22. Bölüm

18. Bölüm

Aliya Sancaktar
pusu_13

Selamün Aleyküm Canlar! 💐

Yeni Bölüm İle Geldim! :D

Ve bu bölüm gerçekten çoook yorum istiyorum. Eğer mümkünse beni güzel yorumlarınızdan mahrum etmeyin lütfen! 🍂

Bu bölümü yazmak tahmin ettiğinizden çok daha farklı bir deneyimdi benim için. Bölümün sonunda ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum 🌿

Hemen ilk önce bölüm ithafımızı yapalım :)

 

 

 

Bu bölüm; kitabı bu platform üzerinde yayınladığımda ilk bölüme ilk yorumu atan, bu kitabın buradaki ilk okuyucusu olan

 

 

@aykrateri

 

 

adlı okuruma ithaf edilmiştir. Kendisine desteğinden ötürü çok teşekkür ederim 🌸

 

 

‼️

 

 

Bölüm sonunda çok ama çok önemli, bu bölüme ait birtakım açıklamalar bulunmaktadır.

 

 

Okumadan Geçmeyiniz

 

 

‼️

 

 

 

18. Bölüm,

 

Soğuk, soluk ve gri bir hava vardı Bursa'nın semalarında, belki de yılın en soğuk günleri yaşanıyordu. Sert bir atmosfer bütün şehri sarmıştı, bazı insanlar bu erkenden soğutan havanın karın habercisi olduğunu söylüyorlardı. Bazıları iklim şartlarının kötüleştiğinden dem vuruyordu. Ve azınlık bir kısım havanın soğumasına karşı hoşnutsuzluklarını "Kötü Şans Habercisi" diyerek doğaya iftira atma yolu ile gösteriyorlardı.

Kendi evine gelmemişti bugün. Üzüntüsünü ve korkusunu yalnızlık ile katlayamazdı. İçindeki huzursuzluğu atmak, olası bir felaket senaryosunda yalnız kalmamak için çocukluğunun tanıdık manzarasını karşısına almıştı, aile evine gelmişti. Üstelik yarım saat önce çıktığı duruşmadan sonra hiçbir yere uğramadan kendisini burada bulmuştu. Üzerindeki kışlık kıyafetlere rağmen soğuktan elleri titriyordu. Ayazdan korkar gibi titreyen parmaklarını avuç içlerine doğru bükerek ağzına yaklaştırdı, sıcak nefesini üflemek vasıtasıyla kendini ısıtmaya çalışıyordu. Bir yandan da harcadığı vakitten destek alarak cesaretini toplamaya çaba gösteriyordu. İçeri girmeliydi artık. Soğuk içine işlemişti.

Çekingen adımlarını birbiri ardına atarak ilerledi, evin demir kapısının tam karşısına gelene dek adımlamaya devam etti. Ne zaman ki demir kapıyı hizaladı, evin kapısı büyük bir coşkuyla açıldı. Daha kapıyı bile çalmamıştı üstelik.

"Hifâ, kızım!"

Heyecanla bir iki basamak aşağı inen beden bütün samimiyetiyle kollarını üşüyen bedenine dolamıştı. Sevgisiyle bir anda ortamın havasını değiştirmişti bu güzel kadın, hasreti sıcacık teninden hissedilebiliyordu.

"Hoşgeldin annem, "

Kollarının arasından uzaklaşıp yüzüne baktı, tebessüm eden bir ifade vardı yüzünde. Biraz burukluk, biraz hüzün ve buram buram sevgi...

"Hoşgeldin güzelim!"

Gülümsedi Hifâ, bu kadar coşkulu bir karşılama beklemiyordu. Annesi gerçekten çok özlemiş olmalıydı. Kahverengi gözleri ışıl ışıl parlamaya başlamıştı. Özlemi ile harlanan coşkusu bu soğuk havada yüzüne, gözüne ayrı bir güzellik katmıştı.

"Hoş buldum anne."

Konuşurken buhar olan nefesi aralarından uçup gitti. Annesi peşinden açık bıraktığı kapıyı işaret etmişti eliyle,

"İçeri geçelim kızım, üşüme dışarıda."

Uzanıp elini tuttu. Hissettiği soğuklukla irkilip elini geri çekti kadın, parmaklarının tersini kızının yüzüne değdirdi. Aynı sonucu alınca kaşları hafifçe çatılmıştı. Dokunduğu yerlerin soğukluğu hoşuna gitmemişti. Elinden tuttuğu kızı yumuşak bir tutuşla içeri doğru çekiştirirken bir yandan söyleniyordu.

"Buz kesmiş ellerin, yüzün! Neden iki saattir dışarıda bekliyorsun annem? Üşüteceksin."

İçeri girdiklerinde yavaşça kapıyı kapattı Hifâ, soruyu duymamazlıktan geldi. Yanınıza girmeye çekindim, diyemezdi. Hem kırılır hem de nedenini sorardı annesi; durduk yere bu güzel kadını kuşkuya düşürmeye, üzmeye hakkı yoktu.

"Babam nerede?" dedi dikkatini dağıtmak için, az önce sorulan sorunun cevabını vermeyeceği için bu gerekli bir soruydu.

Duraksadı kadıncağız. Yüzü kızardı hafifçe, gözlerinden mahcubiyetin ağırlığı geçti. Başını aşağı eğdiğinde bir sessizlik oluşmuştu. Anlayışla gülümsedi kızı,

"Anladım." diye fısıldadı. Evde değildi anlaşılan, küçüklüğünden beri alışık olduğu bir durumdu. Sorgulamamıştı.

Babası hakkında sorduğu soru coşkulu, sıcak atmosferi soğuttuğunda bozuntuya vermeden dış kıyafetini çıkarmıştı genç kız, annesine çok bakmadan elindeki kıyafeti portmantoya asmıştı.

Önünü döndü, az önce dışarıda karşılık veremediği kucaklaşmayı telafi edebilmek adına içten bir şekilde tekrar sarıldı.

"Sen nasılsın?" diye sormuştu samimi bir tonda, küçük bir kıkırtı duyuldu. Tebessüm etti Hifâ. Annesi normalde çok olgun bir kadın olmasına rağmen ailesi söz konusu olduğunda kolaylıkla çocuklaşıyordu.

Kollarını annesinden ayırırken istemeden bir iç çekmişti. Şu eve bir kere olsun huzurlu bir zihinle gelmemişti. Hiçbir zaman kavuşmanın güzelliğini tam anlamıyla yaşayamıyordu.

Annesinin yönlendirmesi ile salona geçip oturdular. Kırklı yaşlarında, güzel yüzlü kadının yıllar içinde yıpranmış saçları omuzlarına dökülmüştü. Arada kendini belli eden beyaz teller bile çok yakışmıştı yüzüne, göze gelmiyorlardı. Gözlerinin içi sevinçle parlıyordu. Çocuk gibi enerjisi karakterine yakışıyor, olgunluğuna zeval vermiyordu. Yılların yorgunluğu belini bükmüştü biraz o kadar. Ahenkli dış görünüşü taze değil, olgun ve yorgun gözüküyordu. Yine de dışarıdaki birçok kadına bu özensiz haliyle bile taş çıkartırdı. Gerçekten...

Babası böyle bir güzellikle evde vakit geçireceğine her fırsatta soluğu dışarıda alıyordu. Kıymet bilmezin tekiydi, adı gibi biliyordu ki karısına bir şey olsa varlığı da güzelliği de kıymete binecekti. Ancak babasının şu ailede desteklediği tek kişi özgür ruhlu büyük kızıydı.

Annesinin elini tutması ile irkildi. Hafifçe silkinerek dikkatini dağıtan düşüncelerden kurtuldu. Tekrar o güzel kadının gözlerine kaldırmıştı gözlerini,

"Ablan ile konuştunuz mu? O da gelecek mi?"

"Keşke haber verseydin kızım, hazırlık yapardım geliyorsunuz diye."

"Kalacaksın değil mi?"

Peş peşe sorulan sorulara tebessüm etmişti. Dıştan güzel, içten buruk bir tebessüm... Şu yoğun zamanında buraya gelmesinin bir sebebi de ablasına ulaşamamasıydı. Tam beş gündür haber alamıyordu kendisinden. Bunu gelir gelmez annesine nasıl söylerdi, onu da bilmiyordu. Farkına varmamıştı henüz belli ki, huzursuz görünmüyordu. Belki de o konuşmuştu? Konuşmuş muydu yoksa? Onun ablasına ulaşmış olmasını diledi. Endişesinin boşa çıkmasını, tekrar huzurla evine dönmeyi istiyordu. Buradaki vakitlerini de kaliteli, dolu dolu geçirmek istiyordu.

"İki gün kalacağım anne, bu gece hariç."

"Tartıştık en son, işleri çok yoğundu. Konuşmuyoruz bir haftadır. Sen konuştun mu hiç?"

