Yeni Üyelik
1.
Bölüm
@putridacor

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

Uçurumlar var, uçurumlar diyorum insanla insan arasında, kendi ile kendi arasında, kendi ile başkası arasında.
Nilgün Marmara

 

 

Hiçbir şey kör edemez gözlerinizi, ta ki anneniz size nefretle bakana kadar. Hiçbir gürültü sağır edemez kulaklarınızı, ta ki babanız öfkeyle, gırtlağındaki damarları belli ederek bağırana kadar...

Sonra hem sağır olursunuz hem kör. Ne size karşı nefretle bakan gözleri görebilirsiniz, ne de neredeyse kulaklarınızı sağır edecek kadar yüksek çıkan sesleri duyabilirsiniz. Çünkü bir şeyin en kötüsünü yaşamışsınızdır zaten.

Bir şeyin en kötüsü nedir? En kötüsü, en yaralayıcı olanı?

Mesela; acımasızca saatlerce dayak yediğinizi düşünün. Sonrasında yediğiniz bir tokat ne kadar yakabilir canınızı?

Çok sevdiğiniz insanın bıçağının acısıyla, hiç önemsemediğiniz bir insanın bıçağının acısı aynı etkiyi hissettirebilir miydi, size?

Hayır.

Çünkü; birisi sırtınıza sokardı bıçağı, birisi de sadece parmağınızı ufak bir kesik misali keserdi.

Sırtınızı dönün. Sırtınızı dönün ki, o bıçaklar göğsünüze saplanıp kalbinizdekilerin canını yakmasın.

Yine kimsenin gelmeye tenezzül bile etmediği o yemek masasında tektim. Yemek masaları, özellikle akşam kurulan o yemek masaları.

Akşam yemeklerinden nefret ederdim. Akşam kurulan masalardan, hazırlanan bir sürü renkli, çeşit çeşit yemeklerden de. Savaşın ortasına dikilen gülleri anımsatıyordu o yemekler. Kapının ardında kalan o insanlara kendimizi mutluymuş gibi göstermek için kurulan o masa; aslında kan revan içinde kalmış, etrafı cesetlerle dolu savaş alanıydı. Birbirimize kurşun misali attığımız bakışlar, birimize karşı olan içimizdeki o nefreti gizlemek amacıyla taktığımız gülücük maskesi.

Hepsi yalandı. Ailem de.

Keşke annem yalan olmasaydı.

Masa yine bulanıklaşmaya başladı. İçimden kendime bir siktir çektim. Yine oluyordu işte. Gözlerim doluyordu. Onlarda bana ihanet ediyordu. Hızlıca gözlerimi soğuk parmak uçlarımla ovuşturarak gözyaşlarım akmadan kurtuldum onlardan. Burnumu çekerek, derin bir nefes aldım ve sandalyemi geriye iterek ayağa kalktım.

''Diğer yarım yine tek mi kaldın sen masada, hm?''

Kafamı kaldırdığımda abim salonun açık olan büyük, yuvarlak kapısının pervazına omuzunu yaslanmış; bir ayağını diğerinin önüne atarak, ellerini siyah kot pantolonun cebine sokmuş sırıtarak bana bakıyordu. Boğazımı temizledim. ''Annemlerde yeni kalktı,'' sofraya kaydı bakışlarım bir saniye kadar. Hiç oturmamışlardı ki. Tekrardan abime çevirdim bakışlarımı. ''Aç mısın?'' diye sordum konuyu değiştirmek amacıyla.

Yavaşça masaya doğru adımlarken her zamanki gibi aramızda metrelerce mesafe varken bile; ağır, odunsu ve hafif aromatik kokusu burnuma ulaşmıştı. Siyah saçları dağılmış ve nedense çok az uyuduğundan dolayı gözlerinin altı esmer teninden bağımsız morluklarla doluydu. Abim masanın başına gelir gelmez üstündeki siyah şişme montu çıkararak, oturacağı sandalyenin yanındaki sandalyenin sırt kısmına astı. Üstünde sadece ince beyaz bir tişörtle tam karşımdaki sandalyeyi çekerek oturduğunda ellerini birbirine sürterek, masaya hızlıca bir göz gezdirdi. En sevdiği yemeği gördüğünde dudaklarını birbirine bastırarak Mmhh diye bir ses çıkardı. ''En sevdiğim yemekte var menüde.''

Abim boş tabağının üstüne kızarmış bütün tavukla dolu olan tabağı koydu ve bir elinde bıçak, bir elinde çatalla saniyeler içinde tavuğu ortadan ikiye ayırarak yemeye başladı. Kollarımı masaya yaslayarak bir elimi çenemin altına koydum ve abimi izlemeye başladım. Ağzına hızlı hızlı sıkıştırdığı lokmaları çiğnerken, ''Sen aç değil misin?'' diye sordu. Ağzı dolu olduğundan dolayı sesi garip çıkmıştı. Dalga geçercesine güldüm. ''Açım da sen bu hızla yersen bana bir şey kalır mı? bilemiyorum onu,'' dediğimde abim kaşlarını çattı. ''Ne yapayım?'' dedi yapmacık bir sinirle. ''Çok aç geldim.''

Güldüm. ''Ye, ye. Afiyet bal şeker olsun.''

Abim de bana sırıtarak göz kırptığında, şımarık bir kız çocuğu gibi sırıttım ona. Sessizce pek konuşmadan yemeklerimizi yemeye devam ettik. Abim önündeki tavuğu neredeyse kemikleri kalan kadar midesine indirdiğinde, ben de en azından aç uyumamak için bir tabak mercimek çorbası içmiştim. Beraber odalarımıza çekilmek için salondan çıkacakken kapının girişinde, Harika Teyze ve kızı Algın’da masayı toplamak için oturma odasına doğru geliyordu. Koridorda karşılaştığımızda Harika Teyze bizi görür görmez gülümseyerek neşeli bir ses tonuyla ‘’İyi geceler yavrularım,’’ diyerek yanımızdan geçerken, Algın durmuştu. Abim de gülerek, neredeyse salona girmek üzere olan Harika Teyze’ye ‘’İyi geceler Harika Sultan.’’ diye yüksek sesle gülerek karşılık verdiğinde, ben de ‘’İyi geceler Harika Teyze, kolay gelsin.’’ Dedim.

Algın kafasını yavaşça kaldırdığında kısık bir sesle ‘’İyi geceler.’’ Diye mırıldandığında, abimle aynı anda bakışlarımızı ona çevirdik.

‘’İyi geceler Algın.’’ Dedim gülümseyerek.

Abim de sırıtarak ‘’İyi geceler hanımefendi.’’ Derken göz kırpmıştı.

Algın genişçe gülümsemişti. Gözlerinin o anın heyecanıyla ışıldamasını görmemek için adeta kör olmak gerekirdi ya da Abim gibi kör olmadığın halde, etrafına bakmamak.

Harika Teyze ve kızı Algın küçüklüğümüzden beri bizim evdelerdi. Beraber büyümüştük Algın’la. Harika Teyze’nin kocası, Algın çok küçükken kalp krizi geçirmiş ve vefat etmişti. Babam da Harika Teyze ve kızı Algın’ı evimize yerleştirmişti. Harika Teyze hafif kısa boylu ve kilolu, tonton bir kadındı. Çok şekerdi ve hep neşeliydi. Annemin aksine o hep güleç ve canlıydı. Annem somurtkan ve ölü gibi.

