@qnunevreni
|
03
5.Bölüm “Lâne’tli yağmurun tutsaklığı”
İthaf; papatya kokan kız çocuğuna ve bize iyi gelen ona…
Balmorhea / The Winter Leylak kokusunu getiren rüzgâr… derinden gelen bir saat sesi… bir kedi miyavlaması… ve denizin hırçın sesi… hepsi bir uyum içerisindeydi. Amaçları bulunduğu evreni huzurlu hissettirmekti. Kesinlikle Ö’yü uyandırmak değildi. Bu evren diğer evrenlere göre farklıydı. Bu evrenin kendi bildiği vardı, kendi ruhları, kendi kokuları, kendi saati ve daha birçok farklı şeye ev sahipliği yapıyordu. Burada istenmeyen kesinlikle Ö’ydü. Evren 03… 03 evreni… İstemiyordu Ö’yü. O sebepten ötürü onu uyandırmak istemiyordu oturduğu bankta. Rahatsızlık duyuyordu onun yaydığı enerjiden, bir an önce gitsin, bir an önce ölsün istiyordu. Ama bencillik yapıyordu. Kendisi de böyleydi farkında değildi. Farkında olması da gerekmezdi zaten. Sonuçta burası onundu istediği maskeyi takar, istediği yüzünü gösterirdi. Bugün huzurlu olanı seçmişti. Bir kedi… gri tüylere sahip, asil bir kedi… miyavlaya miyavlaya Ö’nün oturduğu bankın üzerine atladı. Hemen yanına sırnaştı Ö’nün. Uzun bir süre sadece Ö’nün uyuyan yüzüne baktı. Şaşkın gibiydi, beklemiyordu sanki böyle birini ya da düşünüyordu nasıl uyandıracağını karşısındaki kişiyi. Bir anda kendini yalamaya başladı ve unuttu Ö’yü öylece. Hiç umursamadan yaladı kendini. Yalanırken bir an da aklına bir şey gelmiş gibi duraksadı dili dışarıda. Kulakları oynaştı, gözleriyle bir bakındı çevresine, bir şey farklı gelmeye başladı ona ama neydi o? Bulunduğu şeklini bozup bir anda Ö’nün kucağına atladı ve bacaklarının üzerinde uyku pozisyonu aldı. Ve hiç istifini bozmadan gözlerini kapattı. Kedi huzurla uykusuna dalarken, Ö adam uykusundan gerçekliğe adım atmaya başladı. Kedi istediğini elde etmiş Ö’yü uyandırmıştı, huzurlu uykusu bundandı ama bilmiyordu ki Ö ona rahat vermeyecekti. Zavallı kedi uyumak için yanlış yer seçmişti. Çünkü Ö’nün kalkması, etrafındaki evreni keşfetmesi ve fark etmezse bile akrep ve yelkovanı araması gerekiyordu. Kalkması içinde zavallı kediyi rahatsız etmesi gerekiyordu. Ama yine de Ö’nün tam uyanana kadar vakti vardı. Deniz sesi… hırçın bir denizin sesi, mutlu sanki. Başka kulaklar duysa sinirli diyebilir ama kesinlikle mutluluğun hırçınlığı bu, en azından ben öyle hissediyorum. Mutluluğunun sebebi ne acaba? Onu bu kadar heyecanlandıran ne? Bir kedi hırlaması… uykumu getiriyor oysaki daha yeni uyandım. Evimde hissettiriyor, yuvamda… ama evde hissetmek nasıl bir his ki, bilmediğim şeyi nasıl hissedebilirim. Saat sesi… kolumdakinden gelmiyor kesinlikle. Güçlü bir ses bu, ben buranın hâkimiyim diyor resmen. Ama çalışmayan bir saatin sesi bu, takılmış sanki akrep ve yelkovanı. Hep aynı sesi çıkaran, bozuk, kendini hâkim ilan eden bir saatin sesi bu. Rüzgâr esintisiyle gelen güzel bir koku… ismini bilmiyorum bu güzel kokunun. Hangi ağaçtan geliyor ya da hangi güzel çiçekten geliyor bilmiyorum. Tanıdığım bir sesi duyuyorum ‘leylak’ diyor. Sanırım bir çiçek olmalı, çünkü çiçeklerin isimleri bu kadar zarif olabilir ancak. Leylak… leylak… Yavaş yavaş