@qnunevreni
|
09 3. Bölüm “Gizli odaların, girift âyinleri” İthaf ‘girift sokağına’ Floating / Jorge Méndez Birinci damla… İkinci damla… Üçüncü… Dört… Tavandan düşüyor, intihar ediyordu yağmur damlaları. Ama hiçbiri Ö’ye denk gelemiyordu, hepsi bir şekilde yeri boyluyor, yerdeki el dokuması kırmızı halıya damlayıp, halıyı daha da kırmızıya çeviriyorlardı. Ö adam, yattığı demir yatakta, yağmur sesiyle huzur içerisinde uyanmayı bekliyordu. Evet, yine uyanmayı bekliyordu. Ölmüyordu o, ölüyor gibi oluyor uykusundan uyanıyordu. Ölmek haramdı bu gerçeklikte ona, gerçekten ölmek istese bile… Bir piyano sesi gelmeye başladı, karanlığın içinden. Yavaştı, hüzün doluydu. Kaybetmiş gibiydi bir şeyi, sahibini sanki. Arayışa çıkmıştı, katlar arasında. En son uğrak noktası, bodrumdaki, camı buğulu ve tavanın başladığı yerden başlayan bir pencereye sahip, karanlık, izbe yer olmuştu. İçerisinde kırmızı halısı ve demirden bir yatağı olan rutubetli bir odaydı burası. Ve piyanonun hüzünlü ama naif sesi burada geziyordu, sahibini arıyordu. Bu iğrenç yerde geziyordu güzel ses. Ne içindi? Sahibini bulmak için mi yoksa Ö için mi? Ö müydü sahibi? Ninni gibiydi Ö için, yağmurla karışık gelen piyano sesi. Uyanmıyor daha da derin uyuyordu. Mutlu gibiydi huzurluydu ama birazdan geçecekti. Çünkü uyanacak ve yine ölmeye gidecekti. Ölecekti çünkü bulunduğu yer için çıkış ölmekten geçiyordu. Ölmek, uyutuyor ve uyandırıyordu. Ö’nün kaderiydi ölüm. Herkes için böyleydi ama Ö için biraz farklıydı bu durum. Ö yalnızca bir defa ölmüyordu, ölmeyecekti… Piyanonun naif sesi kesildi büyük bir sesle. Gökyüzünün gürültüsünü sollamıştı bu ses, ki bu ses uyandırmıştı Ö adamı. Öyle bir gürültü çıkarmıştı ki gök bile bir iki dakika susmuştu. Bir nesne düşmüştü tuşlarına sanki, hem düşüşün verdiği o ses hem de piyano tuşlarının çıkardığı çığlık vardı. Açtı gözlerini Ö adam. Kalp atışı hızlandı nefes alışıyla beraber. Yattığı yataktan kalktı, çevresinde gezdirdi bakışlarını, rutubet kokusu sebebiyle yüzünü buruşturdu, kalbi sıkıştı, nefes alamaz oldu, boğulacağını hissetti. Koku… çok kötü bir koku bu. Boğulacakmışım gibi ama alışıyorum. Burnum tembel, kokuları çabuk hazmediyor. Halıdan gelen koku gözlerimi yaşartıyor. Yabancısı olmadığım ses geliyor yine kulağıma ‘yaşıyorsun, yine…’ yaşıyorum… yine… idraki zor olmuyor artık. Garip bir şekilde ölürken uyanmaya alıştım. Bir katmanı da arkamda bıraktım. Acaba önümde kaç tane kaldı? Daha kaç kere ölmeliyim? Hep farklı şekilde mi öleceğim acaba? O zaman buranın ölüm şekli hangisi? Bu kokudan zehirlenmek mi? Ö, kalktı yerinden ne içerisinde korku vardı ne de şaşkınlık. Alışmıştı, iki ölüm alıştırmıştı artık onu. Çıplak ayağıyla ıslak kırmızı halıya bastı ve koşar adımlarla bu izbe odadan çıktı. Karşısında merdiven vardı ama karanlıktan sebep göremiyordu. Gök hâlâ küstü ne gürültüsü