@qnunevreni
|
02
8.Bölüm “Speranza’nın kalbindeki yaşam ve ölüm”
İthaf; 03’e 3 kala, kaybettiğim o kişiye…
Jorge Méndez / Cold “Sen…?” Doğal ışığa hasret bir oda, dört duvar… Masa ve sandalyenin ebedi yalnızlığının ortasında bir Ö. Sandalyeye oturmuş zamanın yanmasını bekliyor, gözleri kapalı. Uyuduğundan değil kesinlikle, zamanının duruşuna hazırlıksız yakalanmış. Gözlerini kırpmış ve zaman yanmayı bırakmış. Uyanık ama gözleri kapalı halde zamanın tekrar yanmasını bekliyor Ö adam, elinin hemen altındaki kitapla. Kahve tonlarındaki, kapağında kale illüstrasyonuna ev sahipliği yapan, yıpranmış ama hâlâ eski zarafetini koruyan o, Speranza adındaki kitapla… Yeşil ışık yansıtan lambanın altında bekliyor… Zaman yansın, kitap açılsın ve yeşil ışık hiç sönmesin ki Ö, evrenini tamamlayabilsin. “Sen hiç duydun mu?” Bir ses. Beni güvende hissettiriyor. O ses… umudu hatırlatıyor. Sorular soruyor bana, cevapları beklemeden. Soruyor soruyor… hep soruyor ama cevapları umursamıyor. Sesinde heyecanı görüyorum. Evet! Kesinlikle heyecanı hissetmiyorum, görüyorum. Kıpır kıpır bir ses… cıvıl cıvıl biri… Bana yine o sesiyle soru soruyor, cevabını duymadan devam edeceği. “Sen hiç ölümle yaşamın aşkını duydun mu?” Ölüm ve yaşamın aşkı… tanıdık geliyor ama bir şeyleri eksik gibi. Ölüm ve yaşam değil de sanki başka bir şey olmalı. Böyle söyleyince imkânsız geliyor kulağa. Ölüm ve yaşam âşık olmuş, hiç olur mu? “Speranza’yı okudun mu?” Speranza… duydum bu ismi. Sadece duymakla kalmadım, hayatıma dahil ettim. Hep yanımdaydı, hep… Bana kaybolmayı öğretti bu isim, ihaneti, umudu, yaşamayı ve ölmeyi. “Vita ve Morte’nin aşkı?” İşte şimdi kulağa imkânsız gelmiyor bu aşk. Özel isimlere, özel bir ruha sahipler artık. Ölüm ve yaşam gibi zıt gelmiyorlar benim lisanımda, bu da imkânsız olmadıklarını hissettiriyor. Vita ve Morte âşık olabilir gibi ama yaşam ve ölüm olamaz. “Vita mı? Morte mi? Yaşam mı? Ölüm mü?” Vita, onun gibi, yeşil ve kahverengi. Morte, benimle alakası yok, mavi ve sarı. Yaşam, yeşil ve mavi. Ölüm, benim gibi, gri… sis… Hangisi seçilmeli? Ne için seçmeliyim? O, bir cevap vermemi beklemiyor ama ben kendi içimde cevapsız kalamam, kalmamalıyım. Kalırsam, başa dönerim ya da sona. -her evrende her sayıda başa dönmüyor musun? -dönüyor muyum? -doğuyorsun? -doğuyorum. -sonunda ölüyorsun? -ölüyorum. -cevapsız kalıyorsun? -… -ve hep kalmaya devam ediyorsun, tik tak… -… -Başta mısın son da mı? hangi evrendesin? Sen, neredesin? Kıpırdayamıyorum. Kıpırdasam bir noktadan başlayabilirim sorulara. Mesela hangi evrende olduğum sorusuna. Ama diğerlerine cevap veremem. Başta da değilim sonda da. Neredeyim bilmiyorum, sokaktayım ölüyorum çıkmaza giriyorum, yine ölüyorum evde uyanıyorum, ölüyorum trendeyim zarar veriyorum vermemem gerekenlere, ölüyorum koca bir şehrin içine düşüyorum, ölüyorum kırlarda uçuyorum, ölüyorum operaya gidiyorum, ben hep ölüyorum ve hep başka yerde başlıyorum hayatıma, yaşamıma. Ben neredeyim? Sabit miyim yoksa