gözlerini açtı, Ö adam. Kıpırdandı oturduğu bankta ta ki kucağındaki gri renkli kediyi fark edene kadar. Şaşkınlık vücudunu anında ele geçirdi, Ö’nün. Canlı bir varlık görmeyi beklemiyordu, hele de kucağında uyuklayan bir kediyi hiç mi hiç beklemiyordu. Nasıl olur diye düşündü, ona göre bu evrenlerde yalnızdı, hiç canlı varlık yoktu. Bu nasıl olurdu da buradaydı? Gerçek miydi? Aklında bir sürü soru işareti var olmuştu kısacık sürede. Titreyen eliyle kedinin başını sevmeye başladı. Korkuyordu ama heyecanlıydı. İki parmağıyla nazikçe seviyordu gri kafasını kedinin. Kucağındaki kedi bir anda kıpırdanmaya başladı ve kocaman esnedi. Ö, korkuyla ellerini göğsünde topladı. Ona da zarar verdiğini düşündü, ters karanfile verdiği gibi. Kendi içinde kendine kızdı. Uyuduğu o kısacık an yetmiş gibi enerjik olarak ayaklandı bulunduğu kucakta, gri kedi. Yüzünü hemen Ö adama dönmüştü ve incelemeye başlamıştı onu. Gözlerinin içerisine bakıyordu, sanki okuyordu içini Ö’nün. Baktı, baktı ve atladı kucağından Ö’nün. Biraz ilerleyip Ö’nün gözlerine kilitledi gözlerini. Yaşayan bir canlı. Bir kedi… gerçekten bir kedi var karşımda. Yaşıyor, nefes alıyor… gözlerime inanamıyorum, canlı biri var karşımda. Bir kediyle göz gözeyim. Biraz önce kucağımda uyuyordu, uyandırdım. Kızmış gibi değil hiç, daha çok mutlu gibi. Uyandığım ya da onu uyandırdığım için mutlu gibi. Hangi renk olduğunu bilmediğim gözlerime bakıyor dikkatle, bir şeyler çözecek gibi ya da bana bir şeyler anlatmak istiyor gibi. Yüzünü bana dönüp, bulunduğu yere oturdu. Baktı, baktı, baktı… bir rüzgâr esti, kılları arasında oynaştı ve yoluna devam etti. Çok asil duruyordu, rüzgâr gibiydi. Rüzgârdı belki de. Rüzgâr… adı rüzgârdı artık. -selam, rüzgâr adam. Erkek misin bilmiyorum ama öyle hissettiriyorsun. Eğer değilsen kusura bakma olur mu. Rüzgâr adam demek daha hoşuma gitti. -miaw -bana neden öyle bakıyorsun? -miaw -kalkmalı mıyım sence? -miaw (bu sırada ayaklanmıştı rüzgârın kedisi) -sanırım kalkmalıyım. Gerçekten de ayağa kalkmıştı, Ö adam. Kedi zafer kazanmış gibi Ö’nün ayaklarına gelip sırnaşmış sonrasında arkasını dönüp yürümeye başlamıştı. Arada arkasına dönüp Ö’nün gelip gelmediğine bakıyor sonra yoluna devam ediyordu. Ö ant içmiş gibi kediyi takip ediyordu. Uslanmadan yürüdüler. Uzun sokaklardan, eski binaların yanından, ormanlık alanlardan, meydanlardan geçtiler. Ö yorulmaya başlamıştı ama kedi dur durak bilmiyordu. Bir koku… Ö’yü mest etti. Leylak kokusu dışında muazzam bir güzellikte bir koku vardı. Ama nereden geliyordu? Ya da kimden geliyordu? Gözleri istemeden kapandı, Ö adamın. İstek dışı ayaklarının götürdüğü yere gitti. Açtı gözlerini ve gördü orayı. Papatya kokan bir sokak, alttan alttan hafif bir demir kokusuyla beraber. Ama sokak, kokusu kadar net değil. Görebildiğim tek şey büyük çok büyük bir ağaç ve yerde sokak taşlarında tebeşirle çizilmiş küçük şirin papatyalardı. Yalnız onları görmeme izin vardı sanki geri kalanı göremez, anlayamaz, kokusunu alamazdım. Başkasınındı orası, trendeki sandıklar gibi tehlikeli ve yasaktı sanki ama kendime engel