Sesindeki beklentiyi gizlemedi. Güzel bir haber versin diye gözlerinin içine bakıyordu. Gülümsedi güzel kadın,

"Üç gün önce konuşmuştum. Şu birkaç gün çok yoğun olacağını ona ulaşamayabileceğimizi söyledi."

"Tartıştıysanız sana haber vermemiş olabilir belki."

Tatlı tatlı gülümsedi kadıncağız, ayağa kalktığında tebessümünü bozmamıştı.

"Bir kahve içersin değil mi? Ne zamandır eşlik edecek birini arıyordum ben de. Şöyle ana - kız güzel bir kahve keyfi yapalım."

Kahve içerlerdi içmesine ama keyif kısmı kesinlikle meçhuldü. Yüreğine bir sızı inmişti. Annesi ablasına ulaşamadığını duyup korkmasın diye tartıştık demişti. Büyük bir kavga etmemişlerdi. Tamam belki biraz triplenip işin gücün arasında ablasına vakit ayırmamıştı ancak bu sadece ilk iki gün için geçerliydi. Sonrasında aramış, ilk aramasında -ki bu, ikinci günün sonuna tekabül ediyordu- telefon çalmış geri kalan aramalarında çalmadan direkt kapanmıştı.

Üçüncü gün de konuşamadan sonlandığında endişelenmeye başlamıştı. Ertesi gün öğlen vakti bir kere daha şansını denemiş ancak yine ulaşamamıştı. Hemen alevlenmek istememişti. Sağa sola haber salmadan önce ablasının hastaneden doktor arkadaşlarını aradı.

"Ulaşamaman normal." demişti arkadaşı.

"Ama iyi, merak etme kimse kaçırmadı ablanı!" diye de kendince dalga geçmişti.

"Hasta olduğunu duydum, bir - iki güne sana dönüş yapar mutlaka."

İşte ipin ucu burada kopuyordu. Annesine çalışacağını söylemişti, arkadaşlarına hasta olduğunu... Sebepler birbirleri ile uyuşmuyorlardı. Tüyleri ürperdi. Bir şey vardı, ters giden bir şey vardı! Ablası yalan söylüyordu. Ailesinin tepkisinden hiçbir zaman çekinmeyen bir evlat olarak şimdi böyle bir yalana neden ihtiyaç duymuştu? İyi miydi? Başına bir iş mi almıştı?

Eğer biraz daha böyle oturup düşünmeye devam ederse delirecekti.

"Anne!"

Ayağa kalkıp yönünü mutfağa çevirdi. İçeri girdi, gözleri ile annesini muhatap aldığında mahcupça gülümsedi genç kız.

"Kusuruma bakma lütfen, dalmışım. Ben varken sana düşer mi kahve yapmak? Ben yaparım şimdi ikimize de. Sen içeride bekle beni olur mu?"

Tebessüm etti annesi, kızının teklifine şaşırmamıştı. Ablası ne kadar dik başlı ve inatçıysa kardeşi de bir o kadar saygılı ve olgundu. Neticede; büyük kız babası tarafından, küçük kız annesi tarafından yetiştirilmişti.

"Ocağa cezveyi yeni koymuştum, şekersiz. Bana fark etmez biliyorsun, istersen şeker atabilirsin."

Bunları söyledikten sonra kızının elini üstten, hafifçe okşadı. Ardından çok beklemeden yeniden salona döndü.

Hifâ kahvenin pişmesini beklerken genele nispeten küçük sayılabilecek mutfağı gözleri ile süzüyordu. Bu eve çocukluğundan beri böyle alıcı göz ile bakmamıştı. Tezgaha yasladı belini, kollarını göğsünde bağdaştırdı. Taşmaması için sık sık kahveye bakıyor ardından tekrar incelediği yere geri dönüyordu. Eski tezgahta, mutfak dolaplarında çok oyalanmayan gözleri buzdolabına takılı kalmıştı, beyaz kapağın üzerinde bir sürü eski fotoğraf kendisine bakıyordu.

Onlardan birinde kendisini gördü, arkadan ablasını izliyordu. Fotoğrafta hiçbir fiil yoktu. Yalnızca ablasının arkasında kalmış bir Hifâ fotoğraflanmıştı. Kaç yıl sonra olursa olsun, anne evine geldiğinde ona konumunu anlatabilmek için senelerdir aynı yerde kendisini bekliyordu.

Yutkundu. Şimdi ablasına ulaşamıyorken bunu görmesi normalde olduğundan daha çok yakıyordu canını. Ne olurdu arayıp derdini paylaşsaydı? Neredeydi şimdi? Ne yapıyordu? Bazen kendisi ile tek kelime bile etmediği kardeşinin kendisini aradığını biliyor muydu?

"Hifâ!.."

"Kızım iyi misin?"

Gözlerini iki kere kırpıştırdı. Annesinin endişeli sesinin arasından kahvenin ocağa dökülürken çıkardığı sesleri de duymuş nihayet ayıkmıştı. Hızla arkasını dönüp ocağı kapatmak istedi ancak annesi o işi çoktan yapmıştı. Arkasını döndüğünde gözleri birkaç saniye sönmüş ocağa takıldı. Ardından istemeye istemeye, çekinceyle annesine bakmıştı. Bu leyla hallerini sorgulamasını istemiyordu, ona yalan söylemek istemiyordu. Ablasına dair tek kelime söylemek istemiyordu. Polise gitmesi lazımdı. Kayıp ilanı vermeliydi. Annesi en son üç gün önce konuşmuştu. Üç gün çok büyük bir zamandı. Geç kalmış olmaktan korkuyordu.

Bir bahane bulması ve evden çıkması gerekiyordu. Ellerini hızlıca kıyafetlerinin üzerinde gezdirdi. Telaşlı hâli ablasını düşündüğü için gerçekti, bu da oynayacağı oyuna inandırıcılık katacaktı. Çok şükür ki telefonu üzerinde değildi. Dış kıyafetinin cebinde olduğunu biliyordu fakat annesi bunu bilmediğinden bunu rahatça kullanabilirdi, bu durum içini rahatlatmıştı.

"Telefonumu unutmuşum anne. Yol üstünde bir kafeye uğramıştım. Hızlıca oraya bakıp geleceğim."

Evden çıkmak için şüphe çekmeyen bir sebep bulduğu için mutluydu. Dalgınlığını da aynı sebebe bağlarsa kahvenin taşması hakkında açıklama yapmasına gerek kalmazdı.

"İki saattir nerede bırakmış olabileceğimi düşünüyordum. Nihayet aklıma geldi!"

Hızlıca yanağına bir öpücük bıraktığı kadından ayrıldı. Eve gelişine bu kadar sevinmişken onu bir başına bırakmak istemiyordu.

"Hanemizin Sultanı, hemen geleceğim. Söz gelince kahve de içeriz. Tamam mı?"

Cevap beklemeden kapıya attı kendini, çıkarken portmantoya astığı kıyafetini almayı ihmal etmemişti. Daha fazla beklerse annesi sorgulayacağı için oldu bittiye getirmesi en iyisiydi. Kapının önünde kendisini bekleyen aracın kilidini açtı. Kendini şoför koltuğuna attığında derin bir nefes alıp arabayı çalıştırmış dış kıyafetinin cebindeki telefonu da sessize almıştı. Şimdi annesi telefonunu arayıp "Sahibi almaya geliyor!" demek isteyebilirdi. Telefonun sessizde olduğuna dair yalan söylememek için telefonu gerçekten sessize almıştı.

Direksiyonu sıkıca kavradı. Stresi bu şekilde dışarı yansırken yavaşça gaz verdiği arabasıyla annesinin evinin önünden ayrılmıştı. Bulundukları yerde pek yerleşimci bulunmazdı. Bademli'ye yakın bir yerde Asma Caddesi yolu üzerinde bir boş arazi üzerine inşa edilmiş, zemin kat ile beraber üç katlı, gri renkli bir evleri vardı. Orta halli bir aileye ait olduğu belli olan bir yapıydı. Hiç komşuları yoktu. Evlerinin yanında bir otopark, karşısında ise yerel bölgede adını duyurmuş bir market zincirinin deposu vardı. Bu kadar şehirden uzak gözüken bir yerde depolar veya fabrikalar inşa edilmesi gerekiyorken evlerini oraya inşa etmeleri ve buna imkan oluşması şaşılacak şeydi doğrusu. Babası nasıl yaptıysa büyük, düzlük alandan ev inşa edebilecek bir toprak parçasını ayırmış, kendisi için o küçücük alanı satın almıştı. Sanırsa bir baba olarak tek başarısı da bu olabilirdi. Yanlarına bir fabrika inşa edilmediği için eğitim hayatı boyunca şükretmişti. Aksi halde bu yersiz, küçük yapıda yaşayamazlardı.

