çıkmamıza izin vermeyecekler. Üstelik bu konunun Betül ile alakası yok."

"O ölmüş, ölmemiş bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek."

"Bu hikayenin sonunda bahçesi olan bir okul olmayacak bu yapı, mezarlığı olan bir harabe olacak."

Güldü içindeki duyguları kusarcasına, kendisini hiç bölmeden dinleyen arkadaşının yüzüne bakmıyordu.

"Eğer yaşamamızın onlar için bir önemi olsaydı Yiğit'e öldürme yetkisi vermezlerdi. Bizi kafasına estiği gibi öldürmeyeceğinin garantisini kimse veremez, değil mi? Buradan bile anlaşılıyor."

"Bakan hastalıktan bizi öldürebilecek kadar korkuyorsa"

Güldü tekrar,

"O zaman devlet arkamızda değil demektir. Eninde sonunda bizi kör bir kurşun ile uğurlamak için karşımıza çıkacaklar."

"Verilen vaatlerle uslu durduğumuz için teşekkür edecekler ve tetiğe basacaklar."

"Lanet bir yerde son kez gökyüzüne bakmış olacağız."

Ortam buz kesti. Kimse konuşmuyordu artık. Bir on dakika böylece aktı gitti. Ya da onlar için bir dakika, on dakika kadar kıymetliydi o an.

Emir boğazını temizledikten sonra bitkin gözlerini ayak uçlarına düşürdü.

"Senâ bunları söyledikten sonra, son dakikaya kadar stres yapıp hayal kırıklığıyla can vermek istemediğini söyledi."

"Son günlerini dolu dolu yaşayıp mutlu ölmek istediğini..."

Yutkundu Burak, kuruyan dudaklarını dilinin ucuyla ıslattı ve kendini konuşmaya itti.

"Onun pes etmiş olması ya da bu negatif düşüncelere inanıyor olması..."

Sözünü kesti Emir, saki teselli cümlelerine katlanamıyormuş gibi bir hâli vardı.

"O haklı."

"Yaşayacağımıza kim inanıyor? Çocuk ruhu olan sen bile buna inanmıyorsun Burak. Gözlerini kapattığında kurtuluşumuzu hayal etmek mi daha kolay geliyor yoksa okulun bahçesine kurulu bir mezarlığı hayal etmek mi?"

İçi ürperdi. Başını aşağı eğdi. Bir süre hiç konuşmadı. Gülmüştü Emir,

"Ben de öyle düşünmüştüm." demişti.

"Başta kabullenemedim, bağırdım çağırdım. Neden aniden fikrinin değiştiğini sorguladım."

"Ne dedi?"

Burak'ın cılız çıkan sesi tebessüm etmesine sebep olurken başını aşağı eğmişti Emir, bileklerine bakıyordu.

"Elleri kelepçeliyken uzun uzun düşündüğünü söyledi."

"Ben yüzünüze kapıyı çarptıktan sonra kapının önünden hemen ayrılmadı, içeri seslendi. Bir süre yanıma hiç uğramayacağını o süre zarfında düşünürsem onu anlayabileceğimi söyledi."

Kaşları çatılmıştı arkadaşının,

"Seni yalnızlıkla mı tehdit etti?" diye sormuştu. Sesindeki rahatsızlık kendini duyuruyor gözleri bir farklı bakıyordu.

"Tehdit değildi." dedi Emir,

"Zaten yalnız kalmak isteyen bendim ancak o süre zarfında gerçekten..."

Yutkundu,

"Gerçekten... İçim parçalansa da onu haklı buldum."

"Hem haklı olmasa bile, öldürülmesek bile, siz olmadan zaten bir anlamı yok."

Kaşları çatılmıştı Burak'ın, ikinci kere dudaklarını ıslatırken "Senin bir ailen var!" demeye hazırlanıyordu. Kendisine fırsat vermedi Emir,

"Ölü bir baba ve oğlunu hatırlayamayan bir anneye yeniden aile diyeceksen, mümkünse hiç konuşma."

Öylece tekrar derin bir sessizlik kendini duyurduğunda koridordan hafif bir adım sesi duydular. Yavaş yavaş kendilerine yaklaşan beden ay ışığıyla aydınlandığında Senâ'nın yumuşak cildi loş ışıkta parlamış, gelen kişiyi belli etmişti. Elinde ince, orta boy bir poşet tutuyordu.