vardı ne de ışığı. Işığı ne güzel olurdu şimdi, yol gösterirdi. Umursamadan yürüdü Ö adam, merak ediyordu bulunduğu yeri. Adımladı, adımladı ve merdivene çarpıp yere düştü. Canı acıdı ama umursamadı ayağıyla yoklayarak çıktı merdivenleri. En sonunda bir pencereyle karşılaştı. Çok küçüktü, avucu kadar bir şeydi ama dışarısı görülüyordu. Ve gördü Ö adam onu, onu yani bir kuleyi. Göz alıcıydı, hakimdi bulunduğu tepeye, servi ağaçlarının arasında öylece nazlı nazlı duruyordu. Gözlerini alamadı Ö adam, bu kulenin karşısında. Bu… çok güzel bir kule… kalbimi heyecanlandırıyor. Hızlanıyor, hızlanıyor daha ne kadar hızlanacak? Durana kadar mı? Ölüm sebebim kuleye duyduğum bu his mi olacak? Ne kadarda zarif, alımlı duruyor servi ağaçlarının arasında. Karanlığın arasından parıldıyor bir yıldız gibi. Kırmızı ışıklarıyla süslüyor kendini. Karanlık, kasvetli geceye umut gibi duruyor orada. Titriyor ışıkları, nasıl olur? Korkuyor mu o da? Korkmamalı, çünkü o korkutur korkmaz. Öyle olmalı, korkutmalı korkmamalı. Beyaz ışık sardı gökyüzünü. Servi ağaçlarının arasında kırmızı ışığıyla gülümsedi bana kule. Sanki ‘korkmuyorum, ateşlerim hiçbir zaman sönmeyecek ve ben burada bütün heybetimle duracağım’ dedi. Dedi ve gök isyan edercesine haykırdı. Söndürmek istedi kulenin ışıklarını, ateşini. Ama kule izin vermeyecekti çünkü oranın hâkimi oydu. O çok güzel ve güçlüydü, yıkılmayacaktı ve bu bana güç verecekti. Çünkü bağlamıştı beni kendisine. Benim bir kalbimde orada hapisti, yanıyordu. Tıpkı bir zamanlar onunda yandığı gibi. Tıpkı bir zamanlar insanları hapsettiği gibi hapsetti Ö’nün kalbini. Ve yandığı gibi yaktı Ö’nün kalbini. Galata’ydı o yanar, yakar, hapseder, kavuşturur, ayırırdı. Piyanonun yardım dileyen sesi ulaştı Ö’ye. Bakışlarını istemeden çekmek zorunda kaldı Galata Kulesinden. Çektiği gibi de kalbi sıkıştı, gözleri acıdı. Ama devam etmeliydi, önünde çıkılacak merdivenler girilecek odalar, ölünecek ölümler vardı. Ayrıldı o ufacık camın önünden ve devam etti, sıkışan kalbiyle. Bir merdiveni daha çıktı ve yine karşına bir cam çıktı ama bu cam diğerinin aksine büyüktü. Yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. Bay Saat?... 08 çıkmazı?... Mezar?... Gömüldüğüm mezar?... Ben hâlâ aynı yerdeyim. Giremediğim o bunaltıcı binaların birindeyim. Kayıp akrep ve yelkovan hala o ağacın üzerinde mi acaba? Ama orada ağaç yok. Nasıl olur? Oradaydı, gördüm, yanılmıyorum mezarın üzerinde bir ağaç dalı vardı o dalda soluklanıyordu akrep ve yelkovan. Şimdi ise yok, bir mezar ve taşı var sadece bu sefer ilk gördüğümden farklı. Mezar tümsekli ve taşta bir yazı var, Ö’nün iki noktası birleştirilmiş sanki. 08 için feda edilen on… 08 için feda edilen o… O yani ben… 10… Ö… Çıkmalıyım bu yerden. Aramalıyım kayıp olanları. Bulmalı ve teslim etmeliyim sahibine. ‘iki uzun saat uzuvu,’ akrep ve yelkovan… ‘koyarsan yerine olur sana saat yolu.’ Yolum… ‘saat yoludur, gösteren makberi.’ Mezar… ‘makberdir miratın ya da mirattır makberin’ Mezarım mı aynam? Aynam mı mezarım? -çıkmamalısın bu yerden! -çıkmalıyım. -aramamalısın kayıp olanları, çıkıp! -aramalıyım, çıkıp. -bu katmanda bulup teslim etmemelisin! -teslim etmeliyim. -farklı katmandasın geriye dönemezsin! -hâlâ aynı yerdeyim. -değilsin, orasının gerçek olduğunu, yansıma olmadığını nasıl bilebilirsin? -görüyorum. -görmek yetmez! Hissetmek lazım. Hissettiğin dışarısı değil, burası. Buradasın, burada kalacaksın! -kalmayacağım! -kalacaksın! -öldürürüm kendimi geçerim sonrakine. -ölmek bu kadar kolay mı sandın sen? -değil mi ki. -zamanı gelmeden ölemeyeceksin. İstesen de ölemezsin, vakti var, ânı var. Camın kenarından çekildi Ö adam. Ve fark etti camın yanındaki kapıyı. İhtişamlı bir kapıydı, zengindi ama zarar görmüştü, renkliydi ama solmuştu, güzeldi ama huzursuz ediyordu insanı. Koşar adımlarla kapıya gitti, kulpunu zorladı. Açmak istiyordu, açıp çıkmak istiyordu bu dört duvarlı, bir çatılı yerden. Boğuluyordu, öyle hissediyordu, çıkıp boğulma hissinden kurtulmak istiyordu. Ama yanılıyordu çıkamayacaktı buradan, temiz hava ciğerlerine giremeyecekti, izin vermeyecekti buradaki her şey çıkmasına. Yanlış hayallerin dibinde dolaşıyordu Ö adam, yanlış kararların. Sinirlendirecekti misafir olduğu evreni. Evrenin tahammülü yoktu böyle insanlara. Kalbini, kanını çaldığı gibi çalıp hapsederdi şehrin içine, ruhuna katardı haberi yoktu. Kırmızı kuralları vardı evrenin, kırmızı kelimelerle yazılmıştı, aşılamaz, silinemezdi. Aşılmaya ve silinmeye çalışırsa cezasını çekerdi. Gök daha bir sesli gürledi, yağmurlar daha bir şiddetli yağmaya başladı, cam mermerinde yanmadan duran mumlar bir anda yanmaya başladı. Evren belli ediyordu sinirini, sesler çıkarıyordu, mucizeler yaratıyordu. Anlıyor muydu Ö adam, kesinlikle anlıyordu, kapının kulpunu bırakışından, geri geriye titrek adımlar atmasından belliydi. Sertçe yutkundu Ö, ardından hafifçe öksürdü ve kafasını salladı, düşüncelerini def etmek istercesine. Ve ardındaki devam eden merdivenlere yöneldi. Yöneldi ve mumlar yanmaya başladı ve yol gösterdiler, yolcusuna. Kalın, ince, uzun, kısa bir sürü beyaz mum, her merdiven evresinde duruyor ve yanıyordu. Her adımımda başkaları ekleniyor, yanıyordu. Yolumu gösteriyorlardı bana, yoldan çıkmak mümkün değildi. Yoldan çıkmaktan korkarken aslında yoldan çıkmam zaten imkansız bir haldeymiş. Ansızın yola çıkılırmış, yoldan çıkılmazmış. Her yolun, her hikâyenin bir gardiyanı varmış, o gardiyanların başı varmış. Bakışları yerde, ürkek, yavaş çıkıyordu merdivenleri Ö adam. Yüzleşmesi ağır gelmiş olmalıydı ya da kırıcı. İstediğini yapamayacağını öğrenmişti, ‘istekleri onun mu istekleriydi?’ şüphesi düşmüştü içine. Düşünceleri engel oluyordu kafasını kaldırmasına, kaldırsa güzel tablolar görecekti. Söylediklerimi hissetmiş gibi duraksadı, Ö. Kafasını kaldırdı ve duvarda asılı olan yüzlerce tabloya baktı. Hepsi başka bir hikâye anlatıyordu. Hepsinin bir sırrı vardı ama bazıları vardı ki birbirleriyle birleşik anlamlar taşıyordu. Ö’nün biraz önceki hali yoktu şimdi. Tablolar düşüncelerini def etmişti. Mutlu ve heyecanlıydı, hepsine bakmak, hepsinin sırrını çözmek istiyordu. Ve bakışlarını birinin üzerinde durdu. (Tabloların çizimi klasisizm, barok ve romantizm akımlarının çizim tekniğine -ortaya karışık- uygun. Aklınızda canlandırmak isterseniz örneklerine mutlaka bakın derim. Hiçbiri gerçek tablolar değiller o yüzden size örneklerini koyamıyorum.) İki melek… melek mi yoksa insan mı? Beyaz beyaz parıldıyorlar, melekler. Yüzleri var sinsi bakıyorlar, insanlar. Yüzleri var ama farklılar, birinin gözleri yok, birinin kulakları. Ne insanlar ne melek. Farklı bir şeyler. Yaratıcının başka kulları... Bu iki farklı tür -ki bunların bir ismi olmalıydı, tür demek ayıp kaçardı, kırardı. Elbet belli ederlerdi isimlerini, isimsiz olmaları düşünülemezdi- Topraklık bir alandaydılar, kuru bir topraktı. Gökyüzü vardı, masmaviydi, bulutsuz, çırılçıplak. Yeşillik yoktu hiç, sadece gökyüzü ve toprak ne ateş vardı ne de su. İki kişiydiler ve sadece iki şey vardı, toprak ve gökyüzü, gökyüzü yani hava. Hava ve toprak… dört elementin iki parçası… birinin kulağı diğerinin gözü yoktu, hangisi topraktı? Hangisi havaydı? Gözsüz olan toprak alıyordu ya da çalıyordu. Kulaksız gökyüzüne bakıyordu, havaya bakıyor dinliyordu, kulaksız olmasına rağmen dinliyordu sanki havayı, hissetmesine gerek yoktu, o zaten havaydı, hissediyordu. Gözsüz, topraktı; kulaksız, hava. Birer isimleri vardı artık, belli etmişlerdi kendilerini. Bir diğerine geçti bakışları, Ö adamın. Demir çitlerin üstünde bir karga, ağzında ip, ucunda bir anahtar. Çok büyük bir emaneti taşıyor gibi, çok önemli birine verecek gibi. Dik başlı duruyor, kendinden emin, gittiği yerden. Kaybolmamış gibi ama kaybolduğuna yemin edebilirim. Gözlerinde bir, bir duygu var adını koyamadığım, o belli ediyor kendini ele. Siyah karga, siyah demir çitlerin üzerinde kaybolmadığına ikna ediyor insanları ve kendine zaman kazanıyor. O anahtarda neyin nesi öyle? Bir başkasına baktı, Ö adam. İki melek… pardon iki, başka tür. Biri Toprak, kulaksız olan, diğeri ise adını daha belli etmeyen, yeni biri bu, dudaksız bu kişi. Büyük bir su sunağı var, yanında bir turnet ve seramik aletleri. Çalınan ya da alınan toprağa şekil veriliyor, dudaksız kişi tarafından. Toprak ise öylece geride izliyor olanları sanki en ufak bir yanlışta müdahale edecek gibi, kendini koruyor gibi, toprağını koruyor. Dudaksızın bir eli suyun içerisinde, bir eli toprağa şekil vermekte. Çok odaklı, hiçbir şey onun odağını bozamaz gibi. Dudaksızın bir eli suda… su… dört