@qnunevreni
|
05 1.Bölüm “Ansızın yola çıkmak” İthaf, ‘ardımda bıraktığım ilk sokağa. Carousel / Evgeny Griko Bugün birileri de ansızın yola çıkmaya niyetlendi Ö gibi, kimileri bunu aşk acısından yaptı kimileri ise içine sığmayan şeylerden, bazıları sadece gitmek istediği için niyetlendi bazıları ise gitmek istemediği için. Ama hepsi niyetlendi, ne kadarı bunu başardı? Bilinmez. Bizim tek bildiğimiz Ö’nün yaşadıkları ve yaşayacaklarıydı. Bizi sadece o ilgilendirirdi gerisinden bize neydi kısacası. Ö sadece niyetlenmedi, o bunu başardı. O bir gece, evi bildiği yerde otururken uzaklaştı zihninden, önce zihninden uzaklaştı sonra evinden. Evi, ev gibi gelmedi ona sanki o an. Başka yere aitti, sanki başka yerdeydi nefesleri. Başka yerde oturmalı, başka yerde nefes almalı, başka yerin suyunu içmeliydi. Burası onun değildi, burası ona zindandı, burası ona dardı. Burada kimse onu istemiyordu; oturduğu koltuk, derisin altındaki kemiklerine batıyordu. İzlediğini sandığı televizyon bir gidip bir geliyordu, onun tarafından izlenmek istemiyordu. Az önce ellerindeki bardak kendini yere atmak için her şeyi yapmıştı ve başarmıştı da. Yerdeki cam kırıkları adımların buraya ait değil diyordu bütün her yeri kaplayarak. Kimse onu istemiyordu, Kimse onu sevmiyordu. Kimseler çok acımasızdı. Kimseler arasına sıkıştı düşünceleri, belki başka yerler isterdi onu diye düşündü ama bulmak mümkün olur muydu? Şurada ne kadar zamanı kalmıştı ki, alacağı kaç nefes, basacağı kaç adım, hissedeceği kaç rüzgâr, duyacağı kaç ses, altında ıslanacağı kaç yağmur damlası kalmıştı ki. Bilmiyordu. Televizyonun cızırtılı sesi bir an düzeldi ve şu kelimeler döküldü ‘bilinseydi yaşanır mıydı?’ ve yine eski cızırtılı seslerine geri döndü. Sanki ona mesaj veriyordu televizyon, vermese dahi o mesaj verdiğini kabul etmişti bile. Hiçbir şey umursamadan kalktı can acıtan koltuktan, bastı yerdeki adımlarını istemeyen camlara. Umursamadı ayaklarının kanamasını, acımasını çünkü acısı zaten yüreğindeydi, ruhundaydı. Fiziki acı, yüreğindeki acıyla boy ölçemezdi. Yüreği acıyan insanların vücudu acımaz diye düşündü. Geçti cızırtılar çıkaran televizyonun önünden. Hiçbir şeyini almadan çıktı o evden. Son saniye kendini hatırladı geri dönüp kendiyle beraber gitti istenmediği evinden. ‘Herkes ansızın gitmeye niyetlendi ama kimse gitmedi. Neden kimse gitmedi ya da gidemedi? Neden?’ aklındaki bu kelimelerle çıktı gitti yaşadığını sandığı apartmandan. Kentin taşlarının üstünde öylece kalakaldı Ö, kıpırdayamıyordu. Gitmek istiyordu oysa dakikalar önce, şimdi ne değişmişti? Neydi onu böylece durduran? Sağına baktı, eski evinin siyah kapısı. Soluna çevirdi kafasını ve önüne baktı uzun bir yol vardı karşısında yeni evinin bedeli vardı. Her adımda zorluklarla ödenecek bedeller vardı. Onun tek hedefi bu zorlukları geçip yeni evini bulmaktı. Başarır mıydı? İşte