gezgin mi? Neyim ben, insan mı? Kime ait bu ses? Kalbime etkisi neden bu kadar çok? Kimsin sen? Hayatımın hangi yolundasın? Yolunda mısın? Kaderimizin yolları bir mi hâlâ? Uyanmak istiyorum artık. Sıkıldım! Çıkmak istiyorum bu evrenlerden. Saat görmek istemiyorum, akrep ve yelkovanı aramaktan sıkıldım. Onları her ölüşümde görmekten, onlara ulaşamamaktan, her evrende başka ölümlere kucak açmaktan, kendimi hatırlayamamaktan, sıkıldım! Sıkıldım! Sıkıldım! Canım acıyor, neyin cezası bu? Ö kim? Devam harfleri ne? Aklımdaki soru işaretleri gün geçtikçe artıyor. Taşıyamıyorum artık onları, kamburlaşıyor düşüncelerim hem kendini tekrar ediyor hem yeni soruları kabul ediyor bünyesine. Yere yaklaşıyorum. Toprak çekiyor artık beni. Hepsi toprak olmam için uğraşıyor, bütün ölümlerin üzerinde bir ölüm beni bekliyor. Zaman yanıyor ve ben gittikçe nefesimin sonuna geliyorum. Bu gidiş beni üzüyor, çünkü elimde kayda değer bir şey yok gibi geliyor. Olsa ne olur diyorum üzüntüm gidiyor, yerini ölümün özlemi alıyor ama ben her gün ölüyorum, nasıl özlüyorum? Kıpırdamak istiyorum, ölmek hiç uyanmamak istiyorum, saatler yansın, zaman kül olsun, geriye sadece kül anılar kalsın istiyorum, nefes almak istiyorum, yaşamak… Ben çok şey istiyorum, birbirinden bağımsız. Biri olsa diğerinin olamayacağı şeyler istiyorum. Yaşamak ama ölmek istiyorum. Karar ver artık! Sen… ne… istiyorsun? Sadece bu saçmalıktan kurtulmak istiyorum. Nefes almak istiyorum. Kendimi tanımak istiyorum. Devam harflerimi öğrenmek tek harf kalmak istemiyorum. -kurtulduğunda ya daha büyük bir saçmalığa düşersen? Hiç düşünmüyor musun? -buradan daha saçma yer olmaz. -neden devam harflerine takıntılısın? -eksik hissediyorum kendimi, tamamlanırmışım gibi geliyor onları öğrenince. Sen… sen biliyor musun? -bilmiyorum… -… Zaman, yavaş yavaş kıvılcımlar çıkarmaya başlamıştı. Ateşin onu ele geçirmesine az kalmıştı. Ö adam, sabırsızca kıpırdanmayı bekliyordu çünkü düşünlerinden kurtulma yolunu kıpırdanmaktan geçtiğini düşünüyordu. Ama farkında değildi ki kamburlaşmış düşüncelerden kurtulmak bu kadar kolay değildi. Zahmet gerektirirdi, emek lazımdı. Ama o kaçmanın derdindeydi. Kaçmak kolay geliyordu ona. Yine ve yine yanılıyordu. Ateş, zamanı ele geçirdi. Zaman yanmaya, Ö adam kıpırdamaya başladı. Elini kitabın üzerinden çekti, Ö adam. Ve bir güç kitabın kapağını açtı. Sararmış sayfalar Ö’nün gözlerinin önüne saçıldı. Ön Söz
Hoş geldin sevgili okur,
Birazdan okumaya başlayacağın bu efsane, yıllar öncesinde hüküm süren bir krallıktan bahsediyor. Ormanlarla çevrili saklı ama bilinen şehirden. Her şeyin umutla yoğrulduğu bir krallıktan…
Speranza’dan…
Deniz ve kumsalla çevrili açık ama bilinmeyen bir şehirden. Her şeyin umutsuzluk üzerine kurulduğu, gücünü kaybetmiş bir krallıktan…
Disperato’dan…
Yıllar yıllar öncesinde yaşanan yaşam ve ölümün çarpıcı aşkını anlatıyor. Buyurun, kelimeler sizi bekliyor. İyi okumalar…
Umut, umutsuzluğu yener mi? Yaşam ve ölüm âşık olur mu?
