@qnunevreni
|
01
7.Bölüm “Opera Notasındaki Gül”
İthaf: Layemut Anılar Sandıklarına…
Evgeny Grinko / Short Memory
Gül kokusu… kalbim acıyor… bana hem güzel şeyleri hatırlatıyor hem de çok kötü şeyleri. Öyle kokuyor ki sanki gül bahçesine düşmüşüm. Uçmuş, uçmuş düşmüşüm güllerin içine. Her yerim çizik olmuş canımı acıtmıyor ama gül kokusu canımı acıtıyor. Gül kokuyor… o çok güzel kokuyor. Gülün masum bir kokusu var. Huzur dolduruyor içimi. Ama kalp atışlarımın artmasına engel olamıyor. Öyle bir atıyor ki kalp atışlarım, sanki kalbimi eziyor. Bana eziyet ediyor, gül. Ama mutluyum yeter ki o olsun eziyet eden. Etsin… başım gözüm üstüne. Ö, büyük bir binanın bahçesindeki gül bahçesinin içerisindeydi. Tahmini doğruydu, gül bahçesine düşmüştü. Kırmızı güllerin arasında bembeyazdı. Uyanmayı beklemiyordu diğer evrenlerdeki gibi. Uyanıktı o, gül kokusu burnuna değdiği anda uyanmıştı. Gül kokusu onu uyandırmıştı eski günlerdeki gibi. Yüzünde huzurlu bir gülümseme vardı, kalbinde ise buruk bir kırık. Daha fazla uyuma taklidi yapamadı, Ö adam, açtı gözlerini. Bembeyaz, bulutlu bir gökyüzü karşıladı onu, güllerin arsından. Ezilmiş güllerin üzerinde yatıyordu, batıyordu sırtına güllerin dikenleri. Ama çok umurunda değildi, Ö adamın. Güllerin arasındayım diye düşünüyordu, tek umurumda olan ve beni üzebilecek tek şey onları ezenin ben olması olur tekrar. Bu gerçekten hiçbir şeyin üzmediği kadar üzerdi onu. Yine aynı şeyleri yaşamak ve kendine yaşatmak istemiyordu, Ö. Yaşamıştı bunları kalsındı gerisinde ve kalsındı sadece siyah deri kaplı defterinde, kendi kelimeleriyle. Kalbindeki acıyı azaltmak için elini kalbine koydu. Çok hızlı atıyordu kalbi, çok hızlı. Nefes alışları düzensizleşiyordu, düşündükçe ve kokladıkça. Bir gül yaprağı sakin ol dercesine düştü dalından ve kondu Ö’nün kalbinin üzerindeki eline. Kalp atışları azalmadı ama nefes alışları düzeldi. Aldı elinin üzerindeki gül yaprağını ve ayağa kalmaya çalıştı, sırtındaki gül dikenleriyle. Karşısında, hafif rengi solmuş beyaz mermerden oluşan büyük bir yapı vardı. Yıllar yıllar öncesinden kalmış, yaşayan bir tarihti karşısındaki. Konuşuyordu sanki duymasını bilenlere. Söylüyordu müziğini, dinleyenlere. Görkemli bir yapıydı, bu yapı. Çağırıyordu Ö’yü ve davete icabet ediyordu Ö. Yaklaşıyordu kırmızı ağırlıklı, sarı işlemeleri olan o büyük kapıya. Kapıdaydı artık, onun üç katı olan o kapının önündeydi. Korkmuyordu, içerisinde bütün duyguları taşıyordu ama bunların arasında kesinlikle korku yoktu. Korkuyu bırakmıştı sanki 11 evreninde. Uğrar mıydı bir daha bu duygu bilinmezdi. Ö’ye kalmıştı bu, Ö’nün içerisindeki duygu mekanizmasına kalmıştı. Ufak bir ses yayıldı Ö’nün bulunduğu mermer basamağın başında. Kapı yavaş bir hızla açılmaya başladı içeriye doğru. Ö’nün daveti devam ediyordu, şimdi