Yeni Üyelik
19.
Bölüm
@qnunevreni

10

 

12.Bölüm

“Mazide Kayıp Uzuvlar ve Sayıları”

 

İthaf: sokaklarımı işgal eden geçmiş anılarıma…

 

Blueprint / James Heather

 

 

Boynumda bir sızı var, boğuluyor gibiyim. Ölüm… gittikçe soğuyor. Ölüm… belki de bir bana gittikçe soğuyor. Ben ölmekle kalmıyorum, ölüyorum, doğuyorum, yine ölüyorum, yine doğuyorum. Her yer maskatım, her yer makberim. Ben insan değilim, olamam. Ben neyim, bilmiyorum. Öğrenmekte istemiyorum artık.

 

Yoruldum…

 

Paçalarımdan yorgunluk akıyor. Sırtımdan soru işaretleri düşüyor. Yalnızca düşseler iyi, düşüp yapışıyorlar paçalarıma, bacaklarıma. Sırtımdaki yüküm yetmezmiş gibi bacaklarımı istila ediyorlar. Yürüyemiyorum bu daha da yoruyor beni.

 

Ben Ö, yorulmuş bir adamım.

 

Aklım, fikrim, ruhum, kalbim hepsi yorgun, bitik. Nasıl çıkarım bilmiyorum bu savaştan. Çıkmak istiyor muyum? Kesinlikle. Gücüm var mı peki buna? kesinlikle yok. Burada durup her şeyin geçmesini istiyorum. Biliyorum ki böyle bir şey mümkün değil. Evrenlerin ve o tanıdık sesin öğretisine göre; kalkmalı, yaşamalı ve ölmeliyim. Boşa harcanan vakit demek, burada öylece uzanmak.

 

Ben Ö, tembel bir adamım.

 

İçimde bir his var. Sanki evrenlerin sonuna geldim. Bu uyanış sanki son uyanış, bu dolaşma sanki son… Burkuluyor içim… istemiyorum sanırım bu evrenleri terk etmeyi. Oysaki ben değil miydim bu evrenlerden çıkmak için her şeyi yapabilecek olan?

 

Ben Ö, kararsız bir adamım.

 

Kemiklerime bir şeyler saplanıyor, etim acıyor yattığım yer yüzünden. Bir cızırtı kulaklarıma ulaşıyor. Rahatsız oluyorum sesten, olduğum yerden kıpırdıyorum ve elimden bir şey yere düşüyor. Bin parçaya ayrılıyor eskiden elimde olan eşya. Gözlerimi açmak istiyorum ama açamıyorum sanki dikilmişler birbirlerine. Huzursuzluk bütün bünyeme dağılıyor. Sanki huzursuzluktan oluşmuyormuşum gibi…

 

Ben Ö, huzursuz bir adamım.

 

Gittikçe saplanıyorum uzandığım yere, sanırım bir koltuğun üzerindeyim. Gözlerimi açmamakta ısrar ediyorum. Neyi bekliyorum bilmiyorum. Bir şey olsun istiyorum, biri… biri benimle iletişime geçsin. Haykırsın yine yüzüme gerçekleri, kalbimi kırsın istiyorum. O tanıdık kişinin sesini duymak istiyorum ama salağa yatıyorum.

 

Ben Ö, salağa yatan bir adamım.

 

Konuşmayacak biliyorum. Bu bilişim tamamen hislerden ibaret onu da biliyorum. Evet… gerçekten konuşmayacak. Çünkü hemen atlardı ‘hislerle gerçekler bir mi?’ diye, ama atlamadı, konuşmadı, nefes bile almadı. Konuşmayacak… beni yalnız bıraktı.

 

Ben Ö, yalnız bir adamım.

 

Bilmediğim bir yerde, pusulasız bırakıldım. Artık kendi başımayım. Öğrendiklerimi tek başıma gösterme zamanı. Ama… ama ben yapamam. Biri bana gösterici olmadan nasıl yola çıkılır bilmiyorum. Nasıl kendi ayaklarım üzerinde dururum bilmiyorum. Yapamam… yapamam…

 

Ben Ö, korkak bir adamım.

 

Cızırtılar gittikçe artıyor, kulaklarımın feryat seslerini işitiyorum, dolanıyor bulunduğum yerde. Yardım diliyordu benden kalkmam için. Bu işkenceye bir son vermemi istiyor, uyanarak. Ama bilmiyordu ki ölüydüm ben.

 

Ben Ö, ölü bir adamım.

 

Zaten uyanığım. Tek gayem bu süreyi uzatmak, biraz daha dinlenmek. Yorgunum çünkü. Sızlıyor boynum, bileklerim, kalbim, kaburgalarım, sırtım, ruhum… dinlenmekle çözülür sanıyorum çünkü.

 

Ses gittikçe artıyor. Kulaklarım artık patlama raddesinde. İşkenceye maruz kalıyorum ama hiçbir şey yapmamaya devam ederek oturuyorum o yayları çıkık koltukta. Parmaklarımı titretmeye bile gücüm yok, nefes almaya bile…

 

Haykıramıyor, isyan çıkaramıyor, susuyorum. Ben hep susuyordum…

 

Ben Ö, suskun bir adamım.

 

İçimde bir yerlerde bir kitap yazılıyor sanki, kelimeler bıçak olup hızla saplanıyor kalbime. Haykırıyor kitap, sen diyor… hep sustun, ekliyor bıçaklarını diğer bıçaklarının üzerine, kelimelerine. ‘sustun… sustun… kaybettin cesaretini. Cesaretini bir adama sattın sırf korkundan. Ne yapabilirdi sana o! O kötü bir adamdı peki ya sen? Sen kendini iyi biri mi sanıyorsun? Ondan daha kötü olmadığın ne malum? Melek mi sanıyorsun kendini? Melek kılığında bir şeytan olmadığını nereden biliyorsun? Ya da ölü kılığında bir şeytan? Masum musun sen! Kaçtın! Kaçmayı marifet mi sandın! CESARET Mİ SANDIN! Zamanında baş kaldırılmayan kaçışlar korkaklıktır! Kandırma kendini. SEN ZAVALLISIN! BİR DE KENDİNİ KUTLUYORSUN ATEŞLE, BİR ŞEY BAŞARMIŞ GİBİ. Ne geçti eline ateşle oynayınca, yakınca anıları ne geçti? Unuttuğunu mu sandın? Unutulur mu sandın? Seni aptal! Kimsecikler yokken yok etmeyi baş kaldırı mı sanıyorsun? Zavallısın… zavallı…’

 

Ben Ö, cesaretimi korkaklığımın baş mimarına satan, zavallı, ateşle oynayan aptal bir adamım.

 

Cesaretsizdim… şu an bile. Eğer bir cesarete sahip olsaydım bu koltuğun tepesinde, bilinmez bir yerde öylece dinlenmeyi düşünmezdim, düşünemezdim. Parmağımı titretmiyorum -hâlâ bir adım atmıyorum cesarete- sanki odada benden başkası var, titretirsem yakalanır acıtırdım bir yerlerimi, kırılırdı bir yerlerim -hâlâ korkaklık gösteriyorum- bir nefes daha var sanki… korkutuyordu, ellerimi bağlıyordu, sattırıyordu cesaretimi. Elimde değildi, toplanıp gidiyordu.

