@qnunevreni
|
08
10.Bölüm “Dur Tabelasının Kızılı”
İthaf: bütün yollarımın sonuna ve benliğime…
Jorge Méndez / Under the Rain
Gidiyordu… nereye gittiğini bilmeden atıyordu adımlarını, Ö. Hava kararıyordu, güneş terk ediyordu dünyayı. Gök gürüldüyordu, yağmurun mektubunu dağıtıyordu evrene ya da insanlığa. Bilmediği bir şehirdeydi Ö adam. Bilmediği şehirde bildiği bir yerleri arıyordu. Ama kafası karışıktı. Nasıl gelmişti buraya? Nerede uyanmıştı? Ve nerede karar vermişti yürümeye?
Işıklar aydınlatmaya başladı yürüdüğü caddeyi. Yolun tam ortasındaydı Ö adam. Kimse yoktu bu şehirde. Terk edilmiş bir şehirde yapayalnızdı, yine. Derdi çıkmak değildi bu sokaktan, tek bir derdi vardı, yürümek. Yürümek istiyordu. Yağmur damlaları tarafından esir tutulurken, bu şehirde yürümek istiyordu. Düşünmeden atmak istiyordu adımlarını. Çünkü düşünmekten yorulmuştu, Ö. Boşluğa gitmek ve bir daha dönmek istemiyordu. Canı acıyordu, sırtı yanıyordu, kalbi eriyordu. Pes etmesine az kalmıştı. Son bir gücü vardı, son bir hayali vardı. O hayali görmek için son bir evreni vardı. Ne zaman gelirdi? Bilmiyordu. Az kalmıştı bitmesine. Ö’nün bitmesine mi az kalmıştı yoksa evrenler mi bilmiyordu. İçinin ücra köşelerinde bir his tırmalıyordu onu, öğrenemeyeceğini bağırıyordu o tırnak izleri. Neyi öğrenemeyecekti Ö?
Gidiyordu… gittikçe binalar çoğalıyor, şehir boğuyordu. Doğa yok oluyordu, her şeyde insanlığın parmağı çıkıyordu. Ağaçlar yoktu, toprak yoktu, rüzgâr bile yoktu, bir tek gökyüzü vardı onu da kapatamadığı için insanlık, öylece duruyordu tepede, asılı. Doğanın parçasıyla doğayı gömmüşlerdi. Betondu duvarlar, asfaltı yerler, taşlar vardı kaldırımlarda, şekilli taşlar. Yeşillik yoktu, şehrin taşlarının arasından bile fırlamamışlardı. Gri bir şehirdeydi Ö, her şeyin öldüğü bu şehirde ölüme yürüyordu.
Ve yağmurun dağılan mektubu erimeye başladı. Yağmur damlaları Ö adamı ıslatmaya, asfaltta küçük gölcükler oluşturmaya başladı. Gökyüzü rahatlatıyordu kendini.
İşte beklenen an… yağmur, ulaşıyor bana… dokunuyor her bir zerreme, beni iyileştirmeye çalışıyor ya da ben öyle sanıyorum. Çünkü ihtiyacım var iyileşmeye, düşünmemeye… İyileşemedikçe düşünüyorum, düşündükçe iyileşemiyorum. Aklım almıyor. Çözemiyorum. İşkence ediyorum kendime. Soru işaretlerimi azaltmak yerine daha da çoğaltıyorum. Düşünmek istemiyorum ama aklıma hücum ediyorlar.
KİMİM BEN?
Gerçekten kimim ben… gördüğüm o şey miyim? Aynanın yansıttığı o şey miyim gerçekten ben?
NEDEN BU EVRENLERDEYİM?
Neresi burası? Aklım almıyor artık. Kimin dünyası burası? Gerçek değil ama sahtede değil. Rüya desen o da değil.