Evleri, Nilüfer Belediyesi'ne araç ile 15 - 20 dakikalık bir uzaklıktaydı. Belediye düzlüğüne, meydana çıkınca durmak yerine yoluna devam etmiş Osmangazi Belediyesi'ne doğru yol almıştı. Emniyete gidiyordu. Ablasının çalıştığı devlet hastanesi bu semtteydi. Ali Osman Sönmez Devlet Hastanesi, Osmangazi'de bulunuyordu. Gaza biraz daha yüklenip hızlandı. İlçe emniyet müdürlüğünde nişanlısı çalışıyordu. Tanların ve Karaaslanların birliktelikleri lise yıllarına dayanıyordu. Bu sebeple ailelerinin arasında alaka bulunmasa da neredeyse aile dostu sayılırlardı. Ablası, Ömer abiye kalbini kaptırdığından beri Karaaslanlar ile sürekli karşılaşmışlar, sebebi çoğunlukla Esma'nın Ömer'in yakasını bırakmaması olsa da bu inat, farklı yakınlıkları da beraberinde getirmişti.

Gülümsedi. Yiğit'in ilk kez kendisini gördüğü an gözlerinden geçen parıltıları dün gibi hatırlıyordu. O ilk bakışı, önce büyük bir hayranlık, ardından tanıdık bir sıcaklıkla ev gibi hissettirmişti. Yabancı bir adamın gözlerinde böylesine bir yakınlık hissetmek korkutucuydu ancak olmuştu işte. Olmuş ile ölmüşe çare yoktu. Yiğit türlü türlü şeyleri bahane edip sürekli karşısına çıkmaya başladığında kendisine karşı duygularının olabileceğinden şüphe etmiş ondan kokmamasını, dürüst olmasını istemişti. Kendi duygularına karşı da bizzat şahsına karşı da dürüst bir adam istemişti. Fakat sandığının aksine Yiğit'in bakışları hiçbir zaman değişmedi. Üstelik itiraf etmiş, sevgisini kendisine saklamamıştı. Seviyordu Yiğit, çok seviyordu. İlk başta Hifâ'nın annesinden aldığı duru güzelliğine ardından zarafet akan kişiliğine tutulmuştu. Avukatlık okuduğunu duyunca,

"Herkesi mahkumiyetin pençesinden çekip alırken beni kendinize mahkum ettiniz!" demiş kendi tarzında ilan-ı aşk etmişti.

Tebessüm etti Hifâ. Geçmişin tozlu sokakları her zaman nasıl bu kadar davetkar oluyordu? Anlayamıyordu asla. Duygularının netleştiği o ilk dönem geldi aklına, tatlı heyecanı yüzünden ela gözleri her gördüğünde kalbi tekliyordu. Sevgisini izhar etmekte çekince duymayan bu adama kaptırmıştı kendini, ablası yıllardır peşinde koştuğu Ömer'e bir arpa boyu yaklaşamazken Hifâ, Yiğit ile nişanlanmıştı. Nikaha bir adım kalmıştı. Aynı eve taşınmalarına, ömür boyu birlikteliğe bir adım vardı. Ancak o dönem bir şeyler ters gitti.

Yiğit'in ilgisi ailesinden bile daha fazlaydı. Genç kız, el üstünde tutulduğunu hissediyordu. Eğitim hayatı boyunca ailesi gibi kendisini destekleyen birinin var olduğunu biliyordu. Üstelik rahat tavırlarının aksine kıskanç biriydi Yiğit, sevgilisinin eğitimi biter bitmez söz kesilsin istemişti. Sözlenmişlerdi de. Genç adam eski sevgilisinin parmağındaki söz nişanesini gördükçe gülüyor, arada lafını esirgemeyerek müstakbel eşine takılıyordu.

"Birisi bu narin güzelliğe sulanırsa ne yapıyorsun? Küfreder gibi yüzük parmağındaki yüzüğü adamın gözüne sokup 'Kör müsün?' diye çıngar çıkartıyorsun!"

Hatırladığı şey ile sesli gülünce bir an rüyadan uyanır gibi silkindi. Geçmişin güzel görüntüleri öyle güzel bir ahenkle gözünün önünde canlanıyordu ki anılarının aradından yolu görmekte zorlanmaya başlamıştı.

Çok sürmedi, tekrar tanıdık simalar anılarının arasından gülümsedi. Bir anlığına ablasının ağlamaktan sırılsıklam olan yüzünü görünce aklı başına geldi. Direksiyonu sıktı istemsizce, şükretmeliydi ki emniyete çok yolu kalmamıştı. Neden şimdi bunları hatırlıyordu?

Sözlü olarak geçirdikleri dönem fevkaladeydi. Hiç bu kadar sevgi ile iç içe hissetmemişti Hifâ daha önce, hiç bu kadar özel hissetmemişti. Bu yakınlık onları nişanlanma evresine taşıdı. Aniden gelişmesine rağmen bekledikleri bir şeydi. Bu gidişle evlilik de son sürat gerçekleşecekmiş gibiydi. Ancak... Tam o dönemlerde beklenmedik bir şey oldu.

Hifâ içine kapandı ve Yiğit emniyetteki yoğunluk yüzünden ziyaret edemediği nişanlısında bu durumu fark edemedi. Büyük terör eylemlerinden sonraki yıllar, asayiş hayli yoğundu. Hifâ da artan mahkeme davalarının arasından ruh halini toparlamaya çalışıyor kendisindeki bu ani değişimi, duygusal çöküşü avukatlık mesleği yüzünden şahit olduğu dehşet içerikli olaylara yoruyordu.

Desteğe ihtiyacı olduğunu hissetti. Belki de o an kendisi için her şeyden ve herkesten çok buna ihtiyacı vardı. Yiğit'i yoğun temposunda rahatsız etmek istemiyordu. Zaten evleri de birbirine oldukça uzaktı. Hifâ İnegöl'de, İnegöl Adalet Sarayı'na araba ile üç dakikalık bir mesafede, Fidanlık sokakta oturuyordu. Yiğit'in evi ise çalıştığı semtte, Osmangazi'deydi. Onu rahatsız da etmedi ancak bununla tek başına mücadele de edemedi. Adını koyamadığı bir bunaltı sürekli kendisini meşgul ediyor, odalara kapanıp saatlerce ağlamak istiyordu. Kalbinde kocaman bir boşluk vardı. Hissettiği her şey yapaydı, güldüğü küçük bir anda bile gerçekten mutlu olup olmadığını sorguluyordu. Direnmedi, bir psikoloğa danışmak istedi. Giderken yolu uzun tutmak istediği için merkezde hizmet veren birinden seans saati almıştı.

Yolda Yiğit'in kardeşini gördü. Elleri cebinde başı önde yürüyordu. Koskoca şehirde karşılaşmalarına şaşırsa da onu böyle yürürken görünce yardımcı olmak istedi. Hem altında arabası hem de seans saatine kadar vakti vardı. Basıp gitmek olmazdı.

Korna çaldı.

"Ömer Abi!"

"Nereye gidiyorsun? Atla, ben götüreyim!"

Ömer durdu, yüzünü arabadan tarafa çevirdi. Onun arabadaki boş koltuklara tek tek baktığını fark ettiğinde yaptığı hatayı fark etti Hifâ. Baş başa olacakları bir arabaya binmezdi ki Ömer, içeriye mahremi var mı diye bakmış, hiç değilse yanında erkek birilerini aramıştı.

"Kusura bakma abi." dedi Hifâ, dalga geçtiğini düşünmesini istemiyordu. Seansa gidiyorum diye dinine samimi kalabilmek için çevresinden eziyet çeken birine ayaküstü yük olmak, kalbini kırmak istemezdi. Yiğit bu işi, sebebini bilmese de, öz kardeşine karşı yeterince sık bir şekilde yapıyordu zaten.

"Unuttum bir an."

Ömer başı ile selam alır gibi kendisini onaylamış fazladan tek kelam etmeden önüne dönmüştü. Yüzünün kızardığına yemin edebilirdi Hifâ, yok yere utanmıştı. Arabasına tekrar gaz verip bu garip anı gerisinde bırakmak istedi.

Seans saatine tam vaktinde yetişmiş doktoru ile tanışmış, klasik bir ilk seans gerçekleştirmişlerdi. Fakat garip bir şekilde o odanın içinde bulunmak kendisini rahatsız etmişti. Doktor mu samimi gelmemişti acaba? Kendi mutluluğunu sorguladığı gibi onun da samimiyetini sorguluyordu. Doktor değiştirmeyi denedi, aynı doktor ile devam etmedi fakat aradığı samimiyeti yeni doktorunda da bulamamıştı. İki kere daha doktor değiştirme seçeneğine başvurdu ancak nafile! Hepsi yüzüne yalandan gülümsüyormuş gibi hissediyordu. Psikoloji ile oynamayı bilen bu insanları samimi bulmuyordu. Daha fazla devam edemedi. Psikolog işini bir kenara bıraktı. Aşırı derecede morali bozulmuş arabayı bir kenara park etmiş ayakları onu nereye götürürse oraya gidip biraz aklını toparlamak istemişti. Arabayı park ettiği yer kısmen tanıdıktı, ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın yolu bir şekilde bulabileceğine inanıyordu. Telefonun şarjı pek yoktu o yüzden ona güvenerek iş yapamazdı.