 

Nasıl o nefes varken açabilirdim gözlerimi? Nasıl buna cesaret edebilirdim? Ne malumdu beni dövmeyeceği? Ne malumdu beni yakmayacağı? Ne malumdu...?

 

Korkmakta haklı değil miydim? Bilmediğim evrenlerde, bilmediğim bir yerde, bilmediğim bir nefesle baş başaydım benim uyuyor olduğumu düşünmesi işime gelmez miydi? Korkaklık mıydı bu? O gittiğinde gözlerimi açmam baş kaldırı olmaz mıydı? Hak etmez miydi baş kaldırıyı? Ne yani cesaretini satanlar kendi sınırları el verdiğince baş kaldırı yapamaz mıydı? Elimden gelen buyken dışlanmam mı gerekirdi? Hemen korkaklıkla mı yaftalanmalıydım? Sessiz çığlıklar olmaz mıydı bir isyanın başı? Ayaklarımızdaki prangalar, boğazlarımızdaki urganlar engelliyorsa, sessiz çığlıklarımla katılamaz mıydım baş kaldırıya? Dışlar mıydınız? Bunların hepsi kendimi kandırıyor olduğum anlamına mı geliyordu?

 

Ben Ö, sorularına cevap bulamayan bir adamım.

 

Cızırtı seslerinin arasına bir yenisi eklendi. İnceliği ve kalınlığı taşıyordu bünyesinde tıpkı Bay Saatin çıkardığı ses gibiydi ama bu küçüktü, çok küçük, çocuk sanki…

 

Bir kitap… yine devriliyor sayfaların üzerine bıçaklar. Kimse sana kalkman için cesaret vermeyecek. Bıçakların gösterisi izle!

 

Herkesin kesesinde bir cesaret

Cesaretsiz neye benzer uzlet

Uzletsizliktir ki insanı bırakan ceset

Ceset külfettir yaşamsız

Ki yaşamsız bir hiçtir kese

 

İki ettin başkasının kesesini Ö adam. Bozdun düzeni, çiğnedin, yok ettin. Kalk kalkabilirsen şimdi, cesaretini satmışken ne göstereceksin? Düşün… düşün ara! Ara… ara bul! Bul ve ara! Son kez…

 

Korku… cesaretin kılığına girip yaptırabilir her şeyi bana. Korkmam yeter. Ama zaten korkmuyor muyum için için, içerideki başka bir nefesin varlığından? Düşüncelere dökmüştüm korktuğumu, beni dövebilecek olduğunu, yakabilecek… bunlar korkutuyordu beni ama yetmiyordu cesaretin kılığına girmesine. Ani bir korku gerek bana gözlerimi açtıracak, beni uyandıracak…

 

Ama ne? Ne? Ne olabilir bu korku? Bulsam bile bir işe yarayabilir mi?

 

Bir soğukluk, sol bileğimin üzerinde. Bir soğukluk? Sol bileğimde? Başka bir soğukluk boynumun sol tarafında. Başka bir soğukluk? Boynumda? Kesikler? Sızlıyor? Kalbim zorluyor kaburgalarımı. Çıkmak istiyor sanki. Korkuyor? Korktukça hızlanıyor? Vücudum sanki bir şeyler kaybediyor. Terk ediliyorum bir şeyler tarafından ama tahmin edemiyorum. Gidiyorlar içimden. Gitmeyin… halsizleşiyorum sanki. Uykum ağır basıyor. Daha yeni uyandım? Gidişleri bitiriyor beni. Nefeslerim ağırlaşıyor? Ölüyorum. Ölüm sol tarafımdan yaklaşıyor. Kalbim korktuğundan mı bu kadar hızlı atıyor yoksa bu vedalar, gidişler onu üzdüğü için mi böyle? Ölüyorum diye mi bu kadar hızlı? Hiç böyle olmazdı. Hiç bu kadar hızlı atmazdı ölürken kalbim. Peki ben gerçekten bu evreni görmeden öylece ölüp gidecek miydim? Bu mümkün olabilir miydi?

 

Kalbim hızlı atmasının yanında sıkışmaya başlamıştı. Bir şeyler kalbimi eziyordu, bir şeyler kalbimin sıkışmasına sebep oluyordu ama neydi?

 

-sahiden görmeden mi öleceğim?

-

-lütfen… lütfen…

-

-konuş benimle?

-

-ölüyorum.

-

-resmen ölüyorum ve sen ses çıkarmıyorsun?

-

-GÖRMEDEN ÖLECEĞİM.

-

-BANA HAZIRLANAN BU EVRENİ GÖRMEDEN BAŞKA BİR EVRENE GEÇECEĞİM.

-

-bir dakika… bu… bu son evren değil miydi?

-

-BEN CESARETİNİ SATAN ADAM, KENDİM YÜZÜNDEN GÖRMEDEN ÖLECEĞİM BU EVRENİ.

 

Kalbim gittikçe zorluyor kendini. Adını koyamadığım bir duygu bütün vücudumu sarıyor, hapsediyor beni. Ne yapacağım? Alnımdan akıyor soğuk terler. Nefes alışlarım gittikçe artıyor. Huzursuzlaşıyorum. Kıpırdıyorum sanki ama kıpırdamıyorum. Gözlerimi açmak istiyorum ama açamıyorum. Bir şeyler eksik kesemde. Kendi kendime fısıldıyorum ‘cesaret’ diyorum eksikliğe. Uzlet için gerekli olan o şey eksik diyorum. Satmış yok etmişim, arttırmışım.

 

Kirpiklerim ağırlaşıyor. Ağlıyor muyum? Hissediyorum bir şeyler düşüyor gözlerimden. Benliklerim mı? Canım acıyor… Canım acıyor ki ağlıyorum. Ama hissetmiyorum acısını, hiçbir şey olmamış gibi. O zaman neden ağlıyorum? Nedenlerden mi dökülür ki yaşlar yalnızca? Öylesine dökülmezler mi?

 

Artık gerçekten nefes alamıyorum. Ölüyorum… Ben bulunduğum yeri göremeden ölüyorum öylece. Bütün öğretilerime ihanet ediyorum; uyanmadım -yani gözlerimi açmadım- edildi ilk ihanet, öğrenmem gerekenleri öğrenmedim etti ikinci ihanet, akrep ve yelkovanla karşılaşmadım ya da onları fark etmeden arayışa çıkmadım etti üçüncü ihanet. Tek bir ihaneti gerçekleştirmedim o da ölümdü. Ölüyordum zaten.