"İkinizden de bir cacık olmaz." dediğinde dışarıdan duyulabilecek bir ses seviyesi ile konuşmuştu. Burak telaşla ayağa kalkıp ona susmasını işaret etti, ister istemez gözleri dışarı kaymış Betül'ü kontrol etmek istemişti. Ancak kız orada değildi. Bahçenin etrafında dolanıyor diye düşünüp rahat bir nefes aldı Burak,

"Seni duyacaktı!" diye Senâ'yı azarladığında kız yavaşça tek kaşını havaya kaldırdı.

"Siz gizli gizli kimi gözetliyorsunuz?"

Sesindeki şüphe rahatsız edici derecede yoğundu. Söze girdi Emir, yanlış anlamaması için acele davranmıştı.

"Kimseyi gözetlediğimiz yok. Betül kapıda oturuyordu, onu rahatsız etmek istemediğimiz için burada konuşuyorduk."

"Sen ne için gelmiştin?"

Bir süre bakıştıktan sonra başını kapıya doğru çevirdi Senâ, gözleri ayın loş ışığıyla aydınlanan bahçeyi bulduğunda yüz ifadesi de aydınlanmıştı sanki.

"Siz bugün neyi unuttunuz?" dedi sakince,

"Neyi unuttuk?" dedi Burak, Emir'e olan davranışı yüzünden bu gece Senâ'nın cümlelerinde farklı bir anlam arıyordu.

"Bir yanlışımız mı oldu?" diye sordu Emir, kız arkadaşı bu saatte neden gelmişti buraya?

"Siz sabahın nurunda kavga etmediniz mi?"

"Evet?"

"Peki o vakitten bu vakte kadar tek lokma yemek yediniz mi?"

Koca bir sessizlik oldu. Emir dönüp arkadaşına bakmış Burak bakışlarını kaçırmıştı. Bir yandan da söyleniyordu,

"Sanki sen yemişsin gibi beni süzüyorsun."

"Yemediğimi nereden biliyorsun?"

"Seni tanıyorum."

Tebessüm etti Emir, tebessümü yavaş yavaş sırıtışa döndüğünde dilinin ucu ile garip bir cümle zikretmişti. Modu yerine gelmiş gibiydi, hiç değilse içindeki o ölü tarafı şimdilik susturmayı deniyordu.

"Burak artık ağzı ile yemiyor Senâ, gözleri yetiyor ona."

"Anlamadım?"

"Gece gece diyorum, rızkının peşinden koşuyorsun."

Birkaç saniye bekleyip arkadaşının anlamasını istedi. Burak'ın yüzü aniden renk değiştirdiğinde kahkaha patlatmamak için dudağını ısırmak zorunda kalmıştı.

"Saçmalama."

Bu cümle Burak'tan değil Senâ'dan geldiğinde onu hızla onayladı arkadaşı,

"Yengem haklı, ne alakası var?"

"Ben sadece..."

Sözünü kesti Emir,

"Sen sadece ne? Kızın peşinde paspas oldun üç gündür."

Ellerini başının arkasına yerleştirip başını arkaya yasladı.

"Hayır anlıyorum nasıl yardım edeceğini bilmiyorsun ama bu böyle dikizleyerek olmaz, kızın abisine güzelim postu deldirteceksin yoksa."

Bakışlarını yere düşürdü Burak,

"Kötü bir şey yapmıyorum ki," diyebildi.

"Abisine neden kardeşine yardımcı olmak istediğimi açıklayamam, konusunu bile açamam asıl postum o zaman delinir."

"Sen ne ayaksın, der bana."

Alayla kaşlarını kaldırdı Emir, gözleri ile dalga geçiyor sanki az önce normal bir muhabbet yapmışlar gibi arkadaşı ile uğraşıyordu.

"Ya şimdi demeyecek mi?"

"Bilmiyorum."

"Biliyorsun."

"Bilmiyorum Emir."

"Biliyorsun da kendine itiraf etmeye g*tün yemiyor."

Burak hızla omzuna bir tane geçirdiğinde arkadaşı sadece gülmüştü.

Senâ yanlarına çöküp poşetten iki tane sandviç çıkardı, ellerine tutuşturdu.

"Bırakın didişmeyi de yemek yiyin. Açlıktan öldünüz fakat farkında değilsiniz, garipsiniz gerçekten."

"Bugün Yiğit, Esma, Livâ, ben mutfağı temizledik. Yâni bu ayaküstü yediğiniz son yemek."

Emir elindeki yiyeceğin jelatinini açarken Senâ söze girmiş erkek arkadaşının dikkatini çekmişti.

"Bu gece yanında kalmayacağım."

Bir sessizlik oldu. Jelatin ekmeği terk etmeden önce Emir duyduğu şeyin etkisi ile elini geri çekmişti, tam açamadığı paketi bir kenara bırakmış kız arkadaşına bakıyordu.

