Yeni Üyelik
18.
Bölüm
@qnunevreni

07

 

 

11.Bölüm

 

“Kurulan ve Kırılan, Son Hayâl”

 

İthaf: hayâllerimin bulunduğu o sokağa ve ilk kez kepenkleri indirilen bir çift rakama…

 

 

Water / by Gunnarsson

 

Ada…

 

Deniz ve kumsal…

 

Kumların üzerinde bir adam, Ö. Öylece uzanmış denize doğru. Uyuyor mu? Uyanık mı? Bilinçli mi yoksa bilinçsiz mi? Kayıp mı? Daha da önemlisi aranıyor mu? Merak ediyorlar mı onu? Neyden ibaret merakları? Neden burada mesela? Denize doğru uzatmış ayaklarını yatıyor, neden? Neresinde mesela? Hayat yolculuğunun neresinde?...

 

Bir bulut, hızla yaklaşmakta Ö’nün bulunduğu kumsala. Kararmış, yorgun, yükü ağır bir bulut bu. Gelip kurtulup gitmenin derdinde, Ö insanı gibi, tıpkı onun ölüp doğup bu evrenlerden kurtulma derdi gibi.

 

Bulutun bu telaşı arasında bir adam, hiçbir şeyden haberi olmadan sarı kum taneleri arasında denize karşı uzanıyor. İçin için huzursuzlaşmaya başlıyor, deniz. Dokunuyor Ö’nün topuklarına usul usul. Rahatsız etmek istiyor, rahatsız edip uyandırmak. Ve haber vermek, haber verip bırakılacak yükü onun omuzlarına bırakmak istiyor.

 

Yüzünde huzurlu bir gülümseme var Ö adamın. Mutlu gibi sanki burada uzanmaktan, denizin usul dokunuşlarından, kumların ellerinde bıraktığı histen. Gibi değil mutlu o… ilk defa mutlu bir evrenin başında, kendini ait hissediyor bu evrene.

 

Güvende hissediyorum… bir yere ait gibi. ‘Hep olmam gerektiğim yere sonunda ulaşmışım’ hissi var içimde. Güzel kokular var havada, hayâllerim kokuyor sanki, güller var bu hayâllerin içinde. Sanki… sanki evim kokuyor burası. Evim kokuyor? Evim… Orası gibi değil. Orası, beni istemeyen koltuğun olduğu, ben tarafından izlenmek istemeyen televizyonun olduğu sevgisiz bir evdi. Dört duvardan oluşan, ruhsuz eşyaların kompozisyonunu koruyan bir şeydi. Orası böyle kokmuyordu kesinlikle. Bu… bu tarif edemediğim bir kokuydu. Huzur vardı yakasında, belki bir tutam aşk, biraz sevgi... Bir şeyi çağrıştırıyordu ama neyi?

 

Açmak istemiyorum gözlerimi, çağrıştıranı çözmeden. Ölüm saçan gözlerimi dolaştırmak istemiyorum bu huzur diyarında. Bir tutam aşkın ve sevginin yanışına sebep olmak istemiyorum yaşamsızlığımla. Gözlerimi saçmadan etrafa, bir şeyleri bilmek istiyorum.

 

İçimde büyük bir soru işareti var, diğer soru işaretlerini yok eden -edemese de ettiğini sanan-. İşte diyorum onu çözersem ölümlü gözlerimi açabilirim. Ama… eğer çözersem bu büyük bir adım olur, ölüme giden. Bu huzuru bırakıp ölmek istiyor muyum peki? Belki de ilk defa kendimi bu kadar yaşama hasret hissediyorum. Çözerek ve gözlerimi açarak bu huzura ihanet edecek miyim? Bilmiyorum…

 

-biliyorsun. Açmalı ve yoluna devam etmelisin.

-açmamalı ve burada öylece yatmalıyım!

-bu sana verilen bir ceza!

-hayır! Bu bana verilen bir ödül!

-bu kadar saf mısın?