 

Üç ihaneti kattım keseme, bir eksik üç fazlayla yola koyuldum sonu ölüme çıkan. Girdim bir sokağa, gördüm halüsinasyonları, eksilmemem gereken yerde eksildim, fazlalaşmamam gereken yerde fazlalaştım. Ve öldüm -daha ölmedim ama öleceğim birazdan-

 

Ölüyorum… görmeden ölüyorum ben… GÖRMEDEN… nasıl ölürüm… ölemem… ölmemem gerek…

 

Korku giriyor bir odaya. Emin adımlarla dolanıyor odanın içerisinde. Keşfediyor yeni yuvasını. Ve görüyor bir şeyi. Gidiyor, ellerini uzatıyor ve açıyor. Cesaret hırkasına dokunuyor kırmızı elleri. Yüzündeki sırıtışla kırmızıya boyanmış hırkayı geçiriyor üzerine. Korku bürünüyor cesarete… zorluyorum bir şeyleri. Minik minik sesler ulaşıyor kulağıma, patlıyor bir yerler. Ve ben ölmeden önce bir şeyler yapıyorum. Açıyorum gözlerimi…

 

Karıncalanan bir televizyon. -bu… o…- Üzerinde, sayıları çalınmış akrepsiz ve yelkovansız bir saat. -ama burası…- yerde kırık camlar ve etrafa saçılmış kitap sayfaları. -bu… orası mı?-

 

Burası, orasıydı. Evrenlerimin başı… ben yine o evin içerisindeydim. O beni istemeyen evin içinde. Can acıtan koltuğun üzerinde, başa sarmıştım. Başlangıçlarım sonum mu olmuştu? Bu böyle sürüp gider miydi? Yaşanır mıydı böyle?

 

‘bilinseydi yaşanır mıydı?’ aynı… aynı cümleyi tekrar söylemişti… nasıl bu kadar denk gelirdi düşüncelerime? Peki ya ben geçmişte miydim? Bu yaşanan o ilk yaşadığım andakiler miydi? şimdi çıkıp gitsem buradan o sokağa mı çıkacağım? Kimsenin olmadığı kırık dökük terk edilmiş o sokağa…

Sokağın sonunda tekrar öldürmem mi gerekecek kendimi? yine mi kendimin katili olacağım? Yetmez miydi bu ölümler? Daha da mı öleceğim şimdi ben? Yine aynı yerleri mi gezeceğim? Yine aynı acılar mı yakacak beni?

 

-neyi öğrenmedim?

-

-bu cezam mı benim?

-

-cezam ki başa sardım…

 

İçimde tek tek döndü nefeslerimi verişlerim… bir cam parçası geldi, kesildi şah damarlarım. Koştum… düştüm… döküldü topraklar üzerime. Bir koku yayıldı, ruhumu ayırdı. Lanet bulaştı… zaman aktı, akan zaman yaktı. İtildim kalbimden, doldu tuzlu su ciğerlerime. Özgürlük uçurdu… kanatlarım takıldı… saplandı. Kan gibi kırmızı, gül… bütün kırmızılarımı feda ettirdi kendine. Bir iskelet… canlandı, çaldı uzuvları, sapladı etine. Kaçtı… kaçtı… kırıldı, yıkıldı, yakıldı… bir ateşe gibi göründü sadece. Ruhlar bahşeden gökler, vurdu parlaklığıyla. Kararlı biri geldi bıraktı kendini urgana… görenler intihar sandı. -yalnızca ıhlamur kokulu bir idamdı.- 11 ruh veriş, ceza… ben buyum işte… 11’den ibaret 12’ye 1 kala. Bir ölüm daha gerek bana. 12 olmam gerek. Son bir ölüm… bütün ölümleri getiren…

 

Kemiklerimi ortaya saçan etlerimi, kurtardım yayları çıkmış koltuktan. Son bir kez göz gezdirdim bulunduğum yerde. Çok savaşlar görmüş gibi geldi o an bana burası. Çok savaş, çok mağlubiyet, hiç galibiyet… Yaşlı gibi geldi, hiç genç olamamış bir yaşlı… Eski bir koltuk, bozuk saat, televizyon ve etrafa saçılmış kitaplar ve sayfaları dışında hiçbir şeyi yoktu. Fakirdi, duygudan noksandı, yalnızdı, yapayalnız… tıpkı benim gibi.

 

Ama artık karar verilmiş, ayağa kalkılmıştı. Ayaklardan kan çıksa bile neye yarardı artık. Dönüşü yoktu, dönüşüm yoktu. Son bir vedaydı…

 

Bastım camlara. Canım hiç acımadan çıktım. Son dakika kendimi hatırladım. Geri dönmeden, almadan çıktım o evden. Duvarlara sinmiştim alamazdım. Alsam, alabilsem yalnızca bir taş parçası alabilirdim o da ben olmazdım zaten. O sokaktaydım artık karanlık, izbe yerde. Sakin adımlarla birazda pes etmişlikle kendimi öldürdüğüm yere doğru yol aldım. Savaş verilmişti bu sokakta. Sokak lambaları yerde parçalanmıştı. Kentin taşları yerlerinden oynamıştı. Hiçbir şey eskisi gibi değildi, tıpkı benim ilk zamanki gibi olmadığım gibi.

 

Ben Ö, değişmiş bir adamım.

 

Kırmızı bir göl. Kırmızı yapay bir göl. İnsan kanından. Ortada bir iskelet… kan canlı, yeni feda edilmiş gibi ama o… o çok ölü. Kemiklerinin arasında bir şey? cam olmalı ama değil. Cam parçasıyla kestim kendimi iki ayrı parçayla değil. Yoksa? Onlar? Akrep ve yelkovan mı? Bunlar… akrep ve yelkovan… cansız kemik avucumdan canlı kemik avucuma…

 

Bir ses… yayıldı. Önümdeki duvarda hareketlilik başladı. Açılacak mıydı? Açılması için ölmeme gerek yok muydu? Akrep ve yelkovan? Onlara ellemem yeter miydi? En başından beri mi?

 

-iki uzun saat uzuvu, koyarsan yerine olur sana, saat yolu. saat yoludur, gösteren makberi. makberdir miratın ya da mirattır makberin?

 

Akrep? Yelkovan? Duvarda çıkan saat? Koy? Verilecek olan saat yolu? Gösterecek bana makberi? Makber? Mezar? Gömüt? Makberim miratım? Mirat? Ayna? Ayna ve mezar? Makber ve mirat? Mirat mı makberim? Makber mi miratım? Ayna da olan aksim mezardaki halim? Mezardan mı gelen yansıtılan? İskeletliğim ölümümden?

 

Karşımdaki toprak duvarda bir saat vardı artık. Ne sayıları vardı o saatin ne de uzuvları. Eksikti tamamlanmak isterdi. Kendi kanıma basıp geçtim saatin önüne. Elimdeki uzuvları yerleştirdim saate. ‘TİK’ sesi geldi Bay Saatin çocuklarından. Ve bir ışık… yandı 05’in yerinde. Sayısız saat ilk sayısına kavuşmuştu. Karışık değildi artık. 01’in yerinde değildi 05, kendi yerinde yerini almış diğer sayıları bekliyordu.

 

Yelkovan beş çizim yol aldı… toprak duvar sarsıldı. Ve karşıma serviler döküldü…

 

Bir yerde gündüzün karanlığı vardı diğer bir tarafta gecenin aydınlığı. Adımlarım eskiden duvarın olduğu o yerde duraksadı. Önümde… bay saatin çıkmazı vardı. Evrenlerim iç içeydi ya da bu da benim için hazırlanan bir oyundu.

