Yeni Üyelik
2.
Bölüm
@qnunevreni


04

 

2.Bölüm

“Ayın çalıntı ışığı”

İthaf, ‘mezar taşlarına ev sahipliği yapan o çıkmaza’

Once Upon a Time / Evgeny Grinko


 

Başka bir renk, başka bir yer oldu…


Derin derin nefesler alıyordu, Ö adam. Yeni bir yerde, yenilenmiş vücuduyla, kendini meydana açan bir sokakta uyanmayı bekliyordu. Uyanacaktı o kesindi. Ama bu uyanış, doğuş muydu, rüyadan kurtuluş muydu yoksa rüyanın rüyası mıydı? Bilinmezdi. Burası gerçekti… Onun gerçekliğiydi.


Bir rüzgâr salındı boş sokakta. Geldi Ö adama dokundu. ‘Kalk! Uyan! Uyan ki yeni başlangıcı gör. Gör ki başlangıcın sonunu bul. Bul ki evine daha da yaklaş. Yaklaş, yaklaş, ait olduğun yere yaklaş. Kimse kabul etmez seni, ait olduğun yer dışında. Sen oraya aitsin, orada olmalısın. Kalk artık!’ rüzgârın dokunuşunun kelimelere dökülmüş haliydi bu. Hem bir babanın sinirindeki sertlik vardı hem de bir annenin gözlerinden yansıyan yumuşaklık vardı, rüzgârın anlattıklarında.


Üşüme geldi, Ö adama. Bu üşüme gözlerinin kıpırdamasına sebep oldu. Uyanıyordu, uyanıp doğuyordu. Araladı gözlerini, kirpikleri arasından baktı gökyüzüne. Kocaman bir ay, gökyüzünü süslüyor, yıldızlarda ona yardım ediyordu. Tekrar kapandı gözleri. Birkaç dakika böyle kaldı, Ö. Kendiyle hesaplaştığı birkaç dakikaydı sadece.


Ay… büyük, kocaman bir ay… çok parlak, gözlerimi acıtıyor. Acıtıyor? Gözlerimi? Gözlerimi acıtıyor? Ay, gözlerimi acıtıyor… Şah damarımı kestim ben. Ciğerim yanıyor? Nefes alıyorum, alışım canımı yakıyor. Ben nefes alıyorum ama şah damarımı kestim bir cam parçasıyla, nasıl nefes alıyorum o zaman? Bütün kanımı kentin taşlarına verdim kazançları olarak. Kanı olmayan kalp atar mı? Kanı olmayan insan nefes alır mı? kalbimde atıyor nefeste alıyorum… yaşıyorum ben.


Ö adam, kendi hesaplaşmasında tek bir sonuca varmıştı, yaşıyorum ben. Yaşıyordu o, hiç litrelerce kanını feda etmemiş gibi nefes alıyor, rahatça kalbi atıyordu. Gerçekliği sorgulatırdı. Ama burası Ö’nün gerçekliğiydi. Gerçekti, Ö için. Gerçekti, onun için. Bizim için gerçek miydi? Bu sorunun cevabı bende vardı. Benimki sizi ilgilendirmezdi sizinkinin beni ilgilendirmediği gibi.


Yavaş yavaş korkarak açtı gözlerini, Ö. Gökyüzünün ortasındaki aya baktı. Çok netti, çok yakın, çok büyüktü. Üzerindeki çukurları gözükecek kadar net, yakın ve büyüktü. Mükemmeldi… Ö adam, yattığı yerde hayretler içinde bakıyordu göğe. Hayran bakışları arasında, aklında dolanan yaşıyorum düşüncesi, engel olmaya çalışıyordu bakışlarına. Sol elini, kestiği bileğini havaya kaldırdı Ö. Ve gördüğü manzara ona bütün hayranlığını yutturdu, onun yerine kafasına daha fazla soru işareti bırakmıştı. Çünkü gördüğü manzara görmeyi beklediği şey değildi. Ö, kesilmiş bir bilek bekliyordu ama gördüğü kabarık bir dikiş iziydi.


Yaram açık değil. Dikilmiş ya da bilmiyorum bir şekilde kapanmış. Biri kapatmış… kimselerin dolanmadığı bir yerde biri beni bulup yaramı mı iyileştirmişti? Birileri mi vardı ki?