olamadan adımlarım sokağa giriş yapmak için bir iki adım atmıştı bile ta ki o sesi duyana kadar. -hey! Bu… bu bir insan sesiydi. Bir kız çocuğuna ait bir sesi. Huzurlu ve yorgun geliyordu sesi. Bu yaşta yormuşlar mıydı onu? Ama sesinde yansıyan bir enerji vardı. Umut doluydu ve hep umut dolu olacak gibiydi yıldıramayacaktı onu hiçbir şey. Kafamı çevirdim sağıma. Ufak bir kız çocuğu, sinirli sinirli bana geliyordu. Bir kız çocuğu… insan yavrusu… bana geliyordu… kedi dışında bir canlı daha vardı, güzel bir kız çocuğu. Geldi, geldi ve tam önümde durdu. Kumral saçlarını iki yandan toplamış, hafif dağılmış, kâkülleri olan ve bana sinirli bakan biri vardı karşımda. Toprak gözlerini bana dikmiş bakıyordu, hiç korkmuyordu. Kendi olanı elinden geldiğince koruyacaktı ve dokundurtmayacaktı. -sana diyorum! Gerçekten bana diyordu ve ben öylece kalakalmıştım önünde. Şaşkınlığımı yutamıyordum. Papatya kokulu kız çocuğu karşıma tüm cesaretiyle çıkmıştı ben ise tüm cesaretsizliğimle kaçmak istiyordum. O güçlüydü ben güç ne demek bilmiyordum. O benden belki de 15 yaş küçüktü ama benden daha çok şey bildiğine yemin edebilirdim. Hissettiriyordu bunu. Konuşmasa bile herkes böyle anlardı papatya kızı. -merhaba? -birine ait olan bir yere girmeye çok mu meraklısınız? -yok, yanlış anladınız beni. -bu sokağa girmeye çalışıyordunuz? -evet. -sahibinden izin almadan? -sanırım. -o zaman sizi hiçte yanlış anlamamışım beyefendi. -özür dilerim… -peki. -bir şey demeyecek misiniz? -bir şeyler mi demeliyim? -konuşmak iyi olurdu. -neden? -uzun süreden sonra ilk defa birileriyle konuşuyorum sanırım ondan konuşmayı arzuluyorum. İlk defa demeye utandığımdan ‘uzun süreden sonra’ kelimelerini eklemem içime bir yük oturtmuştu. Kalbim eziliyor gibi hissediyordum. Birisi derimi ve kemiklerimi kesip onu yerinden almalıydı, hiç güzel bir duygu değildi bu. Peki kalbimin alınması bu duygunun yok olması için yeter miydi? Yeterli gibiydi, kalbin yoksa aklın yoktu, ruhun hiç yoktu, sen yoktun… -saygısız insanlarla muhatap olmayı sevmiyorum. -özür dilemiştim ama. -özür her kapıyı açar mı? -açmaz mı? -açmaz gibi. -gibi? -açmaz. -tanışsak ve yeni bir sayfa açsak? -olur. Birisinin yerinden almasını istediği kalbi deli gibi atıyordu, Ö adamın. Heyecanlanmış ve çocuk gibi hissetmeye başlamıştı. Yaşadığı bir ilkti, hatta ilklerdi. Bir kedi çıkmıştı karşısına sonrasında ise bir kız çocuğu. Beklemiyordu bunları, beklemeyen sadece kendisi de değildi üstelik. Evrende şaşkındı, papatya kız da kedi de. -merhaba, ben Ö. -Ö mü? Ne değişik bir isimmiş böyle. -a öylemi, bana hiç öyle gelmemişti oysaki. -değişikliğinin yanında özel bir yanı da var gibi. Sanki önemli biri tarafından seçilmiş gibi. Sanki yağmurlu bir günde, yabancı yere tutunmak için seçtirilmiş gibi. Yabancı yerde olan seçmemiş ama, yabancı yerdeki yabancı olmayan yerdekine seçtirmiş, yükü üzerinden atmış gibi sanki. Ö… güzel ve değişik bir isim, sevdim. -senin adın? -ah pardon, isminin güzelliğinden kendiminkini söylemem gerektiğini unutmuşum. Merhaba, ben âhen. -âhen… huzurlu hissettiriyor. -sence anlamı