@qnunevreni
|
06
9.Bölüm “Kırık Vazodaki Kemik ve Ateş”
İthaf; sokaklardaki yangınlar(ım)a…
Epilogue / Evgeny Grinko
“SENİN YÜZÜNDEN!”
“Her şeyi batırdın!”
“Bak! Ona bak! Bu senin eserin!”
“Yine ve yine sen! Siz!”
“Bıktım sizden!”
Korkunç adamın sesi… kalbimde acı var. Kırıyor, yıkıyor, yakıyor… Susuyor, iyileşiyorum diyorum, başa sarıyor. Ünlemleri balyoz oluyor, indiriyor duvarlarıma, vuruyor, kırıyor, yıkıyor ve yakıyor beni, kalbimi. Can vermeye çalışıyorum ama bu işkenceye dönüyor. Harfleri tek tek kurşun oluyor tenime. Giriyor, çıkıyor, kapanıyor ve döngü tekrar başlıyor. Bir çıkış, bir kapı arıyorum. Ama yok… kaçamıyorum… kaçmak bu sefer kolay olmuyor çünkü kapı açık değil… Kapı var mı? Her yer duvar…
Beyaz bir oda, altı tarafı da beyaz. Yerde siyah bir leke, Ö. İçerde korkunç bir ses, o. Sızlanıyor yerde Ö adam. Sesi duymak istemediği her halinden belli. Her duyuşunda sızlanıyor yerde. Adamın sesi gittikçe değişiyor, daha sert daha yüksek çıkıyor. Aynı şeyleri söylüyor. Suçluyor, manipüle ediyor. Ama suçu sadece karşı tarafa atıyor. Sesinden anlaşıyor, bu adam kendini hiç suçlu sanmıyor. Sesi titremiyor, çok güçlü, bütün dünyayı sesinde taşıyor sanki. Eziyor karşısındakini, suçlu hissettiriyor ve bu konuda usta kendisi. O… O zeki bir adam, acıması olmayan.
“Sen… Sen…”
“İğrenç birisin!”
“Bütün olanların suçlusu sensin, bir de kendini haklı çıkarmaya mı çalışıyorsun.”
“Kapat çeneni! Konuşmak yasak sana!”
“Sesini duymak istemiyorum!”
“Yok mu sende de cesaret!”
“Bak ona, eserine bak.”
“Hayattaki tek başarın, birini…”
Lütfen… sesi duymak istemiyorum. Canım… canım acıyor. Yardım et bana… ve sustur bu sesi… kulaklarım çatlıyor. Dökülecek kulaklarım, sonbahardaki bir ağaç yaprağı gibi, korkuyorum ya tutamazsam onları? Yardım edebilirsin bana… ipler senin elinde. Burası senin sahnen. Kuklanım senin… Lütfen bana yardım et…
-bir kelime yaz şimdi, değişsin kaderim. -değişmez! -değişir çünkü burası senin sahnen ben ise yalnızca kuklanım. Bir kelimeyle, bir şeyle değiştirirsin. -sen! Benim! Kuklam! Değilsin! Kelimelerim seni değiştirmez ya da herhangi bir şeyle değiştiremem kaderini. Bu sensin, bu senin kaderin, yaşaman gerekenler, görmen, duyman gerekenler. Duymadan çıkamazsın. Katlan! Çünkü başka yolu yok.
Sinirden kafasındaki saçlarını yolmaya başlamıştı, Ö adam. Duymak istemiyordu, derhal çıkmak ve bu sesi hayatı boyunca hafızasından silmek istiyordu. Yakmak istiyordu, yakıp kurtulmak. İnsan, anılarını yakarak yok edebilir miydi? küllerin kalması geriye, yok eder miydi? Ö’ye göre mümkündü, peki denemiş miydi ki bu kadar emindi düşünceleri?
Ö… kalk ayağa! Ardında sekiz evren bıraktın. Koskocaman sekiz evren… hepsi sana engel olmak istedi. Ama geride kaldılar… kalk ve bu evreni de geride bırak!
Bütün gücünü kullanarak bulunduğu zeminden kalktı. Onu karşılayan, beyaz küpün içiydi sanki. Sinir bozucu bir sese ev sahipliği yapan bomboş, beyaz bir küptü Ö’nün bulunduğu yer. Korkuyordu, -evet ses kesilmişti- sesin geri gelmesinden korkuyordu, geri geldiğinde bu odada olmaktan korkuyordu, Ö. Ne yapıp edip, o, gelmeden çıkmalıydı buradan.