O KİM? O SESİN SAHİBİ…
Hayatımın hangi noktasına ait o ses? Kim ki beni bu kadar dağlıyor? Kim ki benim katil olduğumu biliyor? Kim ki bizi sevmemesi önem taşıyor?
Yoruldum… altı üstü kaç soru sordum ki yoruluyorum. Beynimin içinde binlercesi var bu soru işaretlerinin. Hiçbirine cevap bulamadan ölümün kucağına atıyorum kendimi. Gerçekten ölsem… ama ölmüyorum. Ölmem sadece uyanmamı sağlıyor.
-gerçek ölüm de uyanmak değil mi? -bilmiyorum. Gerçekten ölmedim ki hiç.
MESELA KİMSİN SEN? İÇİMDEKİ BU SES…
Beni engellemeye mi çalışıyorsun yoksa yardım etmeye mi? Sandığı açmamı istedin, açsam ne olurdu? Öncesinde hissetmek lazım diyorsun sonra hissetmek yeter mi diye beni ikileme sokuyorsun, yardım mı ediyorsun? Yoluma yük mü oluyorsun? Yardım ediyorsun, yürümeden önce emeklemem gerektiğini söyledin. Yoluma yük oluyorsun, soru işaretlerimi artıyorsun. Kimsin sen? Kime ait düşüncelerin? Kimin ses tellerinin sesisin sen?
-kimsin sen? -değersiz biriyim. -neden öyle diyorsun? -insan bazen kendine doğruları söyleyebilmeli. -ben mi senim yoksa bahsettiğin kendin, başkasına itiraf ederken kendine itiraf etmen mi? -bilmem, ben sen miyim? Sen, ben misin peki? -bildiğim kadarıyla ya da hissettiğimle sen, ben değilsin. -sence neden ben, sen değilim? Sana bunu hissettiren ne? -sesin sanıyorum ki benimkinden ince. Ve benden daha fazla şey biliyorsun. Eğer ben, sen olsaydım bu kadar kaybolmazdım cevapları ararken. Sen biliyorsun cevapların nerede olduğu. Siyah dedin sustun siyah bir şey gelecek ve soru işaretlerimi öldürecek. Bekliyorum, gelmesini ve kelimelerin yazılmasını. Kim yazıyor bilmiyorum, ben miyim, sen mi yoksa tanrı mı? Tanrım?... -… - neredesin? -dur tabelasının yanında. -ne yapıyorsun? -bekliyorum. -kimi? -kimseyi. -kimseler beklenir mi? -bekleniyormuş. -… -… -başka, bambaşka sorular sorsam sana? -soru işaretlerini artırmaktan başka işe yaramaz derim. -yoluma devam etmeliyim o zaman, yolda yürüyüp, engelleri aşıp, ölüp, uyanıp, o siyaha ulaşmalıyım. O siyah neyse artık. -öğrendin…
Yağmur şiddetini artırıyor, gök yarılıyordu adeta. Sırılsıklamdı Ö adam. Bedeninin ıslaklığı düşüncelerine sızmaya başlamıştı bile. Islanıyordu, bu sadece fiziksel bir durum değildi ruhu da aynı anda ıslanıyordu. Ruh ıslanır mı demeyin, yağmurları kurtarıcısı olarak gören insanların ruhuna bakın göreceksiniz. Ö, farkında olmadan yağmuru kurtarıcısı ilan etmişti. Ne zaman fark ederdi bilinmezdi.
İyileştir beni, yağmur… yardım et bana… def et soru işaretlerimi… beni bana getir… buldur o ruhu… kayıp ruhu kucaklamayı bırak… Ruhlar evi gibisin. Yükün ağır. Ver birazını, dinlen… Toprak yok burada. Bilirim toprak istersin sen, güzel kokutursun onu. Ama burada sadece asfalt var… Toprak nerededir, yağmur? Göster bana hazineni?