Gözlerindeki şaşkınlıkla titreyen elini boğazında gezdirdi Ö. Açık yara ve ıslaklık bekliyordu, dikilmiş eliyle. Tezat bir durumdu, dikilmiş eliyle açık bir yaraya dokunacağını düşünmesi. Dikmeye gelen, yaşatmak isteyen açık yara bırakır mıydı? Bırakmazdı. Ama Ö bunu bilmiyordu. Çünkü onu yaşatmak isteyen hiç kimseyle tanışmamıştı o. Gördüğü, bildiği, hissettiği, dokunduğu her şey onu daha da dibe batırmak içindi, kesinlikle yaşatmak için değildi.


Rüzgâr tekrar Ö’yü yerinden kaldırmak için geldi, bu sefer sertti ve keskindi. Yolun devamını kapatan ağaçların arasında dans ediyor Ö’yü sinir etmek istiyordu. Ö sesin geldiği tarafa çevirdi bakışlarını yani soluna baktı. Bir sokak inceliğinde bir yol vardı ama yolu ağaçlar kesmişti. Ağaçlar o kadar yakındı ki gövdeleri az daha bir bütün olacakmış gibiydi. Gözlerinde şaşkınlık emareleri vardı. Rüzgâr elde edemiyordu istediği siniri. Onun elde ettiği sadece şaşkınlıktı. Ö adam şaşırıyor, şaşırıyor ve şaşırıyordu. Gökteki aya, elindeki ve boynundaki dikiş izine, yanında sıralanmış ağaçlara şaşırıyordu ve şaşkınlığı gittikçe artacaktı Ö adamın.


Bu ağaçlar ne zaman gelip kentin taşlarının içinden çıkıp büyüdü? Ben ne zamandır burada yatıyorum? Hâlâ kendimi çıkmaz sokakta olduğumu düşünüyorum. Öyleyse bu ağaçlar ne zaman geldi buraya? Neden yolu kapattılar? Yabancı olmayan bir ses geldi kulaklarıma.


-seni engellemek içindir belki?

-neden engellemek istesinler ki beni?

-yanlış yola sapma diyedir?

-yanlış yola sapmazsam doğru yolu nasıl bulurum?

-belki de seni istemiyorlardır ağaçların ötesinde?

-…

-kırıcı mıydı?

-olsa ne fark eder ki?

-unutma! Yola çıktın. Artık duramazsın. Çünkü bıraktıklarını eskisi gibi bulamayacaksın. Bundan sonra seni yol ilgilendirir ve yolda buldukların. Gerisini yolunun üstüne koyma. Kafan karışır yolu bitiremezsin. Unutma! Yola çıktın! Yolda kal! Yolu bitir!

-durmak istiyorsam?

-durabilirsin. Her zaman bu ihtimalin var. Kal o zaman bu durakta, çürü, kemiklerin kalsın sadece. Yeni gelenlere ibret olsun. Dur o zaman. Aklın fikrin düşünmekten erisin. İhtimalleri düşünmekten…

-hâlâ aynı yerdeyim, nasıl devam edeceğim ki?

-etrafına bakmadan ne kadarda çabuk karara varıyorsun öyle.


Aklına yeni gelmiş gibi gezdirdi bakışlarını çevresinde. Sokak lambaları yoktu ama yine de aydınlıktı bulunduğu yer. Ayın ışığı güçlüydü diye düşündü, Ö. Güçlü ve çalıntıydı. Ayın çalıntı ışığı aydınlatıyordu meydanı. Meydan demek ne kadar doğruydu bilinmez ama yuvarlaktı orası. Meydanı çağrıştırıyordu. Ayaklarının dibinde ve başının üstünde binalar vardı. Rönesans döneminden fırlamış, payanda destekli, gül pencerelere sahip, bezeme sanatıyla yoğrulmuş, bej renkli binalardı bunlar. Kimilerine görsel zevk verirdi kimilerine de vermezdi. Bakışları sağ tarafına döndüğünde, tam karşısında kocaman bir saat kulesi gördü, Ö. Saat kulesinin hemen ardında ise bir orman vardı. Ayın çalıntı ışığı sadece bulunduğu yol çıkıntısını ve meydanı aydınlatıyordu gerisi tamamen karanlıktı. Sanki ay, güneşle bir antlaşma imzalamış ve sadece meydanı aydınlatacağını söz vermiş gibiydi. Çünkü akıl almazdı, bu büyükteki bir ayın bu kadarcık küçük bir yeri aydınlatması. Yattığı yerden sadece bunları görüyordu, Ö. Kalkmalı ve görmeliydi, görmeli ve düşünmeliydi.