sıra içeriye girmekteydi. Kapının sonuna kadar açılmasını bekledi, Ö adam, açıldı ve nazik adımlarını içerideki ince uzun beyaz koridora attı. Dört bir tarafı beyazla boyanmış bir koridordu. Duvarlarında tek sıra halinde dizili tablolar vardı. Yavaş adımlarla tabloların yanına geldi, Ö adam. Küçük bir kız çocuğu, kırmızı elbisesi içerisinde bana bakıyor. Yüzü yok… ama kesinlikle bana bakıyor, öyle hissediyorum. Sanki bir de bana gülüyor. Uzun saçları olan kız çocuğu bana gülüyor… yüzüm de gülüyor o güldükçe. İki çocuk, biri kız biri erkek. Sarılıyorlar… kızın üzerinde yine aynı elbisesi var, kırmızı… boynunda sarı papatya nakışları olan kırmızı bir elbise… Yine iki aynı çocuk. Erkek olan kıza bir dal gül uzatıyor. Kız mutsuz… erkeğin yüzünde yarım bir gülümseme var. O çocuklar… büyük sarkaçlı bir saatin önündeler. Arkaları dönük bana… Saatte akrep ve yelkovan var… saat tam 1… Çocuklar… bahçedeler. Gülleri suluyorlar. Erkek çocuğu… elindeki bir gülle duruyor boynu bükük. Kara bulutlarla çevrili gökyüzü, yağmur var… O çocuk elindeki gülle beraber ıslanıyor… Ve sonra tekrar ediyordu tablolar. Sarılıyorlar, suluyorlar… Ö adam devam ediyordu yoluna. Tabloları anlamamıştı. Kimdi onlar? Kız neden üzülmüştü gül uzatılınca? Son tabloda neden yalnızca erkek çocuğu vardı? İçimde bir şeyler kıpırdamıştı onları görünce. Şimdi ise son tablonun yüzünden içimde bir hüzün vardı. Ağlamak istiyordum, çocuğun arkasındaki bulutlar gibi. O kadar üzülecek ne vardı çocuk? Terk mi etti seni kırmızı elbiseli kız? Onu mu özledin? Bu yüzden mi mutsuzluğun? Yine bir kapının önüne geldi, Ö adam. Ellerini uzattı kapının kulplarına ve usulca itti. Sessizce açıldı kapı, döküldü Ö’nün gözlerinin önüne salonun ihtişamı. Büyük bir opera salonuydu burası. Tavana kadar uzanan balkonlarıyla dolu büyük bir salondu ama yalnızca bir sandalyesi vardı. Tek bir izleyicisi için tek bir sandalye. Kırmızıların ve sarıların hâkim olduğu bir salondu. Sahne, kırmızı ağır perdelerle kapalıydı. Oyun daha başlamamıştı izleyici yerine oturmadığından. Yavaş ve sakin adımlarını sahnenin tam karşısındaki sandalyeye doğru atmaya başladı, Ö adam. İçerisinde bir heyecan peydah oluyordu. Üzerine sinen gül kokusu heyecanını bastırmak istiyordu ama pek etkili olduğu söylenemezdi. Aklındaki çocukların hüzünleriyle ve opera izleyecek olmanın verdiği heyecanla oturdu o kırmızı sandalyeye. Işıklar yavaş yavaş terk etmeye başladı salonu. Ö’nün heyecanı daha da artıyordu. Operanın başlaması için her şey hazırdı. İzleyici yerinde, ışıklar kapalıydı. Ama bir türlü başlamıyordu. Ne perde açılıyordu ne de müzik başlıyordu. Eksik olan neydi? İzleyici ben olmamalı mıydım? Belki de zamanı gelmemiştir. Zamanı beklemek gerekirdi. Zamanı… gelirdi…? Özgürlük… Sende boşluklar aramaya geldim. Boşluğuna yerleşmeye.