Yürüdü. Gerçekten ayakları kendisini nereye götürürse oraya doğru gitti. İçinde yaşadığı şehrin ne kadar kuytu köşesi varsa görmeye and içmiş gibiydi, başını her yerden kaldırdığında kendisini bir ara sokakta buluyordu. Bazı evler gözüne çok hoş geliyor sebepsizce bu evlerin köşesinden bucağından geçen yolları kullanarak ilerlemeye devam ediyordu. Ne kadar yürüdüğünden habersiz bir şekilde diğerlerinden daha geniş bir sokağa çıktığında durup ardına baktı. Neredeydi? Daha doğru soru şu olacaktı, az önce hangi yoldan gelmişti? Burası ne garip bir sokaktı böyle? Cadde miydi? Kendisine çok fazla yol bağlanan düzlük, küçük bir alandı. Geri dönmesi gerekiyordu, evine giden yol uzundu. Gece yarısı eve varmak istemiyordu.

Sezgilerini dinleyip gözüne kestirdiği ilk sokağa girdi. Ne kadar yürüdüğünden habersiz az bir miktar daha yürüyüp sokağı takip etmişti. Nihayet yolun ucu onu bir yere çıkardığında başını kaldırıp baktı. Yutkunma ihtiyacı hissetti. Aynı yerdeydi? Nasıl bir sokağın iki ucu da aynı araziye çıkıyor olabilirdi? Yanlış bir yola mı sapmıştı? Başka bir yol denedi. Ancak çok sürmeden kendini tekrar aynı yerde bulduğunda adını koyamadığı bir korku gelip sinesine kondu. Arazide tek bir insan evladı bile yoktu. Kendisini sürekli burada bulmasının sebebi neydi? Bir kez daha denedi ancak sonuç değişmedi. Ya gerçekten ustalıkla kaybolup Bursa gibi bir yerde inin cinin bile top oynamadığı bir sokağa inmişti ve bundan kurtulamıyordu. Ya da in cin gerçekten top oynuyordu ve buradaki top; iki ayaklı, korkak küçük bir kızdı.

Göğsü daraldı. Hiç açık arazide, hava aydınlıkken, peşinde biri dahi yokken böyle bir korku tatmamıştı. Bu hiçbir şeye benzemiyordu. İstemsizce dua etmeye başladı. Elleri ayakları titriyor bu garip arazide bir ileri bir geri volta atarak kendi dilinde dua ediyordu. Dışarıdan bakan delirdiğini zannederdi ancak pencerelerde bile tek bir insan evladı yoktu. Bu açık alanda gerçekten tek bir ses yoktu! Ne kuşlar ötüyordu ne yaprak hışırdıyordu ne de rüzgar fısıldıyordu. Hiçbir şey yoktu. Bir çocuk kahkahasına muhtaç olduğunu hissetti o an. Bir yaşlının homurdanışına muhtaçtı. İki gencin kavgasına şükredebilirdi. Dolmuş şoförü abi gereksiz yere kornaya da basabilirdi mesela; trafikte hadsiz iki adam, ikisi de hatalı olduğu halde birbirlerine küfredebilirlerdi. Hepsine razıydı. İnsanların homurtusuna, gereksiz yere gürültülü bir meydana hatta ve hatta aldatıldığını öğrenen bir gencin sokak ortasına diğerine nefret kusmasına bile razıydı. Bir ses, bir nişan, bir işaret istiyordu.

Arazinin tam ortasına bilinçli bir şekilde yerleştirilmiş gibi görünen banka kaydı gözleri, onun altında bile bir anlam arıyor kendisine yaklaşmıyordu. En güvenli yer ayaklarını bastığı toprak zemindi şu anda. Yere oturdu, elleriyle yüzünü kapattı. Duası sayıklamaya dönmüştü.

"Allah'ım ne olur beni bu durumdan çıkar, bana doğru yolu göster!" diye dua ediyor. Sık ve hızlı bir şekilde tekrarladığı cümle sayıklıyormuş gibi hissettiriyordu. Bu yollardan biri çıkıştı! Öyle olmalıydı ancak hepsini deneyecek gücü kendisinde bulamıyordu. Bir kere daha deneyip kendini yine aynı yerde bulursa bu sefer gerçekten delirecekti.

Yumuşacık kahverengi saçları, tozlu zemine oturduğunda yerden kalkan toza bulanmışlardı. Ağlıyordu. Nasıl bir şeyin içine düştüğünü bile bilmeden çaresizce dua ediyor, daha fazla bu kimsesiz araziyi görmektense elleri ile yüzünü kapatıp kendi ile başbaşa kalmaya çalışıyordu.

Nihayet yumuşacık bir ses çalındı kulaklarına, hiç beklemediği bir anda duyduğu bu çocuk sesi korku ile kendisini geriye atmasına; üstünün başının iyice toz, toprak olmasına sebep olmuştu.

"Abla, neden ağlıyorsun?"

Derin bir nefes verip omuzlarını düşürdü. Gelmişti. Bunları düşünmenin sırası değildi şimdi, önemli olan ablasıydı. Bir an önce Yiğit ile konuşmalı eğer onun da ablasına dair bir bilgisi yoksa kayıp ilanı vermeliydi. Emniyet binasının sağındaki yoldan aşağı inip aracını müsait bir kenara park etti. Dikiz aynasından son kez kendisine bakıp başörtüsünü düzeltti. Kapıyı araladığında soğuk hava anında kendisini hissettirmiş aklını toparlamasında yardımcı olmuştu. Aracın dışına çıkıp kapılarını kilitledi. Ellerini cebine yerleştirmiş yürüme bir şekilde emniyetin önüne gelmişti. İçeri girmeye kendisini hazırlayabilmek için durup soluklanmış o esnada çevreyi, sanki bilmiyormuş gibi, bir kere daha süzmüştü.

İlçe emniyet müdürlüğü ile Osmangazi Kaymakamlığı aynı binada iki giriş ile birbirine bağlıydı. Hifâ Yiğit'i ziyaret ettiğinden dolayı emniyete her ne kadar sık gelse de kaymakamlık ile daha önce hiç işi olmamıştı. Şimdi de sadece kapısına şöyle bir bakmış ardından merdivenin ortasında bulunan ikili metal küpeşteye hiç dokunmadan yukarı çıkıp emniyetin kapısından içeri girmişti. İçeridekilerin birçoğu Yiğit vasıtası ile kendisini tanıyordu. Kapıdan içeri girdiğinde tanıdıklardan birkaç yüz kendisine dönmüş deyimi yerindeyse bakışlarını geri çekmeye zahmet etmemişlerdi.

Neden uzun uzun kendisine bakıldığına anlam veremedi fakat soracak vakti de yoktu. Öncelik Yiğit'i bulmaktı. Üzerindeki bakışlara aldırış etmeden bakabildiği yerlere baktı. Nerede olabilirdi? Daha önceki gelişlerinde hep girişte karşılaşırlar Hifâ sağa sola pek bakınmazdı. Birilerine sormak istedi. Gözüne kestirdiği ilk kadın polise nişanlısını sorduğunda kız şaşkınlıkla gözlerine bakmış ağzını konuşmak için aralamış fakat tek kelime edememişti.

Kaşları çatıldı genç kızın, burada neler oluyordu?

"Yenge!"

Duyduğu tanıdık sesle arkasına döndü, işi olmayan bir iki kişi hâlâ kendisine bakıyor Hifâ ise sebebini henüz bilmiyordu.

"Arda? Yiğit nerede? Sordum cevap vermediler doğru düzgün. Onunla konuşmam lazım."

Tekrar derin bir sessizlik oluştuğunda bu sefer Hifâ sabır çekerek bu sebepsiz sessizliği bölmüştü.

"Bir şey mi oldu? Neden bu kadar garip davranıyorsunuz? Adam akıllı söyleyin işte, alnınızdan okuyamam ya!"

"Yiğit nerede?"

Arda adındaki polis nişanlısının samimi arkadaşı sayılırdı ancak o bile yüzüne donuk donuk bakıyordu.

"Yenge," dedi ikaz eder gibi, sesindeki tedirginlik insanda merak uyandırıyordu.

"Siz Yiğit ile kavga mı ettiniz yine?"