Algın’nın ise hep mahcup ve utangaç tavırları vardı. Beline kadar uzun siyah, düz saçları ve güzel bir yüzü vardı. Kafasını kaldırmıyordu ama. Sessiz ve içine kapanıktı. Yıllar geçtikçe hepimiz ayrı yerlere savrulmuş ve aramıza mesafe girmişti. Yine de bazı zamanlar Algın’la oturup, sohbetler ediyorduk. Algın yıllardır abime platonikti. Bunu hareketlerinden, konuşurken ki heyecanından ve bakışlarından çok net anlayabilirdiniz ama tek taraflı olduğu yadsınamaz bir gerçekti. Çünkü abim, Algın’nı benim gibi görüyordu ve aklının ucundan bile geçmiyordu muhtemelen Algın’nın ondan hoşlanıyor olması.

Koridorda ayrıldığımızda Algın’da, harika Teyze’nin peşinden salona geçmiş, ben ve abim de odalarımıza çekilmiştik. Odama girer girmez kapımı kapattım.

Evimiz böyleydi işte.

Evimiz?

Her dört duvar ev değildi. Sadece güvende olduğum bir alandı burası. Üstümün kirlenmeyeceği, soğuktan üşümeyeceğim, aç kalmayacağım bir alandı işte. Bu oda kadar da yerim vardı bu evde. Odam; koşarak kaçmak isteyeceğim bu eve her gün koşarak beni geri getiren tek sahip olduğum şeydi.

Bir de abim vardı. Gülümsedim kendi kendime. Diğer yarım diye geçirdim içimden. Abim bana böyle seslenirdi hep. İsmimi söylemezdi. Ben de hala küçük bir kız çocuğu gibi sevinirdim bana böyle seslenmesine. Abim genellikle sabah gidip, akşam gelirdi. Ne yapardı, bilmezdim. Bilmezdik. Annem ve babam da bilmezdi. Bilmiyorum, belki de umursamıyorlardı. Tıpkı beni umursamadıkları gibi. Ben ne kadar evde olup bitenle iç içeysem, abim bir o kadar uzaktı ama her akşam o yemek masasında denk geldiğimizde ona annemlerin çoktan kalkmış olduğunu söylerdim. Çünkü bilsin istemezdim her akşam o masada yalnız oturduğumu. Bazen ise geç gelirdi. Gece yarısını geçerdi saat. O zamanlar ise odamda olurdum. Bazen uyumaz penceremin önündeki toz pembe rengindeki tekli koltuğuma oturup, cama yaslanarak abimin gelmesini beklerdim; bazen ise cama yaslanmış, uyuya kalmış olurdum. Ama hep gözlerimi yatağımda açmış olurdum. Abim beni taşıyıp, yatağıma yatırırmış dediğine göre. Hatta bunu ilk söylediğinde her gece bile bile cam kenarında yattığımı bile iddia ettiği olmuştu günlerce.

Hiç istemesem de o çalışma masasına oturdum ve ne kadar elim gitmese de eskiz defterimi açtım ve projemin taslağını çıkarmaya çalıştım. Tors çizim üzerinde çalışmaya başlamıştık ve bir şekilde yapıp, bitirmeli ve güzel bir puan almalıydım. Grafik tasarımdan nefret ediyordum. Sürekli proje ve el becerisi gerektiren bir yığın ödevden başka hiçbir şey yapmıyordunuz. Bilinçsiz meslek seçimine beni örnek olarak gösterebilirlerdi. Abimin bir zamanlar o sarışın ve dünyalar güzeli olduğunu düşündüğüm sevgilisi grafik tasarım okuyordu ve mesleğini çok seviyor olsa gerek, dilinden düşürmüyordu. En azından o dönemler 15 yaşında olan ve her şeye heves eden o ergen kızın aklına girebilecek kadar dikkat çekmişti söyledikleri.

Neredeyse üç sene boyunca ertelediğim üniversiteye 21 yaşında başlayarak, bir hevesle seçtiğim bölümümün daha ilk dönemden hayatımın hatası olduğuna karar vermiştim. Daha ilk dönem ve henüz neredeyse üç buçuk senem vardı. Ah ahh...

İkinci sayfadan sonra üçüncü çizdiğim sayfayı da beğenmeyip, dördüncü sayfaya geçtiğimde artık gözlerimin yandığını hissettiğimde defteri tamamen kapattım. Dönen, tekerlekli sandalyemde geriye yaslanarak bir bacağımı kendime çektim, kollarımı da etrafına dolayarak alnımı dizime yasladım.

Kaç dakika o şekilde kaldım, bilmiyorum. Aniden gelen gürültülü bir motor sesi beni yerimden sıçratmıştı. Aceleyle bacağımı sandalyemden indirip, masamın yanındaki penceremin zaten yarı açık olan perdesinden; dizimi uzun, toz pembe dikdörtgen şeklindeki puf tabureme yaslayarak dışarıya baktım. Canberk’de gördüğümde gözlerim kocaman açılmıştı şaşkınlıktan. Motor sesi kesildiğinde Canberk telefonunu eline aldı. Hızlıca ben de masama uzanarak üstündeki telefonuma uzandım. Elime alır almaz telefonum mesaj sesiyle titredi.

Canberk: Madem güneşi göremeyecek kadar hassasın o zaman güneş yokken çık dışarı. Güneş gidiyor zaten. Sen gitme.

Mesajı okuduğumda yüzüme yayılan kocaman gülümsememe, gözlerime dolan gözyaşlarından dolayı bulanıklaşan görüntüm karıştı. Hızlı bir şekilde tek gözyaşım damlamadan yetişti parmaklarım yardımıma ve gözlerimi ovarak görüntümün bulanıklığını sildim.

Arin: Gitmek değil mevzu, gelememek.

Mesajım anında görüldü olduğunda perdemi iyice açarak yan bir şekilde penceremin önüne oturarak, dizlerimi kendime çektim.

Arin: Kafanı kaldır.

Mesajı gönderir göndermez kafamı kaldırdım. Canberk’de kafasını kaldırdığı an göz göze geldik. Başı buraya dönüktü ama kaskı hala takılı olduğu için gözlerini göremiyordum. Bana el salladı ve tekrar telefonuna döndü. Hızlıca bir şeyler yazıp tekrar kafasını kaldırıp, bana baktı. Telefonum mesaj sesiyle birlikte tekrar titredi.

Canberk: Yapabilsem, güneşi öldürürdüm. O kim ki seni ışıktan mahrum bırakıyor?

Arin: O zaman da sen herkesi ışıktan mahrum bırakmış olmaz mıydın?

Canberk: Her şeye karşı tarafın bakışa açısıyla bakarak nereye kadar mutsuz olacaksın? Biraz da olsa bencillik yapmaz mısın?

Mesajına birkaç saniye bakarak gülümsedim. Keşke yapabilseydim... Neredeyse üç dakika sonra tekrar parmaklarım telefonumun ekranındaki klavyede gezinmeye başladı.

Arin: Yarın akşam saat 6'da buluşabiliriz, eğer istersen sen de.

Canberk: İstersen mi? Sormadığını varsayıyorum. Görüşürüz bebek. :)

Mesajına sadece gülücük atarak cevap verdiğimde tekrar pencereme dönüp Canberk’e baktım. Bana tekrardan el sallayarak, kaskını çıkarmadan elini dudağının olduğu kısma koyup, bana doğru öpücük atar gibi bir hareket yaptı. Ben de gülümseyerek aynı şekilde karşılık verdiğimde motoruna birkaç kez gürültülü bir sesle gaz verdi. Motorun borusundan çıkan duman arkasında bir toz bulutu oluştururken hızlıca gaza basarak gözden kayboldu.