elementten biri… dudaksız, su… bir isim daha belli oluyor. Dört elementin üçü gidiyor yalnızca biri kalıyor. Ateş… Bir başkası… Yalnız başına, ince, uzun, tekli şamdan üzerinde bir mum… usul usul yanıyor karanlığın içinde. Umudu simgeliyor, umut gibi karanlığı aydınlatıyor, yine umut gibi her an sönebilir olduğunu haykırıyor. Arkada duvarda birtakım semboller var ama ressam belli etmek istememiş gibi, anlaşılmıyor. Diğer bir başkası… Ateş… yanıyor kupa… biçimlendirilen toprak, kupa olmuş. Yeni biri daha eklendi, Ateş olmalı bu, burunsuz. Ellerinde kibritler var, ateşi o yakmış olmalı, nasıl olsa dört elementten biri olan ateş o. Arkada yine izleyen biri var, gözsüz, Hava. Hava neyi koruyor? Ateşi mi yoksa kupayı mı? belki de Ateşe yardım ediyordur. Hava olmasa ateş olur muydu ki? Diğeri… Bu… o… kalbimin hapsedildiği kule… beni heyecanlandıran… nefesimi kesen… servi ağaçlarının hâkimi… ama etrafında artık servi ağaçları yok. Bir sokak, her iki tarafında da bunaltıcı binalar, sonunda o muazzam yer, servilere değil ama o bunaltıcı binalara hâkim. Bütün heybetiyle sırıtıyor, etrafındaki kargalarla beraber. Gökte ay ve yıldızlar, yanan mumuyla kırmızı kırmızı en dikkat çekici yıldız o. Resmi bile nefesimi kesiyor… bir şey saklıyor, içinde, dehlizlerinde. Ortaya çıkmaması için koruyor muhafız kargaları… Başkası… Dört, kanatlı melek insan… Ateş… Su… Toprak… Hava… Dört kişi, her biri bir duyusunu kaybetmiş, kanatlı melek insan. Yuvarlık bir masanın çevresinde. Ortada kupa… kutsal kâse… iki elleri de masanın üzerinde, avuçları yukarıda. Her birinin sol avucunda kesik, sağ ellerinde kanlı hançerleri. Kesik ellerinin yanında bir çift siyah deri eldivenleri. Kan damlatılmış kupaya, belli, içerisini göremiyorum ama kenarları kan olmuş kupanın, damlatmış her biri kanını kutsal kâseye. Hepsi duygularından arınmak ve odaklanmak için kapatmış gözlerini. Sadece biri hariç, Ateş. Dudaklarında sinsi bir gülüş var, ihanet edecek olan o, içimizdeki düşman ya da şeytan, yüzsüz bir insan, iki yüzlü bir melek yani şeytan. Ayaklarının ucunda kibrit çöpleri… yuvarlak masanın ilerisinde içerisinden duman çıkan bir sunak… Neyi yaktı? O neyin dumanı? Bir diğer başkası… Dört kart… Kupa Ası… Maça Ası… Karo Ası… Sinek Ası… kırmızı, siyah, kırmızı, siyah… dikkatli bakılırsa görülür içerisindeki başka semboller. Hepsinin başka rolü, başka simgesi vardı, kendi içinde, sırrında. Kupa, aşağıya bakan üçgen. Maça, yukarıya bakan üçgen. Karo, aşağıya bakan üçgen fakat ortasında tabanıyla paralel bir çizgi taşıyor. Sinek, yukarıya bakan üçgen, tabanıyla paralel çizgisiyle. Neydi bu içlerinde sakladıkları sır? Bu üçgenler neyin nesiydi? Ve merdivenin tepesindeki son tablo… Yuvarlak masa… kuşbakışı… yerde yatan üç element, üç kişi… biri eksik… biri değil sadece, bir şeyde eksik, kutsal kâse… yerinde maça ası… eksik kişi, Ateş… yani