 

Derin nefesler misafir oldu içime. Eski ama yeni bir yerde, yenileşmiş düşüncelerimle… Kesinlikle bunu beklemiyordum, bu duvarın ardında 08 çıkmazının çıkmasını. O gün olduğu gibi bir rüzgâr gelip dokundu bana. Konuşmadı, yalnızca varlığını hissettirdi, o gün dediklerini hatırlattı. ‘Yaklaş, yaklaş, ait olduğun yere yaklaş. Kimse kabul etmez seni, ait olduğun yer dışında. Sen oraya aitsin, orada olmalısın…’ her yeni evrende… aitliğim değişiyordu. Bu kentti ilk aitliğim… şimdi ise 08 çıkmazı.

 

Ardımda kentin kasvetli karanlığını bırakıp adımladım ayın aydınlattığı o çıkmaza. Her güçsüz adımımda bir servi yıkıldı, düştü, yok oldu altındaki toprakta. Servi belki de yıkılan, yok olan demekti. Yeni bir anlamdı, yeni bir hazine.

 

Ve sonunda tüm ihtişamıyla o çıktı karşıma, Bay Saat… Yine aynı karışıklığındaydı, çalınmış bir karışıklık… Bütün sesi, buranın tek hükümdarıyım diye bağırıyordu. Korkmuyor, korkutuyordu. Biliyor o hükümdar olamam ben, biliyor pes ettiğimi, biliyor o… her şeyi. Bu yüzden seve seve sırtlanıyor hükümdarlığı, seve seve güç gösteriyor, seve seve büyüyor önümde, seve seve izliyor ezilişimi… seve seve… yansıtıyor korkumu…

 

Aynası var onun, kendisini göstermemekte maharetli elleri var… karışık sayıları var onun, kendisini çözdürmeyen maharetli bir zekâsı… kerpiçleri var, yıkılmamasını sağlayıp içerisindeki düşüncelerini besleyen maharetli bir kişiliği var…

 

Bay Saatin her şeyi var…

 

Benim ise kemikten bir vücudum…

 

08… 08 mezarlığı… bir mezara ev sahipliği yapan mezarlık… Akrep ve yelkovanı koynunda saklayan o yer. Bir mezar taşı… üzerinde ters 10’u barındıran. 10’u yani beni, Ö’yü. Sakin ve yorgundu mezara giden adımlarım. Gökyüzünden bir şey düştü mezar taşının ardına. Gördüm düşüşü, umursamadan attım adımlarımı. Ben adım attım o düşen şey büyüdü, ben adım attım o daha da büyüdü. Büyüdü, büyüdü ve o, ölürken gördüğüm ağaca dönüştü. Ben ise iskeletimi saklayan toprağın üzerinde kendimi eziyordum.

 

Gök… haykırıyordu. Yağmur geliyordu, geliyordu akrep ve yelkovan. Kaldırdım gözlerimi mezar taşından, gezdirdim ağacın dallarında. Gördüm soluklanan akrep ve yelkovanı. Uzattım ellerimi, yasaklı meyveye. Ellerimdeydi artık her ikisi de. Gök… daha da çıldırmıştı, durmadan bağırıyor ve cezamı üzerime atıyordu. Onun ceza sandığı benim can suyumdu. Yüzümde ilk defa huzurlu bir gülümseme oturdu. Ellerimdeki yasaklıları sıkı sıkı tutup adımlarımı basık, hafakanlar bastıran o binanın girişine yönlendirdim, çünkü oradaydı sıradaki saat, baştan yaratılması gereken saat…

 

Elimdeki yasaklıları yerleştirdim kapının üzerindeki saate. ‘TAK’ sesi yayıldı ve yandı kendisinin olması gerektiği yerde 04…

 

Yelkovan beş çizim yol aldı… kapı gıcırdadı… Ve mumlar merdivenlerde tek tek yanmaya başladı…

 

Islak ve soğuk rüzgârın yanında içeriden ısı yayılıyordu. Çağırıyordu beni, ısıtmak istiyordu sanki beni. Çağırmasa da gidecektim çünkü başka yolum, işim, cezam yoktu.

 

Merdiveni süsleyen mumların arasından usul usul çıkmaya başladım. Gözlerimi ise yine o tablolarda gezdiriyordum. Toprak… Hava… Su… Ateş… bütün çıplaklığıyla ve gerçeklikleriyle karşımdaydılar. Bir karga aynı gözlerle bakıyordu bana. Bir umut mumu aynı özveriyle yanıyor. Bir kule aynı hisleri hissettiriyordu bana. Ve bir ihanet aynı şekilde yansıtılıyordu. Merdiven bitiyor, aklım geride kalıyordu. Bu tabloların gerçeklikteki yorumlarını merak ediyor içimde bir yer. Kim? Hangi kafayla böyle çizimler yapmıştı? Kimdi bu kadın? Ya da adam?

 

İşte diğer bir kemik parçalarımın olduğu o yer…

 

Bir kokuya mest olup zehirlenmiş cesedim, o mest olmuşluğun cezasını çeken iskeletim, öylece yerde. Hâlâ yanan bir piyano, kül olamayan. Yine yansıtmıyor beni duvardaki kırık ayna. İçlerinde ruhlar taşıyan kadehler aynı yerinde. Duvarda yine o kelimeler, kanla yazılı. Kaybedilmiş savaşlarda kokan, ruh kokulu rüzgârın eşliğinde yanan eşitlik, kaçırıldı cennetten. Kan haykırıyor gerçeği ama herkes kör, dilsiz, sağır…

 

Saat… kupa… akrep ve yelkovan aynı yerinde, tavanda. Nasıl ulaşıp alabilirim akrep ve yelkovanı? Düşün, düşün Ö!

 

Sunak? İhanetin göstergeleri yerinde mi? Eğer yerindeyse kokunun etkisi ulaşmadan yapmam gerek, yapılması gerekeni. Yoksa akrep ve yelkovana ulaşmadan ölüp giderim. İstemem böyle bir şeyi. Bir şey düşünüp bulmam gerek.

 

Sunaktan dumanlar çıkmıyor. Etkisi geçmiş olmalı… ama? Bulunması gerekenler yok yerlerinde. Her şey eski halindeyken olmalılar yerlerinde. Neredeler? Kibrit çöpleri nerede? -adımlarımı sunağın önüne getirdim- Kül değil sunağın içindekiler. Ama yanmıştı, kül olmalıydı? Capcanlı duramazdı… bir aykırılık bir yanlışlık vardı.

 

Acaba? Ben mi yakmalıydım? Kendime ihaneti, ben mi etmeliydim? Kibrit duruyordu rahlede, kitabın en önemli sayfasının önünde ayraç görevindeydi. Onu almalı ve sunaktaki bitki karışımını yakmalıydım? Kendime ihanet etmeli ve buradan çıkıp ahşican ağacına tekrar kavuşmalıydım.

 

Gittim. Aldım. Yaktım. Ve ettim kendime ihanet. Sunaktan çıkan duman, sarıyordu bütün odayı. Yerdeki ayin çemberi oynuyordu yerinde. Bir şeyler çıkıyordu o çemberin içerisinde. Ve çıkmıştı da bir ayna… mirat… döküldü kelimeler dudaklarımdan “bir yerlerdeyim, ellerini kaldırsan tutacağın kadar yakın… kaybedilmiş bir savaşın ortasında… ben sendeyim, aradığın her şeydeyim. Üstündeyim. Ama sen körsün. Gerçeğim aynı zamanda da efsaneyim, varım ama yokum…*” son kelimemin ardından eşlik eden kırılma sesi… yerdeki aynanın üzerindeydi kupa… kırmıştı aynayı hem de 12 parçaya. Aynada yansıyan saat vardı. Saat ve aynı zamanda aynanın ortasında kupa vardı. Akrep ve yelkovan da peşi sıra izlemiş düşünüyordu yere. Aynayı ve kupayı kıracakları vakit yakaladım yasaklıları. Nazik bir şekilde yerleştirdim yansıtılan aynaya. Kabul etti saat… yayıldı ‘TİK’ ve yandı 09 olması gerektiği yerde.