-bu kadar noksanım…

 

Ruhum o kadar eksik ki, ödülü ilk defa tadıyor belki de. Geçmiş yaşamımda neler gördüm, hissettim, duydum bilmiyorum. Ama içimdeki his öyle kuvvetli ki, ben… böyle bir hissi tatmadım. Ödül ne bilmiyorum. Mutluluk ne bilmiyorum. Tek bildiğim ceza… ya onlar -hayatıma girmiş ya da hayatımda bulunan insanlar- cezalandırdı beni ya da ben kendimi cezalandırdım. Hangisi daha ağır bilmiyorum. Hangisinin daha ağır olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Gölge olmak mutluluğuma, şu an istediğim en son şey. İlk defa tatmışken ruhum, tadını çıkarmalı olanları. Bu huzuru ne kadar çekersem o kadar yara bandı ruhuma. Gözlerimi açmayacak ve ölümün beni almasını bekleyeceğim burada, öylece.

 

Ve hiç istifini bozmadan bulunduğu konumu korudu, Ö adam. Ama bulutun yapacaklarından habersizdi.

 

07 evreninin ışıldamasını sağlayan güneş, gökyüzün en güzel yerinde tepede. Ve bir bulut, tüm koyuluğuyla yaklaşmakta güneşe. Güneşinin ışınlarını kapatıp yükünü bırakmak derdi. İki ayrı yük taşıyor, taşımaktan sıkıldığı. Bir an önce güneşe varmalı ve yüklerini boşaltmalı.

 

Acaba nasıl bir evrendeyim bu sefer? Neler var acaba bu evrende? Nasıl bir ölüm kapıda bekliyor beni? Diğer evrenlerle bir bağlantısı var mı acaba? Öğretilerim neler olacak? Merak ediyorum, pek çok şeyi. Ama gözlerimi açıp ihanet etmek istemiyorum bu evrene. Diğer evrenleri yeterince kırdım, bu evreni de kırmak istemiyorum. Varsın öğrenmeyeyim, varsın görmeyeyim, varsın yüzleşmeyeyim, nefeslerimin bitişi gelsin ve öleyim, hiçbir şey öğrenmeden. Bu masumluğun ilk günahı olmamalıyım.

 

Günah dolu bir adamım ben, günahlarımı saçmamalıyım.

 

Saçmamalıyım dimi?

 

Bulut geldi, geldi ve güneşin ışınlarını kapattı. Gökyüzünün kararmasına, bulutların çoğalmasına sebep oldu. Ve gökten bir ses, yayıldı bütün evrende. Bulut… arındı bütün yüklerinden ve dertlerinden.

 

-Huzurun hâkim olduğu bu evrende huzurun bozulmasına sebep olan kim?

-ben?

-sen?

-sen?

-ben…

 

Günahlarımı saçmamak için gözlerimi hapsetmişken bile huzurun bozulmasına sebep olmuştum. Ben… ben gerçekten işe yaramaz bir adamdım. İçine girdiğim her şeyi saniyesinde bozuyordum. Ö bozar, küflendirir, çürütürdü, eskitirdi. Ö işe yaramazdı. Ö kimdi ki…

 

Bir soğukluk, ayaklarımda. Denizin bıraktığı gibi bir his değil. Farklı… değişik… sert? Sıvı değil… taş gibi ama pürüzsüz? Merak ve sorular içimi kıpırdatıyor. Gözlerimi açmak ya da açmamak çok büyük bir ikilem. Gözlerimi açarsam şayet bu huzuru daha da bozarım. Bozmak istemiyorum ama merak ediyorum. Ne olduğunu çözmek, içimde başka kalıcı soru işaretlerinin de yer edinmesini istemiyorum. Ama… ama…

 

-korkuyorsun?

-korkmuyorum, sadece…

-bu kadar az kalmışken mi?

-neye?

-evrenlerinin bitmesine. Baksana saatine.

-bakamam.

-neden?

-gözlerimi açmak durumunda kalırım.

-neden kaçıyorsun gözlerini açmaktan?

-huzuru yok etmek istemiyorum.

-yani?

-ben…

-sen?

-korkuyorum…

-niye korkuyorsun?

-neden korkmayayım?

-alışmadın mı?