Yağmur yağmaya devam ediyor, Ö yürüyordu. Bulunduğu cadde, sokaklara ayrılıyordu ama Ö dümdüz yürümeyi seçmişti, çevirmiyordu bile kafasını. Ta ki karşısında kırmızı tabelada bir dur yazısı çıkana kadar. Yol bitmişti, aslında yol sağa doğru dönmüş devam ediyordu ama Ö adam kafasını çevirmediği için yolun devam ettiğini göremiyordu. Gözleri takılmıştı kızıl tabelaya. Acaba? Diyordu o burada mı?
-bu dur tabelası mı? -hayır!
Üzülmüştü, Ö adam. Ama bunu belli etmiyordu mimiklerinde, etmiyor değil edemiyordu. Üzgün mimiklere ev sahipliği yapıyordu zaten, ne kadar üzgünlük gelirse gelsin değişen bir şey olmuyordu.
Bir şimşek, aydınlattı kenti. Bir ses, bir gök sesi, karanlığa boğdu kenti. Yanan ışıkları bile söndürdü. Buluttan kaçan bir yağmur ruhu geldi, geldi ve dokundu Ö’nün sırtına. Kıpırdamasına sebep oldu yağmur ruhu, Ö’nün. Ve bir ses yankılandı Ö adamın kulaklarının içerisinde.
“Gel! Gel! Kıpırdadı… Dokun! Bak!”
Ö’nün içerisindeki bir yerlere dokunan bu ses, yaralı ruha ait bir kadınındı. Neşeli ama yorgun geliyordu. Neşeliydi, sanki yeni nefesler var ediyordu içinde; yorgundu, birçok kez var etmişti bu nefesleri, ilk değildi. Bu kelimeler geçmişten mi kopup gelmişti yoksa yağmurun ruhu canlanıp Ö’nün kıpırtısını başkalarına mı dağıtıyordu? Yağmur sır saklamaz mıydı? Dağıtır mıydı böyle her şeyi? Yoksa dokundukları kişi özel biri miydi? Neydi bu yağmur damlasının gerçeği?
Bir şimşek daha, aydınlattı Ö’nün yolunu. Düşünmeden attı adımlarını yeni caddeye. Düşünmeden attı çünkü gerçekten düşünmeyi reddediyordu. O kadının sesini duymamazlıktan geliyordu. Eğer duyarsa, duyduğunu düşünürse yeni soru işaretlerine kapı açardı. Buna takati kalmamıştı. Bir yağmur damlası geldi yine, dokundu Ö’ye.
“Ne zaman geleceksiniz?”
Sanki kafamın içerisinde yeteri kadar soru işaretleri yokmuş gibi, daha da ekleniyordu. Niye şimdi soru cümlesi yankılanmıştı kulaklarımda. Ne gerek vardı, o yağmura dokunmaya ya da onun bana dokunmasına. Kendi işaretlerimi taşıyamıyorken bir de seninkine mi ev sahipliği yapacağım, yağmur? Kimdi bu kadın? Neden sesi canlanıyordu beynimin ücra köşelerinde? … Düşünme. Kimse kim. Sana ne! Üretme artık daha fazla soru. Biriktikçe birikiyor, cevaplayamıyorum. Sırtıma kambur olmak dışında hiçbir şey olmuyor.
Kafasını gökyüzüne kaldırmış, sessiz çığlıklarını bağırıyordu yağmur damlalarına. Ama yağmurların görevi vardı. Buluttaki ruhla beraber oldukları yeri terk etmeli ve yerlerin değişmesine sebep olmalıydı. Bazı yağmurlar ses tellerinin bıraktıklarını taşırlardı sırtında. Ö’ye dokunan yağmurlar bu yağmurlardandı. Konuşuyorlardı ama tek bir kişinin sesiyle… sanki bütün yağmurlar aynı ruhu taşıyordu, sanki bütün yağmurlar o kişinin farklı farklı anılarının seslerini taşıyordu. Sanki koskoca bu evrende bir ölü vardı ve bütün yağmurlar onu paylaşıyordu. İlkti, tekti. Peki kimdi bu yaralı kadının sesi? Ö’nün hangi kader yolunda birleşmiş ve yolları ayrılmıştı? Peki yolları ayrılmış mıydı?