bu Ö’ye kalmış bir durumdu. Başarmak isterse başarırdı ama istemezse bütün imkanlar bir araya da gelse o evi bulamazdı. İnanmaktan geçiyordu diye düşündü Ö. Ve haklıydı da böyle düşünmekte. İnanmak pek çok kapıyı açardı insanoğluna. İnanmalıydılar pek çok şeye… Kentin taşları önce arlarına aldılar Ö’yü. Ö, burası mı diye düşündü, hemen mi buldum. Ama kentin taşlarının amacı cesaret vermekti. Ö pek çok şeyi anladığı gibi bunu da yanlış anlamıştı. Saplandıkça saplandı kentin taşlarının arasındaki toprak zerrelerine. Ve kentin taşları kabul etmekten vazgeçti Ö’yü. Mecburen bir iki adım atmak zorunda kaldı. Ufak adımları önce yürümeye döndü. Yavaş yavaş yürüdü upuzun, sokaklara ayrılmayan bir sokakta. Canlılık belirtisi yoktu bu sokakta. Sadece kasvetli binalar vardı. Sokak lambaları patlamıştı. Evlerin perdeleri açıktı. Terk edilmiş koskocaman bir şehirde yaşadığıyla yüzleşti. Kimse istemiyordu beni. Giderlerken bile haber vermemişler bak. Ne insanlar ne de geri kalan her şey. Kuşlar söyleyebilirdi ya da duvarlar dile gelip ona bu gerçeği fısıldayabilirdi. Ama yapmadılar, çünkü beni sevmiyorlardı, dışlıyorlardı beni. Ben yalnız bir adamdım ve yalnız kalmam için her şeyi yapıyorlardı, cansız varlıklar bile. Yürüyen adımları duraksadı. Gözünden düşen bir damla kentin gri taşlarına düştü, o taşların arasındaki toprağa düştü. Toprak severdi damlaları, sahiplenişinden belliydi. Rüzgâr bütün sertliğiyle çarptı Ö adama. Git diyordu sanki, yürü. Senin yerin burası değil, sen başka yere aitsin, burası kimselerin. Ben nereye aittim. Hayır, hayır asıl soru bu değil. Asıl soru ben kimim? Kimdim ben? Adım neydi? Niye buradaydım? Bu sokağın adı neydi? Kaç numaraydı? Tanıdığım birileri var mıydı? Daha bir sürü soru işareti vardı aklımın bir köşesinde. Hepsi birbirinin içine girmiş, birbirleriyle bağlantılı sorulardı. Domino taşları gibiydi birini bulsam diğerleri hemen ortaya çıkar gibi hissettiriyordu. Ama aynı zamanda sanki ilk taş düşse diğerine değemeden yerle bir olurdu. Rüzgârı dinleyip yürümeye devam etti Ö adam. Rüzgâr mutluydu, Ö mutsuz. Bu hayatta birilerinin mutlu olması için başka birilerinin mutsuz olması gerekiyordu, öyle bir cehennemdi burası. Kasvetli binalar bitmeden devam ediyordu. Grinin binlerce tonuyla tanıştı Ö. Beklemiyordu, beklemekten öte bu kadar gri tonu olduğunu bilmiyordu. Gittikçe binalar çöküyordu, yaşlanıyorlardı. Sıvaları dökülüyor, döküldükçe bina iskeleti kalıyordu öylece. Düşen tuğlaların sesleri sokakta yankılar yapıyordu. Yanlış yere doğru adımlıyorum sanırım. Ben insanlığa gitmek isterken, insanlığın ilk terk ettiği yere gidiyorum gibi. Tam tersine gitmeliydim, durmalı ve düşünmeliydim. Durmuştum ama düşünmek aklımın ucuna bile gelmemişti. Bir insan nasıl düşünmeden durabilirdi ki. Yoksa insan değil miydim ben? Peki aklımdan geçen bu kelimeler düşündüğümü