Bunaltıcıydı, bej rengine rağmen karartıcıydı, basıktı, hafakanlar bastırıyordu kalbime karşımdaki binalar, olmayan kalbime. Kalktım yattığım yerden. Yolu kapatan ağaçlardaydı gözüm. İnce, uzun, koyu yeşil renginde ve sık ekilmiş ağaçlardı. Sokağın gardiyanlarıydı. Kulaklarımda yine yabancı olmayan o sesi duydum, ‘servi’ dedi. Sanırsam ağacın adıydı bu ya da ruhumun o ağaca koymamı istediği isimdi, bilemiyorum. Ama güzel bir isimdi, sevgiliyi, belki servi, serveti anımsatıyordu de sevginin servetiydi. Hiçbir şey bilmediğim gibi bu güzel kelimenin de anlamını bilmiyordum.


Kırmızı bir tabela parıldıyordu sokağın renkleri arasında, binanın üzerinde. Bana göz kırkıyordu. ‘bak bu benim adım, diğer sokak gibi değilim benim bir adım var ve bunu sende bilmelisin’ diyordu sanki. Kırmızı tabelanın üzerinde beyaz harflerle ‘08’ yazıyordu, altında ‘çıkmazı’ harfleriyle beraber. Tabeladaki oku takip etti bakışlarım. Saat kulesiyle, saat kulesinin sayılarıyla bakıştık. Bir aykırılık vardı. Olması gerektiği gibi değildi. Eksikti ve karışıktı. Eksikti, akrep ve yelkovanı yoktu; karışıktı, sayılar bilindiği sırasında değildi. 05,04,09,12,03,11,01,06,02,08,07,10 sıralaması böyleydi. Onun yerini 08 almıştı. 08 onu işgal etmişti…


Tik tak tik tak tik tak tik tak…


Saatin sesi yankılanıyordu, rüzgârın sesiyle. Sallandırıyordu saatin ardındaki ağaçları, rüzgâr. Birlikle sinir bozucu bir ses çıkarıyordu. Ö’nün şaşkınlığı yerini sinire bırakıyordu. Katlanılmaz bir sesi vardı saatin. Eksik haliyle bile çalışıyordu. Eksikti, yanlıştı ama çalışıyordu. Ö, kendisini sinir etmek için çalıştığını düşünmeye başladı. Bu düşüncesinde haklı gibiydi. Çünkü Ö’nün bakışları ne zaman gotik mimariye sahip saat kulesine döndü o zaman sesini çıkarmaya başladı. Sinir etmek istiyordu, sinir edip pes ettirmek.


Saat beni sinir etmek istiyor. Biliyor o, pes etmeye yakın bir adamım. Biliyor pes edip öldürdüm kendimi. Ama öldürüşüm yaşattı beni. Peki nasıl yaşattı? Mümkün olmamalıydı bu, sonuçta kesmiştim şah damarımı, kesmiştim bileğimdeki atardamarı, bütün kanım boşalmıştı, kentin taşlarını boyamıştım kırmızıya, renk olmuş, ruh olmuştum o gri kasvetli sokağa. Nasıl hâlâ hayatta olabilirim? Gerçek değildi burası. Gerçekte ölürdüm. Rüya olmalıydı, rüyaların rüyasında olmalıydım. Bu içerisinde dolaştığım yerlerde rüyaların katmanları olmalıydı. İlk uyuyuşa kadar gitmeliydim.


Peki bu hep kendimi öldürmemle olur muydu?


İşte asıl mesele buradaydı. Bu katmanlar nasıl aşılacak ve nasıl ilk uyuyuşa gidecektim? Bütün sorularım buraya bağlanacaktı. Kim olmam önemli değildi ya da neleri sevmem. Asıl önemli olan nasıl bir sonraki katmana çıkardım?