Perdeler açılmadı ama gösteri başlamıştı. Kulağıma güven veren birkaç adım sesi ulaşmış sonrasını ise kadının ağızından dökülen kelimelere bırakmıştı. Müzik yoktu, yalnızca çıplak bir kadının kontralto türündeki sesi vardı. İddialı bir sesti, yardım istiyordu sanki başka bir dilde. Ağızından çıkan kelimeler başka topraklara aitti ama zihnim onu kendi dilimde algılıyordu. Kadının kelimelerini söyleyemezdim ama anlıyordum, özgürlüğü aramaya gidiyordu, boşluklarını. Benim gibi o da kendine ait bir yer istiyordu. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Nefesli çalgılardan biriyle başladı müzik. Obua; huzurlu, parlak ve sakin bir sese sahipti. Kapladı bütün salonu. İçimdeki heyecanı daha da arttırdı. Gözlerimin kapanmasına mâni olamadım, sesi daha iyi duymak ve kendini müziğin bir parçası yapmak istiyordu, gözlerim. Gözlerimin kapanmasıyla bağımı kestim sahneyle -zaten açılacağı yoktu perdenin- yaslandım arkama ve kendimi müziğin kollarına bıraktım. Dışlanıyorum bu yerde, Sevginin ne olduğunu anlamıyorum. Kalbim bir taş kadar sert. Sevgisizlik demek istiyorum sertliğine. Orkestranın diğer çalgıları eklendi obuanın yalnız sesine. Artıyordu aralarından birinin seni ama ayırması zordu, çok fazla ses vardı, çok karışıktı ve hepsi bir arada çok güzeldi. Ama içimde bir şeyler eziliyordu. Tanıdık geliyordu bu müzik. İçimi söküyordu, içimden bir şeyleri söküyordu. Biri vardı ama sanki yoktu. Birini alıyordu içimden, sakladığım birini… Bilmiyorum, Sevgi ne? Yanaklarımda bir şey kayıyor. Birkaç damla kendine yol yapıyordu daha kolay terk etmek için. Özgürlüklerine gidiyorlardı, onlara göre… Müzik yükselebileceği kadar yükseldi. Bütün salon doldu taştı müziğin sesinden. Dışarıdaki gül bahçesindeki güllerin titrediğine yemin edebilirdim, müziğin sesinden. Yoluma ışık ol, geliyorum Bir yıldız ışığı…
Kırmızı elbiseli bir kız çocuğu, geldi yerleşti göz kapaklarımdaki siyahlığa. Aydınlattı içerisini, yetti gelmesi. Yüzüme gülümsedi, içerisi daha da aydınlandı, gözyaşlarım daha da aktı. Kalbini tuttu, yüzündeki gülümseme yerlere düştü. Kırıldı gülümsemesi. Üzgün yüzüyle gözlerimin içine baktı. Baktı ve karardı çevresi. Kırıldı benim de yüzümdeki gülümseme. Karanlığa hapsolduk. Üzgün gözlerle birbirimize baktık. Öyle hissettim. Bir ışık hüzmesi geldi, kız çocuğunun önüne. Yüzünü ışığın geldiği yöne çevirdi ve gökten bir yıldız çocuğun yanına geldi. Bir yıldız ışık oldu yoluna… Dışlanmamak için, bir yer arıyorum Var mı böyle bir yer? Sevginin ne olduğunu öğrenmek Süslüyor hayallerimi
Süslüyor hayallerimi sevginin ne olduğunu öğrenmek… Işık ol bana Kalbimin sertliği için.
Yıldıza bakıyordu küçük kız, sanki bunları o söylüyordu. Ve yıldız dinledi onu, kız yürümeye, yıldız ise onun önü aydınlatmaya başladı. Yüzünde hâlâ kırık bir gülümseme vardı. Ama yine de devam etti yoluna, bulmalıydı o yeri, sevgiye kavuşmalı ve dışlanmamalıydı, kırmızı elbiseli kız. Yoluma yağmur ol, geliyorum Bir ruh yağmuru…
Orkestranın sesi azaldı yerini yağmurun huzur dolu sesine bıraktı. Yoluna devam eden çocuk ve yıldız ıslanmaya başladı, ruh yağmurları tarafından. Çocuğun yüzündeki kırık gülümseme sanki biraz düzeldi. Bu benim yanılgım değildi, gerçekten de yüzündeki kırık daha az kırıktı. Yağmur sesi azaldı, orkestranın sesi eski düzeyine geri geldi ve kadın kaldığı yerden kelimelerini sarf etmeye devam etti. Ferahlat beni, Bu yol yoruyor. Ama dayanabilirim, Sevgi için.