“Burası çok güzel bir yer. Geldiğinde seni buraya sık sık getirmeyi düşünüyorum.”
Gelme… düşünme… ağırlaşıyor, sırtımdakiler. Kaldıramıyorum. Lütfen… dokunma bana, sesleri verme bana. Beni ıslat ama sesleri yansıtma. Lütfen…
Gittikçe boynu eğiliyor, saçları gözlerine yapışıyordu. Düşünmemeye çalıştığı soru işaretleri yine de ona yük oluyordu. Düşünmemek yetmiyordu. Gök bağırmaya, yağmurlar aynı hızda yağmaya devam ediyordu. Yürüyordu Ö, devam ediyordu o da diğer kalan her şey gibi. Önüne bakmıyordu, kızıl tabelanın bağırdı harfleri görmüyordu. Bakmalı, görmeli ve durmalıydı. Ne baktı ne gördü ne de durdu. Yürüdü ve duvara tosladı. Düştü yere. Başında bir sızıyla yerde yatıyordu. Gözleri bir şey arıyordu, durmadan gökyüzü tarafından aydınlanan sokakta, kızıl bir şeyler arıyordu.
DUR… kızıl bir tabela… yol yine bitti. Bitmedi aslında devam ediyor. Ama nereye? Sağa mı sola mı? Her yer karanlık gözlerim hiçbir şey görmüyor. Tek bir şeyi gördüğümü hissediyorum o da kızıl bir tabela. Bana bağırıyor, dur! Diye ama ben durmak istemiyorum. Yürümek istiyorum, düşünmeden. Nereye kadar yürüyebilirsem oraya kadar yürümek istiyorum bu yağmurun altında ruh seslerinden kaçarak. Onları bulmak istemiyorum, onlardan kaçmak istiyorum. Eğer onlardan kaçamazsam, soru işaretleri savaşı kazanır ve ben olduğum yere çöker, çöker ve gömülürüm. Kalan evrenleri gezemem çünkü kendimi kaybederim.
Kaybetmiş olarak daha da kaybetmek istemiyorum kendimi.
Ben kaybedenim ama… devam etme! Yeni bir işareti koyacak yerin yok artık! Dur ve sus! Düşüncelerini sustur! Öğren artık şunu! Yapabilirsin! İnan artık kendine! Başar artık bir şeyi!
Ve bir gök gürültüsü, gösterdi Ö adama yolunu. Düştüğü yerden kalktı ve derin bir nefes aldı, beton kokuyordu hava, gözlerini kıstı, rahatsız oldu bu kokudan. Görmesini engelleyen saçlarını yasladı geriye doğru. Attı adımları yeni yolun başlangıcına.
Yağmurlar daha da arttırdı şiddetini. Şimşekler art arda çakmaya başladı. Rüzgâr eklendi bu sahneye bir de. Yağmurlar savruluyordu havada, Ö adam kaçamıyordu ruh yağmurlarından. Ve birine daha yakalandı o sokakta.
“Nasıl? İki kişiler mi?”
…? …? …? Düşüyordu soru işaretleri Ö’nün zihnine. Engelleyemiyordu, merak ediyordu. Kimdi bu kadın? Neden bu kadar yaralıydı sesi? Hayat mı yormuştu onu yoksa düşünceleri mi? Tek tek yerleşiyorlardı Ö’nün iç sokaklarına. Daralıyordu Ö’nün içi çünkü kesesine sığmayan soru işaretleri dökülmeye başlamıştı keseden sokağına. Yer kalmıyordu, sıkışıyordu, kaybediyordu.