Her şey, herkes beni caydıracaktı ya da bunun için çabalayacaklardı. Çünkü ansızın yola çıkmıştım. Ansızın yapılan işlerin zorluğu çok olurdu. Çıktığım bu yol mezarım olmak isterdi. Çıktığım bu yoldaki nesneler de katilim. Yol mezar olmayı, yolun üstündekiler katil olmayı istiyordu, böyle bir yol nasıl biterdi? Ya ben çok güzel yolcu olup kendimi belli etmeyerek oynayacaktım ya da kendimi aşırı belli ederek. Bu yol bitmeliydi. Bitmeli ve uyanmalıydım. Yine yabancı olmayan o sesi duydum ‘ya uyandığına pişman olursan ya daha kötüyse uyandığın yer’ en azından orada birileri vardır ve en azından tanıyorumdur kendimi.


İnsan kendini tanımıyorsa şayet aldığı nefes, yaşadığı dakikaların bir anlamı olmuyor. Şayet yanında birileri yoksa hayat çekilmez oluyor. İnsan biriyle yaşlanmalı, sevdiği biriyle. İnsan kendini tanımalı, her şeyiyle. Kendini kabul etmeli tüm yanlışları ve doğrularıyla. Çünkü insanı büyüten şeyleriydi bunlar. Bizi bu yaşımıza getiren ve şu anlık düşüncelerimizi bize inandıran yaptığımız doğrular ve yanlışlardı. Bunları reddetmek ve görmezden gelmek saçmalıktı. Ama insanoğlu bu, ona göre her şey mubahtı nasıl olsa.


Ö’nün adımları önündeki kocaman saat kulesine doğru hareket etti. Gövdesinde ayna vardı ama Ö bunu fark etmiyordu. Çünkü ayna Ö’yü göstermiyordu, yok sayıyordu. Katilleri çoğalıyordu. Oysaki daha yeni başlamıştı, bu ne hızdı. Yavaş yavaş saatin önüne geldi ve duraksadı. Orada.


Ne istiyorsun benden? Neden bu rahatsız edici sesi çıkarıyorsun ki. Sayılarınla neden oynadın, mesela neden 08 için onu feda ettin? Akreple yelkovanı sakladın… bulursam bulur muyum çıkışı? Burası çıkmaz deme, diğer sokakta bir çukurdu. Çukurdan çıkıldı, çıkmazdan da çıkılır. Çıkışı olmaması çıkılmayacağı anlamına gelmiyor bay saat.


Gövdendeki de ne öyle? Cama benziyor ama gördüğüm şey kesinlikle senin ardındakiler değil. Ardını görseydim eğer servi ağaçlarını görürdüm sadece. Bu gördüğüm kentin taşları, bunaltıcı binalar ve o yolu kapatan servi ağaçlarıydı. Bu cam değilse bir aynaydı. Peki bu aynanın neresindeydim ben? Saatin tam önündeydim ama aynada yoktum. Aynada yoktum ama vardım ben. Ben vardım, nefes alıyor, kan akıtıyor, yürüyor, düşünüyordum.


-var mısın?

-nefes alıyorum.

-var mısın?

-kan akıtıyorum.

-var mısın?

-yürüyor ve düşünüyorum.

-var mısın diyorum sana?

-varım.

-ama aynada yoksun?

-aynada yokum ama varım ben.

-varsan eğer neden aynada yoksun?

-yokum çünkü…

-yoksun çünkü?

-…

-çünkü ayna seni kabul etmiyor. Varsın, kendine göre. Ama bay saatin aynasına göre yoksun sen. Nasıl kabul ettirebilirsin?

-nasıl kabul ettirebilirim kendimi?


Bulmalıyım eksikleri, toplamalıyım dağınıkları. Her şey düzenini bulursa, düzen devam ederse eğer gözükürüm çünkü düzenin bir parçasıyım. Peki aynada gözükenlerde düzenin bir parçası değil mi? yoksa ben düzeni alt üst eden o kişi miyim? Eğer o kişiysem ne yaparsam düzenin bir parçası olurum?