Ne alakası vardı şimdi? Öfkeyle burnundan soludu.

"Önemli, Arda! Bir an önce onu görmem lazım. Ayrıca kavga ettiysek ettik! Emin ol, şu an hiç sırası değil."

Polis memuru ensesini kaşıdı. Yapay bir çekince vardı üzerinde. Sanki Yiğit utanılacak bir şey yapmış ya da ona bir şey olmuş gibi davranıyordu.

"Yenge yanlış anladın."

"Yiğit, annesinin hastalığı yüzünden dilekçe verip..."

"Tayinini İstanbul'a aldırdı."

...

"Senin haberin yok muydu?"

Neden bahsediyordu? Ne demek tayin aldırmıştı? Ne zaman yapmıştı? Gitmiş miydi yani? Haber bile vermeden?.. Kamera şakası falan mı yapıyorlardı?

Yiğit yapmazdı. Kavgalı olsalar bile şöyle bir duruma düşmesini istemezdi. Gitmişti ve haberi yoktu?.. Mümkün değildi! Gelir gelmez böyle bir şey beklemiyordu. Şayet gerçekse... Kadınlık gururunun nişanlısının ayaklarının altında ezildiğini hissetti. O yüzden mi içeri girdiğinden beri herkes dik dik suratına bakıyordu?

"Şaka mı yapıyorsun?" diyebildi. Şaka olmalıydı. Yiğit o kadar güzel severken bulunduğu ili terk edecek ve haber vermeye tenezzül bile etmeyecek bir adam imajı çizmemişti. Böyle bir şeyi kabul edemezdi.

"Buradaki herkes şahit yenge, görüşmeye geldi, helallik aldı bizden."

"Hatta o içeri girdiğinde annesinin haberi geldi, kötüleşmiş. Apar topar ayrıldı emniyetten. Gidiş o gidiş, biz de ondan sonra görmedik kendisini."

Yutkundu. Ne diyeceğini bilemedi. Konuyu değiştirmek ve buradan defolup gitmek istiyordu. Ablası için vereceği kayıp ilanı ile Arda da ilgilenebilirdi. Yiğit meselesini daha sonra da soruşturabilirdi. Buradaki hiçbir birey ablasından daha değerli değildi.

"Ablam!" dedi az önceki muhabbeti hiç duymamış gibi,

"Ablam kayıp! Onun için gelmiştim ben, Yiğit'e soracaktım."

Arda'nın şaşırmış gibi duran bakışları değişmemişti henüz,

"Esma için kayıp ilanı mı verecektin?"

Başını salladı Hifâ, acele ile telefonunu çıkarıp muhatabına yaklaştı. Telefonun arama geçmişini açıp göstermiş "Üç gündür ulaşamıyorum." demişti. Dediklerine kanıt olabilmesi için ayaküstü bir kere daha aradı ablasını, telefon yine çalmadan meşgule düşmüştü.

"Evinde yok, üç gündür hastanede de değilmiş." dedi.

"Üstelik telefonlarım asla çalmıyor."

Arda ise denilen şeyin üzerine bir süre duraksamış kaşları hafifçe çatılmıştı.

"Arkadaşlar, sağlıkçıların listesi kimde?"

Ortaya attığı sorunun cevabı, altlarından birinin önüne getirdiği zımbalı bir fasikül kağıt oldu.

"Bu ne?"

Hifâ'nın sorusu tebessüm etmesine sebep olmuştu.

"Biliyorsun, devlet hastanelerinin çoğunu Kahramanlar fonluyor. Geçen gün bir etkinlik duyurdular, seneyi dört döneme bölüp belirli başlı isimleri birer hafta süre ile streslerini atabilmeleri amacıyla etkinlik kamplarına alacaklarmış."

"Bu isimlerin çoğu büyük terör saldırıları sürecinde son dönemini okuyanlar ve o sene çalışmaya başlayan doktorları içeriyor. Esma da onlardan biri. Yanlış hatırlamıyorsam onu bu listede görmüştüm."

Anlamamıştı Hifâ, ablasına üç gündür ulaşamamasıyla bu işin ne alakası vardı?

"Onun ismini görmen neyi değiştirecek?" diye sordu istemsizce. Muhatabına aldığı polis memuru kısa bir an yüzüne baktı, ardından tekrar kağıtları karıştırmaya devam etti.

"Bu etkinliğin kayıtları dün akşam katılımcıların rızasıyla alındı ve bu sabah etkinliğe gidecek isimler liste halinde bize iletildi."

"Eğer ablanın ismi bu listede varsa o zaman daha dün görevlilerle konuşmuş olduğu anlamına gelir."

Çok sürmeden açtığı bir sayfada takılı kaldı, gördüğü ismi sağ elinin işaret parmağıyla destekleyip Hifâ'ya da göstermek istemişti.

"Esma Tan. İşte bak, burada."

"Yani dün kendisine ulaşmışlar."

"Bir sıkıntı yok."

Hifâ gösterilen yere baktı ancak istese de bu liste meselesini umursayamıyordu. Ne annesi ne kendisi ablasına ulaşabilmişken bu nasıl bir delil olabilirdi?

"Ben ulaşamadan nasıl emin olabilirim?" diye sordu memnuniyetsizce,

"Üç gündür ne annem ne ben, hiçbirimiz kendisinden haber alamadık."

"Ablam bir şey saklıyor. İlk defa böyle bir şey yaptığını gördüm. Başı dertte, eminim bundan."

Sabırla kendisini dinleyen polis memuru başını hafifçe yana eğmiş kendisine bakıyordu.

"Dediğim gibi," dedi.

"Daha dün etkinliğe onay vermiş, bir sıkıntısının olduğunu düşünmüyorum. Yani evinde ve hastanesinde olmasa bile güvenli bir yerde olduğuna eminim."

Tebessüm etti. Güven verici bir ifadesi vardı.

"İçin rahat olsun yenge."

"Yine de Yiğit'in hatrına ablanı bireysel olarak araştıracağım."

"Sen evine varmadan haberi sana ulaştırmış olurum."

Ardından kendisini orada bırakıp farklı bir işe yöneldi. Listeyi aldığı kişiye geri verdi, verirken bazı talimatları sıralamayı da unutmamıştı.

Koca salonda bir başına kaldığını hissetti. Ayaklarını sürüye sürüye dışarı çıkarken düşüncelerine engel olamıyordu. Tanıdığı herkes neredeydi? Niye kendinden kaçıyorlarmış gibi hissediyordu. Yiğit İstanbul'a gideceğini söylememişti. Ablası telefonlarını açmıyor ama görevli ile konuşuyordu. Neler oluyordu?

Yiğit... Gerçekten gitmiş miydi? Ayrılmak istediğinde düzelmeye çalışacağına dair sözler veren adam haber verme zahmetine bile girmemiş miydi? Neden yapmıştı bunu?

Zar zor arabasının yanına attı kendini, şoför koltuğuna yerleşti. Kollarını direksiyonun çevresine sarmış başını kollarına yaslamıştı. Bir türlü sindiremiyordu. Yiğit'in böyle düşüncesizlik edeceği fikri samimi gelmiyordu. Oturduğu yerden bunu kabullenemiyordu. Telefonunu çıkardı. Annesinden gelen cevapsız aramaları şimdilik görmemiş gibi kenara kaydırmış bildirimi ekrandan silmişti. Rehberde nişanlısını buldu, çağrı simgesine basarken elleri titriyordu. Telefonun ekranı değişti, ekranın üzerinde aradığı kişinin ismi belirdi ancak... Telefon çalmadı. Kapanmıştı. Bunu beklemiyordu. Ablasını aradığında da pek çok kez aynı şey olmuştu.

Kaşlarını çattı. İkinci kez aramayı denedi fakat sonuç değişmedi. Üçüncü kere denedi, telefon bir türlü çalmıyordu. Emin olmak için dönüp ablasını tekrar aradı, telefon aynı şekilde tepki verdi.

Yutkundu. Vazgeçmek istemiyordu. Rehberi karıştırmaya başladı. Ömer'i arayacaktı. Bu saçmalık her ne ise onun bir bilgisi olabilirdi. Çağrı simgesine dokundu lakin...

Telefonu mu bozulmuştu acaba? Ne diye aradığı hiçkimsenin telefonu çalmıyordu? Dönüp annesini aradı. Düşündüğünün aksine bu sefer telefon çalmıştı. Açılmasını beklemeden telefonu kapattı, annesi endişelenmesin diye telefonu bulduğuna; yarım saat, kırk dakikaya evde olacağına dair kısa bir mesaj çekti.