-ölmeye mi?

-doğmaya?

-ya doğamazsam bir sonraki ölümümde?

-ya gerçekten doğarsan bir sonraki ölümünde?

-bir ihtimal sadece.

-seninki de bir ihtimal sadece.

 

Evet… Yalnızca ihtimallerden bahsediyorduk. Gözlerimi açmadan bilemezdim huzurun gideceğini, bilemezdim aşk ve sevgiyi yakacağımı, bilemezdim… Açmalı mıydım gözlerimi? Açmalıydım. Doğmasam ne olurdu bir sonraki ölümümde? Yaşamak mıydı ki bu durum? Saman gibi, rüzgârın etkisiyle uçup gitmekti sadece. İçi boş bir insancıktım ben. İnsan olamamış bir insancık. Ruhu yarım kalmış, soru işaretlerinin işgal ettiği bir insancık…

 

Deniz, yayılmış bütün sakinliğiyle toprağın üzerine. Güneş, yansıtıyor kendini denizin aynasından. Huzuru dağıtıyor ışıklarıyla. Deniz sakinliğini yavaştan telaşa bırakıyor. Telaşı kıyıya vuruyor. Alıp götürüyor ya da bırakıp gidiyor. Kalışlar kalıcı olmuyor, gidenler hiç kalıcılaşmıyor.

 

Deniz… geliyor. Alıp götürecek belki de o merak ettiğim şeyi çünkü gittikçe sertleşiyor, hırçınlaşıyor. Yok etmek istiyor. Korkuyor belki de. Neyden korkuyor? Her şeyi yutabilen o değil mi? Her yeri kaplayan? Peki büyük görünmekle mi alakalıydı korku? Büyüklüğümüzün içerisindeki ufak korkularımız boyumuzu geçemez miydi? Boyumuzu geçip bizi esir alamaz mıydı? Alırdı. Alıyordu, belki de denizin başına gelen buydu. Dışarı yansıttığı hırçınlığı içerisindeki korku yüzündendi belki. Kaçırıp saklaması, saklayamadan yerini değiştirmesi belki de bundandı. O korku… alabilirdi merakımı, onu göremeden gidebilirdi. Açmalıydım gözlerimi. Korkum başka bir korku yüzünden merakımı hiçe saymamalı, esiri olmamalıydı.

 

Ö adam, sonunda titreyen gözlerini açtı. Güneşi, bulutları seyretti aklındaki o düşünceyle beraber.

 

İlk defa bu kadar ışıl ışıl bir evren. İlk defa… ilk defa bu kadar ait hissediyorum bir yere sanki. Oysaki daha yeni açtım gözlerimi, oysaki daha yeni gördüm bu evreni. Bu kadar aitlik hissi normal olmamalı… dimi? Neydi buranın diğer evrenlerden farkı? Burayı benim içimde özel hissettiren şey neydi ki bu kadar ait hissediyordum, buraya? Bir yanıltıcı olmalıydı, bir hata, bir… bir duygu olmalıydı. Belki bir koku? Aydınlığı? Gökyüzü? Denizi?

 

Deniz, ait hissettirebilir miydi? Ölmemiş miydim içinde? Kaybolmamış mıydım? Bunları geçip yine de ait hissedebilir miydim onun sayesinde?

 

-bu deniz, o deniz değildir belki.

-bütün denizler aynı değil mi?

-şayet olmayabilir.

-farklı denizler… farklı ruhlar…

-evet.

-biri öldürürken diğeri yaşatabilirdi. Biri hırçınca davranırken diğeri usulca dokunabilirdi, yaralarına ya da sana. Biri seni saklarken diğeri seni açığa çıkarabilirdi.

-evet, olabilirdi.

 

Başka bir denizdi bu. Ama o muydu aitlik hissini veren? Etrafa yayılan koku olamaz mıydı? Neydi bu kokunun adı? Hangi güzel çiçekten ya da ağaçtan geliyordu?