Kelimeler, Ö adamın içerisinde yankı buldu, özellikle son iki soru. Umut dedi içinden umutsuzluğu yenebilecek kadar kuvvetli mi? Olabilir. Peki dedi Ö, umutsuzluk, umudun üzerinde mi ki umut, yenme gayretinde olsun? Değişir. Kuvvetli olan hangisidir? İyi olarak adlandırılan duygular mı kuvvetlidir yoksa kötü olarak adlandırılanlar mı? Kötülerin gücü, iyi olanlardan her zaman farklıdır. Hangisi daha iyi sarar insanlığı? Sanırsam kötüler… Kötülük mü iyilik mi? Mutluluk mu daha uzun sürer yoksa hüzün mü? Hüzün… Aşk mı daha kuvvetlidir sevgi mi? Sevgi… Ölüm müdür en güçlüleri yoksa yaşam mı?... Soru işaretlerini daha fazla kaldıramıyorum. Dik olarak uyandığım bu sandalyede de daha fazla kamburlaşıyorum. Düşünceler yeni düşünceleri peşinde getiriyor. Çoğalan bakteriler gibi çoğalıyor soru işaretlerim. Hiçbirini yok edemiyorum, cevap veremiyorum. Çünkü bilmiyorum ne kendimi biliyorum ne de insanlığı. İnsanlar ne ve ne istiyorlar? Buna cevap verebilirsem o zaman anlarım ki, ben insanlığı biliyorum ama kendimce olur bu cevap çünkü ne cevap verilirse verilsin hepsi öznel olur, benim vereceğim gibi. “Bana anlatmak ister misin?” Genç bir erkeğin sesi… umutlu geliyor, birazda mutlu gibi sanki. Ama kelimelerin altında çok daha farklı bir anlam var gibi. Her şeyi bir de o kızdan dinlemek istiyor o, tekrar ve tekrar dinlemek istiyor, ama yalnızca ondan. Ondan öğrenmek istiyor bu aşkın olup olamayacağından, biliyor sonucu ama diyor belki o anlatırsa başka olur. O anlatırsa başka şeyler öğrenirim diyor. Diyor mu demiyor mu bilmiyorum ama bana kesinlikle böyle hissettiriyor titreyen aşık sesi. “Senin elinde hep bu kitabı görüyorum. Mutlaka okumuşsundur, hatta tek okuyuşla kalmamışsındır. Neden benden anlatmamı istiyorsun?” Kelimeleri kızarıyor, yanaklarını örnek alıyor kelimler. Heyecanın doruk noktalarında uçuyor ses notları. Utanıyor ama yine de soruyor. Çünkü o soru sormayı seviyor ama bu sefer cevabı dört gözle bekliyor gibi. “Ben, hep kendime okudum bu kitabı. Hep aynı düşüncelerle okudum, hep aynı soruları sorup hep aynı cevapları verdim. Yaşama hep aynı gözle baktım, ölüme hep aynı düşünceyle yaklaştım. Umudu hep yok saydım, umutsuzluğu baş tacı ettim. Değiştiremedim düşüncelerimi, sonunu. Belki… belki sen anlatırsan değişir düşüncelerim ve sonu. Sanırım… sanırım buna ihtiyacım var.” Kendinden emindi genç delikanlı, istediği onun anlatmasıydı ve bunu almadan oturduğu yerden kalkmayacaktı. Umutsuzluğu baş tacı ettiğini söyleyen o hiç düşünmüyordu kızın kalkıp gidebilme ihtimalini. İçinde gizli umut taşıyordu, farkında değildi. “Kalemle yazılan sonlar değişmez, senin sonun neyse benim sonumda o. Herkesin sonu o. Kim okursa okusun sonu hep aynı. Yazarı bile okusa