Düşün… hiç düşünmediğin kadar düşün, Ö. Kafanı çalıştır. Bir yol bul, bir kapı, her yeri duvar olan bir odadan nasıl çıkılır? Çıkabilirsin, inandır buna kendini. Sakın çıkamam deme! Dersen çıkamazsın ve ses geri gelir. Derin bir nefes al ve düşün. Bulabilirsin.
Kuklası değilim birinin. Bu benim yaşantım, biliyorum bu evrenleri. Hepsi benim… ben değilsem bile bir parçası benim. Yani bir bütünüm evrenlerle, ben yoksam bir paçaları hep eksik. Ben yoksam ne işe yarar, saat. Ben yoksam ne işe yarar, 08 mezarlığı. Ben yoksam ne işe yarar, akrep ve yelkovanın kaybolması. Hepsinin ben varım diye bir anlamı var. Buranın da öyle olmalı, burası da sadece ben varım diye bir işe yaramalı. Ama ne bu küp? Beyaz bir küp? Neden?
Görünürde her yer duvar, kapı yok. Ya fark edilmeyen bir kapı varsa? Yokla bütün duvarları. Yok! Her yer sert. Başka? Başka düşün. Yer? Yerde de kapı olabilir. Yokla zemini. Yok! Tavan? Yokla, yok! Düşün. Düşün. Düşün. Düşün. Aklını kullan. Ama hiçbir şey yok burada. Beyaz… Beyaz. Gözlerimi yakıyor, çok parlak.
Tık tık tık tık
Adım sesleri… biri geliyor… o geliyor… o gelmeden bulamadım çıkışı. Konuşacak, birazdan canımı daha da yakacak, belki beni de yok edecek. Bitirecek hayatımı. Ve yine benim ellerimden hiçbir şey gelmeyecek.
Tık tık tık tık tık
Geliyor… belki de geldi bile, sadece beni oyalıyor. Duvarlar kapalı, tavan, zemin kapalı. Çıkış yok. Tek yolum onun beni bitirmesi mi? Beni ölüme sürükleyecek olan o mu?
*nefes alış sesi*
Burada… geldi… bekliyor, ama neyi? Ya da kimi? Beklediği benim… -öyle olduğunu varsayıyorum çünkü burası benim için var- asıl önemli olan ne için bekliyor? bana ızdırap çektirmek için mi? olabilir… çektiriyor mu? Kesinlikle evet. İlk hamlesi ne zaman ve nasıl?
*öksürük sesi*
İlk hamlesi bu olmamalı. Öksürük değil, bir kelime olmalı. Sarsıcı, yaralayıcı ve yakıcı bir şeyler olmalı. Kalbim kafesinden uçmak istiyor, atışları kemiklerimi aşındırıyor. Ciğerlerime nefesler yetmiyor daha fazla istiyor, ama yer yok kemiklerim arasında, o da ekleniyor aşındırma işlemine. Gözlerim bulanıklaşıyor, görüşüm azalıyor, beyaz ışığın gücü azalıyor. Kolumdaki saatin sesi yavaştan artıyor, yabancının nefes seslerine karışıyor.
Saat 06… 06 evreni… evrenlerin bitişine son 3… kurtuluşum yakın, 3 kadar yakın -ki burayı saymazsam- Sonda ne bekliyor beni? Sondan bir sonraki gerçek zaman mı yoksa tekrar zamanları mı? Gerçek zamanlar olmalı, tekrarları kaldıramaz aciz bedenim, ruhum ve kalbim. Burası bana zindan, daha fazla kalamam, deliririm. Gerçek benliğimle tanışmalıyım. Ö’nün devam harflerini öğrenmeliyim. Bitmeli bu rüya, karşılamalıyım gerçeği.
“Sen…”
İşkence başladı, konuştu o…
“Seni… sizi hiç sevmedim”
Ben… biz? Biz kim? Diğeri kim? Biri benim, sen kimsin? O kim? Bizi sevmek zorunda olan, o kim? Gerçi zorunda değil, olsaydı zorunda olduğunu söylerdi sanırım. Ama kimsiniz siz? Sen ve o?
“Sebebi nedir bilmem. Tek bildiğim içimin sizi kabul etmediği.”