 

Bazı nesnelerin isimleri beynime kazınmışken bazılarının niçin izi bile yok? Unutmak böyle çetrefilli bir olay mı? Unutunca tam mı unuturdu insanoğlu? Yoksa içeride derin bir yere saklar, üstünü kalabalıklaştırıp gözden mi çıkarırdı? Bilmeyişimin sebebi hangisiydi?

 

Bir işaret yetiyordu diğerlerinin beynimi işgal etmesine. Kafamın içinde adım atacak yer kalmamıştı soru işaretlerinden. Biri geliyor, bir başkasını ezip yerini kapıyordu. Kanserli hücre gibi çoğalıyorlardı. Yer yoktu ama geliyorlardı. Durmaları yasak gibi akıyor, akıyor ve toplaşıyorlardı. Ve ben ortada öylece sıkışmış bir şekilde nefes almaya çalışıyordum.

 

Kumların içerisine gömülü ellerini kaldırdı, Ö adam, ve gözlerini ovmaya başladı. Küçük sarı kum taneleri doğrudan Ö’nün gözlerinin içerisine girdi. Canının acısından kaldırdı kendini. Ve gördü karşısındaki görkemli denizi, ruhunu, rengini… Kesinlikle ait hissettiren oydu.

 

Mavi… hayır! Mavi kadar basit bir renk değil, olamaz. Bütün renkleri bünyesinde saklıyor sanki. Büyük bir sır gibi, aşk gibi, sevgi, belki çocukluk anıları gibi. Heybetli, görkemli ve korkutucu ama… derinlerinde bir yerlerinde şefkat saklı, görebiliyorum bunu. Saklıyor en içine, en kuytu köşelerine, güneş ışınlarının değmediği yer altına, yer altında sakladığı köylerine. Gömmüş bütün iyi duygularını ama onları görüyor ve okuyorum. Dalgalarını arttırıyor, kızıyor bana deniz. Görmemi, okumamı istemiyor. Tehdit ediyor beni hırçınlığının ciddiliğiyle. Çekiyorum gözlerimi o güzel denizden, duymuyorum o güzel sesini kapatıyorum bütün alıcılarımı.

 

Yağmuru kucaklamak istediğim gibi istiyorum denizi kucaklamayı her şeyiyle, getirdiği yıkımla, getirdiği umut, getirip götürdüğü yaşamla… Çünkü… çünküsünü biliyorum artık yağmur, denizden bir parça. Ben ruhumun aitliğini istiyorum. Yağmur ruhumsa onun aitliği deniz…

 

Bütün benliğim büyülenmiş gibiydi. Daha öncede seyretmiştim denizi neyin nesiydi bu büyü? Hatta seyretmekle kalmayıp içerisinde can vermiştim. Neydi içimdeki bu kıvılcım?

 

Ö adam, içerisindeki çıkmazda soru işaretleri tarafından işgal edilirken son anda fark etti, ayaklarının ucundaki yeşil cam şişeyi. Tam ellerini uzattı ki, deniz çekti kendine şişeyi. Soru işaretlerini arttıran, merakını coşturan, korkusunu hiçe saymasını sağlayan şişe gidiyordu denizin ücra köşelerine. Bir şeyler yapmalıydı, hem de acilen. Düşünmeden ayaklandı bulunduğu sahilde. Gözlerini yeşil cam şişeye sabitlemiş halde koşarak ona gidiyordu. Koşmalı ve yakalamalıydı. Bu şişe için açmıştı gözlerini, bunun için huzuru tehlikeye atmıştı. Koşuşuyordu, ıslanmak umurunda değildi. Ama yüzmek? Biliyor muydu sahi Ö yüzmeyi. Denize doğru gidiyordu ama bunu hiç düşünmüyordu, yüzmek gibi bir şeyi biliyor muydu ki? Unutmuş bir adamdı Ö, bunu da unutması çok olasıydı.

 

Şişe süzülüyordu karanlık denizde -rengi en iyi şekilde böyle anlatılırdı- karanlığın arasında parıldıyordu güneşten aldığı güçle. Uzaklaşıyordu Ö’den, yetişemiyordu Ö. Denizin suyu ağzına kadar gelmişti artık, nefes almakta ve devam etmekte zorlanıyordu Ö adam. Daha fazla devam edemiyordu.