aynı sonla karılaşır, çünkü bir kere kurşunla yazılmıştır, değişmez. Ama herkesin düşüncesi farklı olabilir, sana düşüncelerimle anlatabilirim ama bu kendi hikayemi, yolumu sana açmam olur. Düşüncelerim benim kimliğimi oluşturur, yolunda yürüdüğüm yolu inşa eder. Buradaki asıl soru şu: ben, sana yolumu göstermek istiyor muyum?” Kızarmış kelimeler bir anda yok olmuştu. Kendinden emin konuşuyordu, her söylediği kelimenin arkasında duruyordu ruhu, bedeni. Kimse karşı çıkamazdı kelimelerine, izin vermezdi. Unutmuştu karşısındaki genç adamı. Bir anda dökülmüştü dilinden. Neydi sorunun cevabı? Yolunu göstermek istiyor muydu genç kız, genç delikanlıya? “Haklısın. Kurşunla yazılan son değişmez ama hisler değişir. Ne kadar okursam okuyayım son aynıdır ama sonunun hissettirdikleri değişkendir. İlk okuduğumda dehşete düşmüştüm, sonrakinde sakindim, diğerinde saçma gelmişti. Her okuyuşumda farklıydı, hissettiklerim. Son değişmemişti ama ben her okuduğumda değişmiştim. Tabi ki haklısın, kendi düşüncelerin bana yolunu gösterir, istemezsen anlarım. Kendini zorunda hissetme lütfen.” Genç delikanlının ses tonunda hiçbir şekilde ikna yoktu. Yalın bir şekilde konuşmuş ve genç kızın üzerinde baskı kurmamıştı. Korkuyordu, baskı kurmaktan, manipüle etmekten. Dümdüz konuşmuş ona bırakmıştı her şeyi. Ama anlatmasa bile yanından kalkmasını istemiyordu genç kızın. Bu açık alanda oturup münasip bir zamana kadar konuşmak istiyordu, hiç konuşmayı sevmeyen o. “Sana bir şey sorabilir miyim? Söylemek istemezsen anlarım” Kızaran kelimeler geri gelmişti. Merak ediyordu, sormalıydı ama önce izin almalıyım diye düşündü, her şeyi soran o kız ilk defa soru sormadan önce ondan izin almıştı. “Bana istediğin her şeyi sorabilirsin” “Yanındaki defter, ne yazıyorsun harıl harıl ona?” Gülümsedi genç delikanlının yüzü. Uzun zaman sonra ilk defa biri ona dikkat etmiş ve onunla ilgili bir şeyi merak etmişti. Nasıl cevap vermesindi ki bu kıza. Ne sorarsa sorsun cevap vermek için her şeyi yapardı genç delikanlı, öyle düşündü ve öyle de yaptı. “Bu defter mi?” Kafasını salladı genç kız, yanakları kızarmış, gözlerini delikanlının gözlerine değdirmiş -ki sanırsam ilk defa bu kadar net, bu kadar uzun bakıyordu- öylece bekliyordu, delikanlının dudaklarından çıkacakları. “Düşüncelerimi, hayatımı, gözlemlerimi, isteklerimi, hayallerimi… aklına gelebilecek her şeyi yazıyorum bu siyah deri kaplı deftere. Benim için değerli olan şeyleri taşıyorum içinde. Bir daha hiç okuyamayacağım o mektubu, bir gül goncasını, bir şarkının sözlerini, bir toprak parçasını, bir servi yaprağını, bir anahtarı, bir karanfili, bir çift rakamı, ölü bir beyaz kelebeği ve daha bir sürü şeyin yanında, kelimelerimi. Yani kısacası senin