Canberk gittiğinde ben de perdemi kapatıp, hızlıca üstümü değiştirdim. Pijamalarımı giydikten sonra yatağımın yanındaki komodinin üstünde duran gece lambamı açtım ve çekmeceden kremimi çıkardım. Aynadan bakarak kremi elime aldım ve yavaşça çene kemiğimin üstünde, alnımda ve şakaklarımda olan kızarık ve döküntülere sürdüm. Daha sonrasında bacaklarımdaki birkaç yere ve kollarıma da sürmüştüm. Sırtıma elim yetişmiyordu. Normalde abim sürerdi fakat bugün geç olmuş ve odasına çekilmişti. Rahatsız etmek istemedim ve b u yüzden bugünlük sürmeyi es geçerek, kremi geri koydum yerine.

Sedef hastalığına sahip olmak böyle bir şeydi işte. Aydınlık size ateş olurdu. Kaçar ve karanlığa sığınırdınız yanmamak için.

Yatağa girdiğimde yorganı boynuma kadar çektim. Gözlerimi sımsıkı kapattım uykuya dalmak için.

Hayır, kaçmak için.

İnsan zaten gidemediği yerden kaçabilir miydi ki?

Sabah dersime yarım saat kala uyanmıştım. Hazırlanmamı uzun tutarsam ki muhtemelen uzun tutmam gerekecekti. Derse en kötü ihtimal 15 dakika geç kalacaktım. Gitmemeye karar verdim. Sene başından beri üçüncü defa dersi ekiyordum. Telefonumu elime alarak şifresini girdim ve kilidini açıp mesaj bölümüne girdim.

Damla: İlk derse gelmeyeceğim Damla. Dersten sonra okulun kampüsünde buluşabilir miyiz? Hem bana anlatmış olursun.

Damla’ya mesajı yolladıktan sonra telefonumu komodinin üstüne koyup yatağımdan kalktım. Hızlıca banyoya geçip, elimi yüzümü yıkadıktan sonra üstümü değiştirmek için odama geri geldim. Siyah bir kot pantolon ve üstüne de siyah v yaka bir badi geçirdim. Ön kısmının içine telefonum, cüzdanım ve anahtarım dahil birkaç şey daha koyduğum sırt çantamın, arka kısmına da defterlerimi ve kalemliğimi sıkıştırdım.

Bugün taşımak zorunda olduğum için nefret ettiğim proje çantamı, dersim olmadığı için yanıma almayacaktım. Tepemde dağınık bir topuz yaptığım saçlarımı da açıp perçemleri alnımdaki ve şakağımdaki yaraları kapatacak şekilde düzelttim. Sıra güneş kremini vücudumun güneş görecek yerlerine boca etmem gerekiyordu. Bolca güneş kremini yüzüme, boynuma ve ellerime iyice yedirdikten sonra hızlı bir makyaj yaptım. Rimel, hafif kırmızı allık ve biraz bordo renk veren dudak nemlendiricisi sürdüm.

İlaç kullandığımdan dolayı çatlayan dudaklarımı sürekli nemlendirmem gerekiyordu. Bazen vücudumdan nefret ettiğimi düşünüyordum. Sırt çantamı tek koluma takarak odamdan çıktım. Kimse yoktu görünürde. Muhtemelen babam erkenden işe geçmişti. Annem ve abimde aşağıda olmalılardı. Aşağı doğru merdivenlerden yavaşça indiğimde salonun giriş kapısından içerideki masa görünüyordu.

Salona girip girmemekte kararsızdım. Gidip masaya oturursam eğer annem sofradan bir bahane bulup kalkacaktı ve benim yine içim yangını gözlerime yansıyarak gözlerimi yakacaktı. Abime bir bahane bulamayacak, kendimi ağlamamak için sıka sıka o masada oturup; yediklerimin boğazımdan geçene kadar cam kırığı misali genzimi yakmasına göz yumarak birkaç lokma yiyecektim. Boş versene.

Salonun kapısına geldiğimde ilk annemle göz göze geldik. Dudaklarımı birbirine bastırarak yavaşça yutkundum. Annem elindeki çatal ve bıçağını tabağının kenarına bıraktı ve ellerini çenesinin altına getirip birbirine kenetledi. Tadı kaçmıştı beni görünce. Her zamanki gibi saçlarını özenle taramış ve alttan sıkı bir topuz yapmıştı. Yüzünde hafif tonlarda bir makyaj olmasına rağmen göz çevresini siyah tonlarda göz makyajıyla iyice belirginleştirmiş ve masmavi gözlerini ortaya çıkarmıştı. Tırnaklarında ise simsiyah ojeler vardı her zamanki gibi.

Sonunda gözlerimi annemin üzerinden çektiğimde dudaklarımı araladım. ''Günaydın.'' Diye mırıldandım gülümsemeye çalışarak. Dudaklarım yavaşça kıvrılıp hızlıca tekrar eski haline dönmüştü. Kısacık bir gülümsemeydi. Abim, ''Günaydın diğer yarım, gel otur hemen. Bir şeyler atıştır.'' Dedi kocaman gülümseyerek. Altlarında morluklarla kaplı gözlerinin içi bile gülüyordu. Kısa bir an bakışlarım anneme kaydığında yerinde rahatsızca kıpırdandığını hissettim. Uzun ince parmaklarını boynunda gezdiriyordu.

Bakışlarımı tekrar abime geri çevirdiğimde ''Yok, ben zaten geç kaldım abi. Hızlıca okula geçmem lazım. Orada bir şeyler atıştırırım artık,'' dedim gülümseyip bir elimi de önümde sağa sola sallarken, gözlerimi ikisi arasında gezdirdim ve geri geri birkaç adım atarken ''Afiyet olsun size. Görüşürüz akşam.'' Dedim tam kapıdan, koridora çıkmıştım ki önüme dönerek dış kapıya doğru yürümeye başladım.

Ne abimin beni ikna etmek için çabalamasına fırsat verebilirdim ne de annemi abimin yanında, abime belli etmemek için beni masaya davet etmesine. Çünkü; annem beni, ben de abimi incitirdim. Ben incitmek zorunda kaldığım için üzülürdüm ama annemin benim için aynı şeyi düşündüğünü söyleyemeyeceğim.

Kapıdan çıkmadan önce evimizde evimizin biricik çalışanı olan Harika Teyze'yi elinde sıcak ekmek sepetiyle salona doğru koşturduğunu gördüm. Asık suratım anında koca bir gülümsemeyle aydınlanmıştı. Harika Teyze'yi görür görmez kocaman gülümseyerek ''Harika Hanım günaydınlarr!'' Dedim.

Sesim o kadar neşeli çıkmıştı ki Harika Teyze'de kıkırdayarak yanıma ulaştığında ''Günaydın günaydın evin prensesi. Sen kahvaltıya kalmıyor musun?'' Diye sordu bana. Sıcak ekmeklerin mis kokusu ciğerlerime dolarken karnım iyice acıkmaya başlamıştı bile. Kafamı iki yana sallayarak ''Okula geç kaldım Harika Teyze. Hemen çıkmam lazım.'' diye aceleyle konuştum.

Harika Teyze ''Tamam, kızım. Dikkat et kendine.'' diyerek bana iyice tembih etti hep yaptığı gibi.

''Aman Harika Hanım, bana kim ne yapsın?'' Diye söylendim dalga geçerek.

''Sus kız, deme öyle. Bela insan ayırt eder mi hiç?'' dedi kaşlarını çatarak. Ses tonu sinirli çıkmıştı ama hemen ardından kaşlarını rahat bırakarak ifadesini yumuşatmıştı. ''Hadi bakalım, sen geç kalma. Ben de ekmekler soğumadan götüreyim sofraya.'' Dedi yanımdan koşar adımlarla geçerken. Ben de aksi yöne doğru yürümeye devam ettim. ''Görüşürüz Harika Teyze.'' Dedim başımı çevirip arkamdan gidişini izlerken.