nedir? Sana ne gibi anlamları hissettiriyor? -serviler gibi pek çok anlamı var gibi isminin. Gün gittikçe yeni anlamları ekleniyor gibi, yeni anlamlar yeni yollar oluşturuyor gibi girilmeyen sokağına. -peki şu an sende hangi anlamı uyandırdı? -girilemeyen, dokunulamayan, o istemeden görülemeyen. -yeni anlamlar, yeni yükler… -diğer anlamları ne peki? -maalesef bunları söyleyemem, anlam koyucu rahatsız hissedebilir kendini. Nasıl sokağı koruyorsa koyduğu anlamları da korur, görmesini istediklerine gösterir. O yüzden bunları senin görmen gerekir, benim anlatmam değil. Tabi şeyi de hesaba katmak lazım, ismin sahibi ve anlam koyucu görmeni istiyor mu. -sanırım bu benim hikayemle alakalı değil, göremeyecek gibiyim anlamları. -biraz öyle duruyor gibi. Kaderimiz maalesef ki uzun yazılmamış seninle, bu sebepten görmesen daha iyi. -sanırım… -ne arıyorsun buralarda? -bir şeyler arıyorum ama tam olarak ne olduğunu bende bilmiyorum. -bilmeden bir şeyler aramak zor olmalı. -öyle gibi bilmiyorum. -sanırım pek çok şeyi bilmiyorsun? -yeni doğmuş gibiyim ama aynı zamanda da çok yaşlı biriyim. Bir şeyleri biliyorum, kafamda sabit bazı şeyler, ama aynı zamanda hiçbir şey bilmiyorum gibi. Dolaşıyorum öyle çıkış arıyorum. Ansızın yola çıktım, yolda kalıp yolun getirdiği yükleri sırtlanıyorum. -ansızın yola çıktıysan ansızın yoldan da çıkabilirsin illa yolda mı kalmalısın? -evet, yolda kalmalı ve yolu tamamlamalıyım. Ona doğruları söyleyemiyordu. Kelimeler beyninde birleşiyor başka bir cümle olarak çıkıyordu ağızından. Engel olamıyordu buna, sanki kendisinden başka kimse bilmemeliydi evrenle ilgili gerçekleri. Kendisiyle ilgili gerçekleri… -sokağının bir adı var mı? -var. -söyleyebileceğin bir şey mi? -0204 -anlamlı sayılar olmalı. -anlam koyucunun her şeye bir anlamı var. Bir sır vereyim mi? -evet, dinliyorum. -anlam koyucunun kendine ait bir lügatı var. -o kadar çok anlam verdiği şeye mi sahip? -sahip demeyelim yanlış olur. Sevdiği şeylere kendi anlamlarını yükleyip onları özel kılıyor. -sevmek için sevmiyor, özel kılıp kendine ait bir anlam sevgisiyle seviyor. Ne kadar güzel… -kesinlikle. Bir sessizlik kaplamıştı ikisini de. Öylece bakınıyorlardı etraflarına. Merak ettikleri vardı ama soramıyorlardı birbirlerine. Utanmaktan değildi bu, sanki şu an susmaları ve yollarını ayırmaları gerekiyordu. Kaderlerinin onları birleştirdiği an bu kadardı. Bitmişti ve ayrılma vakti gelmişti sanki. Tam bu sırada rüzgârın kedisi, Ö adamın ayaklarına sırnaşmaya başlamıştı. Hadi diyordu, gidelim işimiz var daha. Ö adam, toprak gözlerdeki gözünü çekti ve ayaklarının altındaki kedinin yeşil gözlerine odakladı. Lütfen biraz daha duralım diye seslendi içinden kediye, Ö. Ama kedi hâlâ ayaklarını kıpırdatmaya çalışıyordu Ö adamın. -sanırım bu kadardı? -kaderimizin bizi birleştirdiği yol bu kadarmış. Bilmediğin şeyleri aramanda başarılar dilerim. Umarım bir an önce ne aradığını keşfedersin. Ve istediğin gibi yoldan çıkmazsın. Tanıştığımıza memnun oldum Ö. -umarım ismine yüklenen anlamlar sana yük olmaz hiçbir zaman. Papatya kokulu sokağında hep mutlu