(* 3.Bölümdeki şiirden alınan cümlelerdir.)

 

Yelkovan beş çizim yol aldı… Duvar sallanmaya, kadehler mumların ardından tek tek düşüp içerisindeki ruhla ateşe odun olmaya başladı. Yandı. Yandı. Ve ateş, serdi önüme Âhir İstasyonu.

 

Karanfil kokusu geldi ateşin ardından. Bana gönül sızımı tekrar hatırlattı, en büyük pişmanlığımı. Kokusu ciğerlerimi dağladı. Adımlarımın önüne set ördü. Canlandı gözlerimin önünde ters, alımlı o karanfil. Ama ellerim de girdi sezgiye, dokundu zarifliğin baş tacına. Ters karanfil ters değildi… artık hiç değildi. Bir kırıklık hissettim içimde, kırıldı içimdeki yerlerden bir yer. Kırıklığı da aldım sırtıma ve adımladım Âhirliğe…

 

Son… en son… son dönem… son durak… son istasyon… Âhir.

 

Muhatabım Ahşican’dı, ölümüm ondaydı, kemiklerim, kaçırılanlar ondaydı. Oraya gitmeli ve diğer bir iskeletimle karşılaşmalıydım. Çıktım o dağa, karşıladı beni capcanlı orman. Geçtim geldim kasvete. Kargaya… O taşın üzerinde yoktu karga, onun yerine bir balta vardı. Balta?

 

‘Çok güçlü bir ağaç o, ama bir baltayla öle de bilir. Çok güçlü ama bir rüzgâr devirebilir sanki onu.’

 

Olmak istediğim Ahşican’ı öldürecektim, tıpkı kendimi öldürdüğüm gibi. Acımadan indirecektim demir parçayı gövdesine, zorundaydım. Yaşamını alacaktım elinden. Kurtaracaktım belkide bulunduğu dağı, için için yanmasından.

 

Hem öldürüp hem kurtaracaktım. İyi miydi kötü mü? İyi birisi miyim kötü mü? Kurtarmak için öldürüyorum. Ama kimi? Gözüken, gözükmesini istediğim onları kurtarmam, yani gittikçe cansızlaşan dağı; ama gözükmeyen, içime sakladığım kendimi kurtarışım. Kötü biriyim ben iyi gözükmeyi isteyen. Ama kim yargılayabilir ki beni bu boş evrenlerde? Kimse… kimse görmüyor beni ben dışında. Kendimin yargıcı anca ben olabilirim. Kendimi yargıladığım kadarım, yargılıyorum… öyleyse ben…

 

Ben Ö, kötü bir adamım.

 

Ahşican Ağacı tüm güzelliğiyle karşımdaydı. Geziniyordu rüzgâr dallarında. Süslüyordu toprak gövdesini. Besliyordu su, köklerinden zirvesine. Yanıyordu içi, yandığı gibi yakıyordu da. Dört elementi o, düşen ilk tohum. İlk tohum yani ilk can. İlk canın katili Ö, ben.

 

Darbe bir…

Yaralandı toprak gövde. Döküldü bir iki kabuk, kavuştu olması gerektiği yerle.

 

Darbe iki…

Derinleşti toprak gövdenin yarası. Bir feryat dağıldı 12 evreninde. Ağlıyordu, bağırıyordu, ‘dur!’ diyordu bana. Ama duramaz, bırakamazdım devam etmeliydim.

 

Darbe üç…

Dağılıyordu gövde. İçindeki aydınlık dökülüyordu ortalığa. Ses gittikçe artıyordu. Benim ise gözlerim dönmüştü.

 

Darbe dört…

Bütün gücümü heba ediyorum yüzyıllık ağacı devirmek için, devirip kaçırmak için onları. Kaçırıp kurtarabilmek için kendimi. Dökülüyor, parçalanıyor toprak gövde. Bir ısı çemberi sarıyor etrafımı. Ağaçtan geliyor olmalı. Ağacın özüne, ateşine ulaşıyorum. Az kaldı katil olacağım. KATİL OLACAĞIM…

 

Darbe beş…

Artık ne sesi duyuyorum ne de ağacın içinden gelen ısıyı hissediyorum. Görüyorum toprak gövdenin ardındaki ateşi. Terler akıtıyorum sırf katil olabilmek için.

 

Darbe altı…

 

Darbe yedi…

 

Darbe sekiz…

 

Darbe dokuz…

 

Ve son bir darbe, on…

Kan gibi ateş çıkıyor yaralarından. Akıyor... yanıyor… yakamadan sönüyor… Ahşican ateşinin sadece kendi içine sözü var, dışına yok. Yakamıyor dışını. Sadece kemiriyor içini, kemirerek yakıyor, yakarak kemiriyor. Dışarıdan ne kadar mükemmel durursa dursun o içini yavaş yavaş öldüren bir ağaç.

 

Rüzgâr…

Deviriyor, yıkıyor, ayırıyor kökünden yapraklarını.

 

Balta ve rüzgar yetiyor Ahşican’ın yıkılmasına. Ve dökülüyor toprak gövdenin içerisinden ölüye ait olan kemikler. Dökülüyor kemiklerim. Yine şahit oluyorum kemikli her varlığın bir gün öleceğine. Şahit oluyorum hiçbir şeyin sonsuz olmadığına. Şahit oluyorum ölüme. Şahit oluyorum ben… ve bu şahitlik çok ağır geliyor.

 

Toprağa bağlı kalan gövde de ateşler yükseliyordu. Oradaydı iki parça, iki uzuv, iki hazine ve iki yasaklı. Ellerim uzatsam ulaşacağım konumda, benim onları çalmamı bekliyorlardı. Ama ateş? Yanıyordu. Kendi alanındaydı yandığı gibi yakabilirdi. Peki ben bu yanmayı göze almış mıydım?

 

-peki sen, ölmeyi göze almış mıydın ki.

-hayır

-ne oldu?

-öldüm pek çok kez.

-o zaman?

-yanmak dert değil!

 

İnsanın kendi kendine konuşması böyle olmalıydı -eğer insansam ben-. Ölümlerin çeşitlerini taşımışken bu korkaklık niye Ö! Sen on bir kere öldün! Bu yanmak mı geri adım attıracak sana!

Git ve dokun! Dokun ve çal! Yan! Yansan ne olur Ö! Sen bir hiçsin! Bu bedenin bir hiç! Sanma yaşayacaksın! Öleceksin! Ve bu on ikinci ölüşün olacak! Ölüm bırakmayacak seni Ö! Yanmak dert değil! Git ve yan!