göstermez miydi? Bence gösterirdi. Böyle düşünmem insan olmak istememden kaynaklı değildi. Kim insan olmak isterdi ki. Saçmalıktı, insanoğlu çiğ süt emmişti, gaddardılar, vahşiydiler, ikiyüzlüydüler… birçok tanıma bürünebilirlerdi. Bu onların kimliksiz olduğunu gösterirdi. Onların isimleri kimliklerinde yazanla, kulaklarına okunanlarla bitmezdi, yanlarına bir sürü sıfat alabilirdi ve bundan gocunmazlardı sadece öyle olduğunu hissettirirlerdi. Severlerdi çünkü karşılarındakine duygu sömürüsü yapmayı. Severlerdi, çünkü onlar kendilerinin tek düşünen şahsiyet olduğunu düşünürdü. Başkalarının fikirlerinden ona neydi, onun için önemli olan ve önemli olması için herkese dayatacağı kendi fikirleriydi. Bir tek o vardı, bir tek onun gibi düşünenler vardı, geri kalan akılsızdı, salaktı, fikirsizdi, onlar için her sıfat müstahaktı. Herkes haklıydı ama haksızlardı. İnsanoğlunu anlamak çok zordu. Ve evet ben de insanoğlundan biriydim. Çok can acıtıyordu bu. Bir ağaç olmak için nelerimi vermezdim. Bir ahşican ağacı… ne güzel olurdu. (ahşican* dört unsur ‘toprak, hava, ateş, su’ / böyle bir ağaç yok ilerleyen bölümlerde anlatılacak kendisi) Ama maalesef, yaradan beni ağaç olarak değil, insan olarak yaratmış. Kabul etmeli ve keseye koymalı. Kabul ettim, keseye değil toprağa, koymadım gömdüm. Yürüdü, yürüdü gidebildiği kadar gitti yolu. Sonunda da karşısına topraktan bir duvar çıktı. Bütün yol boyunca ne yeni bir sokak çıktı ne de bir ışık hüzmesi. Kasvetli, ışıksız ve cansız bir yoldu. Ve bitmişti. Şaşırdı Ö. Beklemiyordu bunu. Evet, evet beklediği kesinlikle bu değildi. Ama neyi beklediğini o da bilmiyordu. Korku hissetmeye başladı Ö adam. Bir anda kalbi titredi, geri döneceğini düşününce. Geri dönmeliydi, eğer gerçek evini bulmak istiyorsa geri dönmeli ve aramaya devam etmeliydi. Ama ya bunun gibiyse diğer tarafında sonu. Ya ben kalakaldıysam bu sokakta. İnsanların terk etmesi belki de bundandı. Terk edilebilir miydi çıkışı olmayan bir yer? Terk etmek için illa çıkış mı gerekliydi ki? Hayır, terk etmek isteyen her türlü yapardı. Buradaki nefes alan herkes istemişti ve terk etmişlerdi adını bile bilmediğim sokaklarını. Bir yerlerden bir fısıltı geldi kulaklarıma. ‘Ya zaten en başından beri kimse yoksa bu sokakta?’ en başından beri kimse yoksa… İçinde var olan korku gittikçe büyüdü. Kalbi titrediği gibi gözleri de titredi. Bakışları çaresizce etrafındaki yıkık binalarda geziyordu. Ne yapacağını düşünüyor, her düşünüşünde de o yolu geri yürümesi sonucuyla yüzleşiyordu. Ya diyordu burasının iki tarafı da çıkmazsa. En büyük korkusu buydu Ö’nün. En kötü ne olabilir ki, giderim yine karşıma taşları fışkırmış topraktan bir duvar çıkar. Eğer görürsem anlarım ki çıkışı olmayan bir çukurdayım. Belki de o çukurdaki tek sokak burası, belki de o çukurdaki tek canlı varlığım. Ama bunlar için pes mi etmeliyim? Çıkılmaz