Evden çıkmış güneşten bir nebze olsun korunmak için yolun yolun karşısına geçmiştim. Gölge olan taraftan kaldırım üstünde yavaşça otobüs durağına doğru yürümeye başladım. Bir yandan da telefonumu çıkarmış, kablosuz kulaklıklarımı kulağıma geçirmiştim. Şarkı listemden beni rahatlatacak bir piyano fon müziği açtım kısık sesle dinlemeye. Bildirimleri kontrol ederken Damla’nın mesajını gördüm.

Damla: Güzellik zaten pek önemli bir şey yapmadık. Çizgiler ve noktalar işte, bilirsin ya. Kaçırdığın bir şey yok. Kampüste bekliyorum. Görüşürüzz. :)

Damla’nın mesajına gülücük atarak karşılık verdiğimde telefonumu arka cebime koyarak yürümeye devam ettim. Durağa birkaç adımım kalmıştı ki bir anda bir araba yanıma yaklaşarak yavaşladı. Aynı anda camı da aşağı inmişti. Kafamı çevirdiğimde Selim'le karşılaştım.

''Selim?'' dedim şaşkınlığımı gizleyemeyerek. ''Senin burada ne işin var?''

''Buradan geçiyordum da size bir uğrayayım dedim.'' Dedi sırıtarak. Selim kuzenimdi. Halamın oğlu. En sevdiğim birkaç tane kuzenimden birisi. Kocaman gülerek baktım ben de ona.

''Nereye gidiyorsun? Bırakayım seni.'' Diye sorarken kafasıyla yan tarafı işaret etmişti. Ben de bu anı bekliyormuş gibi hiç beklemeden ön koltuğa geçtim. Rahat bir nefes aldıktan sonra Selim'e dönüp ''Beni otobüsün içindeki kalan kalabalıkta sıkışıp, savaş vermekten kurtardın Selim. Çok teşekkür ederim sana.'' Dedim minnettar bir ses tonuyla. Bana bir saniye kadar bakıp gülümsedikten sonra tekrardan önüne döndü. ''Lafı bile olmaz.''

Neredeyse yarım saatin sonunda Selim okulun karşısındaki yolun kenarına arabayı durdurdu. Selim'le gelmek, otobüsle gitmediğim için yarım saat daha fazla vakit kazandırmıştı bana. Artık dersin bitmesine bir buçuk saat kadar vardı. ''Geldik hanımefendi.’’ Dedi gülümseyerek bana doğru çevirdi kendini. Omuzunu koltuğa yaslamıştı.

''Tekrardan teşekkür ederim,'' dedim kafamı koltuğun başlığına yaslayarak ona çevirdim. ''Gerçekten çok iyi oldu denk gelmemiz.''

''Oldu tabii. Zaten seni görecektim bahane oldu.’’ Dedi omuzlarını kaldırıp indirerek. Selim bize uğrayacağını söylemişti karşılaştığımızda. Unuttuğumu ve yeni hatırladığımı belli eder gibi ''Aaa, evet değil mi?'' Dedim. Selim gülümseyerek aşağı yukarı kafa salladı. ''Tamam,'' dedim çantamı arka koltuktan alırken ''Bu akşam gel. Erkenden evde olurum ben de.’’

''Olur, işim yok.''

''Tamamdır. Görüşürüz akşam,'' dediğim sırada kapıyı açmak için elim kapının kolunu kavramıştı ki arka kapının açılma sesi duyuldu. Ne olduğunu anlamak için kafamı arkaya çevirmiştim ki Selim'in kafasına doğru uzatılan bir silah görmemle birlikte nefesim içime kaçtı. Elimle ağzımı kapatarak sırtımı kapıya yasladım.

''Sür. Hemen.'' Dedi nefes nefese emir verir gibi. Kafasında siyah baseball şapka ve üstünde de gri kapüşonlu hırkasının şapkasını geçirmişti. Siyah bir bez parçasını ise gözlerinin altına kadar çekmiş, yüzünün yarısını kapatmıştı. Selim korkuyla ellerini teslim olur gibi havaya kaldırırken bedenini de mümkün olduğunca arkaya doğru çevirmişti. Selim korkudan titreyen sesiyle ''N-ne oluyor?'' diye sorar sormaz, adam sinirle ''Sana sür dedim. Hemen. Soru sorma. Çabuk ol!'' Dişlerinin arasından kelimeleri bastıra bastıra emir kipiyle konuşmuştu. Cümlesinin sonlarına doğru sinirli olan ses tonu daha da yükseldiğinde Selim, vakit kaybetmeden apar topar arabayı çalıştırarak gazladı.

Nefes alamıyordum. Nefes almayı unutmuştu ciğerlerim sanki. Oksijen içime giriyordu ama neredeydi şu an?

Yavaşça kendimi yutkunmaya zorladığımda yutkunmuş ve hemen ardından da kesik kesik nefesler almaya başlamıştım. Ellerim tir tir titriyordu ve sanki daha fazla geri gitmem mümkünmüş gibi daha da yapışıyordum arabanın kapısına. Selim son sürat yolda ilerlerken, adamda sesli alıp verdiği soluklarının arasında etrafı kontrol edip duruyordu. Kimi, kimden kaçırıyorduk? Daha doğrusu, kim kimden kaçıyordu?

Beynimde etrafında hızlıca tur atan sorulardan sıyrılıp bir şey yapmam gerekiyordu. Ne yapmam gerekiyordu, bilmiyordum. Böyle durumlarda doğru olan şeyin, hiçbir şey yapmak olduğunu düşünürdüm hep. Çünkü; ne yapman gerektiğini bilmiyorsan ve buna rağmen bir şey yapmaya kalkışırsan eğer; her şeyi eline yüzüne bulaştırmış olurdun.

''Sağa çek.'' Beni düşüncelerimin içindeki derin okyanustan çıkarıp, omuzlarımdan sarsarak kendime getiren, arka koltukta elindeki silahı hala Selim'in kafasına doğru tutan adam olmuştu. Koltukta hafifçe sıçradığımda bedenimin uyuştuğunu fark etmemiştim bile. Yutkunarak sırtımı yasladığım kapıdan çekerken, bir acı hissettim sırtımda. Kendimi o kadar fazla bastırmıştım ki kapıya, kemiğim derime batmıştı.

Kalbim göğüs kafesimin duvarlarına dışarı çıkacakmış gibi çarparken, nefes almaya çalışıyordum sessizce. Yüzüm göz pınarlarımdan aşağıya ardı ardına akan yaşlar yüzünden ıslanmıştı. Selim sağa doğru yanaşırken, yavaşlamıştı. Frene basar basmaz araba ileri doğru bir kez sallandığında, çok geçmeden motorun kapanma sesi de gelmişti.

''Arabadan in.'' Dedi adam tok bir sesle. ''İn!''

Bağırdığında yerimden sıçrayarak kapı koluna uzanmak için sırtımı koltuktan ayırdım. Elim kapı koluna uzandığında kapının tık diye açılma sesi geldi. Adam hızlıca ''Sen değil.'' Dediğimde kapı yarım açık bir şekilde durdum. Kime söylüyordu?

Kafamı hafifçe önüme çevirip, gözlerimi dikiz aynasına çıkardım. En başından beri ilk defa o an göz göze geldim adamla. Dünyada görüp görebileceğim en koyu kahverengi gözlerle. Renklerle bu kadar iç içe olduğum halde nasıl kahverenginin bu tonuna denk gelememiştim ki?