Yoluma koku ol, geliyorum Bir gül huzuru… Kırmızı elbiseli kızın yoluna döküldü gül yaprakları. Yüzündeki azcıkta olsa düzelen kırık, eski halinden daha kötü olmuştu. Güller ona zarar vermişti. Oysaki gül kimseye zarar vermezdi. Güldü o kime zarar verebilirdi ki? Ona yalnızca çevresindeki kişiler zarar verebilirdi. Kokuya boğ beni… Gittiğim yere rüzgâr kokumu taşısın. Gül kokayım, kırmızı gül… Yüzümde bir rüzgâr hissettim, gül kokulu bir rüzgâr. Gözlerimi açmak istedim ama küçük kızın gözleri hemen benimle buluştu. ‘Açma! Yok oluyorum, gösterim daha bitmedi. Mahvetme gösteriyi.’ Dedi sanki, ela gözleriyle. Sevgiyi buldurur belki Kırmızı bir gül…
Bilmiyorum Sevgi ne? Orkestranın şaheserinin sesi daha da yükselmeye, kadının sesi daha da duygulu çıkmaya başlamıştı. Gözyaşlarım artık dur durak bilmiyordu, akıyordu akabildiğince. Terk ediyordular kahve gözleri, düşüp kuruyorlardı. Kurumayı özgürlük olarak düşünüyorlardı, yazıktı onlara. Aynı bana olduğu gibi… Bilmiyorum Sevgi ne?
Bilmiyorum Bilmiyorum
Sevgi ne? Bilmiyorum… Kadının zirvesi, orkestranın susmasına sebep oldu. Kız çocuğu hâlâ yoluna devam ediyordu, yıldız ışığıyla, ıslak ve gül kokusuyla… Sessizlik yine obuanın sesiyle kırıldı. Salona huzurlu sesinin kaplamasına sebep oldu. Gözyaşlarımı dindirdi, kız çocuğunun kırık gülümsemesini topladı. Yolumu bitir, geliyorum
Özgürlüğün getirdiği sevgi için geldim Yıldız ışığının gösterdiği yol için Ruh yağmurunun yıkadığı kalbim için Gül huzurunu dağıttığı rüzgâr için Sevgiyi bulmak, kalbimi yumuşatmak için…
Yolum bitti, geldim…
Gördüm… Onu… On’u… Göz kapaklarımın ardına bir… bir mezar taşı girdi. Özgürlük ona sevgiyi değil ölümü getirdi tıpkı gözyaşlarım gibi. Küçük çocuğun gülümsemesi yine kırıldı, bu sefer yalnız değildi, gözlerindeki umutta kırılmış, mezara dökülmüştü. Mezarın sahibi göğüslendi bütün kırıkları. Yük oldu ona bu kırıklar ama hiç sesini çıkarmadı, çıkaramadı. Çünkü… çünkü… Göz kapaklarındaki kız gitti, yıldız, yağmur, gül yaprakları, mezar taşı, hepsi gitti. Ö ve gözlerinden kaçmak isteyen yaşları kaldı yalnızca. Elleri oturduğu sandalyenin kollarını sıkı sıkı tutuyordu, sanki ellerine kar yağmıştı o kadar beyazdı, o kadar sıkıydı, kanı çekilmişti. Kalp atışları bütün salonda yankı yapıyordu. Girişte olduğu gibi -ki gösterinin girişinde- bir iki güçlü adım sesleri duydu. Oturduğu yerde ürktü, yerine sindi biraz daha. Sessizlik… her yeri kapladı. Ne bir kalp atışı sesi vardı ne de adım sesleri. Kaplamıştı, sessizlik… “iskelet!” … “İskelet!” … “İSKELET!” bu… Panikle açtı gözlerini, aradı her yerde o sesin sahibini. Ellerindeki kar yavaş yavaş terk ederken onu, anladı Ö adam, sesin sahibini bulamayacağını ama yine bir umut kalktı ayağa, yürüyerek bakınmaya başladı ama göremiyordu sesin sahibini, görmek istiyordu oysaki, tekrar duymak istiyordu. Göremedi, duyamadı olduğu yere çöktü ve ağlayabildiği kadar ağladı, Ö. Kimsin…? Canım acıyor… kalbimde bir şey var, eziyor beni. Nefes alamıyorum… lütfen… kimsin sen? Canımı neden bu kadar acıtıyorsun? Hakkın yok buna… canımı bu kadar acıtmaya hakkın yok… lütfen… gel… göster kendini… bu kadar özlem dolu