ol. Papatya çizimlerin hiç silinmesin. Tanıştığımıza memnun oldum âhen. -hoşça kal… -hoşça kal… İçindeki ayrılığın verdiği hisle papatya kızın yanından ayrıldı, Ö adam. Kötü hissediyordu hâlâ kendini. Doğruları söylemeliydi ona. Ya doğruları yük olsaydı papatya kıza, bunu istemezdi o. O yüzden içindeki bu rahatsız hissi def etmeye çalışarak yola devam etti. Uzun ince bir yola girmişlerdi Ö ve rüzgârın kedisi. Sakin sakin yan yana yürüyorlardı. Hava aydınlıktı huzurlu hissettiriyordu ama bir huzursuzluğu da vardı, neyden kaynaklıydı bilinmezdi. Rahatsız hissediyorum kendimi. Servi duygusu sarmış sanki dört bir yanımı. Papatya kızla daha çok konuşmalıydım, içimdeki pişmanlık gittikçe büyüyor. Sorularıma cevap aramalıydım, belki de biliyordu cevapları o. Ama yapamamıştım işte, bir şey engel olmuştu içimdeki kelimelerin dökülmesine. Evren… olabilirdi engelleyen. Çünkü belli bir planı vardı, dışına çıkmama izin yoktu. Uyanıyor, bulunduğum evreni geziyor, bilmediğim şeyi arıyor ve sonrasında ölüyordum. Peki neydi aradığım şey? Göz önünde miydi yoksa gizli bir şeyler miydi bu? Aklındaki düşüncelere dalmışken fark etmemişti geldiği yeri, Ö. Yine bir meydandaydı, yine bir saat vardı. Servi ağaçları yerine deniz vardı. Hırçın, mutlu deniz. Saatte tek bir sayı yazıyordu, 03. Zaman geçmiyordu. 03’e tutsaktı. Bu yüzdendi bozulmuş gibi ses çıkarması. Ne akrebi vardı ne de yelkovanı. Sanki bütün evrenler anlaşmış gibi kaybetmişti onları. 03’e tutsak bir saat. Bütün sayıları işgal eden, 03. Akrep ve yelkovansız bir saat daha. İçerisinde dolaştığım evrenlerin tek ortak noktası akrep ve yelkovanlarının kayıp olması. Acaba bilmeden aradığım şey onlar mı? Hep ölürken bulduklarım… aradığım onlardı ama yine de bulunmak istemeyen yine onlardı. Bulunmak istemiyorlardı çünkü hep öldüğümde karşıma çıkıyorlardı. 08 çıkmazında mezarın üzerindeki ağaçtaydılar, kasvetli evde tavanda, ahşican ağacının içerisinde. Ölümüm, buluştu. Buluşum ölümümü haber ediyordu. 08 çıkmazı gibi bir meydan burası. Serviler yok, onların yerini deniz almış. Denizin ardında sıradağlar dizilmiş. Kasvetli evler hâlâ aynı yerlerini koruyor. 08 mezarlığı gibi bir mezarlık daha var iki mezar taşı olan. Ve mezar taşlarının ardında mor leylak ağaçları var. Bütün evreni saran koku buradan geliyormuş. Mezar taşlarının üzerindeki yazılar silinmiş ya da evren bana bu mezarların kime ait olduğunu göstermek istemiyor. Göstermek istediği iki mezar, iki ölü, iki kayıptı. Saatin sesi yankılandı 03 evreninde. Deniz daha da hırçınlaşmaya başladı. Gök eksik kalmadı eklendi sesiyle diğer seslere. Güneşli hava yavaş yavaş kapanmaya başladı. Ö’nün yanı başındaki kedi kaçarak uzaklaştı. Ve Ö yine yalnız kaldı. Etrafına bakınıyordu Ö. Bir şeyleri çözmeye çalışıyordu ama bir türlü anlamıyordu bu seslerin bir anda yükselmesini. Ve tam bu sırada yer sarsılmaya başladı, bir ses eşlik etti bu sarsıntıya. Tanıdık bir ses değildi. Yüksek, ağır ve korkutucu bir sesti. Yer yarıldı. Yer gerçekten yarıldı ve içinden bir taht çıktı. Tahtın çıkmasıyla kasvetli evlerden biri yıkılıp yerine bir sokak oluştu. Hepsi aynı dakikanın içinde oldu ve bitti. Etrafı kapladı sessizlik. Kalakaldı Ö, ne tepki vereceğini şaşırdı. “Anne?” “ANNE?” “HAYIR!” “ANNE! LÜTFEN! …” “anne…” Sessizliğin içinde yıkılan kızın sesini duydum. ‘Anne?’ dedi şüpheyle, ihmal vermeyerek. ‘ANNE?’ dedi, şüpheye düşerek ve sesini yükselterek. ‘HAYIR!’ dedi, her şeyin oyun olduğunu düşünmek isteyerek. ‘ANNE! LÜTFEN!’ dedi, bütün gözyaşlarıyla bütün acılarıyla ve bütün dilekleriyle. Yıkılan kızın sesi gittikçe yükseldi ama bu yükseliş yıkılıştı. Sanki zaman durmuş, geçmez olmuştu sonraki saniyeye. Sanki zaman üçe üç kalaydı. Yıkılan kızın dünyası yıkılmıştı başına. ‘anne…’ dedi, ümidini yitirerek. Her yer sustu bu feryatların ardından. Ne bir rüzgâr esintisi vardı ne de denizin hırçın mutluluğu. Ne saat sesi vardı ne de kedi hırlaması. Hiçbir ses yoktu. Sanki zaman durmuştu… 03’te… Tik… tik… tik… ufaktı sesi, sessizliğe baş kaldırarak çıkmıştı bulunduğu mekanizmadan. Zamana meydan okuyordu, zaman aracı. Zaman aracının baş kaldırısı diğerlerine örnek olmuş onları da katmıştı arasına. Önce rüzgâr esintisi eşlik etti, sonra deniz, gök… aralarında tek biri vardı ki sesini kesinlikle çıkarmıyordu. Saat… küsmüş müydü baş kaldırmalarına? Ya da kendisi ilk baş kaldırıyı yapmadığı için mi susuyordu? Tak… tak… tak… toktu sesi, gürültülü ortama şimşek gibi düşmüştü. Bütün sesleri ardında bırakmıştı. Kimdi bu? Kimindi bu adım sesleri? Güçlü biri olmalıydı, ancak güçlü birinden çıkardı böyle bir ses. Yürüdü, yürüdü ve durdu… bir kıkırtı sesi yayıldı diğer seslerin arasına. Bu ses tonu… bir kız çocuğuna ait olmalıydı. Kız çocuklarına ait bir tını vardı sesinde. Peki bu bir kız çocuğuysa bu güçlü adım sesleri ona mı aitti? Peki neredeydi neden gelmiyordu? Görmemeli miydim 0204 sokağı gibi? Buradaydı emindim ama göremiyordum. Göremediğim şeylerin varlığından söz edilir miydi? Edilebilirdi, ediliyordu. -taht ve sokak? -taht ve sokak… Yürüdüm yeni oluşan sokağın girişine doğru. Kırmızı bir tabela vardı. Sokağın adı ve numarası yazıyordu. Biryan sokağı… 03,00… çocuk kokulu bir sokak, hayal kokulu, hayalin gerçekleşmemesinin getirdiği yıkımın kokusu vardı biryan sokağında. ‘Sevgilerimden yaralarıma’… sokak taşlarına kazınmıştı. Sokağın girişindeydi hemen, ayaklarımın ucunda. Papatya kızın sokağı gibiydi göremiyordum içerisini. Buğuluydu, bir duman kütlesi vardı. Girsem belki girebilirdim ama sahibi ben değildim. Görünmek istemeyenleri görmemeliydim. Adımlarım kelimelerden uzaklaştı. Gök gürüldedi, rüzgâr şiddetlendi, büyük saat sonunda sesini çıkarmaya başladı. Önceki sesinden daha yüksekti daha korkutucuydu. Kara bulutlar kapladı gökyüzünü. Gök daha da yüksek gürlemeye başladı. Yağmur geliyordu, toprağın hasreti geliyordu. Yağmurunu bekleyen toprak, kavuşacaktı sevdiğine. Beklenen oldu, gökyüzünden bir damla döne döne toprakla buluştu, kokusu her yere yayıldı. Ruhlar yer değiştirdi. Gök ruhları toprak oldu… Yer tekrar sarsılmaya başladı. Korkutucu olan o ses tekrar yayıldı evrenin dört bir köşesine. Ve bir taht daha çıktı. Ve bir ev daha yıkılıp bir sokak