Arabayı çalıştırdı. Gözü kararmıştı. Bu iş neyin nesiydi bilmiyordu ama bundan hiç hoşlanmamıştı. Arabayı bulunduğu yerden çıkardı. Son sürat Ömer'in evine sürmeye başladı. Bütün sinir dengeleri alt üst olmuştu. Evinde olduğuna emin olduğu tek kişi o olduğu için ilk ona ulaşmayı deneyecekti. Ne kadar hız yaptığından emin olamıyordu, kısa diyebileceği bir vakitte evin önüne geldi. Arabasından inip kapıyı kapattı. Çıkan yüksek ses ne kadar stres olduğunun aşikare göstergesiydi.

Zile bastı. Açılmasını bekledi. Hareketlilik olmayınca tekrar bastı. Uzun bir sürenin ardından tekrar bastı. Tekrar ve tekrar... Açılmıyordu! Cama bile çıkmıyordu Ömer. Evde olmadığına ihtimal vermiyordu. Acilde çalışıyordu ve bugün nöbet günü değildi. Ömer işi haricinde evinden çıkmayan bir insandı, doğru düzgün çevresi de yoktu. Derin bir nefes alıp telefonundan saati kontrol etti. Namaz vakti de değildi. Mutlaka evde olmalıydı.

"ÖMER ABİ!"

"ABİ AÇSANA KAPIYI!"

Şehrin ortasında olmasını umursamıyordu. Sinirleri bozulmuştu. Sokaktan geçen insanların bakışlarını da umursamıyordu. Onun hakkında bir bilgi edinmeden buradan ayrılmak istemiyordu. Evde yoksa bile hiç mi gören olmamıştı? Sinir bozukluğuyla tekrar bağırdı.

"ABİ!"

Nihayet sesini başka bir ses bastırdığında üst kattan seslenen komşu ile göz göze geldi.

"Ne bağırıyorsun? Köy mü burası? Evinde yoksa yok! Kapıyı kır da gir içeri!.."

Hifâ yaptığına utanmamıştı, utanacak halde hissetmiyordu. Aksine Ömer'i soracak birini bulduğu için sevinmiş kötü bir cevap almamak için içinden dua eder olmuştu.

"Abla kusuruma bakma, çok önemli! Acilen ulaşmam lazım kendisine, nerede olduğunu biliyor musun?"

Kadın bir süre sustu, kendisine rahatsızlık veren bu insana yardımcı olmak istemiyor gibiydi. Hifâ ise bu sessizliğin sebebini ve kadının bir şeylerin bilincinde olduğunu anlamıştı. Önüne gelen fırsatı geri çevirmek istemiyordu.

"Abla gerçekten çok önemli! Lütfen bildiğin bir şey varsa söyle. Önemli olmasa şehrin ortasında böyle rahatsızlık verir miydim size?"

"Nerede olduğunu bilmiyorum." diye itiraz etti kadın. Genç kız tam yeniden söze girip sitem edecekti ki komşu tekrar konuştu.

"Üç gün önce polis geldi kapıya, aldı gitti çocuğu. Ne yaptı, suçu ne bilmem! Ama polisle gittiğine şahidim. Başka da bir şey bilmiyorum."

"Daha fazla bağırıp rahatsız etme milleti, evde yok senin anlayacağın."

Polis geldi? Aldı gitti çocuğu? Polis... Yiğit...

Yutkundu. Yiğit kardeşini almaya gelmişti. İstanbul'a mı gitmişlerdi? İyi de bu iş böyle beraberce olmazdı. Hastalık yüzünden tayin istemek öyle topluca gerçekleştirilebilen bir şey değildi. Ömer bu yüzden tayin aldıracaksa Yiğit gidemezdi, Yiğit tayin aldırmak isterse bu Ömer'e etki etmezdi. Burada bir şeyler dönüyordu.

Kadına teşekkür etti. Arkasına dönüp arabasına bindiğinde gerçek manada ne yapacağını bilmiyordu. Endazeyi şaşırmıştı. İkinci kere çalıştırdığı arabasıyla rotayı Yiğit'in aile evine çevirdi. Bir an önce her ne olduysa birinci elden öğrenmek istiyordu. Yol, dolu bir kafayla tahmin ettiğinden bile daha kısa sürdü. Evleri şehir içinde sayılmazdı. Pek komşuları da yoktu.

Kapının ağzına gelip metal kapıya vurdu, hareketleri yumuşak değildi. Korkuyordu.

"Hüda anne!"

Tekrar vurdu. Bu sefer çok daha sertti.

"Yiğit!"

"Kimse yok mu?"

"Fazıl Baba!"

Bir kere daha kapıya davrandığında bu sefer metal gövdeye sert bir yumruk indirmişti.

"ÖMER ABİ!"

"KİMSE YOK MU?"

Elleri ve sesi titriyordu. Yoklardı. Gitmişler miydi gerçekten? Neden telefonla bile kimseye ulaşamıyordu? Başlarına bir iş mi gelmişti? Neden kimse kendisine haber vermemişti? Ablası biliyor muydu? O yüzden mi ulaşamıyordu kendisine?

"ALLAH AŞKINA BİRİ SES VERSİN ARTIK!"

Sesi ne kadar yüksek çıktı, bilmiyordu. Sinirleri boşalıyordu. Biri yardım etsin istiyordu! Güvende olduklarından emin olmak istiyordu. Sadece güvende olduklarını bilmek istiyordu.

"Hifâ! Kızım sen misin?"

Komşularının sesini aldığında koşup konuşan kişiye sarılmak istedi. Arkasını dönüp elini kaldırdı. Sanki elini o şekilde kaldırmasa kadın kendisini göremeyecekmiş gibi heyecanlıydı.

"Benim, benim abla!"

"Neredeler? Allah aşkına söyle! Sabahtan beri kimseye ulaşamıyorum."

Kadın tebessümvari bir ifade ile yüzüne bakıyordu.

"Vah yavrum! Sana haber vermediler mi? Hüda bundan sonra İstanbul'da tedavi olacakmış. Kız kardeşi geldi birkaç gün önce ablasını, eniştesini aldı. Gittiler onlar."

Kız kardeşi mi alıp İstanbul'a götürmüştü? Yani Yiğit'in teyzesinden bahsediyorlardı. Peki Yiğit? Tayini İstanbul'a aldırmıştı. O, bu işin neresindeydi?

"Abla Yiğit ilgileniyordu annesiyle, o götürecek diye biliyordum ben."

Kadın bir durdu. Sanki çok komik bir şeyden bahsetmiş gibi yüzü gerilmiş, çekik gözleri kısılmış, armut göbeğini hoplata hoplata gülmeye başlamıştı. Tam bir mahalle teyzesi portresi çiziyordu bu haliyle.

"İlâhi Hifâ! Yiğit hayırsızının evin önünden geçtiği mi var? Allah bilir annesinin haberini de ellerden duymuştur o!"

"Ben görmediysem bilemem ama burası bir haftadır ıssız, bir Ömer geldiydi geçen. Neredeyse bir hafta oluyor."

"Gelmişken bize de uğrayıp bir ihtiyacımızın olup olmadığını sordu, akıllı çocuk. Kızım yok ki damadım yapayım!"

"Bende boy boy kereste var, hepsi bir boy Yiğit! Atsan atılmaz satsan satılmaz. Yürüyen odun! Senin de aklına yanayım doğrusu. Kardeşlerin biri pırlanta, diğeri saygısızın teki. Bula bula Yiğit'i mi buldun?"

Hadsiz hudutsuz konuşan kadını duymuyordu Hifâ, onun takıldığı yer Yiğit'in gerçekte buraya uğramamış olmasıydı. Annesinin hastalığı sebebiyle tayin aldırdığını söylüyorlardı ama Hüda anne kız kardeşiyle gitmişti. İyi de... Yiğit neredeydi?

Hâlâ kendi kendine konuşan kadına takıldı gözleri, yaşıtlarıyla dedikodu yaptığı için kendisinde alışkanlık kalmış olmalıydı ki bire bin katarak işine devam ediyordu. Beş cümle kuruyorsa üçü ile Yiğit'i dövüyordu. Abartıyordu. Nişanlısının ailesiyle arası hiçbir zaman iyi olmamıştı, bunu bilmeyen yoktu ancak annesi hakkında bir şeyi üçüncü taraftan duyacak olsa kendini asla affetmezdi. Onu yalnızca dışarıdan gördükleri kadarı ile tanıyorlardı.

Ne zaman bu mahalleye gelse adını duyan kendisini uyarmaya geliyordu. Ağzını açan "Yiğit ile olmaz kızım!" diyordu. Kime neydi? Hüda anne kendisini dürüst bir şekilde uyarmıştı zaten.

"Benim oğlum fevridir kızım!" demişti. "Bazen bir yaptığı diğerine uymaz; bir bakarsın asabinin teki, bir bakarsın içi dışı bir sabi! Ona belli olmaz."

Konuşmasında pek çok nasihat de vermişti. Çok esaslı biriydi Hüda anne. Oğlu kendisine tavır aldığı halde oğlunun sevdiği kıza "Kızım!" demişti. Hem de bundan hiç gocunmamıştı.