Korkuyordu çünkü. Elleri titriyor, kalbi delicesine çarpıyordu. Bilmiyordu çünkü. Devamı nasıl olur bilmiyordu. Yürümeyi öğrenmişti o, yüzmek neydi hiçbir fikri yoktu. Onun için son nokta buydu, daha da ilerisi ölümdü. Evet zaten ölmeliydi ama şimdi değil diye düşündü Ö. Vakti gelmemişti, evreni gezmemiş, öğrenmesi gerekenleri öğrenmemişti.

 

Pes etti ve geri adım attı.

 

İşe yaramazın tekiyim. Merakımı aydınlığa kavuşturamıyorum. Kendim için bile işe yaramazım, kim sever ki beni. Kim kabul eder. Ben bile kendimi kabul edemiyorken kimden beklerim kabul görmeyi. Tek yapmam gereken o şişeyi tutmaktı. Uzanmam yeterdi. Bir adım daha atıp uzanmam yetiyordu ama ben pes etmeyi seçtim. Pes ettim… pes… olduğum yere geri döndüm. Nasıl devam edebilirdim ki, özellikle denizde? Yabancıydı bana, evet ait olduğum yerdi belki ama yabancısıydım onun. Nasıl davranılır, nasıl yürünür bilmiyordum. İnsan ait olduğu yere yabancılık hisseder miydi? Aitlik böyle bir şey miydi?

 

-aitlik hissi nasıl bir his?

-bilmiyorum…

-bilmiyorsun?

-…

-neden?

-hiç hissetmedim…

-peki, sence böyle midir?

-nasıl?

-böyle işte, ne yaptığını ya da yapacağını bilememek, yabancılık hissi?

-sanmıyorum.

-denizde nasıl yürünür?

-yüzerek.

-yüzmek, yürümek midir?

-hayır, yürümenin çoğunluğu ayaklardadır ama yüzmek için bütün vücudun gerekir.

-yüzmek denir?

-denize kendini bırakmaktır bir nevi.

-boğmaz mı?

-kontrol sendeyse hayır.

-o zaman ait olduğu yerde bile ait olamaz mı insan?

-hisle gerçek aynı mıdır peki?

-ait olduğu yerde ait olur insanoğlu ama ait hissettiği yerde ait olmayabilir?

-…

 

Ait değil miydim ona… denize? Hislerim yanıltıcı mıydı? Kendimi mi kandırıyordum ben? Aldanmış mıydım rengine, sesine, hissettirdiklerine? Hiçbirinin cevabı tam değildi, olamazdı, olmayabilirdi. Yine hiçbir şey bilmeden kalmıştım ortalıkta. Gerçekten işe yaramazın tekiydim.

 

Gözlerini dizlerinin üzerine koymuş çevresinin seslerini dinliyordu, gözlerinden akan yaşlarla. Kendini kendisi yakıyordu farkında değildi. İnsansız evrenlerde bile kendini yakacak yerleri buluyor ve hemen zincirliyordu kendini onlara. Bu da onlardan biriydi, işe yaramaz olduğunu inandırmak. Gerçekten öyle miydi, bilinmezdi. Bilinirdi ama şimdilik bilinmemeliydi. Olayını, sayfasını bekler zamanı gelirdi muhakkak.

 

İçim… acıyor… huzurumu kendi ellerimle verdim cellada, yani bana. Kendimin celladıyım ben. Ben, zaten kendimin hep en kötüsüyüm. Kendime zindanım, cezayım, günahım, sevilmemesi gereken kişiyim. Ben çok kötüyüm… Sevmesin kimse beni, onu da günaha boyarım ben. Yaklaşmasın kimse bana. Kendi yalnızlığımla öleyim öylece.

 

-zaten kimse yaklaşmıyor sana!

-zaten kimse sevmiyor beni!

-zaten yalnızsın sen!