Kaşlarını çatarak baktı bana. Öfkesi gözlerinden okunuyordu ama gözlerinden okunan başka bir duygu da vardı: Öfke.

Öyle miydi?

Gözlerini ilk ayıran o olduğunda silahlı eli de hareketlendi. Hızlıca bakışlarımı yan tarafımda olan Selim'e çevirdim. Silahın namlusuyla kafasını dürttü. ''Sen in. Kız kalacak.''

İkimizde aynı anda şaşkınca birbirimize baktık. Ne yapacağımızı bilmiyorduk ikimizde. Namlu sadece birimizin kafasına dayalıydı ama ikimizin de kalbi aynı korkuyla atıyordu.

Selim ''H-hayır, lütfen bırak bizi.'' Diyebildi güç bela çıkan sesiyle. Gözleri dolmuştu bana bakarken. Gözlerinde gördüğüm o çaresizlik kalbimi etrafına dolanıp, kördüğüm olmuş ve kalbimi sıkıştırıyordu her geçen saniye.

''Selim...'' Diye fısıldadım gözlerimden yaşlar akmaya devam ederken. Bir tek ben duymuştum sesimi sanki. Selim bana özür dilerim der gibi baktı.

Adam ''Acele et!'' diye bağırdı tekrardan sinirle. ''İn şu soktuğumun arabasından.''

Selim'in dolu gözlerinden birkaç yaş yanaklarından süzülürken burnunu çekerek kapının koluna uzandı Selim ve ağır hareketlerle indi. Adam iki koltuğun arasındaki boşluktan iki saniyede şoför koltuğuna geçtiğinde açık kapıyı kapatmadan kapının birkaç adım ilerisinde duran Selim'e doğrulttu silahını. ''Sakın polise gideyim deme.'' Dediğinde sesi o kadar net ve tehditkâr çıkmıştı ki yutkunamadım.

Ani bir hareketle silah tutan elini bana çevirip, namluyu tam alnıma dayadığında ağzımdan ufak bir çığlık çıkmıştı. Nefesim içime kaçarken, sırtımı kapıya doğru bastırıyordum. ''Mezarlığa da gitmek zorunda kalırsın.''

Sertçe yutkundum. Kalbim neredeyse kan pompalamıyor, maraton koşuyordu sanki. Korku ve endişenin gölgelediği bakışlarımla Selim'e baktım. Gözünden bir iki damla yere damladı hızlıca. Kafasını iki yana salladı hafifçe dehşete düşmüş bir ifadeyle.

Adam öfkeyle solurken kapıyı sertçe kapattı ve silahı beline soktu. Bütün vücudum taş kesmişti. Aklım durmuştu. Ne yapacağımı bilmiyor muyum yoksa hiçbir şey yapamayacağım için mi duruyordum öylece, bilmiyordum.

Hızlıca arabayı çalıştırıp, gaza bastığında bedenimin geriye çekildiğini hissettim. Bakışlarımı dikiz aynasına çevirdim. Arabanın arka camından küçülerek kaybolan Selim'e baktım. Yere düşer gibi diz çöktüğünde gözlerimi sımsıkı yumdum.

Çaresizdi. Çaresizdik.

Asfalt altımızdan hızla kayarken bulanıklaşmaya başlamıştı. Ağladığım için öyle görüyordum belki de. Yavaşça da olsa tüm cesaretimi toplayabilmiş ve kuruyarak birbirine yapışmış dudaklarımı ayırdım. ''Nereye götürüyorsun beni?'' Diye bir sordum endişeyle. O görmese de kaşlarımı çatmış, öfkeli bakışlar atıyordum ona. Bir saniye kadar kafasını çevirip bana baktı sonra tekrar yola döndü.

Cevap vermedi. Tekrar sordum. ''Nereye götürüyorsun beni?''

Nereye gidiyoruz?

Yine cevap vermedi. Yüzünü görmediğim için ifadesini de göremiyordum. Kafamı geriye yaslayarak gözlerimi kapattım ve sesli bir şekilde derin nefes aldım. Etrafa bakıyordum ama ne tanıdık bir bina ne tanıdık bir işletme vardı.

Çok başka bir yerdi. Yaşadığım yerden çok farklı bir yer. Hep yüksek binaların, gösterişli ve lüks villaların olduğu yerlerde yaşamıştım ben. Bir sürü bahçeler ve o bahçelerdeki rengarenk çiçekler olan evlerinden olduğu mahalleler de geçmişti çocukluğum. Kafamı yana doğru çevirip sokaktan geçerken kayıp giden evlere, insanlara baktım. Sıvası yıkık dökük ikişer üçer katlı binalar, gecekondu evlerle doluydu mahalle. Etraf kirliydi ve sokak kenarlarında koşturan bir sürü çocuk vardı.

Mahalleye gireli neredeyse yarım saat kadar olmuştu ki adam sertçe frene basarak arabayı durdurdu. Bir saniye kadar öne savrulup tekrar koltuğa yapıştığımda kendime gelmiştim. Ağlamaktan acıyan gözlerimi yumup tekrar açtım. Etraf ıssızdı. Etrafta hiç ev ve insan yoktu. En yakın ev muhtemelen metrelerce ötedeydi.

‘'İn.'' dedi adam tok bir sesle. Kafamı adama çevirdim. Başını çevirmiş, bana dik dik bakıyordu. İçimde bir ürperti hissettiğimde kafamı kapıya çevirerek gözlerimizi ayırdım. Sırt çantamı bir omuzuma takıp arabadan indim ve kapıyı kapattım.

Adam inmedi arabadan. Aklımdan aynı anda bir sürü düşünce ve ihtimal geçti. Kaçmalı mıydım? Ne kadar hızlı koşabilirdim?

Adamın kapıyı geriye doğru açıldığı ani bir kararla hızlıca arabanın tersi yönünde koşmaya başladım. Soluklarım sıklaşmış, kalbim deli gibi kan pompalamaya başlamıştı. ''Bekle!'' Diyerek arkamdan bağırdığında kafamı çevirip arkama bakarak bile vakit kaybedemezdim. Yolun sonuna doğru koşmaya devam ettim. Tam köşeyi dönecektim ki iki kere ardı ardına kulaklarımı sağır eden o silah sesi duyuldu.

Havaya iki tane kurşun sıkmıştı ama o kurşunla sanki sırtıma saplanmıştı.

Bir çığlık atarak yere attım kendimi. Ellerimi kafamın iki yanına koyup, gözlerimi sımsıkı yumdum. Tir tir titremeye başlamıştı tüm bedenim. Göğüsüm şiddetle inip kalkıyordu nefes alırken.

Adım sesleri duyuyordum fakat nereden geldiğini göremiyordum. Bakış açıma iki tane siyah spor ayakkabı girdiğinde ellerimi başımın iki yanından indirerek kafamı kaldırdım. Güneş gözlerimi aldığından dolayı yüzü silik görünüyordu. Kafasını yana yatırıp güneş ışığının gözlerimi almasını engellediğinde bir çift koyu kahve gözler gözlerimle buluştu.

Kaçamamıştım. Yakalamıştı beni.

Hani hep evden çıkmadan anneniz size ''Geç kalma akşam,'' der ya, hani babanız ''Paran var mı?'' diye sorar ya; benim ne param olup olmadığını soracak bir babam, ne de geç kalmamamı söyleyecek bir annem oldu. Paraya ihtiyacım yoktu belki ama merak edilmeye açtım resmen. Kurallara, disipline, beklenilmeye. En çok da beklenilmeye.