"Ben sana Yiğit'i yerli yersiz övüp ne senin hakkına ne de seni yetiştirenin hakkına girebilirim kızım. Seni bu günlerine getiren de bir anadır, üzülsün istemem."

"Ben, sırf onu ben doğurdum diye birini üzebileceğini bile bile oğlumu bir pazarlık malı gibi şaşalı altın bir tepside kimseye sunamam. Ya gerçekten seni üzerse? Ya beklemediğin bir yanını görürsen? Ah etmez misin o zaman? Bana içerlenmez misin? 'Hüda anne allayıp pulladığın oğlun dediğin gibi değil hiç, yazık ettin bana!' demez misin?"

Gülümsedi. Güzel kalpli kadının sesi kulağına gelmişti yeniden, o sıcacık bakışların muhatabı olduğunu hissetti. İçi titremişti. Geriye dönüp içi boşalan eve baktı. Orada olmadıklarını bilmek göğsünü acıtıyordu. Arka planda konuşan kadın da susmuştu artık, dinlenilmediğinin farkına varmış gibiydi.

"Hifâ, iyi misin kızım?"

Cevapsız kaldı. Konuşmayı uzatacak mecali yoktu. Gittiklerini haber verdiği için kadına ayaküstü teşekkür edip bedenini tekrar arabasının içine attı. Boşalan binaya bakmak ağır geliyordu, korkak gözlerini uzun süre aynı yerde tutamıyor başını aşağı eğiyordu. Alnını yeniden direksiyona yasladı. Gözlerini kapatmış düşünmeye çalışıyordu. Her şey birbirine girmişti. Herkes yalan söylüyordu. Her şey sahteydi... Kendini aynı boş sokağa sıkışmış gibi hissetti. Kimse yoktu. Dönüp dolaşıyor ancak çıkışı bir türlü bulamıyordu. Tam kaybolan tanıdıklarına dair bir işaret bulduğunu düşünürken birisi çıkıyor ve yanıldığını ispatlıyordu. Sonra ise her şey yeniden başa sarıyordu.

Bakmadığı tek bir yer kalmıştı, Yiğit'in şahsi evine gitmemişti henüz. Orada olacağını düşünmese de aklında şüphe kalmasını istemediğinden oraya da bakacak ve artık evine dönecekti. Sabahki garip tavırları yetmezmiş gibi bir de üstüne geç kalırsa annesi endişelenmeye başlayacaktı artık. Bunu istemiyordu. Ayrıca kafası o kadar doluydu ki araba sürmek tehlikeli bir hal almıştı. Gözünün önünde oynayan anılar, kulaklarında çınlayan sesler trafiği görmesine, kornaları duymasına engel oluyordu. Eve gitmeden varması gereken son durağa güç bela ulaşmıştı. Bu sefer yolun ne kadar uzun sürdüğüne dair bir yorumu yoktu. Bitkin hissediyordu. Kapının ağzına kadar gidip zili çalacak açılmazsa seslenme zahmetine bile girişmeyecekti.

Esefle nefes verdi. Kemerini çözüp şoför kapısını açtı, kendini dışarı attı. Elleri cebinde başı önünde yürüyerek kapıya ulaştı. Ezbere hareket ediyordu. Tam kafasında planladığı gibi zili çalacaktı ki düğmeye uzandığında nihayet ayıkmış ve kapının sandığının aksine kapalı olmadığını görmüştü.

Yutkundu. Zile uzanan elini düğmeye basmadan aşağı indirdi. Kapının kapalı olmasına üzüleceğini zannediyordu. İçi boş, düzgün bir ev görünce moralinin bozulacağına emindi. Ancak asla kapısı kırılarak açılmış harap olmuş bir ev görmeyi beklemiyordu.

Yiğit... İçeride miydi? Kapı neden kırılmıştı?

Canına bir zeval gelmemesini umdu. Nişanlısını içeride ölü görme ihtimali kalbinden geçiyor zaten titreyen ellerinin zangır zangır oynamasına sebebiyet veriyordu. Güç bela kendisine söz geçirip kapıyı yavaşça araladı. İçeri bakmaya korkuyordu. Sevdiği birinin bedenini görmeye korkuyordu. Sabahtan beri "Bu işin içinde bir iş var!" diyerek izini sürdüğü olayın ölümle sonuçlanmış olmasından deli gibi korkuyordu.

Gözlerini yavaşça araladı. Ses çıkararak açılan kapı ona darma dağın olmuş salonu, yerde kırılmış cam parçalarını, masanın üstüne serpiştirilmiş kağıtları ve üzerinde çeşitli eşyaların olduğu mobilyaları göstermişti. Görünürde kimse yoktu. Burada ne olmuştu?

İçeri girdi. Dikkatli bir şekilde salonun ortasına kadar geldi. Yerdeki cam parçaları her adımında tıkırdayıp cızırdıyor, büyük olan parçalar ayağını koyup kaldırmasıyla yerde bir miktar sürtünerek ufak sesler çıkartıyordu. Salondaki camlardan biri aşağı inmişti, parke zeminde kırılmış paramparça olmuştu. Camı kırılan pencereden içeri dolan hava sebebiyle salon buz kesmişti.

Dikkatlice bütün evi dolaştı Hifâ, parmak ucunda yürüyor elinden geldiğince ses çıkarmıyordu. Diğer odalarda böyle bir dağınıklık söz konusu değildi. Ayrıca içeride ne canlı ne de ölü vardı, kimse yoktu. Görünürde bir kan lekesi de gözükmüyordu. Evde her ne yaşandıysa belli ki salonda halledilmişti. Geri döndü. Masanın üzerindeki kağıtlara bakmaya niyetlendi ancak yaklaştıkça onların alelade bir kağıt değil, fotoğraf olduklarını fark etmişti. Hepsinin renkli kısmı masaya bakıyor, beyaz kısımları yukarıya dönük duruyorlardı. Bazılarına yazı yazılmıştı. Çoğusu okunamayacak derecede acele ve özensizdi. Gözüne kestirdiği fotoğrafların önünü çevirip ne olduklarına bakıyordu ancak hiçbirinin bir diğeri ile alakası yoktu. Çözemeyince masa ile uğraşmayı bırakıp arkasında kalan koltuğa yöneldi. Üzerinde beyaz bir kıyafet vardı, uzaktan özensizce koltuğun üzerine atılmış bir gömlek gibi gözüküyordu fakat eline aldığında...

"Doktor?"

Hayretle büyüdü göz irisleri,

"DOKTOR ÖNLÜĞÜ!"

Ablasına aitti. Nasıl tepki vereceğini şaşırdı, eli ayağına dolandı. Karşısında ablasını görmüş gibi heyecanlanmış önlüğü böylesine dağınık bir yerde bulduğu için içinde şahlanan korku tekrar kendini duyurmuştu. Derin nefesler eşliğinde kendi kendine sakinleşmesi gerektiğini telkin ediyordu. Sakin kalmaya çalışarak önlüğü bulunduğu yere geri koydu. Elinden geldiğince hiçbir şeyin yerini değiştirmiyordu ki bu dağınıklığın kayıplara dair delil olabileceğini düşündüğünden incelemesi bittikten sonra onu fotoğraflayabilsin.

Koltuğun yanından ayrıldı. Son kez dağınıklığa gözlerini gezdirmiş telefonunu çıkarıp fotoğraf çekme işine girişmişti. Masaya serpiştirilmiş fotoğrafların ilk oldukları gibi tersinden sonra ucundan tutarak çevirip düzünden fotoğrafını aldı. Hepsinin önünü çevirdiğinde dahi aralarında bir bağlantı kuramıyordu. Fotoğrafların arkasına yazılan yazıların resmini de itina ile çekti, es geçmedi. Belki geniş vakitte yazıyı çözüp okumaya fırsat bulabilirdi.

Koltuğun üzerindeki önlükten bir görüntü aldı, yerdeki cam kırıklarını fotoğrafladı. Çekebileceği her şeyi çekti, hatta diğer odaların da birer fotoğraflarını aldı. Böylece fotoğraf çekme işini de bitirmiş oluyordu.

Ne yapacağını bilemez bulanık bir zihinle, içinde boşluk hissettiği daralan bir göğüsle, belki de birazdan huzursuzluk çıkaracak kalbi ile çıkışa yöneldi. Daha önce başına hiç böyle bir şey gelmemişti. Deneyimi yoktu. Ne olmuş olabilir? Neden olmuş olabilir? Üzerine düşünüp çıkarım bile yapamıyordu. Gördüklerini Arda'ya söylemeli miydi? Bilmiyordu. Yiğit asayişin içindeyken dahi kimseye bir şey sezdirmeden bir şeyler yaşamıştı. Şimdi ise yoktu. Ailesi ile beraber değildi, emindi bundan. Annesinin hastalığı ile izin alacak kadar ne gelmişti başına?