maça ası… Maça Ası… ateş… yukarıya bakan üçgen… ateş, yukarıya doğru yanar… yani yukarı üçgen ateşi simgeler. Maçanın içindeki sır ateş olması, Ateşin açık ettiği sırrı maça olması. Sunakta yaktığı şey uyuttu diğerlerini, kendisi kurtuldu çünkü koku almıyordu, burunsuzdu. Neden çaldı o kupayı? Neden kan damlattılar o kupaya? Neden toplaştılar ve bir kupa yaptılar? Neden…? Neden…? Merdivenin başında öylece aşağıya doğru bakıyordu, Ö adam. Ne yaşamıştı şimdi? Bunlar neyin tablolarıydı? Kafası bir hayli karışmıştı, heyecanlıydı aynı zamanda da. Bir şeyleri fark etmişti başka sesler girmeden araya. Peki fark ettikleri doğru muydu? Bu buranın hikayesi değildi, o girift sokağının kelimeleri, resimleri, kalbi ve ruhuydu. Girifti adı gibi, birbiri içine karışmıştı her şey ama düzensizliğinde biz düzeni, bir anlamı vardı. Mumları takip etti, Ö adam. Artık attığı adımlarla beraber yanmıyorlardı, hepsi yanmış bir halde Ö’yü bekliyordu. Ve Ö de bu davete icabet ediyordu. Uzun, mumlu koridoru aştı. Geldi, yardım çığlıklarının yükseldiği o alana, o salona ya da odaya. Kapının ağzında durmuş, oda da gezdiriyordu bakışlarını Ö adam. Yanan, beyaz bir piyano… yanan… Odanın sol çaprazında, üzerinde onlarca mumla beraber yanıyordu. Ama hâlâ eski halindeydi. Yanıyordu, nasıl eski halinde kalabilirdi? Ateş zarar vermiyordu sanki, canıydı, her şeyiydi o piyano, yakmıyordu sanki bu sebepten. Tam karşımdaki duvarda ayna var. Kırık bir ayna bu, binlerce parçaya ayrılmış ama hâlâ birleşik ve yerinde. Bütün her şeye rağmen ayakta… göstermiyor, yansıtmıyor beni. Bay Saatin yansıtacağı gibi yansıtacaksa hiç yansıtmasın zaten. O beni göstermiyor, o bir gün dönüşeceğim şeyi yansıtıyor. Raflar var o duvarda kısasından uzununa, hepsinin üstünde mutlaka mum var kalınından incesine. Ufak ufak tablolar var duvara asılmamış, rafa yerleştirilmiş. Kadehler var farklı farklı, birinin içinde bir karanfil var, birinde bir sigara dalı, diğerinde bir anahtar sarkıyor ipiyle, bir başkasında bir gözlük, bir diğer başkasında ise bir dolma kalem var. Beş kadeh yan yana, hepsinin içerisinde bir ruh… Dünya küresi, ayaklı. Duruyor orada odanın sağ köşesinde. Üzerinde kırmızı raptiyeleri var, belirli yerlere dikkatçe yerleştirilmiş gibi. Hemen bitişiğindeki duvar, camdan gelen şimşek ışığıyla beyazlıyor kısa süreliğine. Tablolarla süslü, büyüğünden küçüğüne. Tablolar haricinde kelimeleri de taşıyor sırtında, duvar. Kanla yazılmış gibi, kırmızı… ‘…kaybedilmiş bir savaşın ortasında…’
‘…rüzgârın ruh koktuğu…’
‘…eşitliğin yandığı…’