Bir insan bilmeli neden sevmediğini, ‘İçim almadı’ gibi bir bahanenin ardına gizlenmemeli. Düşünmeli ve doğru düzgün bir cevap verebilmeli karşısındakine. O… o çoğu şeyde sınıfta kaldı…
“Tiksiniyorum sizden, keşke hiç doğmasaydınız”
Tiksiniyor bizden… doğmamamızı diliyor… keşke gerçekten hiç doğmasaydık. Seni tanımıyorum, senin adına konuşamam. Keşke doğmasaydık değil keşke doğmasaydım.
“Siz katilsiniz!”
Biz… biz mi katiliz? Ben ve sen… katil miyiz şimdi? Ellerimiz kanlı mı bizim? Bu eserin yaratıcıları biz miyiz? Eser kim? Kurbanımız kim? Biz, kimi öldürdük ve katil olduk?
“Öldürdünüz onu!”
Kimi…?
“Bıktım sizden…”
“Görmek istemiyorum sizi…”
“Sesinizi duymak istemiyorum!”
“Susun!”
Sustular hem o korkunç ses sustu hem de Ö adam -düşünceleri-. Küpün içerisi daha da beyazlaşmaya başladı. Ö adamın gözleri yaşarıyor, ışığın parlaklığına dayanamıyordu. Kendine gittikçe daha da zarar veriyordu. Farkında olmadan saçlarını, küpün beyaz zeminine sahiplendiriyordu, Ö adam.
“Senin yüzünden”
“Her şeyi batırdın!”
“SENİN yüzünden!”
“HER ŞEYİ batırdın!”
“SENİN YÜZÜNDEN! SENİN!”
“HER ŞEYİ BATIRDIN!”
O adamın sesi gittikçe güçleniyordu, dünyayı geçmiş artık bütün evrenin sesini ses tellerinde taşıyordu sanki. Kırmaya gelmişti, kırıyordu. Yıkmaya gelmişti, yıkıyordu. Yakmaya gelmişti, ya… O adamın sesiyle eş değerde artıyordu küpün içerisindeki parlaklık. Adam bağırıyor, ışık çıldırıyordu. Ö adam bulunduğu yere cenin pozisyonunda sinmiş gözlerini ve kulaklarını aynı anda elleriyle kapatmaya çalışıyordu. Ama yine ve yine başaralı olamıyordu. Sesi duymalı ve katlanmalıydı. Kurtuluş yolu buydu, Ö adamın.
Göğüs kafesim… kalbim, tutsak bir kuş gibi, kafesinin içerisinde çırpınıyor. Çırpınmakla kalmıyor, o kuş yani kalbim kafesini törpülüyor. Çıkmak için mantıklı yolları kullanıyor. Ve birazdan da çıkacak hissediyorum. O özgürlüğüne uçacak ve ben tutsaklığıma devam edeceğim. Kalbim benden daha cesaretli çıktı, özgürlüğü hak eden o, ben değil.
Her şey benim yüzümden… her şeyi ben batırdım… burada tutsak olmamın sebebi benim, onun bizi sevmemesinin sebebi de benim, katil olmamıza sebep olan da benim, cesaret gösteremeyen de benim, her şeyin müsebbibi… BENİM!
Ses öyle bir artıyordu ki sanki ses içime aitti, içimde konuşuyordu sanki o. Işık öyle bir artıyordu ki artık hiçbir şeyi seçemiyordum. Arttılar, ikisi de durmadan arttı. Ve bir ses içimdeki sesi kovdu. Bu ses bir insan sesi değildi, bir hayvan sesi de değildi. Sadece kırılma sesiydi. Kırılan kalbim miydi? Ruhum mu? Ben mi?
Artık kırılmış mıydım? Sırada yıkılmak mı vardı? Sonrasında yanmak mı geliyordu? Bu evrenin çıkışı yanarak ölmemden mi geçiyordu? Daha önce yanarak ölmemiş miydim? Ölümler tekrar mı ediyordu? Ölümler tekrar ediyorsa evrenler de eder miydi? Unut! Soruları çıkar aklından! Tek bir soruya odaklan! Kırılan şey ne?