çukurlar, gerçekten çıkılmaz mı? Buradaki tek canlı varlık olmam buradan çıkmamam gerektiği anlamına mı gelir? Gelmez, gelmemeli. Çıkılmaz olmamalı. Yıllarımı da alsa, nefeslerimi sadece bu uğurda da feda etsem, bu çukur çıkılmaz değildi. Sadece emek gerekirdi. Bu yüzden pes etmemeli ve devam etmeliydim, yıllardır çalıştırmadığım beynimi çalıştırmalı ve bu kasvetli şehirden -ki şehir olduğundan bile emin değilim- sokaktan kurtulmalıydım. İnancımı gömdüğüm topraktan çıkarıp devam etmeliydim. Bu yüzden önce eski evime sonra yolun devamına. Yürüdü Ö adam, ayaklarındaki bir türlü kabuk tutmayan yaralarıyla beraber. Her bir adımı yeniliyordu yaraların durumunu. Hâlâ ayaklarında olan camlar da yeni yaralar açıyor, kanatıyordu. Griden oluşan sokağın taşlarını kırmızıya boyuyordu. Yaralarıyla renk getiriyordu, kasvetli sokağa. Gittikçe daha koyu kırmızı ters adımlarıyla karşılaştı Ö adam. Hemen onların önüne atıyordu yeni adımlarını. Sanki kendisiyle yüzleşmek istiyor gibi. Ama imkân dahilinde değildi bu durum, en azından yüz yüze bir yüzleşmek. Kim kendisiyle karşı karşıya kalırdı ki? imkansızdı, olasılıklar içerisinde yoktu bile. Neresiydi burası birisinin iç dünyası mı? Fantastik bir evren mi? hayır hiçbiri değildi. Gerçekti burası… Belki bir rüyaydı. Kimsenin olmadığı bir sokak olabilir miydi gerçekte? Hadi olabilir diyelim ama hiçbir hayvanın uğramadığı bir yer olamazdı. Kedi ya da köpekten bahsetmiyorum. Kuşlardan örümceklerden bahsediyorum. Kuşların yuvasıdır böyle yerler, neredeler? Örümcekler için paha biçilmez bir yer ama yoklar. Peki ya sineklere ne demeli. Her yerde olanlar yoklar burada. Burası gerçek olamayacak kadar cansız. Ama ben gerçeğim, sorgulayamayacağım kadar gerçeğim. Nefes alıyorum, yürüyorum, kan akıtıyorum, canım acıyor, yüzüme esen rüzgârı hissediyorum… gerçeğim ben. Boş verelim bunları gerçek olan neydi ki, kendime bastıra bastıra gerçeğim diyorum? Asıl buna yumulmak gerekirdi. Ki zaten felsefeciler yapmıştı bunu. Tarihin en eski ve köklü tartışmasıydı bu. Benim gibi bir adam ne diyebilirdi ki o kadar filozof arasında. Ben bir hiçtim… yapayalnız bir hiç. Ö adamın adımları istemeden yavaşladı gördükleri karşısında. Eski evinin olduğu boşluğa baktı. Bomboştu orası ne bir moloz ne de bir çöp vardı. Uçmuştu sanki bina. Toprak bile ellenmemiş gibiydi. Öylece çırılçıplak, çatlaklarıyla uzanıyordu iki bina arasında. Dehşete düştü, gerçekten de düştü, yere. Aklı almıyordu. Nasıl olurdu bu? koca bina nasıl bir anda ortadan kaybolurdu. Ben kayboldum… ben… benim her şeyim gitti. Ben gittim… ben gittim o gitti… anılarım gitti. Eşyalarım gitti. Fotoğraflarım… beni sevmeyen eşyalarım. Hayır beni sevmeyen eşyalar gitti… yirmi yaşım gitti… gitti. Ama nasıl? Adımın Ö olduğu kadar eminim burada bir bina olduğuna. Buradan çıktığıma. Kanıt bile sunabilirim inanmayanlar. Kan