dediğin gibi, yolum bu benim.” Delikanlı, bütün her şeyini dökmüştü ortaya, döktükleri -sakladıkları- çok tanıdıktı. Bir parçam sanki onlara aitti. Ama değildi, olmamalıydı. “Söyledin… hem de her şeyi” Genç kızın sesinde bariz bir şaşkınlık vardı. Beklemiyordu sanırsam bu kadar açık bir açıklamayı. Delikanlının gözlerindeki gözlerini hiç kıpırdatmadı ve yüzüne büyük bir tebessüm oturdu. “Evet, söyledim. Hem de her şeyi. Belki bir gün okursun. Ya da boş ver hiç okuma, bu karanlık düşünceler senin de düşüncelerine kambur olmasın. Hayata baktığın pencereden bak, huzurun hiç bozulmasın.” Sona doğru sesi düşmüş, düşünceleri yine onu ele geçirmişti sanki. Karanlık ona ağır geliyordu, kimseyi bu karanlığa dahil etmek istemiyordu, hele onu, gündüzüne karanlık getirmek istemiyordu. Ama yanında durmadan da edemiyordu. Onunla konuşmak, onunla bir şeyler paylaşmak istiyordu. Engelleri aşamıyordu. Bazen de aşmak istemiyordu. Kimdi bu ikili? Nasıl bu kadar emin konuşabiliyorum, delikanlının içini? Neden delikanlının içinden geçenleri içimden geçirirken bu kadar canım acıyor? İçimdeki yarım kalmışlık hisside nereden çıktı? Eziliyor kalbim, kırılıyor. Kafama bir ağrı saplanıyor, gittikçe şiddeti artan. Gözlerime iğneler batıyor. Sırtım daha da çöküyor, kafam daha da masaya yaklaşıyor. Yoruluyorum. Uykum geliyor. Ölüyor muyum? Kafam, yeşil ışık vuran kitaba düşmeden bir sayfa değişiyor. Düşmeden gördüğüm tek şey o oluyor. 1.Bölüm “Vita’nın İlk Nefesleri”
Ö adamın başı, kitabın üzerine düşmüş ve derin bir uykuya dalmıştı. Ölmemişti, sadece uyuyordu evren içerisindeki evreni ziyaret etmesi için. Evreni, dört duvardı; evrenin içerisindeki evreni ise Speranza’ydı. Nehrin hemen yanında su sesi içerisinde uzanıyordu, Ö adam. Uyuyordu, derin bir uykunun kollarındaydı. Ve bir şeyler onu uyandırmalıydı, evren başa sarmıştı. “Speranza Krallığı… dört bir tarafı ormanlarla çevrili çok güzel bir yer. İnsanlarının saygı içerisinde yaşadığı, birbirlerini sevip, değer verdikleri bir yer. Aynı kraliyet ailesi gibi. Eğlencelerin düzenlendiği, sanata ve bilime önem verilen bu yer, herkesin hayallerini süslüyor. Tıpkı benimkini süslediği gibi. Böyle bir yerde yaşamak isterdim biliyor musun? Bu kadar güzel bir yerde sanatla uğraşmak için birçok şeyimi verirdim.” *(Genç kızın anlattıkları tamamen kendi kelimeleriyle ve düşünceleriyle Speranza özetidir.) Kuş cıvıltıları, ağaç hışırtıları ve su sesi… Ö adam doğanın içerisinde ayrı bir huzurluydu. Yüzündeki gülümsemeyle uyanmayı bekliyordu. Kulağında ise genç kızın umut dolu sesi vardı. Doğanın sesi miydi onu böyle güldüren yoksa genç kız mıydı? Her ikisi de denebilirdi ama biri her zaman ağır basardı. “Ama bu kadar mutluluğun içerisinde hep