‘…cennetten kaçırılanım…’ Canım acıyor duvardaki kelimeleri okudukça. Kalbim ağırlaşıyor, ruhum kaçmak istiyor, beynim unutmak. Tek yapabildiğim bakışlarımı kaçırmak oluyor. Yere iniyor bakışlarım ve görüyorum onu tüm heybetiyle ve korkutuculuğuyla. Bu… bu bir âyin çemberi. Yuvarlak masa gibi… büyük bir çember, içinde, ortasında bir çember daha, iki çember arası dörde bölünmüş. Dört ayrı ruh için, dört ayrı alan. Hepsinin kendisine ait nesneleri ve sembolleri var. Sağ üst, kupa… hançer… tebeşirle çizilmiş kalbin içinde aşağıya bakan üçgen… Sol üst, maça… kılıç… maçanın içinde yukarı bakan üçgen… Sağ alt, sinek… muşta… yukarı bakan, tabanıyla paralel ortasında çizgisi olan üçgen… Sol alt, karo… ok, yay… aşağıya bakan, tabanıyla paralel ortasında çizgisi olan üçgen… Ve hepsinin birleşim noktası, dört sembolün üst üste gelmesi, Akaşa… Akaşa sembolünün üzerinde bir iz var, yuvarlak bir iz, sanki yıllardır orada olan bir şeyin yokluğunu bağırıyor. Bir şey kayıp bu âyinde. Kutsal kase… ya da kupa… Bunlar melek insanların sembolleri, bu onların âyini… burası onların evi… tabloların gerçek bir hikâyesi var. Onlar gerçekler… bu gerçeklikte… peki nerde bu kutsal kâse? Âyin çemberinin hemen yanında ayaklı bir rahle var ve üzerinde bir kitap, kitapta bir sayfa. “Bir yerlerdeyim, Ellerini kaldırsan tutacağın kadar yakın, Ama milyarlarca ışık yılı uzaktayım. İçindeyim, Hem de dışındayım. Gölgendeyim… Kayboluşunda ve bulunuşundayım. Kaybedilmiş bir savaşın ortasında, Ölü cesetlerin arasındayım. Yalnızlığın ateşle buluştuğu, Kanın suya aktığı, Rüzgârın ruh koktuğu, Toprağın taştığı o ince yerdeyim. Ben sendeyim, Aradığın her şeydeyim, Arayıp bulamayacağın o şeyim.
Bir yerlerdeyim, Bulunmak istemediğim yerde, Hem de herkesin bulduğu yerdeyim. Önünde, Arkandayım, Sağında, Solundayım, Altında Üstündeyim, Kazanılan savaşın nedeniyim. Eşitliğin yandığı, Adaletin boğulduğu, İyiliğin havaya karıştığı, Kişiliğin gömüldüğü yerdeyim… Ben her yerdeyim, Ama sen körsün.
Bir yerlerdeyim, Doğuyorum, Büyüyorum, Ama ölmüyorum. Cennetten kaçırılanım… Her şeyin özündeyim,
Katrelerin biriktiği gedizdeyim, Barışın olmadığı acı yerdeyim.
Gerçeğim aynı zamanda da efsaneyim, Varım ama yokum…”
Bir yerlerdeydi o, saklanıyordu, bulunmak istemiyordu ama hem de aslında bulunmuştu, farkında değillerdi. Bir yerlerdeydi o, uğruna savaşlar verilmiş, barışlar yaşanmıştı. Yakındı sana, uzaktı senden. Neredeydi bu? Hangi kuytu köşede hangi ortalıktaydı? Yavaş yavaş zihnini kaybediyordu, Ö. Odada ki her şeyi görmüştü bir şey hariç. Sol arka çaprazında bir sunak vardı, sunağın ayak uçlarında kibrit çöpleri. Ve duman çıkarıyordu en başından beri sunaktan. Aynı tablodaki gibiydi, ihanete uğruyordu ve farkında değildi. Yere yığıldı, Ö adam. Gözleri tavana denk geldi. Ve yine bakmayı atladığı bir şeyle karşılaştı, tavanla. Tavanda öyle bir şey vardı ki, baygın haliyle bile küçük dilini yuttu. Tavandaydı saat, tavandaydı akrep ve yelkovan, tavandaydı kupa, birleştiriyordu akrep ve yelkovanı. 09’u 12 geçiyordu… Şimdi hangisi gerçekti, mezarın üzerindeki dalda olan akrep ve yelkovan mı yoksa tavanda, kupanın birleştirdiği mi? Q. |
0% |