oluştu. Enderun sokağı… 03,01… kan kokuyordu, sevgi, aşk kokuyordu. Harfler süslüyordu girişini ‘sevgilerime’… görülemeyen görülemiyordu tekrar. Yağmur yağıyordu ama toprak kokusu kesilmişti. Sanki toprak hiç yoktu, hiç var olmamıştı. Yer sarsıldı, taht çıktı, ev yıkıldı sokak çıktı yerine… Ervah sokağı… 03,02… yaprak kokuyordu, bahar kokuyordu. Boğuyordu… bunaltıyordu… sanki zehirliyordu, sarıyordu, sıkıyordu… ‘yaralarımdan anılarıma’ kelimeler yine aynı yerde sokağın başında. Yağmur yağıyordu, bir yerlerde bir şeyler yerlere düşüyor kırılıyordu, sandıklar düşüyor anılar saçılıyordu kentin sokaklarında. Anılar açığa çıkıyordu, biri izinsin elliyordu, kaçırıyordu layemut anıları… kaçırıp yüzeye çıkarıyordu acıları… Yer sarsıldı, taht çıktı, ev yıkıldı sokak çıktı yine ve yine. Saat sesi yükseldi ama zaman hiç geçmedi. Magz sokağı… 03,04… koku yoktu, farklı bir kokusu yoktu. Evren ne kokuyorsa o kokuyordu. Ama diğerlerinden farklı bir şeye sahipti. Sesi vardı… kuşlar… cıvıldıyordu. ‘anılarımdan unutulmaya’… kelimeler yine oradaydı. Biri ithaf ediyordu bu sokakları ya da sokaklarını. Hepsi tek birine aitti ve ithaf ediyordu sokaklarını; anılarına, sevgilerine, yaralarına, unutulmaya… hepsinin bir görevi vardı. 4 sokak, 4 ithaf,4 taht, 4 kral ya da kraliçe ve 4 farklı görev. 1 kişi… 1 kişi ama 4’lünün kölesi… 4’lünün lanetli yağmuru ya da Lâne’tli… Yağmur şiddetlendi, fırtınalar kopmaya başladı 03 evreninde. Sesler gittikçe yükseldi. Saat çıldırdı. Gök sanki çatladı. Ö adam olduğu yere sindi. Korkuyordu, kalbi, ruhu, aklı, vücudu tir tir titriyordu. 4 farklı ruh… 4 farklı görünmeyen kraliçe sardı Ö’nün etrafını. Planları vardı, her birinin ayrı ayrı. -bırakalım. -denize atalım. -gömelim. -kaçmasına izin verelim. Tartıştılar, uzun uzun. Kendi arlarında ayrıştılar. İkiye iki kaldılar. Birileri öldürme kararı aldı birileri kurtarmak için ellerinden geleni yapacaklarına dair söz verdi. Öldürme kararı alan ikili planlarına başladılar. Kentin taşları arasında sindim. Korkuyorum. İçimde tarifi zor bir his var. Kötü şeyler olacak hissediyorum. Ama elimden bir şey gelmiyor engellemek için. Şu an, şu saniye bir şey olacak. Biri beni tutacak ve öldürecek sanki. Katilim üzerime üzerime geliyor sanki… Bir el… parmakları tutuyor… bir el parmaklarımı tutuyor. Kimse yok ama parmaklarım tutulu. Korkum artıyor. Katilim geldi, parmaklarımı tuttu. Tüm gücüyle kaldırdı beni sindiğim yerden. Götürdü, götürdü saatin arkasına. Durdu, saatin arkasındaki yamaçta. Denizde dalgalar yükseliyordu, fırtınalıydı, yağmurlarla buluşuyordu. Ruhlar bugün iki farklı yere misafir oluyordu. Birini istiyordu sanki deniz. O kişiyi alsa bütün hırçınlığı dinecek gibiydi. O kişi kimdi? O kişi sanırsam bendim… Ölümüm denizde boğulmak olacaktı. Bir çift el yönümü değiştirdi. Denize bakıyordum önceden şimdi ise saatin arkasına bakıyorum. Ve gördüm katilimi. Bir ayna… saatin arkasını kaplayan. Gözükmüyorum ben, tek gözüken o… katilim… uzun gri saçlı bir kadın. Kesinlikle yaşlı değil, genç. Yüzünü göremiyorum sırtı dönük aynaya. Ellerinden birini kalbimin