Sımsıkı yumduğu gözlerini açtı ve küpün azalan ışığıyla karşılaştı, Ö adam. Gözleri, elleri, bacakları korkudan titriyordu, farkında değildi. Kırılan şeyi bulmak istiyordu, ama kalbi odaklanmasına engel oluyordu. Değişmişti bir şeyler, çözmeye çalışıyordu. Tamam diyordu ışık azalmış ama bu sadece ışığın azalmasıyla olacak bir değişiklik değil. Bir şeyler farklı, bir şeyler olmuş. Ayağa kalkmaya zorladı kendi ama titremeleri dinmediğinden kalkamadı. Bulunduğu yerde cenin pozisyonunda bir şeyleri görmeye zorladı kendini. Ama gördüğü tek şey beyazlıktı.
-kalk ayağa! -kalkamıyorum. -kalk! -titriyorum. -kalk! Bahanelerin ardına gizlenmekten vazgeç! -bahane değil, denedim olmadı. -tek deneme her zaman yeterli olur mu? -olmaz mı? -ben soruyorum. -bilmiyorum. -ayağa kalk! -kimdi o? -kalk! -o ses? -kalk! -ben kimi öldürdüm? -kalk! -o sesin sahibi neden bu kadar canımı acıtıyor? -kalk! -bahsettiği ‘biz’ kimiz? -kalk! -bana cevap ver! Hepsini bildiğini biliyorum. -beni ilgilendiren sorular sormuyorsun. Arayıp bulman gereken soruları bana soramazsın. -nerede arayacağımı bilmiyorum. -bekle, gelecek tiktak. Soru işaretlerini tek tek öldürecek siyah… bekle ve yaşa! Bırak kelimeler yazılsın. -…
Kalk Ö! Kalk! Başka çıkışın yok. Kalk ki etrafını gör, gör ki ne değişik bul. Bul, kırılan şeyi bul.
Kalktım. Ama titriyordu bütün vücudum. Üzerimde hâlâ o sesin korkusu var. Ya tekrar gelirse? Başka şeylerle yüzleştirirse beni? Katil olduğum gibi. Gerçekten katil olabilir miyim ben? Birini hayatını ellerinden almış olabilir miyim? Birinin sesini, gülüşünü, ruhunu… almış olabilir miyim? Şayet olabilirim. Tanıyor muyum ki kendimi? Biliyor muyum ki hayatımı? Gördüm mü ki vücudumu? Kimim ben? Nerede yaşıyorum? Sevdiklerim var mı? Ne iş yapıyorum? Evli miyim? Çocuklarım var mı? Kardeşim ya da kardeşlerim var mı? Bilmiyorum. Her şeyi yapmış olabilirim. Katil olabilirim. Ben… birini… öldürmüş… olabilirim…
Kahverengi bir şey duruyor orada, duvarda. Çerçeve olmalı. Duvara yaslı büyük bir çerçeve. Peki ama neyin çerçevesi? Fotoğraf çerçevesi değil, onun için fazla büyük olmalı. Gittikçe yaklaştım çerçeveye. Kenarında kalıntılar var, cam gibi? ayna gibi? Cam olamaz, alakasız olur. Eğer bir fotoğraf çerçevesi olsaydı cam olabilirdi ama olmadığına emin gibiyim. Geriye ayna kalıyor. Bu bir ayna olmalı. Peki ya parçaları nerede?
Döndü arkasını, Ö adam. Yerlerde duvardan daha farklı parıldayan birçok parça vardı. 12 tane kırık ayna parçası, 12 adet beyaz ışığı yansıtan ve birleştirilmeyi bekleyen ayna parçası yerde öylece duruyordu. Biri ellerinin kanamasını göze alıp hepsini taşımalı ve birleştirmeliydi.
Parçalar… yerlere saçılmış. Birleştirmeli. Birleştirmeliyim. Toplamalıyım dağınık parçaları. Her şey düzenini bulmalı, hepsi yerine yerleşmeli. Topla Ö! Birleştir! Ellerin kanayacak belki ama toplamaktan vazgeçme! Belki çıkış yoludur bu ayna.
Ve başladı aynanın eksik parçalarını toplamaya. 12 parçayı ellerini kanatarak getirdi kahverengi çerçevenin dibine. 12 parça için her iki elinde de 12 çizik açıldı. Beyaz küpün zeminde ise kan damları gittiği yolu çiziyordu, dönüp dolaşıp aynaya giden o yolu.