"Hatta bundan sonra aynı odada kalmayacağız, yanındaki odaya taşınacağım."

"Hemen yakınında olacağım ama tam anlamıyla yanında olmayacağım. Senin için sorun olur mu?"

Burak duyduğu şeylerle dönüp varlığına alışık olduğu çifte baktı. Öfkelendiğini hissediyordu. Emir daha önce tek yatmıştı, bebek değildi hoş. Üçünün de evi barkı ayrıydı ancak Senâ'nın söyleyiş tarzı yalnızlığı vurguluyordu. Nedenini asla bilmese de adı gibi emindi ki Senâ bunu bilerek yapıyordu. Bu kızın derdi neydi?

"Olmaz." dedi Emir, cevap verirken kız arkadaşına bakmamıştı bile. Muhtemelen o da söyleyiş tarzından rahatsız olmuştu fakat belli etmek istemiyordu.

"Gitsene sen." dedi Burak, çekinmeden net bir sesle. Senâ kovar gibi söylenen sözde takılı kaldı bir süre,

"Sizi beklemeyeyim mi?"

"Odan ayrı zaten." diye gelmişti cevap, bilerek kızın gözlerinin içine bakıyor ona yanlışını anlatmaya çalışıyordu. Öfkesini de belli ediyor olmalıydı ki Senâ'nın kaşları hafifçe çatılmıştı.

"Odana da tek gidersin, değil mi?"

"Senin için sorun olmaz ya?"

Emir arkadaşının ne yaptığını fark ettiğinde araya girdiği için çaktırmadan alttan dirseğiyle dürtmüş kız arkadaşı hassasiyetine dikkat etmediği için onu imâ ile, laf sokan kadınlar gibi, uyaran arkadaşını susturmak istemişti.

"Affedersiniz." dedi Senâ kalkarken, bozulmuşa benzemiyordu.

"Tabii, siz konuşuyordunuz, ben bölmüş bulundum."

"Yarın görüşürüz."

Ardından gerçekten hiç sesini çıkarmadan yoluna bakmış, yanlarından ayrılmıştı.

Burak ile Emir de aralarında yazılı olmayan bir anlaşma varmışçasına tek kelime etmeden ellerindeki yiyeceği bitirmişler ardından Emir'in kalkıp yol almasıyla ayrılmış bulunmuşlardı.

Yutkundu Burak, başını geriye yasladı. Biraz nefeslendikten sonra tekrardan yüzünü kapıya doğru çevirmiş hafif eğilerek Betül'ü kontrol etmişti.

Kapının önündeki gölgesini gördü. Bahçeye karşı ayakta dikilen kızcağız gözünü aldığında üç gündür yaşadıkları şeylerin ağırlığı tekrar binmişti omuzlarına. Bedenini duvara verip gözlerini kapattı. Berbat hissediyordu. Bu ağırlık gerçekti ve hoş hissettirmiyordu. Ağlayası geliyordu durduk yere, sulu göz olmayı da sevmiyordu ya, bu ruh hâli hiç iyi gelmiyordu kendisine.

Gözlerini açmadığı halde üzerine bir gölge düştüğünün farkına vardı, Emir'in geri geldiğini düşünerek araladığı gözleri ona bal sarılarının yerine kırmızı kehribarları gösterince tükürüğü boğazına kaçtı. Ne yapacağını bilemez bir halde oturuşunu düzeltirken öksürmekten nefes alamaz haldeydi. Yarısı tükürükten, geri kalan kısmı çaresizlikten, belki bir miktar da korkudan. Şu an ölse hayır demezdi mesela, Emir'in ahını aldığı için geliyordu bunlar başına hep.

"Ne işin var senin burada?"

Ne diyecekti?.. Kendisi de bilmiyordu ki ne işi olduğunu? Yutkunmaya çalıştı. Yüzü kireç gibi olmuştu kesin. Azar bekleyen bir çocuk gibi dizlerinin üzerinde oturuyordu.

"Abi, yanlış..."

"Abi yanlış anladın, ben..."

"Sen?"

İçinde kandan pınarlar akan irislere baktı. Cesaret edip de ağzını açamıyordu. İnme inmişti sanki.

"Abi?"

Betül'ün yumuşak sesi kendisini duyurduğunda başını aşağı eğip yüzünü sakladı. Daha kötüsü olamazdı değil mi? Kendisine karşı halihazırda tedirgin olan kız bu manzarayı gördüğünde ne düşünecekti?

"Abi bir şey mi oldu?"