olamam bu sese… tamam… gösterme… tekrar konuş… konuş geçsin canımın acısı… -bir dakika kadar ağlarken oturdu ve onun seslenmesini bekledi- can… ım… çok acıyor… TAK… Bir ses yayıldı. Kızarmış gözlerini, sesin geldiği yöne kaldırdı, Ö adam. Gördüğü şey perdenin açılışıydı. Sahnenin tam ortasından ayrılıyordu iki yöne. Açıldı, açıldı ve sahnenin ortasındaki asılı şey gözler önüne saçıldı. Bir elbise… kırmızı… sarı papatyaları olan… bazı yerleri fazla kızıl olan bir elbise… asılı sahnenin ortasında. Altında hemen bir masa… Masa da bir şeyler var, göremiyorum. Kalktı ayağa, Ö adam. Sahneye adımladı, merdivenlerini çıktı, masanın önüne kadar geldi. Elbise tarif edemeyeceği bir kokuyla sarılıydı. Ne dese eksik kalırdı yanında. Ama çok güzel kokuyordu. Bir zamanlar mutlu olmasına sebep olan biri gibi kokuyordu. Elbiseden çekti dikkatini, masaya verdi. Masanın üzerinde açık bir mektup, mektubun üzerine bir gül goncası vardı, kırmızı bir gül goncası. Elleri titremeye başladı ve titreyen ellerini uzattı, birini mektuba birini goncaya… İskelet… Seni çok seviyorum biliyor musun? Tabi ki biliyorsun… -okunmayan harfler yığını- Gözlerin ışıldıyor bana beni sevdiğini söylediğinde. Umarım -okunmayan harfler yığını- Umarım kendini -okunmayan harfler yığını- özür dilerim -okunmayan- -okunmayan harfler yığını- gerçekten özür dilerim. Umarım bir gün -okunmayan-. -okunmayan harfler-. -okunmayan harfler yığını dağı- Özür dilerim daha -okunmayan harfler yığını- Özür dilerim… -okunmayan, okunmayan- Biliyorum bencillik -okunmayan- Ruhum yaşlandı. -okunmayan harflerin yığınının savaşı- suç senin değil. Hiçbir zaman olmadı… -ve son paragraf hepsi mavi mürekkep karışıklığında hepsi birbirine giren harflerle dolu, okunmuyor- -okunmuyor- Mektubu titreyen elleriyle ve göz yaşlarıyla beraber masaya koydu. Mektupta farklılıklar vardı ama fark etmiyordu, Ö adam. Gözyaşları öyle bir bulandırmıştı görüş acısını ne bir şeyleri net görüyordu ne de renkleri görüyordu, sanki her şey siyah beyazdı onun için. Mektup beyazdı, ama siyahlaşıyordu. Nedeni neydi? Nedeni elindeki kabarık yara izindeydi. Akıyordu… yarası açılmış kanıyordu, hem de mektubun üzerine. Bütün harfleri içerisine alıyordu Ö’nün kanı. Bir acı hissetti Ö, kalbi dışında, boynundan geliyordu. Sağ elini boynuna götürdü ve eline bir sıcaklık bir sıvı geldi. Gözlerindeki yaşlarını yok edip sağ eline baktı ve gördü, onu, kanını. Boynundaki yarası da açılmış kanıyordu. Bütün hücrelerini korku sardı. Ne yapacağını şaşırdı ve kaçmaya başladı. Suç senin değil… hiçbir zaman olmadı… suç senin değil… hiçbir zaman olmadı… suç senin değil… hiçbir zaman olmadı… özür dilerim… suç senin değil… umarım bir gün… hiçbir zaman olmadı… Kaçtı, kaçtı, her yere kanını saçarak kaçtı ve kendini kırmızı güllerin arasına attı. Görüş açısında parıldayan iki büyük demir nesne vardı, opera binasının çatısında. Güneşi yansıtıyorlardı, Ö’nün gözlerine. Güneşin yansıyan ışığı yakıyordu Ö’nün gözlerini… Ve yine Ö adam, akrep ve yelkovana bakarak hem kan akıtıp hem de gözleri yanarak ölüyordu, kırmızı güllerin arasında… Güller… ‘ve sakın o gülleri koparıp…’ Q. |
0% |