bir burukluk var. Ve hiç gitmeyen bir burukluk. Bu krallığın bir veliahttı yok. Halkı kaygılandıran bir durum bu. Krallığın devam edebilmesi, onların huzur içerisinde yaşamlarını devam ettirebilmeleri için bir veliahtta ihtiyaçları var.” Bir çocuk ağlama sesi ulaşıyor Ö’nün kulaklarına. Avazı çıktığı kadar bağırıyor bu çocuk, bebek olmalı, ses tınısı tıpkı bebeklerinkiyle aynı, dışarıda olmalı çünkü Ö’nün ağlamayı duyması çok net. “Bir gün krallığa büyük bir haber duyurulmuş, bir çocuk haberi. Kraliçe, veliahtta hamileymiş. Halk ikilemde kalmış haberi kutlayıp kutlamama konusunda. Ya önceki gibi olursa sorusu akıllarını hep bulandırıyormuş. Ama bu sefer hiçte öyle olmamış, kraliçe veliahttı sağ salim kucağına almış. Aşırı korkmuştum, o çocuğun da kaderi bir öncekine benzer diye. Korkmamın sebebi sanırım kendimi oraya ait hissetmem, bilmiyorum başka bir nedeni de olabilir ama bana böyle geliyor.” Kutlama sesleri, eğleniyor halk bu doğum haberinin karışında. Bütün sesler net bir şekilde Ö’nün kulaklarına ulaşıyor. Ve bu sesler karışımı Ö’yü evrenine döndürüyor. Açıyor gözlerini Ö adam, ormanın ortasında. “Ki diğer çocuğun kaderinden bahsetmek gerekirse. O aslında kralla kraliçenin çocuğu değildi. O ormanda bulunan yeni doğmuş ama terk edilmiş bir bebekti. Erkekti… Ama çocuk kayboldu bir anda. Öldü dediler, yaşayamadı.” Genç kızın sesine hiç şaşırmadı, Ö adam. Ayağa kalktı ve yolunu yürümeye başladı. Yapması gerekenleri biliyordu ve uygulamaya koymuştu bile. Ormanın ortasındaki patika yoldan yürümeye başladı, kulağındaki genç kızın sesiyle. “Yeni doğan çocuklarının adına Vita ismini koymuşlar. Kraliyetlerine yaşam getirmesi için, yaşam anlamında olan Vita demişler. Yıllar geçmiş, geçen zaman Vita’nın güzelliğine güzellik katmış. Yemyeşil gözlere ve kahverengi saçlara sahip bu güzel kız sık sık saraydan çıkıp Speranza halkıyla iç içe olurmuş. Yine bir gün saraydan çıktığında eğlence için gelen şövalyeler arasında onu görmüş. Sarı saçlı o şövalyeyi. Kalbi uçmaya çalışmış olduğu yerden. Âşık olmak güzel şey, getirdiği olumsuzları göz ardı edersek.” Yürüdü, yürüdü ve gördü karşısındaki ihtişamlı yapıyı. Karşısında bir şehir vardı. Tepesinde sarayın bulunduğu, tepenin ayaklarında şehir binalarının bulunduğu bir şehir, bir krallık. Burası… orasıydı. Speranza’ydı. O kitabın içerisindeydi evrenim. Bütün şaşkınlığını bir kenara bırakarak yürümesine devam etti Ö adam. Merak ediyordu hayalini kurduğu bu evreni. Bir an önce görmeli ve yaşamalıydı. “Ki bu sırada sarışın çocukta kapılmıştı Vita’nın güzelliğine. Şövalye bir şekilde haber yollayıp tanışmıştı bu kızla, prensesle. Vita sonunda öğrenmişti sevdiği adamın adını, Morte’ydi o, Vita’nın Morte’si. Karşılıklı sevmek