Ö’nün gözlerindeki şaşkınlık yerini az da olsa korkuya salmıştı. Gözleri titriyordu çünkü ilk defa düzenin bir parçası olmadığını anlamıştı. Ve ne yapacağını bilmiyordu. Düzenin bir parçası nasıl olunurdu? Zaten her şey düzenin içerisinde değil miydi? Nasıl çıkmıştı, çıkışı girişi olmaz mıydı? Bir sürü soru vardı kafamızda. Sorularımız ya da cevaplarımız Ö’yü etkilemeyecekti, bu sadece bizi çıldırtırdı.


Büyük bir rüzgâr daha esti, saatin sesi eşliğinde. Servi ağaçlarının sesi de eklendi bunlara ve çok ileriden akan bir suyun sesi duyuldu. Şelale olmalıydı, servi ağaçlarının ardında. Diğer seslerin aksine huzur vermeye gelmiş gibiydi Ö adama. Su sesini duyduğunda yüzünde bir tebessüm oluştu Ö’nün. Düşünüyordu, düşünmeye çalışıyordu o karışıklıkta. Karışıklığın ahenginde karışmadan durmaya çalışıyordu. Zordu, çok zordu. Ama suyun sesi görünür kılıyordu bazı kelimeleri. Ayna, kelime çıkarıyordu yüzeyine.


İki uzun saat uzuvu,


Koyarsan yerine olur sana, saat yolu.


Saat yoludur, gösteren makberi.


Makberdir miratın ya da mirattır makberin.


 

Düşün… düşün ve bul… Bul! Ara! İki uzun saat uzuvu, akrep ve yelkovan… bul ve koy yerine. Nerede olabilir bu saatin uzuvları? Ara! Bakışların bir saniye durmasın! Bak etrafına, görünenin ötesini gör.


Gezdirdi bakışlarını Ö adam. Görmediği mezarlıkla karşılaştı, soluna dönünce. Bir tane mezar taşı bulunan çıplak bir topraktan alandı. Girişinde kocaman 08 yazılı bir tabelası vardı, aynı mezarlık girişlerindeki gibi.


08, mezarlık. Mezarlık çıkmazı, mezarlık için feda edilen on. Onun gömüldüğü yer. On kimdi? O kimdi?


Ö yavaş ama seri adımlarla mezarlığın tabelasının altına geldi. Baktı boş toprak parçasına. Görülmeyeni görmek istiyordu ama gözleri bu mertebede değildi. Baktı sadece, görebildiği tek şey bir mezar taşı oldu, üzerinde hiçbir şey yazmayan. Dolaştı tek mezara sahip, mezarlığı. Hiçbir şey yoktu. Aradıkları burada değildi. Pes eder gibi oldu ama pes etmedi Ö adam.


Bir gitti kaldı iki. Pes etmek yok! Dalga konusu olma ruhu olmayan nesnelerin.


Koşarak bunaltıcı bulduğu binaların hepsinde dolaştı. Girilecek yerlerini aradı, açık bir cam, kilitli olmayan bir kapı. Ama bulamadı. Ne camlar açılıyordu ne de kilitli olmayan kapı vardı. Nefes alışları yükseldi. Geriliyordu.


İki gitti kaldı bir. Pes etmek yok! Dalga konusu olmayacaksın.


Yine koşarak saatin ardındaki servi ağaçlarının oraya gitti. Sığıp, gireceği bir alan aradı. Ama yine bulamadı. Ağaçlar çok sıkıydı, ketumdu, gardiyandı. İzin vermiyorlardı. Bakındı etrafına. Aradı saatin uzuvlarını herhangi bir izlerini bulamadı.


Üç gitti kaldı sıfır. Pes etme… lütfen… dalga konusu olma.


Bulutlar geldi, ayın çalıntı ışığını kesmek için. Karanlık bulutlar geldi, 08 çıkmazına. Sesler çıkarıyorlardı, göğü gürletiyorlar, rüzgârı kendi köleleri yapıyorlar, servi ağaçlarını titrettiriyorlardı. Ayın ışığı o kadarda aydınlatmıyordu artık meydanı. Ö, etrafına ürkek bakışlar atıyordu. Ne yapacağını bilmeden etrafında tur atıyordu. Bir ipucu bulur umuduyla her şeyi inceliyordu. Ama elleri yine boştu.