Birleştirmeye bir yerden başlamalıyım. Hepsini topladım, 12 parçası var tıpkı evrenlerim gibi. Ya eksik parçası varsa? Ayna bu, kırıldığında çok küçük parçalara ayrılabilir. Ama birleştirmeden bilemem. Başlamalıyım bir yerden. Çerçeve böyleyken mi dizmeliyim parçaları yoksa yere mi yatırmalıyım? Yere yatırdığımda ya bir daha kaldırmazsam aynayı? En iyisi böyleyken dizmek olmalı.
Çerçeveye ellemeden ayna parçalarını tek tek bulup yerlerine yerleştirdi, Ö adam. Aynanın ortasında kırılma noktası ve 12’ye ayrılan çatlaklar bulunuyordu. Ö, aynada göremiyordu kendini. Kanı ve kanlı parmak izleri vardı ama hiçbir şekilde kendi silüetiyle karşılaşamıyordu. Onu görmektense diye düşündü kendimi görmemeyi yeğlerim. Sağ elinde bir acı peydah oldu Ö’nün, gözleri saniyesinde ellerini buldu. Ve bir ses küpün içerisinde dağılmaya başladı.
Tik tak tik tak tik tak tik tak
Parmaklarım… eklemlerim… kırmızı… kan… acı… aynaya ben vurmuşum sanki. Kesikleri var parmaklarımda ve eklem yerlerimde, kanıyor. Saat… bağırıyor. İçimde bir şeyler tırmanıyor, saatin sesi kalbimi rahatsız ediyor. Korku tekrar bünyeme sarılıyor. Aynaya bakıyorum. Sanki kırılmamış gibi, yumruk yememiş sanki, 12 parçaya ayrılmamış gibi sanki. Kanlarım? Onlarda yoklar. Sanki… sanki zaman geriye akmış ama ben o zamanda kalmışım geriye gidememişim gibi. Ellerimdeki çiziklerle öylece bırakılmışım zamanın içinde.
O… o da ne? Aynanın içerisindeki şey? Bir… bir vazo mu? İçerisinde bir şey var vazonun. Bir kemiğe benziyor. Ayna? Yansıtır. -arkasına döner- ama yok… Ayna bir odaysa, başka bir küpse? Gir içeri Ö! Uzat ellerini! Dene! -sağ elini aynaya uzatır- oluyor? Oluyor mu? -aynanın içerisine adımlar- girdim? Aynanın içerisine girdim? Evet! Girdim! Vazo tam önümde. Gerçekten de bir kemik var vazonun içerisinde. Yine diğerlerine benzeyen bir küp daha. Tek farkı bu küpün bir, bir kapısı var. Yeşil bir kapı… çıkabilir miyim? Denemeden bilemem. -kapıyı açmaya çalışır- kilitli… anahtar? Ama nerede? Vazoda olabilir. Adımlarımı takip ettim ve vazonu yanına ulaştım. Bir not… vazoya yaslı….
KIRMAYA GELDİN! KIR!
Kırmaya geldim… ama kırmaya gelen ben değildim oydu. Onun kırması gerekmez miydi? Ben mi kırmalıydım?
Burası benim evrenimdi. O kıramazdı. Belki kırabilirdi ama kırmamalıydı. Ben kırabilirdim, çünkü buradaki her şey ben vardım diye vardı. Bu vazoyu benim kırmam gerekiyordu.
Mavi vazoyu ellerinin arasına aldı içerisindeki kemikle beraber, Ö adam. Ardından gelen saatin cılız sesinin eşliğiyle beraber sıkı sıkı tuttuğu vazoyu duvara fırlattı. Mavi vazo, binlerce parçaya bölündü ve yağdı Ö adamın üzerine. İçerisindeki kemik iki ayrı parçaya bölündü ve odanın iki yanına saçıldı. Parçaların arasından bir kutu döndü döndü, Ö’nün ayaklarının dibinde durdu. Kırmızı, yazısı ve deseni bulunmayan bir kibrit kutusuydu bu. Sakince eğildi Ö, aldı ayaklarının ucundaki kutuyu. Açtı, gördü kibritleri, koydu cebine. Derin bir nefes aldı, ilerledi kemik parçalarına.
Kemikler… tek kemikten çıkan iki ayrı parça… içinde anahtar saklayan bir kemik. Kaçış yolu biletim.