"Bilmiyorum abim, ne olduğunu soruyordum ben de tam, sen geldin."

Kelimeleri kemiklerini kırıyor gibiydi. Burak'ı bir kere daha öksürük krizi tuttuğunda rastgele bir öksürükte ölmeyi diliyordu. Bu olaya makul bir cevap veremezse ölmeyecek muhtemelen öldürülecekti. Betül yanlış anlayacaktı. Ne diyecekti? Beyni durmuştu, bir sürü anlamsız cümle zihninde kalabalık oluştururken tek bir mantıklı cümle bile diline ulaşmıyordu.

"Konuşsana." dedi Okan buz gibi bir sesle, az daha konuşmazsa sonsuza kadar susacağına emin olacaktı.

O sırada üçüncü, tanıdık bir ses ulaştı kulaklarına.

"Ne oluyor? Neden çocuğun başına üşüştünüz?"

Emir gelmişti.

Güven veren sesi duyduğunda şükür için secdeye kapanmak istedi. Daralan kalbi bir anda açılmış olayın çözüleceğine emin olmuştu. Babasına güvenen bir çocuk gibi hissediyordu. Her an göğsünü gere gere şımarıklık yapabilecekmiş gibi bir güven doğmuştu içine. İnsanın arkasını kollayan birinin olması gerçekten çok güzel hissettiriyordu.

"Arkadaşın konuşmayı unuttu galiba." dedi aynı soğuk ses, kaç kere duyarsa duysun ilk duyduğu an olduğu kadar korkutucu geliyordu kulağına.

"Akbaba gibi başına çökersen herkes unutur konuşmayı."

Yüzünü Emir'den tarafa dönmüştü Okan, ağır ağır yanlarına yaklaşan gence dikmişti gözlerini.

"Tatava yapma bana."

"Tatava yapmıyorum sana, doğruları söylüyorum."

"Kafanda bir senaryo kurmuşsun kimseye sormadan onu uyguluyorsun. Yemedik kardeşini."

Burak sabah için özür dileyeceği yerde diklenen arkadaşını görünce ne yapmaya çalıştığını anlayamadı. Okan da sabredip kendisini tutuyordu yoksa büyük patırtı, gürültü çıkacaktı.

"Konuşmamız gereken şeyler vardı, Betül kapının önünde olduğu için Burak onu rahatsız etmek istemedi. Biz de koridorda tek ışık alan yere oturduk."

Okan sesli bir şekilde nefes verdiğinde "Evet," diye araya girmişti Betül, herkesin şaşkın bakışları arasında abisine bakıyordu.

"Yanlarında Senâ da vardı, az önce gittiler. Ben de gördüm."

"Kapının önünde değildim hem, bahçede dolaşıyordum abi. Rahatsız etmediler, gerçekten."

Emir'in çaktırmadan kendisine uzattığı eli tuttu Burak, ayağa kalktığında yaşadığı stresten dolayı bacakları titriyordu. Dengesini sağlamaya çalışırken Okan ile göz göze gelince "Uyuşmuş." kelimesi kaçtı dudaklarından. İster istemez kendini savunmaya geçmiş aniden hayran olduğu kişiyi karşısında görmenin şokunu kendince saklamaya çalışmıştı.

"Sen niye bu açıklamayı yapmadın az önce?" diye geldi soru.

Kehribarlara çevirdi yeşillerini yeniden

"Abi öyle suçlar gibi bakınca ben şey edemedim."

"Ney edemedin?"

"Dile getiremedim."

Burak arkadaşının içine içine güldüğünden adı kadar emindi. Kahretsin ki adamın kardeşine yan gözle bakmadığı halde kendisini berbat bir duruma sokmuştu. Aniden kehribarları tepeden kendisine bakar halde görünce adını unutacak raddeye gelmiş son anda ucundan dönmüştü. Emir olmasa durumu hayatta kurtaramazdı. Şu an hâlâ daha öksüyor olduğunu düşününce istemsizce kızın abisinin elini boğazında hayal ediyor, eli ayağı buz kesiyordu.

Okan sabır kelimeleri fısıldarken okulun içini işaret etti eli ile,

"Hadi ilerleyin." demiş konuşmayı şimdilik noktalamıştı. Dönüp hafifçe başını öne eğdi Burak,

"Yanlış anlaşılma için özür dilerim."

Muhatabı Okan değil, Betül olan bir cümleydi. Özrüne cevap beklemeden koşar adım karanlığa karıştığında geride şok olmuş masum bir ifade bırakmıştı.