Beni hiçbir zaman kimse beklemedi. İlkokuldayken sırtımda kitaplardan dolayı ağırlıktan kalçamın altına kadar düşmüş o çantamla bahçede sallana sallana yürürken; etrafımdan onları bekleyen annelerine babalarına koşan çocuklara çarpmamaya çalışır, babamın benim için gönderdiği arabaya biner, şoförümle de hiç konuşmadan öylece eve gelirdim.

Eve girerken de kapıyı bana Harika Teyze açar ''Hoş geldin evin küçük prensesi.'' Diyerek yanaklarımı sıkardı hafifçe. Harika Teyze'nin bana kapıyı açması içimde bir yerlerde olan beklenilmeye olan açlığımı gidermezdi. Anne baba sevgisinin eksikliği çok başka bir şeydi. Tüm dünya verilse bana o eksikliğe denk olamazdı hiçbir zaman. Dünyada denkliği bulunmayan tek şeydi.

Dört yanına farklı geometrik şekillerle delikler açılmış bir kare düşünün. Yuvarlağın içine üçgeni uydurabilir miydiniz? Evet, koyabilirdiniz oraya ama asla uymazdı ne kadar evirip çevirseniz bile. İçimizdeki boşlukta böyleydi işte. Anne baba sevgisinin eksikliğinin yerine ne koyarsanız koyun asla uymuyordu o boşluğa. Yok olsalardı belki de bu sevgi eksikliği bu kadar acıtmazdı içimi ama var oldukları halde yoklardı. Yokun en kötü tarafı; var olarak yok olmaktı. Annem ve babam var olarak yoklardı.

Çok fazla düşünmekte bir intihardır. Uyuyamazdınız geceler düşünceleriniz diken olurdu, başınızı yastığa koydunuz an batardı kafanıza. Bir yerde okumuştum, Düşüncelerimin ağırlığından kafamı kaldıramıyorum yazıyordu. İlk okuduğumda bir şey anlamamıştım boş gözlerle bakmıştım söze. Ta ki bir gün yüzüstü yattığım yatağımdan, ellerimi yatağa yapıştırarak kendimi kaldırdığım o ana kadar.

Şimdi de o dikenler avuç içlerime batıyordu sanki. Ellerimi asfalta yaslamış dehşetle birkaç metre yukarıdaki o koyu kahve gözlere bakıyordum. Maskenin içine hapsettiği yüzünün sadece gözlerinin olduğu kısım görünüyordu.

''Ne düşünüyordun? Kolayca kaçabileceğini mi?'' Alay eder bir tonu vardı sesinin tınısında. Koşmaktan enfes nefese kalmıştı. Birkaç saniyeliğine kaşları inip kalkmış ve kafasını hafifçe yana yatırmıştı. Boğazımdaki yumru iyice sertleşmiş ve kocaman olmuştu. Sertçe yutkundum yumruyu yok etmek amacıyla. ''Ben polise gitmeyeceğim. Söz veriyorum.'' Diyebildim ikna olabileceğini düşündüğüm tüm samimiyetimle.

''Kalk ayağa.'' dedi tok bir sesle. Bir yandan da başıma dayadığı silahı hırkasının altından beline sokmuştu. Yerden destek alarak ayağa kalktım. Bileğimden tuttu ve beni koşarak geldiğim yöne geri döndürerek hızlı adımlar yürümeye başladı. Sıkacağını düşünmüştüm ama aksine hafifçe kavramıştı eliyle bileğimi. Boyunun uzunluğundan olsa gerek attığı bir adıma yetişmek için koşarak üç adım atıyordum. O kendince yürüyor ama ben koşuyordum peşinden. Birkaç saniye kadar bileğimi çekmeyi düşünsem de hemen bu düşünceyi aklımdan silip süpürdüm. Çekemeyeceğimden değil, az önce beceremediğimden ve yaşadığım korkudandı çekmemem. Çünkü o silahın namlusuyla bir daha burun buruna kalmak istemiyordum. Kurşunun bu sefer alnımı tam ortadan delip geçme gibi bir ihtimali vardı.

Geri döndüğümüzde kapısına doğru beni çekiştirdiği eve bir kere daha baktım. Oldukça eski olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. İki katlı, sıvası dökülmüş ve boyası kirlenmişti. Birkaç yerinde kalan boya kalıntısından önceden açık kahve bir renkte boyanmış olduğunu anlamıştım hemen. Girişte çok büyük olmayan önünde iki basamak olan bir veranda vardı. Adam alt basamağı es geçerek ilk basamağa adımını atarak eve girerken, bileğimi bırakmıştı. Merdivenleri onun aksine tek tek çıkarak tam arkasına geldiğimde durdum. Cebinden çıkardığı anahtarla kilitli olan kapıyı, anahtarı üç kere döndürerek açmıştı.

İçeri girmeden tekrar bileğime dolandı eli ve beni kendiyle birlikte içeri çektikten sonra kapıyı arkamızdan kapattı. Kocaman geniş koridorda birkaç adım ileri giderken, o arkamdan kapıyı kilitliyordu. Gergince gözlerimi etrafı gezdirmeye başladım. Ev dışına göre o kadar güzel dekor edilmişti ki şaşkınlıktan dudaklarımın aralanmasına ve kaşlarımın kalkmasına engel olamamıştım.

‘’Dümdüz yürü.'' Dediğinde dikkatim dağılmıştı. Gözlerim karşımdaki büyük salonla buluştuğunda dediğini yaparak adımlarımı salona doğru yönlendirdim. Tam kapıdan içeri girmiştim ki telefonum çalmaya başladı. Olduğum yerde mıhlanmış gibi kalmıştım. Kalbim teklemeye başladığında nabzım yavaşça ağzıma doğru yükseliyordu. Titreyen dudaklarımı birbirine bastırdım. ''Telefonunu çıkar.'' dedi bu sefer. Adımlarının sesinden arkamdan geldiğini hissediyordum. Temkinli bir şekilde elimi deri ceketimin cebine atarak telefonumu çıkardım. Kimin aradığına başımı eğip bakmak yerine, telefonumu biraz daha kaldırıp tam çenemin hizasında karşımda tutarak göz ucuyla baktım.

Abim.

Telefonumun ekranında abimin aradığını görünce gözlerim tekrardan yanmaya başladı ve görüntü bulanıklaştı. Vücudumun bütün çalışma mekanizmasının aynı ana durduğunu hissettim. Gözlerimi kapattım ve bir damla yanağımdan kayarak hızlıca yere damladı. Nefes alıyordum ama içimde sıkışıyordu o nefes ve geri veremiyordum tekrardan.

''Abim?'' diye fısıldadım. Sesim titremişti.

''Aç telefonu.'' dedi tam arkamdaydı. Nefesini kafamın arkasında, saç tellerimde hissettiğimde irkildim. Tüylerim diken gibi olmuştu.

Tam kapanmak üzereyken telefonumu açıp ''Abi?'' dedim ağlamaklı sesimle. ''Diğer yarım?'' dedi. Telaşlıydı sesi. Abimin sesini duyar duymaz gözlerimi sımsıkı yumdum ve ağladığımı duymasın diye alt dudağımı sertçe ısırdım.

''Neredesin? O yanında mı? Sana zarar verdi mi?'' Abim ardı ardına sorularını diziyordu telaşlı çıkan sesiyle. Selim abime haber vermişti bile demek ki. Korkum bütün vücudumu sarmaşık gibi sarıp beni sıkıştırırken, dudaklarım sanki birbirine yapışmıştı. İyiyim abi, iyiyim demek istiyordum ama sanki hiç bilmediğim bir eylem gibiydi konuşmak.