-teşekkür ederim…

 

Deniz sanki konuşmalarımızı duymuş gibi duruldu, üzüldü sanki Ö’nün gerçekliğine, yüzüne vurduklarıma. Sakince yeşil şişeyi eski yerine doğru sürüklemeye başladı. Geldi, geldi ve Ö’nün ayaklarının dibinde duraksadı dokunarak. Kızarmış gözlerini dizlerinin üzerinden kaldırdı ve karşındaki yeşil şişeye baktı. Çok uzun bir bakıştı bu, uzaktan görenler zamanın durduğunu düşünürdü. İlk elleri kıpırdandı, deniz bir daha alamasın diye şişeyi sıkıca tuttu ve kucağına koydu. Şişenin içerisindeki kâğıt parçasını fark etmişti ama tereddüdü vardı ya diyordu…

 

Ya o da ters karanfile benzerse? Ya onunda yok olmasına sebep olursam? Deniz geri vermişken, içini açıp her şeyi mahvedebilirim. Ama… ters karanfile ben gitmiştim bu ise bana geldi. Açılmak istemiyorsa niye gelsin ki. Hatta ve hatta birilerine ulaşmasın diye niye atılsın ki denize, özenle şişeye yerleştirildikten sonra. Açmalıydım, belki öğretim bu şişenin içerisindeydi.

 

Değerli bir hazineyi tutar gibi tuttu ellerindeki şişeyi, Ö adam. Sakince çıkardı mantar tıpayı ve titreyen elleriyle aldı şişenin içerisindeki kâğıt parçasını.

 

Gelecekteki bize… ve gelecek umudu yaratması için sana…

 

Bu bizim birlikte ilk hayalimiz… İlk hayalimizi unutmamak için döküyorum kelimelerimi bu kâğıt müsveddesine. Yanımda gül gibi bir kız var, birlikte oluşturduk bu hayali. Gerçekliğine olan inancım pek diri değil ama gül kızın gözlerindeki inanç içimdeki kıvılcımı harlıyor. Diyorum belki olur, belki kader gülümser bana da bize de. Umutsuz bir delikanlıyım ben, içimdeki olmaz diyen sesi dinleyen. Ama o öyle değil, o baştan aşağıya umut! İnanmak mecburiyetinde kalıyorum kehribar gözlerine bakınca. Onun cümlesiyle ‘sonuç olarak bu ilk hayal, ilk… son değil. Bırak gemini. İlk hayaller kırılmaz. Sadece kurulur. Biz ilk hayalimizi kurduk, sıra onu içimizde yaşatmak’ biz kurduk ilk hayalimizi, yaşatmak asıl mevzu. Bahsedemiyorum gül kıza içimdeki bu sıkıntıları, kırarım biliyorum gözlerindeki inancı. Susuyorum… ben hep susuyorum ama ona olan susuşlarım yakmıyor canımı. O canım benim, gülüm, her şeyim… onsuz bir hiçim ben, değersiz bir insancık. Onunla tamım ben, değerli bir insan. Neyse neresinde kalmıştık hayalin. En başında, bu bizim ilk hayalimizdi di değil hâlâ ilk hayalimiz. Buradan kurtulduktan sonraki hayatımızı içine alan bir hayal bu. Gideceğimiz yeri…

Bir sahil kasabasını ya da bir adayı. Deniz gören bir yeri kısacası. Kokularıyla huzur dağıtan bir yeri. Ağaçları bol olan, güvende hissettiren bir yerle ilgili. Ayrıntıları vermeye gerek görmüyor ruhum. Zaten bunu okuduğumda her bir ayrıntısını bilerek okuyacağım gelecekte, nasıl olsa ilk hayal unutulmaz, hele onunla kurulan ilk hayal hiç unutulmaz!

 

Bir el dokundu bana, ruhuma. Kırık ruhumu, olmayan kalbimi sarmaya çalıştı. Güzel bir koku geldi burnuma, gül kokuyordu sanki, gül gibi bir… Bir çift inanç dolu kehribar göz canlandı kâğıt müsveddesinin üzerinde. Gözleriyle güldü bana, gözleriyle gözlerime yaş oldu. Hüngür hüngür ağlattı beni, denize karşı. Deniz gözlerime bakarak teşekkür etti bir çift kehribara.