 

Bir adım… ateş yüzüme doğru bağrındı. İkinci adım… sıcaklık arttı. Üçüncü adım… artık ellerimi uzatsam alırım onları. Artık ellerimi uzatsam yanarım. Uzattım ellerimi, tuttum sıcak demiri ve yandı ellerim. Umursamadım ve evreni dinledim. Neredeydi saat? Nereden çıkacaktı? Nereden geçecektim diğer bir evrene?

 

O kadar ses arasında küçük bir nida ulaştı kulaklarıma, ‘buradayım, seni bekliyorum’ diyen. İstasyonda olmalıydı. Ellerimdeki yangınla koştum o dağı. Elim yandı, evren yanık insan eti koktu ama ben umursamadım. Oraya gitmeli ve çalıntıları ait olduğu yere koymalıydım. Bunun için bir el feda etsem bile yapacaktım. Bu uzuvlar ait olduğu yerde soluklanacak ben ise ait olduğum yere kavuşacaktım…

 

Âhir istasyonu yerle bir olmuştu. Kökler… her yerden çıkmış küçük ama kendince büyük istasyonu yerle bir etmişti. Ahşican kökleri… kendisiyle beraber yıkmıştı Âhir’i. Ve saat yerdeydi. İstasyonun saati yerde beni bekliyordu. Hayır! Beni değil uzuvlarını bekliyordu. Yanmış elimle yerleştirdim akrep ve yelkovanı olması gerektiği yere. ‘TAK’ yayıldı dağılmış evrende ve yandı 12 olması gerektiği yerde.

 

Yelkovan beş çizim yol aldı… Raylar titremeye, buharlı trenin sesi evrene yayılmaya başladı. Makinisti olmayan, uğrak istasyonları bile bulunmayan başıboş tren, son yolcusunu almaya gelmişti. Alıp sonraki durağı olan 03’e götürecekti. Makinisti hâlâ yoktu ama bir amacı vardı artık. 03…

 

Tren durdu, evren sakinleşti. Önümdeki kapı açıldı ve saçıldı önüme o leylak kokulu şehir. Kraliçeleri olan o şehir… İlk kez canlı, yaşayan varlıklar gördüğüm o yer… Hiçbirinden iz yoktu, sanki o yaşadıklarım bir düştü. O kadar sakin bir şehir olmuştu ki rüzgâr bile yoktu.

 

Tam ortasındayım, 6 sokağa ayrılan o yol ağzının. Biryan; çocuk kokulu, hayal, hayalin getirdiği yıkım kokulu sokak. Enderun; kan kokulu, sevgi, aşk kokulu sokak. Ervah; yaprak kokulu, bahar, doğa kokulu sokak. Magz; kokusuz… 4 önemli sokak ve onların sahipleri 4 kraliçe. Ölüm ikilisi ve yaşam ikilisi… beni yaşatmak isteyen ve öldürmek isteyenler. Neredeler şimdi? Sokakları burada onlar nerede? Nerede rüzgârın kedisi? Nerede papatya kokulu kız? 03 evreni sahipsiz mi?

 

“03 evreni sahipsiz misin?” sesim özgürce dağıldı sokaklarda. Ne sesim yankılandı ne de bir cevap geldi evrenlerden. Kimsesi yoktu 03 evrenin. Hepsi terk etmişti… ya da ben izinsizdim burada, görülmek istemiyorlardı. Bir kereliğine mahsustu.

 

Koşmalıyım. Koşup atlamalıyım denize. Aradıklarım denizde, denizdeki o kadındaydı. Koştum, evrendeki hiçbir şeyi umursamadan. Koştum, koştum ve bıraktım kendimi saat kulesinin ardında kalan uçurumdan. İşte şimdi hissediyorum rüzgârı. Evren şimdi hissettiriyor yaşadığını. Yaşadığımı hissediyorum ve görüyorum onları, dört kraliçeyi… saat kulesinin arkasından bana bakıyorlar. Yüzlerinde okuyamadığım bir gülüş var, üzgün gibiler sanki. ‘Olmayın üzgün! Gidiyorum ait olmadığım evrenden. En başından beri rahatsızlık veren bendim. Üzülmeyin lütfen!’

 

Çekiliyorum denize ve içine kabul ediyor beni deniz. Beyaz elbiseli kadın süzülüyor bıraktığım yerde. Hemen ilerisinde dağılmadan duran iskeletim soluklanıyor. Kendi iskeletimi çok umursamıyorum ulaşıyorum beyaz elbiseli kadına. Ölü bedenine nazik davranıyorum, açıyorum zarif parmaklarını ve ulaşmak istediğim o ikiliye ulaşıyorum, bünyesinde yaşamı da ölümü de bulundurana.

 

Sinirleniyordu içerisinde bulunduğum deniz. İçine kabul ettiğini istemiyordu şimdi içinde. Bu kadar kolaydı denizlerin vazgeçişleri. Kendine ait olmayanı atardı bir toprak parçasının kıyısına. Atmak istiyordu beni toprağa.

 

O beni atmak istiyordu ben ise bir saatin derdindeydim. Nerede çıkacaktı bu saat? Deniz beni kovmadan çıkmalıydı. Çıkmalıydı ki buradan kovulmadan kendim gidebileyim. Neredesin? Nerede?...

 

Oradaydı kemiklerimin yanında, beni bekliyordu. Hayır Ö! Seni değil anla bunu, o uzuvlarını bekliyor. Nefesimin son gücüyle yerleştirdim uzuvları olması gerektiği yere. ‘TİK’ sesi duyuldu sadece, yayılamadı evrende, deniz saatin sesini içinde absorbe etti. Ve yandı 03, saatte… artık saat 03’ü geçmişti.

 

Yelkovan beş çizim yol aldı. Deniz, daha da huysuzlaşmaya, dalgalanmaya başladı. İçinde bir girdap oluştu ve kaybettim girdabın içinde kendimi. Ardık deniz, deniz değildi. Artık ben denizde değil, iki ağacın ortasında, kızgın güneşin önünde, yerde sırılsıklam uzanıyordum. Evren 03 değildi evren artık 11’di…

 

Susuzluktan delirdiğim evrende bir tezattım, sırılsıklamdım. Sırtıma batıyordu zincirden geriye kalanlar. Zincirden geriye ne kalmıştı ki? kalmamalıydı hepsi toprak olmuştu. Sırtımı acıtan zincir değilse neydi? Kaldırdım gövdemi toprak zeminden. İki kanlı taş… sırtımı yaran, kanatan. Elim yokladı sırtımı. Kürek kemiklerimdi acıyan. Kanatlarımın çıktığı yer yaralanmıştı. Sanki ölürken çıkan kanatlarımın o hali gibiydi. Taşlar değildi sanki o izi bırakan asıl sebebi kanatlarımdı. Kanatlarım… akrep ve yelkovan… ölü bedenimin göğüs kafesine saplı…

 

Beyaz kelebek, bana doğru gelen. Bana yürüme gücünü veren beyaz kelebek, geldi yine, bana güç vermek için. Ya da ben öyle sandım sadece. Kaldırdım kendimi yerden ve adımlarımı doğuya çevirdim. Doğu: yenilik demekti, yeni sayfaydı, umuttu. Korkuyorum batıdan. Batı: batıştı, son sayfaydı, umutsuzluktu belki. Neden öyleydi ki! Kelimenin ruhu yüzünden mi öyle düşünüyordum yoksa gerçek Ö mü böyle düşünüyordu? Gerçek Ö’den bize neydi. O, ben değildi; benim, o olmadığım gibi. İkimiz ayrı birer ruhtuk. Eğer o, Ö ile ilgili bir şeyler hatırlıyor olsaydım evet o zaman tek bir ruh olabilirdik ama ben başka bir Ö’ydüm, o ise bambaşka bir Ö. Batı, batış yeni şeylere gebeydi tıpkı gökleri süsleyen yıldızlara ve aya… Batı iyiydi, benim olabilirdi. Doğuyu o Ö alabilirdi beni ilgilendirmezdi.