“Hissediyorum kötü şeyler gelecek…”
Konuşma benimle, lütfen… Sesin canımı yakıyor. Seni düşünmek yakıyor beni, ağır geliyor. Kaldıramıyorum. Senin işaretlerinin ayrı bir yükü var, hepsi gibi değil daha ağır sanki. Kendimle ilgili olanlardan bile daha ağır, kimsin sen? Neden bu kadar yük bırakıyorsun bende? Eksikmişim gibi hissettiriyorsun hem de o kadar çoksun ki bana yer kalmamış gibi… Her yerde seni arıyormuşum gibi… Sen hep yanımda olsan her şey daha güzel olurmuş gibi… Ama eksiktim ben, seni aramıyordum ben, kendimi arıyordum. Sanırsam ki sen, kendimi arama yolumdaki bir duraktın. Önemli miydin? Belki ama bu durakta duramam ne kadar zor olursa olsun ne kadar ağır olursa olsun gitmeli ve devam etmeliyim. Özür dilerim…
Kamburlaşmış sırtını dikleştirip yoluna devam etmeye başladı. Gök, ışıklarından mahrum bırakmıştı Ö’yü. Yolu karanlıktı, görmüyordu hiçbir şeyi. Önüne ne çıkar bilmeden seri şekilde atıyordu adımlarını. Gitti, gitti… tam duvara çarpacaktı ki gök ışığını sundu. Durdurdu adımlarını. Karşısındaki iki adet dur tabelasıyla karşı karşıyaydı artık. Yüzünde ufak bir tebessümle, ışık gitmeden önce çevresine bakındı. Ve devam etmesi gerektiği yolu gördü, attı adımlarını yeni yola.
“Sanki sizin gelişinizi göremeyecekmişim gibi. Nefeslerim bitiyor, hissediyorum kötü şeyler olacak. Tam siz geleceksiniz ve benim yaşamım bir toprak parçasında devam edecek sanki.”
Sesi duymamazlıktan gelip, yürüyüşlerini koşmaya çevirmişti Ö adam. Labirent sokaklar arasında kaçıyordu, koşuyordu. Kaçtığı bir yağmur damlasıydı, koştuğu yine bir yağmurdu. Kesilmiyordu, daha da hızlanıyordu, yağmur. Kızıl tabelalar önüne çıkıyor, o ise hemen yeni sokağa giriyordu. Gittikçe artıyordu tabelalar. Üç, altı, sekiz… her yeri kızıla boyuyorlardı.
Duraksadı, Ö adam. Soluklandı olduğu yerde. Kısa nefesleri içerisine misafir etti ama hemen de kovdu onları. Nefes almayı kesti, gözlerini kıstı. Bir şeyi fark etmişti sanki; farklı bir şeyler vardı, hissediyordu. Hava da değişen bir şey? derin bir nefes aldı…
Bu… bu koku… bu sokağa ait değil, olmamalı. Çok yabancı, çok doğal. İnsanlık katletti doğayı bu koku burada olmamalı. Nereden geliyor o zaman? Burnum yalan söyleyemez. Farklı bir koku var, fark ettim onu. Bu koku, toprağa aitti. Yağmurun toprağına kavuştuğunda ortaya çıkardığı kokuydu bu. Bir yerlerde kalmış mıydı doğal bir şeyler?
Adımları yavaşlamıştı, Ö adamın, kokuyu takip ediyordu. Gök yine hanesine çekilmiş vaktini bekliyordu. Rüzgâr, Ö’yü itiyor ona bu yolda yardım ediyordu. Yağmur ise susturmuştu ruhlarını belki o da vaktini bekliyordu. Yürüdü ve gitti. Toprağın buram buram koktuğu o yerdeydi ama hiçbir şey göremiyordu. Gök bağırmalı ve ışığını yaymalıydı.