 

Kimdi bu? Hangi delikanlı tarafından kâğıda dökülmüştü? Yakın hissettiriyordu ‘Umutsuz bir delikanlıyım ben, içimdeki olmaz diyen sesi dinleyen.’ Özellikle bu cümlesiyle. Şanslı olmalıydı, gül kızı vardı. Onsuz eksikti onunla tam. Bunu biliyor olması ve bu kişiyi bulmuş olması onun en büyük şansı olmalıydı pek tabii gül kızı kaybetmediyse…

 

İlla ölümle mi kaybedilirdi ki insan, illa gömülmeli miydi toprağa? Bir kalp kırıklığı kaybettirmez miydi her şeyi, bir yok sayış yok etmez miydi o insanı? Saçma bahaneleri sıralamak bitirmez miydi sizi, insanları? Ölmek mi gerekliydi kaybetmek için, önemsememek kaybettirmez miydi? İnsan… bir tek ölümle kaybettirilmezdi geri kalan her şeyle kaybedilir veya kaybettirilirdi.

 

İnsanoğlu çok acizdi…

 

Bu ada ya da sahil kasabası -her neyse ne- orası mıydı? Kurulan ilk hayal miydi? Burası orasıysa, ben niçin bu hayal evreninin içerisindeyim? -sol kolunu gözlerinin hizasına çıkardı ve görmek istediği saatteki sayıya baktı- 07 evreni kurulan ilk hayal miydi?

 

Kaldırdı gözlerini kâğıdın üzerinden, dolaştırdı çevresinde. İlk defa deniz dışındaki şeylere bakındı. Arkasında kocaman bir dağ vardı, ağaçlarla süslü olan. Bir yol gördü sahilin bitişinde, dağın eteklerinde. Kalktı oturduğu yerden, elindeki şişeyi yere attı, kâğıdı güzelce katlayıp cebine yerleştirdi. Ve adımlarını o yola doğru çevirdi.

 

Evet… ölüm yolculuğum başlıyor. Belki bir iki saate ölüm kapımı çalacak ya da bir iki dakikaya, bilmiyorum ama elbet karşılaşacağız onunla. Akrep ve yelkovanı gördüğümde ölmüş olacağım. Yine de bunu bilerek atıyorum adımlarımı. Tanıdık sesin sorduğu sorunun cevabını vermek lazımdı. Alışmıştım… ölüme, ölmeye…

 

Ö, sağlam atıyordu adımlarını. İçindeki korkuyu tamamen kenara bırakmıştı. Şaşırtıcıydı, beklenmedikti.

 

Bir rüzgâr güzel bir kokuyla geldi, dokundu sırtıma. Sanki hem kokuyla tanışmamı hem de bana yardım etmek istiyor gibiydi. Yaz kokuyordu, burnumu kaşındırıyordu, hastalaştırıyordu ama hastalıktan kurtarıyordu. Adı neydi bu kokunun? Tanıdık kişinin sesi yankılandı kulaklarımda ‘ıhlamur’ ağaç mıydı acaba ‘evet’ ıhlamur ağacı… değişik ikilemleri taşıyordu. Tanıdık hissettiriyordu, yabancılık hissi hiç yoktu. Tanıdık bir yaz dostuydu, aşkıydı… aşk kadar kuvvetli miydi bilemiyorum ama kesinlikle dostuydu.

 

Dağın tepesinde ahşican ağacı gibi ihtişamlı bir ağaç vardı. Yeşil yapraklarının arasında sarı ışıklarını saklıyor gibiydi. Nazlıydı, narindi, huzurluydu; nobrandı, kabaydı, ama yine de huzur saçıyordu, huzuru bozulmuyordu bozulamazdı da.

 

Gitmeliyim o ağaca, hedefim o olmalı, içimdeki huzursuzluğu gömmeliyim oraya. Huzur almalıyım o yerden.