Şimşek sesleri yükseliyor, rüzgâr hırçınlaşıyordu. Şimşekler çoğalıyor, saatin tik takları hızlanıyordu. Bu kadar yükselişin ve artışın arasında Ö öylece duruyordu. Aklına gelen her yere bakmıştı ama hiçbir iz yoktu onlardan. İki uzun saat uzuvunu bulmadan geçemiyordu diğer kelimelere.


Pes edip yattı olduğu yere. Gözleri saatin karışık sayılarındaydı. Şimşek çaktıkça aydınlanıyor sonra geri eski haline geliyordu. Düşünüyor, düşünüyor bir sonuç alamıyordu. Dalga konusu olmayı kabul ediyordu. Çabuk pes eden bir adamdı Ö. İşe güzel başlıyordu ama bir anda pes ediyordu. Kendini çok güzel telkin ediyordu ama sadece ediyordu. En büyük hatası buydu, telkin edip bırakmak. Kaçmak istiyor, kaçıyor ama kaçmak istediklerinden değil. Değişik bir adamdı Ö. Çok değişik.


-pes mi ediyorsun?

-bilmiyorum.

-nasıl bilmiyorsun?

-bilmiyorum, bilmediğimi de bilmiyorum.

-ne yapacaksın?

-yatacağım.

-burada, öylece?

-evet, burada öylece.

-yanındakini ne yapacaksın, yatacaksan?

-yanımda bir şey yok ki.

-emin misin?


Bakışlarını saatten çekip yanına çevirdi. Yanında kürek vardı. Daha önce orda olmadığına emindi, biliyordu bu dünya farklıydı ama hâlâ şaşırmadan duramıyordu. Bir kürekle ne yapabilirdi? Bir yeri kazabilirdi. Aklına mezarlıktaki tek mezar geldi. Heyecanla kalktı yerinden ve hızla mezarın başına gidip kazmaya başladı. Kazdı, kazdı ve kazdı. Hiçbir şey yoktu mezarda ne bir kemik parçası ne de aradığı akrep ve yelkovan. Bu sefer gerçekten pes etti Ö adam.


Çıktı mezardan, bıraktı küreği mezarın ayak uçlarına, karma sesler arasından. O seslerin arasında biri eksikti. Her şey doğaldı ama onun yapaylığı yoktu. Saat susmuştu. İnanamadı bu duruma. Koşarak saatin önüne gitti. Gerçekten de gelmiyordu sesi. Bakışları saatin gövdesindeki aynaya takıldı. Biri vardı orada. Ayna birini yansıtıyordu Ö’ye. Ö’nün kalp atışları hızlandı, alnında ter damlaları oluşmaya başladı. Korkuyordu, kimdi o? Neden onunla beraber hareket ediyordu. Nefes alamamaya başladı. Göğsü daralıyordu, cildini kesip almak istiyordu ciğerlerini. Nefes almaya yaramıyorlarsa işleri neydi o zaman.


Adımları geri geri gitmeye başladı. Görmek istemiyordu aynadaki şeyi. Şeydi çünkü tanımlamak istemiyordu. Tanımlarsa onu işgal edeceğinden korkuyordu. Geri geri giden adımları koşmaya döndü. Ve takıldı ayağı küreğe. Ve düşü verdi kendi elleriyle kazdığı mezara.


Şimşek çaktı, bu seferki öyle bir ses çıkardı ve öyle bir aydınlattı ki etrafı, göremediğini gördü Ö adam. Mezarının üzerinde bir ağaç dalı vardı o dalda da akrep ve yelkovan… ama her şey için çok geçti. Ö düşmüştü mezara ve artık mezarındı, kalkamaz, hareket edemezdi.


Bir yağmur damlası döndü döndü ve Ö’nün gözünün içine düştü. Yağmur damlasını bekleyen topraklar, dökülmeye başladı Ö’nün üzerine. Diri diri gömüldü Ö. Yağmurlar can suyu oldu toprağına.


Ve Ö, aynada tanımlamaktan korktuğu şey olmaya doğru adım attı.


Q.


Loading...
0%