Telefonum elimden çekildiği an tam arkamı dönecektim ki bir kol boynuma dolanarak beni göğsüne yapıştırdı. Çırpınarak kurtulmaya çalıştığım sırada ‘’Abi!’’ diye bağırdım o an ki telaşla. Çenesinin baskısını kafamın kenarında hissediyordum. İstemsizce ellerim koluna yapışmıştı. Beni boğmuyordu, eliyle omuzumdan kendine bastırıyordu sadece.

''Arin? Arin beni duyuyor musun!'' Telefonun diğer ucunda telaşla adımı haykıran abimin sesi kesildiğinde hıçkırıklarımı serbest bıraktım. Artık beni bacaklarım değil, boynuma dolanan kolu ayakta tutuyordu.

''Sana arkanı dönme dedim.'' Dedi tok bir sesle. Sesin de zerre duygu kırıntısı yoktu bu adamın. Telefonumu arka cebine sıkıştırdığını fark ettim. Hıçkırıklarımın arasından zor da olsa aldığım birkaç nefesten sonra ''Bırak beni! Bırak!' Diyerek çırpınıyordum. Omuzlarımın çevresine dolanan kolunu indirmek için bir yandan da güç uyguluyordum. Çırpınmalarım onu birkaç adım atacak kadar sendeletse de kolu hala omuzlarımın çevresindeydi.

''Sana zarar vermeyeceğim. Arkanı dönme sadece.'' Diğer koluna karnımın üstünden belimin etrafına dolanmıştı. Sesi beni sakinleştirmek istercesine ikna edici bir tonda çıkmıştı. Hareketlerim yavaşlayarak durduğunda göğüsüm sertçe alıp verdiğim nefeslerimden dolayı inip kalkıyordu. Durduktan birkaç saniye sonra bile kolları hala gevşememişti. Ağır sigara kokusu burnuma geldiğinde yüzümü buruşturdum. Burun direğim sızlamıştı kokusundan. Sanki sigara izmaritleriyle dolu bir çukura düşmüştü.

Kokusunun boğazıma dolduğunu hissettiğimde öksürdüm. ''Bırakacağım şimdi ve asla arkanı dönmeyeceksin, anladın mı beni?'' dedi şart koşarak. Kafamı salladım kesik kesik aldığım nefesler devam ederken. ''Anladın mı?'' diye tekrar etti.

''Anladım.'' dedim bu sefer sesli bir şekilde onaylayarak. Kolları yavaşça gevşediğinde hızla bir adım öne attım kendimi. Arkamı dönmemiştim hala. Ağlamam durmuş, kesik kesik aldığım nefesler hıçkırıklara dönüşmüştü.

''Gözlerini bağlamam gerekiyor. Yüzümü görmene izin veremem.'' Dedi sesi birkaç adım arkamdan geliyordu. Bir yandan nefes alışverişlerimi düzenlemeye çalışırken, Kaşlarımı çattım ama o görmemişti arkamda olduğu için. ''Ne? Ne demek gözlerimi bağlayacaksın?'' Dedim ağlamaklı çıkan sesime karıştırdığım öfkeyle. Neredeyse bir saat önceki ben, ben değildim artık. Öfkeliydim, tahammülsüzdüm. Çünkü daha ne olabilir acaba diye düşündükçe hep daha fazlası oluyordu.

''Senin masken var ya zaten. Çıkarma maskeni. Zaten yüzünü görmüyorum.'' Salonun içinde biraz daha ilerlemiştim konuşurken. Bir an sanki onun aklına gelmedi bu diye düşündüm ama gelmemişte olabilirdi. Bıkkınca sesli bir nefes verdiğini duydum arkamdan.

Odanın ortasındaki üçlü gri koltuğun yanından geçerek köşesine oturdum. Sakinleşmeye çalışıyordum ama sanki panik atak krizi geçiriyormuşum gibi nefes alışverişlerimi kontrol edemiyordum. Ona sırtım dönüktü. ''Kimsin sen? Ne istiyorsun benden?'' Diye sordum öfkeyle. Öfkem bir kere meydana çıkmış, tıpkı bir at gibi beynimin etrafında dört nala koşuyordu. Bir bacağım gerginlikten titremeye başlamıştı. Yanımdan geçerken göz ucuyla ona baktığımda maskeyi kapüşonunu indirmiş, şapkasını da çıkarıyordu. Karşıma geçtiğinde saçları dağılmış ve koyu kahve gözleri daha da koyulaşmıştı sanki. Bir tek gözlerinin altına kadar olan maskesi duruyordu yüzünde.

Oturduğum koltuğun çaprazındaki tekli koltuğa geçip oturduğunda bacaklarını genişçe açarak, dirseklerini dizlerine yasladı ve parmaklarını birbirine geçirerek kenetledi. Beni çatık kaşlarıyla süzüyordu. Sakinleşmemi bekliyor gibiydi.

Bir elimi dizime koyarak avuç içimle güç uyguladım biraz titremenin durması için. Gergindim ve deli gibi korkuyordum ama akciğerimin işlevini yerine getirmemesi aslında korktuğumdan değil, ani ortaya çıkan öfkemden dolayı sinir krizi geçirmemdi. Çünkü az önceki kız ona öyle güçlü bir göz dağı vermişti ki o şimdi yine korkak gibi davranamazdım.

Sessizce derin bir nefes alıp verdim. Titreyen bacağımı kıvırarak altıma alıp, üstüne oturmuştum. Bu şekilde bir hızlı çözüm bulmuştum. Titreyen parmaklarımı gözlerime bastırarak şakaklarıma doğru çekerek gözyaşlarımı sildim. Burnumu çekerek derin bir nefes alıp verdiğimde sonunda soluklarım düzene girmişti.

''Benim seninle bir işim yok,'' dedi düz bir sesle. Anlamadığımı belli etmek kaşlarımı hafifçe çatarak ona baktım. ''Ne anladıysan, o.''

''Neden beni buraya getirdin o zaman?'' diye sordum sert bir ses tonuyla. ''Madem benimle bir işin yok, neden buradayım? Git, kiminle işin varsa onu bul.''

Kaşlarını kaldırdığın da göz kapakları da çekilmişti yukarı. ''Aaa,'' diye bir şey hatırlamış gibi ses çıkarmıştı. ''Hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Sen ne kadar zeki bir kızsın.''

Gözlerimi devirdim. Bariz bir şekilde şu an ki durumuzu umursamadan, bir de üstüne üstlük benimle dalga geçiyordu. Sabır çekerek sesli bir nefes verdim. Stresten oturduğum yerde bir elimi, diğer kolumdan içeri sokmuş yaralarımı kaşımaya başlamıştım. Bir anda kolumda biz sızı hissettiğimde tırnağıma takılan bir kabuğun yaramın üstünden sıyrıldığını ve kanadığını anladım. Kafamı diğer yanıma çevirerek hissettiğim sızıyla yüzümü buruşturdum ve badimin kollarını parmak uçlarıma kadar çektim.

Yüz ifademi düzeltim kafamı tekrar ona çevirdiğimde aynı öfkeli bakışlarla bakıyordum ona. Sanki elimde bir bıçak olsa şu an tam burada kalbine saplayacak kadar öfkeliydim. Parmaklarını saçlarından geçirerek tekrar bana baktı ve sesli bir nefes verdi dudaklarından. ''Sadece sus ve yerinde dur. Ortalığı alevlendirme.''

Zaten öfkeli olan bakışlarımı kaşlarımı çatarak daha da öne çıkarmıştım. Tüm cesaretimi toplayarak ayağa dikildim. ''Hakkında bilgi sahibi olmadığım bir konu hakkında bana emir veremezsin.'' Sesim o kadar kendimden emin çıkmıştı ki bir an bir saat kadar öncesinde alnına silah dayalı olan ve korkudan bedeni kaskatı kesilmiş kızın ben olmamın imkânsız olduğunu düşünmüştüm. Belki de onun şu an ki sakinliği bana bu cesareti veriyordu.