 

Çevirdim yüzümü batıya. Son sayfayı… bu evrenin son sayfasını yaşamak için, attım adımlarımı. Yürüdüm umutla, karşıma yeni şeyler çıkar diye ama çıkmadılar. Bana kötü biri olduğumu haykıran çeşme bile çıkmadı oysaki görmeyi çok istemiştim. Diyebilirsin o zaman doğuya gitseydin diye ama doğuyu zaten gördüm. Sıra batıdaydı, evrenin başka kısmındaydı. Ama? Kemiklerim doğudaydı. Akrep ve yelkovan kemiklerimde soluklanıyordu ben ise batıya yürüyordum. Yanlış tarafa yürüyordum ama merakımı susturamıyordum. Batı elbet doğuya açılırdı. Doğu batıydı, batı doğu. İkisi birdi, ayrı düşünülemezdi. Batışım bana doğuşu sunardı.

 

Yürüdüm, yürüdüm, yeşilliklerin içinde yürüdüm hiçbir şey çıkmadan. Pes etmeden devam ettim yeşilliklerden ta ki o evi görene kadar. Ölüşüme yardım eden o merdivenli evi görene kadar. Batı bana doğuşu getirmişti. Karanlığın istikrarıydı beni aydınlığa çıkaran. Gelmiştim işte kemiklerime, akrep ve yelkovana. Bir ölüm karşılaşmasının daha üzeri karalanmıştı. Kaldı son beş ölüm karşılaşması…

 

Eğildim yerde yüzüstü yatan iskeletime. Çıkardım göğüs kafesimin arasından akrep ve yelkovanı. Adımlamaya başladım o merdivenleri. Kapı sonuna kadar açıktı, geliyordu içeriden saatin sesi ve o adamın işkenceler çektiren sesi. Kapat kulaklarını Ö… duyma… önemseme… haykırıyor senin kötü biri olduğunu biliyorum… dayan… sadece saniyeler sürecek bunları yerine koyman… ve terk etmen… sadece saniyeler… katlan yapabilirsin…

 

Hızlı adımlarımı salondaki sarkaçlı saatin önüne getirdim. Can atıyordu elimdeki çalınanlar ait olduğu yere gitmek için. Çok bekletmeden yerleştirdim onları ait oldukları yere. ‘TAK’ sesi bütün sesleri susturdu ve yayılabildiği kadar güçlü yayıldı evrende. Ve yandı 11 olması gerektiği yerde.

 

Yelkovan beş çizim yol aldı. Saatin sarkacı gittikçe hızlanmaya, hızlandıkça saati sallamaya başladı. Saat dayanamadı bu hıza devriliverdi. Onun bu devrilmesi duvarı çatlattı, çatlayan duvar tek tek döküldü. Açıldı önüme kanlı göl… kanlı opera… opera salonundaki kanlı göl…

 

Tek izleyici kabul eden opera salonu… ilk zamanki ihtişamına sahipti. Yerdeki capcanlı kan gölünü saymazsak güzelliği yerindeydi. Ama büyük bir fark fardı -kan gölü dışında- sahne oynanmış, izleyici izlemiş ve operayı terk etmişti. Sahne perdesi sonuna kadar açık, kırmızı, sarı işlemeleri olan elbise gözler önünde tam ortada sahneyi süslüyordu. Yerdeydi gül goncası ve kırmızılara bürünen mektup. Titrek adımlarımı sahnenin merdivenlerine ulaştırdım.

 

Birinci basamak…

 

Özgürlük…

Sende boşluk aramaya geldim.

Boşluğuna yerleşmeye.

 

Sahne tekrar başlamıştı işte. Müziksiz, kadının kontralto türündeki sesi yayıldı salonda. Yabancı topraklardaki sözlerin dilime yansıyan halleriydi bu kelimeler. Ama hangi yabancı topraklardı, bilinmezdi.

 

İkinci basamak…

Kadın sustu ve o huzurlu ses yayıldı, obua…

 

Üçüncü basamak…

Obuanın huzurlu sesine eşlik etti kadın.

Dışlanıyorum bu yerde,

Sevginin ne olduğunu anlamıyorum.

Kalbim bir taş kadar sert.

Sevgisizlik demek istiyorum sertliğine.

 

Ve eşlik etti diğer çalgılar, kadın ve obuanın eşsiz düetine.

 

Sahnedeyim artık. Sahnenin kan gölünde mektuba doğru adımlıyorum. Çıplak ayaklarım kanıma boyanıyor, ten rengimi göremiyorum. Goncanın yanındayım, kırmızı gonca artık daha da kırmızı. Mektuba uzanıyor elim. Görünen bütün yazılar silinmiş geriye tek bir cümle kalmış… ilk gördüklerimin dışında bir cümle bu. ‘Gül goncan açtı ve çoktan soldu.’ Kalbime saplanıyor harfler tek tek, canıma kastediyorlar.

 

Bilmiyorum,

Sevgi ne?

 

Elimdeki goncadaki kanlar çekiliyor, yere. Yavaş yavaş açıyor, gül goncası. Kırmızı gül… yavaş yavaş açması gibi solamıyor. Soluşu çok hızlı oluyor. Soluyor ve kuruyor ellerimde. Dökülüyor tek tek kuru yaprakları yerdeki kanlara. Topluyorum yaprakları elimdeki mektuba. Kefen oluyor kırmızı kâğıt parçası sararmış güle… ve sıkıştırıyorum öylece cebime, gömmek için. Ait olduğu yere gitmesi gerek, toprağa…

 

Yoluma ışık ol, geliyorum

Bir yıldız ışığı…

 

Açıldı sahnedeki ışıklar. Gösterdi bana sahnedeki başka bir gerçeği. Hemen sağ çaprazımda yerde… radyo… oldukça eski bir radyo ve müziğin salona dağılmasını sağlayan şey. Bir radyo…

 

Dışlanmak için, bir yer arıyorum

Sevginin ne olduğunu öğrenmek,

Süslüyor hayallerimi

 

Işık ol bana

Kalbimin sertliği için.

 

Yoluma yağmur ol, geliyorum

Bir ruh yağmuru…

 

Işık yerini, yapay yağmura bıraktı. Şimdi de yoluma yağmur oluyordu. Bir ruh yağmuru… konuşan bir ruh yağmuru… İskelet!’ ‘Gülleri sulayacağız. Hadi!’ ‘Kendini kötü mü hissediyorsun iskelet?’ ‘Hayat çok güze!’ ‘Bu saatin sesi çok korkunç!’ ‘Kurtulacağız!’ İnceydi sesi, umut dolu…

 

Ferahlat beni,

Bu yol yoruyor.

Ama dayanabilirim,

Sevgi için.