Bir iki adım daha attı Ö adam. Ve gök hanesinden çıkıp saçtı etrafa ışıklarını. Gördü, karşısındaki şeyi gördü Ö. Korku hücrelerini sarmaya başladı ve o sırada gökyüzünün sesi onu olduğu yerden sıçrattı. Karşısında servi ağaçlarla bezeli bir mezarlık vardı. Yan yatmış ‘10’ mezarlığı görmekten korkuyordu. Tekrar gömülerek ölmekten korkuyordu, Ö. Ama yürümeli ve mezarlığın içerisine girmeliydi, yolunun devamı orasıydı. Kaçışı yoktu. Ve attı adımlarını içeriye tam o sırada bir ses, bir yağmur ruhu sesi yankı buldu Ö’nün kulaklarının içerisinde.
“Şey olmalı yaşama sebebi getiren bir isim”
Kalbim… çok hızlı. Heyecanlandım. Birini görecek gibi, birine sarılacak gibi, heyecanlanmıştım. Bir şey vardı burada. Biri… bir his… sanki… sanki annem burada gibi. Birazdan onu görecekmişim gibiydi. Kalbim yerinde durmuyordu, olduğu yerden çıkıp yağmur tarafından yıkanmak ve anneme ilk o ulaşmak istiyordu sanki. Adımlarım, kalbimi kıskanıp hızlandırdı adımlarını. O dur tabelasının yanındaki mezarı görene kadarda attı adımları. O dur tabelası… bu dur tabelası mıydı? İçimdeki ses, sen… sen burada mısın?
-bu… bu mu peki? -hayır… bu değil. Bu başkasına ait, yaralı birilerine…
Yaralı? Yaralı kadına mı ait? Anneme mi? Yaralı kadın annem mi yoksa bu tamamen benim mi uydurmam?
“Hatta adı direkt Ö…”
Bu benim… Ö… devamı bir türlü gelmeyen Ö… yaralı kadın, annem… annem yaralı bir kadın… mezarı var… mezarda bir çift rakam… 08… saatte 10’un yerini alan 08… 08 için feda edilen on… on… 10… ben, 10… annem, 08… feda edilen ben miyim o mu? Ya 08’in yeri hep 10’un yerindeyse. Ya ilk 10 gelip 08’i işgal ettiyse. Ben, annemi işgal ettiysem...? Bir kere feda edilse 08 için 10, ne olur? Ya kötü şeyler hissetmesine sebep olan bensem? 10 için feda edilen 08…? Böyle mi…
Bir şimşek aydınlattı mezarlığı, bir farklılık vardı şimdi mezarlıkta. Bir dur tabelası, 08 yazan bir mezar ve yanında ufak bir mezar daha açılmıştı. Yazısızdı. Boş, sahipsizdi… ışık söndü, ses yayıldı, ses sustu, şimşek tekrar çaktı. Ve Ö’nün dudaklarından iki kelime kaçtı.
-Özür dilerim…
Şimşek, Ö’ye çakmıştı. Bayıldı olduğu yere, Ö adam. Annesinin üzerine… Ölmek üzereyken sarılmıştı annesine. Son kez kokusunu çekmişti içine, toprakla karışık anne kokusunu. Kalbi rahatlamış, adımları kıskanmayı bırakmıştı. Ve Ö, annesinin yanındaki ufak mezarlığa düşü vermişti. Annesiyle yan yanaydı, ilk defa mutlu ölüyordu, ölmüştü. O, büyük ama cılız bedeniyle sığmıştı çocuk mezarına. Mezar kapanmış yağmurlar can suyunu vermişti iki mezara da. Ve bir şeyler o mezarların içerisinden fırlamıştı. Akrep ve yelkovan… iki mezarda da çiçek gibi açmış birbirlerini gösteriyorlardı. Ve mezar taşlarında, bir çift rakamın yanında bir çift rakam peydah olmuştu.
Akrep ve yelkovan gösteriyordu…
08 ve 10 yan yanaydı… sonunda…
Kimse feda edilmeden…
Yan yana…
08, 10…
Q. |
0% |