güzel bir şey olsa gerek. Neyse nerede kalmıştık, ayrıntılara girmeye gerek yok ama güzel bir aşk hikayesi yaşamışlardı, ayrılıkları olmuş, kavuşmaları olmuştu. Morte engelleri kaldırmak için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Çünkü âşık bir adamdı o, sanılmasın ki Vita hiçbir şey yapmadı, o da elinden gelen her şeyi yapmıştı çünkü kaybetmek istemiyordu biricik aşkı Morte’yi. Ta ki o güne kadar…” Anlattıklarına nefes arası vermişti genç kız, Ö ise saraya giden köprünün başlangıcında öylece bakıyordu karşıdaki kocaman aynaya. Çok uzaktı ayna, ne gösterdiğini göremiyordu Ö adam. Ama içerisine çoktan bir korku oturmuştu. Kendini görememekten ve daha kötüsü o şekilde görmekten korkuyordu. Yine de yürümeliydi o köprüyü. Tamamlaması gereken bir hikayesi ve ölmesi gereken işleri vardı. Titreyen ayaklarıyla yolu yürümeye başladı. “Ta ki o güne kadar, Vita bekledi Morte’yi gelmesi için, her zaman buluştukları nehrin hemen yanında. Birkaç gün boyunca da gitmeye devam etti o nehrin yanına. Ama gelmiyordu. Haberde yollamıyordu. Vita’nın kalbi korkuyla sarılıydı ama oraya gittikçe kalbi kırılmaya, kendini kötü hissetmeye başladı. Ve vedalaştı, görenler onun nehirle vedalaştığını düşünürdü ama o kalbiyle, ruhuyla ve onunla vedalaştı. Kırık kalbi ve ruhuyla sarayına, evine, babasının sıcak kollarına gitti.” Köprünün ortasına gelmişti, Ö adam. Daha fazla ilerleyemiyordu bir şey bekliyordu. Ama gelmeyecekti o şey. Yürümeliydi, aynanın önüne gitmeliydi, aynaya bakmalı ve görmeliydi yoksa hikâye devam etmeyecekti. Gitmeliyim. Köprüyü geçmeli ve hikâyeyi tamamlamalıyım. Cesareti almalıydım yanıma ve o aynaya bakmalıyım. Devam etmeyecek gibi genç kız ben geçmezsem köprüyü. Görmediğin bir şey değil Ö. Git ve gör. Gör ve bitir… Yürümekle kalmadı, Ö, koştu. Ve geldi aynanın önüne. Ayna, sandığı gibi yansıtmıyordu bulunduğu yeri. Gösterdiği bir odanın içerisiydi. İki kişi vardı birbirine benzeyen, tek farkları yaşlarıydı. Büyük olan bağırıyordu, küçük olana. Ama sesleri duyamıyordu, Ö adam. Sadece ağzını okuyabilmişti büyük olanın ‘Git! Ve yap!’ nereye gidecekti ve yapacağı şey neydi? diye düşündü Ö adam, tam o sırada… “Köprünün başındaydı Vita, köprünün sonundaki babasına bakıyordu. Seslendi babasına, ağaçlarda konaklayan kuşlar uçuşmaya başladı sesi yankı bulunca.” ‘Baba!’ Vita’nın hüzünlü sesini duydu, hüzünlü ama yüksek sesini. Döndü sesin geldiği yöne ve ona doğru koşan kızı gördü. Gerçekten çok güzel diye düşündü, ama ona doğru geliyordu bir yanlışlık olmalıydı. Şaşkınlıkla çevresine bakındı ve gördü Kralı, kolları açık kızını bekliyordu. “Vita, koştu babasına sarıldı. İkisinin de gözleri kapalıydı, anın huzuruna bırakmışlardı kendilerini. Kuşların sesleri hâlâ devam ediyordu. Kimse duymuyordu gelen atlının sesini.” Genç kızın ağızından dökülenler, Ö adamın dikkatini başka yöne çekmişti. Köprünün ortasında beyaz atıyla gelen biri vardı. O, diye düşündü, aynadaki küçük olandı. Geldi, indi atından sakince yaklaştı Vita’nın arkasına. Kimse bir şey hissetmedi. “Ve atından inen, Morte. Ellindeki hançeri saplamış Vita’nın kalbine. Ve sesini yükseltmiş ‘Ben, Disperato Krallığının biricik ve tek veliahttı, Prens Morte. İntikam alınmıştır.’ Kral, Vita’nın sırtındaki hançeri alıp Morte’nin kalbine sokmuş. İki ayrı krallığın iki ayrı tek veliahtları oracıkta son nefeslerini vermiş. Vita, görmüş onu kimin öldürdüğünü, ölürken ki tek sözleri şunlar olmuş ‘Görmeseydi gözlerim, senin sırtımdan gelip beni aldatmanı. Görmeden, bilmeden ölü verseydim şuracıkta. Sevgilim, ikimizde senin isminde filizleniyoruz şimdi.’” Morte’nin gözlerinde yaş vardı. Bunu isteyerek yapmamıştı. Zorlanmıştı, aynadaki yaşlı adam tarafından. Morte gerçekten de seviyordu onu ama öldürmüştü sevdiğini. Onun isminde filizlenmek varken, kendi isminde filizlenmeyi seçmişti. “Gelelim ağızdan ağıza dolanlara ve düşüncelerime. Umutta kaybetti, umutsuzlukta… Speranza da bitti Disperato da. Ölüm kaybetti yaşam da ama yaşam kaybetti gibi gözüktü. Çünkü ölümden sonra yaşam vardı ve ölüm hiç yoktu. Yani Morte intikam için yetiştirilen bir piyondu, böyle büyütülmüştü, bunu yapmak için eğitilmişti. Ama nereden bilebilirdi aşkı. Yaptığı her şey babasını hoşnut etmek içindi, abisi içindi. Ki bu da büyük bir yanlış anlaşılmaydı, abisini öldüren Speranza Krallığı değildi, sadece Disperato’nun yaptığı bir paranoyaydı. Ufak bir yanlış anlaşılma iki genci canından etmiş, iki krallığı yerle bir etmişti. İkisi de tarihin tozlu raflarında eskiyordu. İşte insanoğlu öğrenemiyordu.” Aynaya döndü, Ö adam. Ve görmek istemediği şeyi gördü yine. Oradaydı, elinde bir hançerle duruyordu. Hançerde akrep ve yelkovan vardı, o şeyin arkasında ise büyük bir saat. Çalmıştı uzuvlarını, yapmıştı keskin bir hançer, saplanmaya hazır. Ö adam anlamıştı, zamanının bittiğinin en azından bu evren için. Ve aynanın karşısında gözleri kapalı beklemeye başlamıştı. Bir ses… yankılandı. Ve hançer saplandı, Ö’nün kalbine. Vita ve Morte’nin kaderini yaşadı, devrildi şehrin taşlarına. Kanlarını feda etti yine ve yine. Son kez o sesi duydu… “Sanırım gitmeliyim. Son değişmedi ama umarım hislerin değişmiştir. Bir gün anlatmak yerine okumak isterim o kitabı, sana. Hiç gitme telaşım olmadan, sakin sakin, hiçbir şeyi atlamadan, uzun uzun konuşuruz bir gün, kitabın üzerine. Hoşça kal, Ö…” Engel olmuştu bir ses, Ö’nün devam harflerini duymasına. Ve Ö, kamburlaşan düşüncelerine karışan kanıyla… Q. |
0% |