üzerinde koydu. Gözlerim istemsiz kapandı. Bekliyorum beni atmasını. Zaman yandı ama itilmedim. Gözlerimi araladım ve gördüm aynadaki diğer kişinin gelişini, upuzun kahverengi saçları vardı bir kadın değil bir çocuktu. Bir çocuk… geldi, geldi ve elinden birini gri saçlı kadının ellerinin yanına koydu. Katilim bir kişi değil iki kişiydi. Koşarak iki kişi daha eklendi. Katillerim ikiydi, dört oldu. Bileklerinde halat ipi sarkıyordu sonradan gelenlerden. Tartıştılar. Ölümüm tartışma konusu oldu. 3 kadın, 1 kız çocuğu beni kimin öldüreceğini tartıştılar. Tartıştıkları şey aslında Ö’nün sandığından daha farklıydı. Ölüm ikilisi, kendilerine engel olmaması için bağlamıştı yaşam ikilisini. Ama bir şekilde iplerden kurtulup engel olmaya çalışmışlardı ölüm ikilisine. Bazı şeyler için artık çok geçti. Ö ölmeliydi, kim gelirse gelsin kurtaramazdı. Gri saçlı kadın, sinirle elini Ö’nün göğüs kafesine koyup itti denize doğru. Hiç tereddüt etmeden itti Ö adamı. Yüzünde bir gülümseme oldu. 4 kraliçe arasındaki en acımasızı oydu. Kız çocuğu da ölmesini istiyordu ama kalbinde bir sıkışma hissetti aşağıya düştüğünü gördüğünde Ö’nün. Beyaz saçlı kadın, ölmesini istemiyordu ama yüzünde bir milim oynamadı ne sevindi ne de üzüldü. Kızıl saçlı kadın, en üzülenleri oydu, kızıl gözyaşlarını tutamadı. Ö’nün düşüşü kızıl saçlı kadının yüzünü kana boyadı. Ö ise diğer katmana geçeceği için birazda olsa mutlu gibiydi. Ama içerisinde yine de korku vardı, çünkü hiç boğulmamıştı, boğulmak ne demekti bilmiyordu, nasıl bir acıydı fikri yoktu. Suya düştü Ö adam. Deniz istediğini elde etmiş, hırçınlığını saniyesinde dindirmişti. Gök, yaşlarını dökmeye devam ediyordu, bu sefer Ö içindi. Çırpınamıyorum, kaskatı kesildim. Birkaç saniyelik nefesim var bitince öleceğim, boğularak… Tuzlu su yakıyor gözlerimi. Ama açıyorum yine de gözlerimi merak ediyorum suyun içini. Bir kadın… o da süzülüyor suyun içinde benim gibi. Huzurlu bir süzülüş bu, ölmüş olmalı. Gözleri kapalı, uzun saçları kafasının çevresini sarmış yukarı çıkmak ister gibi, süzülüyordu denizin içinde. Denize ait bir kadındı o, deniz kadındı. Deniz kadın, deniz olmuştu. Toprak olamayacaktı çünkü yeryüzünde çürümeye mahkûm edilen kalırdı yeryüzünde ancak bedeni dipyüzünde olan biri toprak olabilirdi. Onun kaderi yeryüzünde yani denizde mahkûm kalmaktı. Yazıktı… Akrep ve yelkovan… yine ölüyordum ve öldüğümde karşılaşıyordum… yazıktı bana… Deniz kadının ellerinde öylece duruyorlardı. Büyük değillerdi aksine çok küçüklerdi. Bay saatin kayıpları olamayacak kadar küçük. Aradığım akrep ve yelkovan bunlar değildi, ama ya peki bunlar hangi saatindi? Hangi evrenin kayıp saat uzuvlarıydı? Son üç, nefes Özür dilerim papatya kız… Son iki, nefes Özür dilerim rüzgârın kedisi Rüzgâr… Son bir, nefes … 03 evreni… ölümle kapanmıştı. Son bir ses dağıldı yaşlarını döken gökyüzünden. Bir kadına aitti bu ses ne yıkılan kızın sesiydi ne de papatya kızın. Başka bir kadınındı bu ses, deniz olmak istemeyen Deniz kadınındı… zarifti, huzurluydu, anne gibiydi… “Ruh gider ait olduğu yere, Ve dalgalar bulut olur.” Q.
|
0% |