akıtıyorum ben, bastım her yer kan izi oluyor. Soldan sağa giden bir iki adım ve ufak bir kan yuvarlağı. Çıkmışım ve duraksamışım. Herkes böyle yorumlardı bu izleri. Ama ben nereden çıktım? Nerede o bina? Yıkılmadı, kayboldu. Yıkılsaydı döküntüleri olurdu, kayboldu bu. Rüyaydı bu, rüya. Gerçek olamazdı. Gerçek zamanda hiçbir şey iz bırakmadan kaybolmazdı, kaybolamazdı. Korkuyordu Ö, bu rüyadan çıkamamaktan, evini bulamamaktan korkuyordu. Oysa evinden kaçan o değil miydi? Kaçmaya cesaret göstermişken bu korkaklık neydi?.. Vücuduna enjekte edilen korkuyla karışık şokun etkisiyle koşmaya başladı. O kadar hızlı koşuyordu ki sanki arkasında bir katil vardı. Öyle hızlı koşuyordu ki görenler göremezlerdi. Öyle hızlı koşuyordu ki bütün sokak onun nefes sessiyle yankılanıyordu. Kentin taşları Ö adama ihanet etti. Aralarından birini seçtiler ve onun boyunu yükselttiler. Böylece Ö adam o kadar hızlı koşarken bir anda yerle bir oldu. Ayakları kan içindeyken bir de dizleri kan olsun istedi kentin taşları ve istediklerini elde ettiler. Hanelerine aldıkları bir puanla kenara çekildiler sevinç içinde. Dizlerindeki yaraları unutup ayağa kalktı Ö. Canı acıyordu ama beynindeki acı kadar değildi. Bu yüzden koşmaya devam etti. Acı çekmemek için bütün fiziksel acıları hanesine kabul etti. Koşuyordu koşmasına ama bu sokak engel olmak istiyordu Ö’ye. Zamanında başkasına yaptıkları gibi. Onu pes ettirdikleri gibi Ö’yü de pes ettirip, harabelerde yaşamasını istiyorlardı. Evini bulamasın, kendini unutsun, kendine işkence etsin bunu istiyorlardı. Bu sokak acımasızdı, ikiyüzlüydü, maskeli haindi. Yıkıldı ışık saçan sütunlar, -ki ışık saçmıyorlardı ama onlar zaten yalancıydı, severlerdi kandırmayı- parçalara bölündüler Ö’nün önünde. Pes etmedi o, hepsinin üstünden atladı ve koşmaya devam etti. Korku her şeyi yaptırırdı. Korkuyordu o burada kalmaktan, o yüzden bütün gücüyle koşuyordu. Gitmeliydi, kaçmalı, terk etmeliydi burayı. pes etme, sakın pes etme. yapabilirsin. pes etmek yok, yapacaksın. bu yolun sonunu bulup kaçacaksın buradan. düşersen kalkarsın… düşersen kalkarsın… pes etme… düştün kalktın… pes etmedin kalktın… pes etmezsen kaçarsın. inanmazken bile inan kendine. İnan… en çok kendine inan. çünkü yalnızsın, birsin, teksin. sıfır olma… pes etme… düşersen kalkarsın… pes etme… ansızın yola çıktın yoldan çıkma! sakın pes etme ve unutma düşersen kalkarsın. İçinden tekrar ede ede pes etmedi. Koştu, düştü, kalktı, engeller çıktı, geçti. Sonunda yolun sonuna geldi. Ya da geldiğini sandı. Çünkü karşısında aynı duvar vardı. Topraktan taşları olan kocaman bir duvar. Dizlerinin bağı çözüldü. Düşü verdi oracığa. Bütün inancı dizleri gibi çözüldü. İçinde ekili olan korku, büyüdü büyüdü boyunu aştı Ö’nün. Korkusu içine aldı Ö’yü, korkusunun içine gömüldü. Kalbi bin parçalaya ayrıldı. Parçalar sokağa saçıldı. Kentin ihanet