Ö adamın adımları yeşil kapının önünde duraksadı. Korkuyordu, yine ve yine. Onu neyin beklediğini bilmiyordu, onu korkutan bu belirsizlikti. Ya bu kapının ardında onunla karşılaşırsa, ya onun sesini yine duyarsa. Ya bu sefer…
Korkma! Titremesin ellerin! Kapıyı aç ve bitsin bu çilen!
Titreyen elleriyle elindeki anahtarı yeşil kapının deliğine soktu ve sakince çevirdi. Kapı, usulca karanlık bir alana açıldı. Gözükmüyordu hiçbir şey. Bir adım attı karanlığa, bir adım daha attı. Aydınlandı içerisi. Bir koridordaydı Ö adam. Bir evin bir koridoruydu burası, tahta bir zemin, beyaz sıvalı duvarlara sahipti. Adımları koridoru takip etmeye başladı ta ki önüne kırmızı bir bidon çıkana kadar. Eğildi ve gördü, üzerinde bir not vardı.
YAKMAYA GELDİN! YAK!
Şaşırdı Ö adam. Yakmalı mıydı burayı? Bunu isteyen bu evrenlerin kurucusu muydu yoksa kendisi mi? Kendisi istiyor muydu yakmak yoksa birileri istiyor diye mi yakıyordu? Açtı bidonun kapağını, kokladı içerisindeki kokuyu, gözlerini kıstı ve çekti hemen burnunu. Yakması için gerekli malzemelerden birini barındırıyordu bünyesinde bidon. Diğer bir parçası ise cebinde duruyordu. Her şey tamamdı sırada Ö’nün kararı kalmıştı ama yakmak isteyen o değil miydi? Yakarak kurtulmak istemiyor muydu anılarından şimdi bu düşünmesi de neyin nesiydi?
Elinde kırmızı bidonuyla geldiği yolu tekrar yürümeye başladı. En son çıktığı beyaz küpün içerisine tekrar girdi. Mavi vazo cesetlerine can suyu verdi, döktü elindeki bidondaki sıvıyı. Saça saça çıktı odadan, saçarak da devam etti. Ta ki sırtı bir yere çarpana kadar. Döndü arkasına, bir kapı daha vardı ve yine bir notla karşılaştı kapıda.
YIKMAYA GELDİN! YIK!
Kapının hemen altında gerçek bir balyoz duruyordu. Elindeki bidonu kenara bırakıp yerdeki balyozu aldı, kapıya indirmeye başladı. Sanki ona vuruyordu, sanki onu yıkıyordu, sanki intikamını alıyordu. Parçalara ayırdı kapıyı, Ö adam. Bidonu alıp dökmeye devam etti. Dışarıya çıktı bir serinlik yüzüyle buluştu. Derin bir nefes aldı, arkasındaki eve doğru döndü.
Bu… bu ev… o ev… su aradığım ama bulamadığım o ev… siyah deri kaplı defterimi bulduğum o ev… o korkunç adamın sesini ilk defa duyduğum ev… burası orası…
Sarsıldı. Korktu. Ürktü. Ve elindeki bidondaki sıvıyı daha hızlı dökmeye başladı evin üzerine. Dikkat etmeden saçıyordu etrafa sıvıyı. Fark etmiyordu üzerine gelenleri. Döktü, tüketti bidondaki sıvıyı. Karşısındaki evi izlemeye koyuldu. Geceydi, evin pencerelerinden ışıklar çıkıyordu, rüzgarlıydı, serindi. Düştü elindeki bidon. Elini soktu cebine aldı orada saklı olan kutuyu.
Kırmaya gelmiştin, gelmiştim. Kırdın ama ben de kırdım. Yıkmaya gelmiştin, gelmiştim. Yıktın ama ben de yıktım. Yakmaya gelmiştin, gelmiştim. Ama sen yakamadın.
Katilim ben… sana inanıyorum… her şeyi ben yaptım, ben batırdım… özür dilerim senden -bizdeki senden ondan değil- bizi sevmemen umurumda değil… iğrenç biriyim kabul ediyorum… ben suçluyum… tek sen tiksinmiyorsun… cesaret mi istiyorsun? Al sana cesaret…
Bir kibrit yandı… döndü, döndü, döndü… düştü yeşil cimlere… ve ateşin kızılı sardı bütün evi…
Yakmaya gelmişti, yanıyordu…
Ama yanıyordum.
Q.
|
0% |