Başını öne eğdi kızcağız, mahcup olmuştu. Abisinin olayı yanlış anlaması normal olsa da Burak'ın o hâlini gördükten sonra onun için kötü hissetmiş hatta oldukça utanmış ancak abisine bir şey de diyememişti. Burak nasıl böyle bir atışmadan sonra abisinin gözü önünde kendisine hitaben konuşmuştu, anlayamamıştı ama abisinin ikinci kere sert bir tepki vermemiş olması içini rahatlatmış ve yavaşça kollarını abisinin sağ koluna sarıp sakinleşmesini niyet etmişti.

"Bir daha," dedi Okan sakin bir ses tonuyla,

"Onların gözü önünde, onları bana savunma abim."

Betül yaptığı şeyi idrak ettiğinde yüzü kızarmıştı, başını aşağı eğdi.

"Abi sen sinirlenince, ben ortam gerilmesin diye birden..."

"Düşünemedim."

Kardeşine dönüp gözlerine baktı Okan, ay ışığının aydınlattığı yüzü okşamıştı hafifçe.

"Ben abiyim, ben konu sen olduğunda yanlış da anlayabilirim. Bu çok normal. Onların böyle bir şeye mahal vermemeleri gerekiyordu."

"Kolay kolay öfkeme yenilmem, biliyorsun."

Yüzü yavaşça gerildi,

"Ancak senin yaptığın bu hareket, şayet karşıdakinin niyeti bozuksa, onu cesaretlendirir."

Kısa bir sessizliğin ardından "Daha üçüncü gün Betül." demişti.

"Ancak sen bu çocuğa herkese davrandığın gibi davranmıyorsun."

"Hayır abi, ben..."

Telaşla kendisini açıklamaya çalışan kıza baktı, bakışları yumuşamış yüreği kor alevlerden sıcak iklimlere geçiş yapmıştı.

"Açıklamana gerek yok abim, görüyorum."

"Hayır ama abi!"

İtiraz eden ses kulaklarına ulaştığında istemsizce gülmüş yüzü aydınlanmıştı. Hâlâ küçük bir çocuktu Betül. Küçük, nazlı, mızıkçı bir kız çocuğuydu.

"Sakin ol Betül, sana aşıksın demedim."

Zikrettiği şeyle renk atan yüze bakmış tebessümünü korumuştu Okan,

"Baygınken gördüğün şeyden etkilendiğin için bu çocuğa farkında olmadan birazcık müsamaha gösterdiğini düşünüyorum, hepsi bu."

"Herkese karşı koyduğun o sıkı tavrı göremiyorum sende. Eski Betül olsa böyle mi olurdu? Seninle alakalı sorguya çektiğim biri önümde kızarıp bozarsa onu bana savunmayı bırak, benden önce sen postalardın."

Yüzü iyice kızarmıştı küçük kızın, başını eğmişti. Biraz daha üzerine giderse küsecekti sanki. Az sonra fısıltı gibi bir soru geldi kulağına, duyduğu cümleye şaşırırken Betül'ün aşağı eğdiği yüzünde hüznün olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.

"Ondan etkilendiğimi mi düşünüyorsun?"

...

"Hayır, sadece aradan mesafeyi birazcık kaldırdığını düşünüyorum."

"Her neyse," diyerek ortamı toparladı Okan,

"Önemli bir şey değil."

"Ama bir daha o çocuğu senin etrafında bu şekilde görecek olursam yanlış anlaşılma dinlemem, hesabını görürüm."

"Beni pek tatmin etmeyen bir yanlışlıktı bu, tekrarlanması bizim olayı gerçekten yanlış anladığımızı gösterir ve ben bundan kesinlikle hoşlanacağımı düşünmüyorum."

Abisinin yaptığı kelime oyununu anladığında başını aşağı eğip onu onaylamıştı Betül, konu kapansın istiyordu. Ağlamaktan kızaran gözlerini yere düşürüp hafifçe boynunu bükmüştü.

"Odalarımıza dönsek olmaz mı?"

Nazikçe sorusunu yönelttiğinde abisinin tebessüm ettiğini gördü.

"Olur güzelim, olur."

Yüzünde filizlenen utangaç tebessüm koridorun karanlığını yararken okulun soğuk koridorlarında ilerliyorlardı.

Betül hissettirmese de kalbinde bir sızı başlamıştı, tebessümü ile üzerini örtmüş sancısını kendine saklamıştı.

Bir süre daha kimseye anlatmayacaktı ve muhtemelen, anlatmadığı sürece kimsenin bu küçük küçük vurup geçen ağrılardan haberi olmayacaktı.

Kimsenin haberi olmayacaktı.

 

 

 

Bölüm : 13.10.2025 01:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...