eden taşları bu parçaları seve seve aralarına aldı. Ö böylece kalpsiz kaldı. Kalpsizliğine, korkusuna, hayal ettiği o kısacık âna, önünde duran toprak duvara ağladı. Feryatları harabelerin arasında dolaşıp diğer duvara çarptı, yansıdı geldi Ö’ye. -Düştün kalkamıyorsun? -Her düşüşün kalkışı yokmuş. -pes ettin? -bazen pes etmek gerekiyormuş. -sonunu buldun kaçamıyorsun? -bazı sonların çıkışı, kaçışı yokmuş. -inanmıyorsun? -sadece istemiştim, inanmayı. -yalnızsın, birsin, teksin? -sıfır oldum. -ansızın yola çıktın yoldan çıkma? -yoldan da çıktım. -pes ettin gerçekten, hani evini bulacaktın? -belki de evim o harabelerdir. -harabeler? -o çatlak topraktır belki. -çatlak toprak? -belki de Ö’nun ölüsüdür evim. -ölü? -ölmem gerekiyordur belki çıkmam için bu rüyadan. -rüya? -rüyadan çıkmam için ölmem gerekir. -? -ama nasıl ölebilirim. Gözlerine ilerideki harabeden düşen cam parçası takıldı Ö adamın. Sürünerek gitti aldı onu ellerinin arasına. Hazine bulmuş gibi sırıtıyordu. Hayatının biletini ellerinde tutuyordu ona göre. Ama ölüm ölümdü. Rüyadan uyandırmazdı, gerçeğe doğururdu. Ölüm, doğmaktı… ama bu durumda doğmak mıydı? Yoksa onun düşündüğü gibi uyandırmak mıydı rüyadan? Rüya mıydı ki bu uyandırsın. Elindeki hazineyi -kendine göre- havaya kaldırdı ve öyle bir güldü ki, ağlamalarından daha çok yankı buldu terk edilmiş sokakta. Cam parçasını önce dudaklarına getirdi ve öptü. Ağlarken öptü. Gülerken öptü. Gülerken ağladı, ağlarken güldü tekrar tekrar öptü. Ve sol elinin bileğine doğru götürdü cam parçasını. Düşünmeden sol el bileğine büyük bir kesik attı. Ağlamalarının ve gülüşünün yankılandığı sokakta şimdi de bağırışları yankı buldu. Kentin taşları kanla buluştu. Bu kan ayaklarındaki ve dizindeki kana benzemiyordu. Kalbi attıkça dökülüyordu damardan kentin taşlarına. Toprak, su damlalarını kabul ettiği gibi kabul etti, kan damlalarını. Sakladı en içinde ve kimselere vermedi. Eli titriyordu Ö adamın. Yavaş yavaş hali yok olmaya başlamıştı. Sağ ellindeki cam parçasını, sol şah damarına dayadı. Derin nefesleri arasında, titreyen eliyle kesebildiği kadar derin kesti şah damarını. Gücünü çoktan kaybettiğinden çok bağıramadı, bağırdı ama bu bağırış içineydi. Kestiği gibi kanlar fışkırmaya başladı damarlarından sokağa, üstüne. Her yer kırmızıya boyanırken, gözleri kapanmaya başladı, Ö adamın ve bulunduğu yer yattı. Kanı oluk oluk hıphızlı akıyordu kentin taşlarına. Kalbi kan kaybettiğinden sıkışıyor, hızlanıyordu. Yavaş yavaş bilincini kaybediyordu, titriyor, kan kaybediyor ve ölüyordu. Gülmek istiyordu ama enerjisi yoktu. Tek yapabildiği gözlerinden yaşlar feda etmekti kan gölüne. Ağladı, güldü, bağırdı ve tekrar ağlarken son nefeslerini aldı bu sokakta Ö adam. Beyaz ışığa çekildi, çekildi ve çekildi. Işık artık beyaz olmaktan çıktı, başka bir renk oldu. Başka bir renk, başka bir yer oldu… Q. |
0% |