Yaşadığı belirsizliği önünde bir engel olarak hayal ediyordu, bir duvar değildi. Pek çok açıdan karşıyı görebiliyordu. Ancak ileriye adım atmaya cesaret edemiyordu. Tabiri caizse hayat ağacının önünde durmuş gölgesinin altına oturmuş ne yapacağını kara kara düşünen bir avare gibi hissediyordu.

Yutkundu. İlk önce eve gitmeliydi. Eve gidip annesinin gönlünü rahata erdirmeli ve bu gece ne yapması gerektiğine karar vermeliydi. Yiğit'in başına gelebilecek şeyleri düşünmekten, ablasının işin içinde olup olmadığını anlamaya çalışmaktan uyuyabilir miydi, bilmiyordu ama bu denli dolu bir zihinle alacağı hiçbir kararın yerinde olamayacağının da bilincindeydi.

Omuzlarını düşürdü, kapıya yöneldi. Tam ayaklarını sürüye sürüye dışarı çıkıyordu ki ayağının ucuna takılan şeyle az kalsın camların üzerine düşüyordu. Son anda doğrulmuş ve halı olarak tahmin ettiği, kendisine tuzak kuran nesneye bakmak istemişti. Düşündüğünün aksine halı değildi, yere serilen herhangi bir sergi de değildi.

Dergiydi?.. Adı hayli duyulmuş bir şirketin reklam ve tanıtım dergisiydi. Şaşkınlıkla yerde öylece duran beş, altı dergiye bakıyordu. Doğru düzgün kitap okumayan Yiğit, uyduruk bir reklam dergisi mi okuyordu? Ünlü yazarların parayla yazdırılan köşe yazılarının arasında sözde gündelik yaşamı konu alan sayfaları bulunan ve başına, ortasına, sonuna, belki de her beş sayfada bir sayfa aralarına özenle yerleştirilen; her biri aynı şirkete bağlı farklı bir iş ve hizmet alanın reklamını yapan, kendisine çok bütçe ayrılmamış aynı derginin altı sayısı... Bunları biriktiren kişi Yiğit olamazdı. İşi varsa oturur o şirketin reklam filimlerini izler ancak bu kadar samimiyetsiz bir dergiyi düzenli alıp okumazdı. Evinde saklamazdı. Burada gerçekten bir şeyler dönüyordu.

Cebine attığı telefonunu çıkardı ve farklı açılarla dergilerin üç beş fotoğrafını çekti. Ardından eğilip yerden aldığı bir tanesinin sayfalarını hızlıca gözden geçirdi, bazı satırların altının çizili olduğunu gördü. Bu dergiyi her kim okuduysa aşırı bir özen göstermişti, tek kalemle değil iki kalemle işaretleme yapmıştı. Çoğu satır mavi kalemle işaretlenmişken bazı satırlarda kırmızı kalem kullanılmıştı.

Hayret ediyordu, böyle bir dergide altı çizili ne okumuş olunabilirdi? Elindeki dergiyi kapattı ve yerdekilerin kapaklarını göz ucuyla süzdü. İşte o zaman yerdeki altı dergiden üç tanesinin tarihinin oldukça eski olduğunu fark etti. İlk basım bile olabilirlerdi.

Hızlıca yerdeki dergileri toplayıp kucağına aldı. Bu kadar gariplik yeterliydi, belli ki bunları incelemesi gerekiyordu. Ayağa kalkıp aralık kapıdan dışarı çıktı. Arabanın şoför koltuğundan içeri girmiş elindeki dergileri yanındaki yolcu koltuğuna koymuştu. Arabayı çalıştırıp son kez Yiğit'in evine baktı, göğsünde sıkışan havayı esefle boşluğa bırakırken nihayet gaz pedalına basmış kendi ailesinin evine doğru yola çıkmıştı.

Eve fazlasıyla geç kalmıştı. Yarım saat, kırk beş dakika diye yazdığı mesajın üzerinden bir, bir buçuk saat geçmişti. Annesine ne diyecekti?

Sakince nefeslendi. Belki de bir süreliğine de olsa Esma, Yiğit, Ömer üçlüsünden ayrılıp bunu düşünmeliydi?

Çünkü kesinlikle bir açıklamaya ihtiyacı vardı!..

 

Bölüm burada bitiyor Canlarım,

Gelelim açıklama kısmına!

 

Bölümü okurken belki fark etmişsinizdir, çoğu yerde açıkça yer ismi kullandım. Neden biliyor musunuz?..

Çünkü bu yerler gerçekte var.

Bu bölümü yazabilmek için internet üzerinden neredeyse bütün Bursa'yı gezdim. Bir ilâ bir buçuk günümü aldı.

Bazı binaların çok yönlü fotoğrafını aldım. Kurum isimlerini ve belde, sokak isimlerini detaylıca yazdım ki eğer bu civarda oturan biri iseniz kendinizi hikayenin içinde daha iyi hissedebilesiniz. İleride kitabın geçtiği illerden birine giderseniz "Ordu-Bursa" başınızı kaldırıp baktığınızda ve tarif edilen yeri gördüğünüzde,

"Emir'in Sena ile karşılaştığı yer!"

"Yiğit'in çalıştığı bina!"

​​"Esma ile Hifâ'nın aile evi buradaydı."

"Okulun inşa edildiği dağlık alan burasıydı!" diyebilesiniz.

Bir eserin güzelliği benim için onun ne kadar gerçekçi hissettirdiği ile paraleledir.

Şimdilik sadece internet üzerinden gezebildim ancak Rabb'im izin verirse bazı yerleri yazarken bizzat orada bulunmak gibi planlarım var. Yani okuduğunuz kitapta karakterlerin geçtiği sokaklardan ben de onlarla birlikte geçecek, oturduğu banklarda onlarla birlikte oturacağım.

Ve bir gün yolunuz düşerse sizde Perşembe veya Fatsa sahilinde, Bursa'da bir mesire alanında, yol kenarındaki bir bankla dahi olsa onları yad edebileceksiniz.

Şimdi buraya bölümdeki bazı sahneleri aydınlatacak birkaç küçük görsel iliştireceğim!

İlk önce son panolarda sürekli attığım o mübarek fotoğraf ile başlayalım,

Osmangazi İlçe Emniyet Müdürlüğü Girişi / Yiğit'in çalıştığı yer :

Merdivenlerdeki korkuluğu görüyor musunuz? İşte bu korkuluğun üstünde elimizle tutunduğumuz o hatta "Küpeşte" denir. Yazıda Hifâ'nın "ikili metal küpeşteye dokunmadan merdivenlerden çıktığı" yazılıydı. Hatırladınız mı? :)

Sonra gelelim ikinci fotoğrafımıza, yine Osmangazi İlçe Emniyet Müdürlüğü fotoğrafı ancak bu sefer...

Binanın tamamını görüyoruz. Sol taraftaki az merdivenli giriş Emniyet Müdürlüğüne ait, sağ taraftaki çok merdivenli ve yüksek giriş ise Kaymakamlık oluyor.

​​​​​​Hifâ'nın kapının önünde durup Kaymakamlığa baktığı yeri şimdi görebiliyorsunuz :)

Burası da binanın arka tarafı,

​​​​​​"Emniyetin sağından aşağı inip müsait bir yere park ettiği yer" gördüğünüz bu resimde aşağı doğru inen yol ve aşağıdaki ağaçlık arazide peş peşe park eden araçların bulunduğu bölge oluyor.

(Kaymakamlığın kapısının önünden emniyetin kapısının çekildiği bir fotoğraf)

Burasını hatırladınız mı? Esma'nın görev yaptığı hastane, Ali Osman Sönmez Devlet Hastanesi.

Gördüğünüz resim 3D bir model. Günümüzde henüz inşası tamamlanmadı, bu yılın sonlarına doğru bitmesi ve hizmete açılması planlanıyor.

İşte bu da gerçek hali,

Gördüğünüz üzere neredeyse bitmiş.

Bunların yanı sıra Hifâ'nın isim kullanarak belirttiği diğer yerleri de ufak bir araştırmayla görebilir, oradaki ortamı gözlemleyebilir ve daha rahat hayal edebilirsiniz.

Mesela babasının ev yaptığı arazi, gerçekten var. Ancak üzerine ev inşa edilmemiş :) Şehir dışı gibi gözüken fabrikaların olduğu bir bölge. Cadde ismine varana kadar yazdım, dilerseniz bakabilirsiniz.

Nasıl buldunuz? Hizmetten memnun kaldınız mı? ;)

Sağlıcakla kalın, yeni bölümlerde görüşmek temennisi ile...

 

~Aliya Sancaktar🥀

 

 

Bölüm : 17.11.2025 17:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...