 

Tepeye çıkana kadar attığı istikrarlı adımlarını bırakmadı, Ö adam. Zorlu yollardan geçti, büyük taşları atlattı, dikenleri geçti, çukurları atladı… Oraya ulaşmak için her şeyi yaptı ve ulaştı da. Ö artık o tepede ıhlamurla karşı karşıyaydı. İstediğini almış, ıhlamurun sakladığı sarı ışıklarını yani çiçeklerini görmüştü ama tek gördüğü, şahit olduğu onlar değildi.

 

Ihlamur… sakladığı sarılıkları çiçekleriymiş. Küçük, zarif, güzel kokulu çiçekleri… Bir bank, ağacın hemen gölgeliğine kurulmuş dinlenmek için… Çok güzel… ama buraya kadar. Hemen diğer tarafında açık bir mezar… -adımları bir iki adım geriledi- tekrar mı? Gömülecek miyim?

 

Alıştığını sanıyordu Ö adam, ölüme. Ama ölüm böyle bir şeydi, alışılmıyordu. Alışıldığını sanıldığı vakit yeni birini gönderiyordu, tepe taklak ediyordu insanı. Ki Ö’nün başına gelen bunlar değildi. O direkt kendisini feda ediyordu ölüme. Bu daha da alışılmayacak bir durumdu. Alışamazdı, korkardı…

 

Korkuyordu belliydi titreyişinden, belliydi geri attığı adımlardan, belliydi ağaca arkasını dönmesinden. Derin nefesleri içerisinde misafir ediyordu sık sık. Ve bir anda dikkati dağıldı, çıkarken görmediği o şehir sayesinde. Nefesleri sakinleşti, titreyişi durdu.

 

Bir şehri var bu adanın… Ne kadar güzel… Dokunulmaz… Özlem dolu… Kötülük kapının dışarısında, sadece iyilik dolu… keşke… keşke o şehre girebilsem. Geriye dönüp adımlarımı atabilsem o sokaklarda. Ama her şey için çok geç, yol ilerledi geriye dönüş mümkün değil. Zaten kötülüğün dışarıda olduğu bir yerde, içerde olamam beklenemezdi. Şehrin gezgini bile değilim. Kötüyüm çünkü… Kötü bir ruh ve olması gerektiği yerde, kapının dışında.

 

Kalbi kırılmıştı Ö’nün evet olmayan kalbi kırılmıştı. Gözünde sallanan bir damla yaşı silip arkasındaki ağaca döndü. Tamamlaması gereken bir işi vardı.

 

Bir rüzgâr, girdi ıhlamur çiçeklerinin arasına dağıttı bütün kokuyu 07 evrenine. Ve o çiçeklerin arasında bir ip sallandı bankın üzerinde. İşte aradığım ölüm ordaydı. İdamdı ya da intihar… fark etmezdi sonuç olarak ölümdü, ölüydü, ölüydüm. Bank vardı ağacın gölgeliğinde dinlenmek için -ip vardı o bankın üzerinde- yahut ölmek…

 

Hızlı adımlarla ilerledi, çıktı bankın üzerine ve bıraktı kendini ipe. Altındaki banktan bir çatırtı geldi. Nefesleri sekteye uğramaya başladı. Deniz hırçınlaşıyordu ve bir şeyler çıkıyordu denizin ortasında. Ö’nün gözlerinin önünde bir ağaç oluşmuştu denizde. Kendini bıraktığı ağaç ise zayıflıyordu, soluyordu. Huzurunu (ç)alıyordu ıhlamurun… Ne de olsa Ö çürütendi, bozandı, küfleten, eskitendi.

 

Ihlamur kurudu, deniz ağacı yeşerdi.

 

Bir ip daha sarktı, bu seferki deniz ağacındaydı. Bir ses yayıldı evrende, bir kırılma sesiydi. Bir ağacın kırılışının çıkardığı ahtı, haykırıştı. Ö, düşüverdi açık mezara ve üzerine toprak olan ise kuru ıhlamur ağacıydı. Huzursuzluğu gömmüştü… kendimi.

 

Denizi ıhlamur geçe öldü bir adam…

 

Ve bir iskelet sallandı, deniz ağacında. Kaburgalarında saplı akrep ve yelkovanla…

 

 

Q.

Loading...
0%