Tepkime şaşırdığını kocaman büyüttüğü gözlerinden belli oluyordu. Maskenin oynamasından dudaklarının da aralandığını anladım. Hızlıca kendini toparladı ve biraz koltukta kayarak geriye yaslandı. Kollarını koltuğun iki yanına koyup, bacaklarını da daha genişçe ayırdığında tamamen koltuğa yayılmıştı.

''Sana emir vermiyorum. Yapman gerekeni söylüyorum.'' Ne demek istiyordu?

Bir anlığına bir şey demeden durdum olduğum yerde. ''Sen ne demek istiyorsun?'' diye sordum. Bir şeyler duyacaktım ve bu duyduklarımın elimi kolumu bağlayarak bedenimde bir kördüğüm olacağını fısıldıyordu içimden bir ses.

Omuz silkti. ''O kadar da zor değil,'' dedi ve bir saniyeliğine tepkimi süzdü. ''Sen susacaksın, sevdiklerin yaşayacak.''

Cümlesi kafamın içinde yankılanıp dururken ellerimi yumruk yaparak tırnaklarımı kanatırcasına avuç içlerime bastırdım. Dişlerimi sıkıyordum sinirden. Tahminim nokta atışı olmuştu. Söylediği cümle beynimde yankılanarak uzamışta uzamış ve bedenimin etrafında dolanarak kördüğüm olmuştu. Asla çözemeyeceğim bir kördüğüm.

Beynime aynı anda bir sürü soru hücum etmişti. Sen susacaksın, sevdiklerin yaşayacak ne demekti bu?

Hangi soru, o soluğumu kesen cevabının sorusuydu? Ne sorabilirdim? Sorsam peki, söyler miydi? Beni bu bilinmezliklerle dolu olan karanlık çukura düşmekten kurtaracak o cevabı bana verir miydi?

Ayağa kalktı ve birkaç adımda tam karşımda durdu. Adımlarını bir tehdit olarak hissettiğim için bende bir adım kadar geriye gitmiştim ki bacağımın koltuğa çarpmasıyla yalpalandım. Yalpalandığımdan dolayı dikkatim dağılmış, düşüncelerimin arasından çıkmıştım.

''Biliyorum, kafanda birçok soru dönüp duruyor,'' sanki şu anda olduğum durumu yaşamış gibi konuşuyordu. ''Ama cevaplar zaten sende.''

''Ne?'' istemsizce kafamın içindeki cevap dışıma yansımıştı. Kafasını hafifçe yatırarak bakışlarımdan ne düşündüğümü anlamak istercesine baktı gözlerime. ''Cevaplar da değil doğrusu, gerçekler... Gerçekler.''

Gerçekler.

Beynimde şimşekler çakmaya başladı. Zaten ben kimseye değmemek için hep kalabalıktan uzakta yürüyordum ama şimdi o kalabalıktan biri çıkmış gelmiş ve beni kolumdan tutarak o kaçtığım kalabalığa çekiyordu. İstemediğimi söylesem bırakır mıydı bileğimi? Korkuyorum desem? Yüzleşmekten korkuyorum ben. Yeterince güçlü değilim hiçbir gerçeğin karşısında durup, o gerçeklere kafa tutmaya desem, bırakır mıydı beni?

Ben hayatım boyunca hep böyle yaptım. Kaçtım. Bilmediğim şeyleri geç, tahmin ettiklerimden bile koşarak kaçtım. Çünkü biliyordum, kırılmazdım aksine paramparça olurdum. Zaten bedenim yaralıydı, bir de kalbim yaralanırdı. Bir bıçak saplanır ve gittikçe en derine kayarak tüm kalbimi yarardı. İşte o zaman zaten az görebildiğim o ışığa, hasret kalırdım.

Şimdi ise; yabancının teki gelmiş beni gerçeklerle yüzleştireceğini söylüyordu. Zaten tanıdıklarımın ruhuma sapladığı o bıçakların izleri duruyordu; bir de bu yabancı geçmiş karşıma bana bir, belki de birden çok bıçağı tek başına ruhuma saplayacağını arsızca itiraf ediyordu.

Kafamı dikleştirdim ve kendimden emin bir şekilde gözlerine baktım. ''Ben ne bir cevap ne de bir gerçek istiyorum. Ben sadece gitmek istiyorum.''

Beni şaşırtarak birkaç adım geri çekildi ve buyur der gibi koluyla kapıyı işaret etti. ''Git.'' Dedi tok bir sesle.

Tepkisine olan şaşkınlığım tüm vücuduma yansımış, bir süre hareketsiz bırakmıştı beni. Emin olmak ister gibi kaşlarımı çatarak karşımda bana gitmem için yol açan o adama çevirdim bakışlarımı. Yutkunduktan sonra elimle yüzümü sıvazlayarak perçemlerimi kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. Birkaç tane kısa olanlar alnıma dökülmüştü tekrardan.

''Gitmeme izin mi veriyorsun?'' diye sordum şaşkınlığımı belli eden bir sesle.

Kollarını önünde iki yana açtı. ''Evet, git.''

Tek koluma takılı olan sırt çantamın sapını tek elimle sıkarak tuttum ve düzelttim. Giriş kapısının olduğu koridora doğru yürümeye başladım. Kapıya birkaç adımım kalmıştı ki beni durduran o sesini duydum. ''Giderken unutmaman gereken bir şey var.''

Olduğum yerde donup kaldım. Ne ileri ne geri adım atmıştım. Cümlesinin sonunu getirmesini bekledim. Arkamdan adım sesleri geliyordu. Adım sesleri durduğunda kafamı çevirip arkama bakmadım. Ne kadar uzağımda olduğunu bilmiyordum. ''Her sevdiğin kişinin alnına bir silah dayalı ve sen o silahların içindeki mermisin. Sen bu kapıdan adımını attığın an her bir mermi, her bir sevdiğin insanın alnına saplanacak ve sen sevdiklerinin katili olacaksın.''

Sesler yok oldu. Ardından görüntüler. Her şey bulanıklaşmaya başlamıştı. Yutkunamadım. Boğazımdaki yumru büyüdükçe büyüdü. Kalbimin atış hızı yavaşlamış, soluk borum tıkanmış gibiydi. Etrafta oksijen kalmamıştı sanki. En çok korktuğum şeyle imtihan ediliyordum işte. Sevdiklerimle.

Ölümden değil de ölümlerden korkan bu kız için bu şart çok fazlaydı. Sevdikleri için canını bile verecek olan bu kızı, sevdiklerini öldürmekle tehdit etmek çok fazlaydı. Bu kız için sevgi bile çok fazlaydı ya zaten.

Göz kapaklarımı birbirine bastırdım ve birkaç tane yaş henüz yeni kurumuş olan yanaklarımı tekrar ıslattı. Çünkü titreyen dizlerim bile beni zar zor ayakta tutarken, ağlamamaya direnemezdim. O kadar sert yutkunmuştum ki boğazımdaki o yumru aşağı doğru kayarken boğazımı yakmıştı.

Nefes almaya zorladım kendimi. Yaşamak için solumalıydım. Biraz oksijeni ciğerlerime gönderdim. Buradan elimi kolumu sallayarak çıkamayacağıma o kadar emindim ki ama bir umut ayaklarım beni getirmişti kapının önüne kadar işte.

Gerçekler.

Belki de gerçeklerle yüzleşmem gerekiyordu. Belki de gerçeklerle yüzleşip, kabul etmem gerekiyordu. Daha fazla hayal kırıklığına uğramamak için.


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%