 

Sevgi için.

 

Sevgi için.

 

Yağmur ve kan, radyonun bozulmasına sebep olmuştu bile. Takıldı kaldı sevgide. Sevgi için. Sevgi için. Diye diye bastırdı umut dolu sesi. Sevgi için. Sevgi için. Diye diye susturdu onu… Susturdu! Onu! Umut dolu gül kızı! Radyo! Susturdu! Susturmamalıydı! Onu! Susturmamalıydı! Umut doluydu o! Susturdu!

 

Sevgi için.

 

Sevgi için.

 

Sevgi …

 

Susturduğu gibi susturuldu… ayrıldı bin parçaya… boyladı kan göletinin içerisine. Artık hiçbir ses yoktu ne o müziğin sesi ne de o umut dolu kıza ait ses. Yalnızca tek bir şey… sinirle aldığım nefeslerim.

 

Sinirli, mutsuz, korku dolu attım adımlarımı salonun dışına doğru. Müzik kesilmiş sahne bitmişti, sahne bitmiş salon kapanmıştı. Terk etmek gerekirdi salonu… Çıktım dışarıya gördüm diğer bir iskeletimi, uzanıyordu güllerin arasında. Bakıyordu çatıdaki akrep ve yelkovana. Çatıya çıkmalı, çıkıp gitmeli bu evrenden.

 

İhtişamlı binanın yan duvarında çatıya çıkan bir merdiven karşıladı beni. Çıktım usulca o merdiveni. Karşımdaydı bu evrenin akrep ve yelkovanı. Kocamandı, aldım, küçücük oldu avuçlarımda. Karşımdaki bacada belirdi, kaçaklarını toplayan saat. Yerleştirdim avuçlarımdakileri, ‘TİK’ sesi yayıldı güllerin arasında. Ve yandı 01 olması gerektiği yerde.

 

Yelkovan beş çizim yol aldı. Tuğlalar yıkılmaya başladı. Yıkılanlar açtı önüme bankı, üzerinde Speranza kitabını barındıranı. Evren artık 02’ydi…

 

Bıraktım kendimi çatıdan, bankın olduğu evrene. Rüzgâr dokundu saçlarıma ‘hoş geldin’ diyordu sanki. Bankın üzerindeki yıpranmış kitabın yanına yer bulup oturdum, rüzgârın eşliğiyle. Burası 02 evreni değildi, olamazdı. Yeşil ışığı olan bir odaya girmeliydim veyahut Speranza’nın içerisine. Ama burası o iki yerden biri değildi. Hatta uğradığım diğer evrenlerden bile değildi. Neredeyim ben? Burası neresiydi? Benimle alakası neydi? Gerçek mi? Hayal mi? Ne bu? Hemen yanı başımdaki rüzgârdan milim etkilenmeyen bu kitap, 02 evreniyim diye bağırıyordu ama bu yer… Neyin nesiydi?

 

Oturduğum bankın önünde uzunca bir çay uzanıyordu. Huzurlu kuş sesleri, güneşin sevimli ışınları vardı çevreye dağılan. Benim yaşadıklarıma tersti, evrenlerime. Benim hikayemde böyle bir yer yoktu, olamazdı. Ben bu kadar huzurlu bir hikâyeye sahip bir adam değildim. Bu huzur bana fazlaydı.

 

“Deniz, buraya gel!” bu ses… o ses… o, güvende hissettiren ses… Sorular soran cevapları beklemeden. Heyecanlı, kıpır kıpır olan ses. Bu sesin sahibi o kadın, bana defterimi soran. Burada şimdi, sesi yaklaşıyor bana. Deniz kim peki? Kimi arıyor? Kalbimde hareketler oluyor, hızlanıyor sanki. Hızlanıyor? Benim ölü kalbim?

 

“Düşeceksin suya. Gel lütfen!” sesindeki heyecanlılık bırakıyor yerini üzüntüye. Zaman geçtikçe kalbi kırılıyor, benim ise sarılıyor gittikçe. Konuş lütfen! Daha çok konuş beyazların kadını! Konuş… Bencillik mi yapıyorum konuşmasını isteyerek? Benim yaralarım sarılıyor gibi ama o, konuştukça kırılıyormuş gibi. Evet! Bencillik yapıyorum!

 

Ben Ö, bencil bir adamım.

 

“Lütfen dur yerinde! Deniz! Annecim düşmenden çok korkuyorum!” Sesi hemen yanı başımda, ağlıyor. Sesi ağlıyor, peki ya gözleri? Bakamıyorum olduğu tarafa, göz kenarımdaki görüntüsüyle yetinmeye çalışıyorum. Bir şeyler sürtünüyor ayaklarımda. Gözbebeklerimi ona değdirmeden ulaştırıyorum ayaklarımdaki şeye.

 

Kedi? Gri tüyleri olan bir kedi. Tıpkı onun gibi, rüzgârın kedisi… gözlerime bakıyor bana bir şeyler söylüyor, rüzgârın kedisi gibi. Ama…ama bu kedinin bir sorunu vardı. Sakat… arka patileri olması gerektiği gibi değildi. Kadının korkusu bundandı demek ki. Gözleriyle buluşturdum gözlerimi, acı duygusu geçti sanki gözlerinden. “Canın mı acıyor denizin kedisi?” dudaklarımdan çabasızsa dökülüvermişti kelimeler.

 

“Miyav!” acıyordu tabi canın. Uzanıp yerden aldım denizi, denizin kedisini benden uzaklaşıp suya düşmesin, kadının sesi daha da kırılmasın, canının acısına biraz da olsa merhem olmak için. Belki gelirdi yanıma. Belki değil kesin gelirdi, konuşurdu benimle. Bir taşla bir sürü kuş vururdum…

 

Mırıldanmalarıyla yerleşti kucağıma. Bir elimde onu destekliyor diğer elimle ufacık kafasını seviyordum bakışlarım suya dokunurken. Görüyordum onu gözlerimin kenarıyla, gülüyordu bana ya da yavrusu kabul ettiği kediye, bilemiyorum. Ama huzurlu bakıyor gibiydi, o bulanık görüntüden tahmin ettiklerimdi yalnızca bu. Bir adım attı… adım attı? Denizin kedisi bir şeylerden rahatsız olmuş gibi hareket etti kucağımda. Sakin ol kalbim! Kaçıracaksın kediyi, huzur bul mırıltılarında. Bırak yaklaşsın kadın, sakin kal tökezleme. Geldi oturdu? Oturdu bankta yanıma… yanıma oturdu? Kedi tekrar kıpırdandı. Sakin ol lütfen kalbim! Kedi giderse heyecanında gider, eskisi gibi kalırsın ölü. Zaten hep ölüsün bırak ve biraz yaşa!

 

Bir rüzgâr esti, getirdi bana dünyanın en güzel kokusunu. Kapattırdı o koku gözlerimi. Bütün benliğim o koku tarafından sarıldı. Yaşamak istedim, ölümden kaçmak ama o kokuda hep yaşamak… keşke… keşke her şey bir kâbus olsa ve ben gözlerimi bu kokunun bağrında açabilsem. Keşke bu koku yaşadıklarımın ödülü olarak bana verilse. Keşke… keşke her zerremle o kokunun olsam… İnsanoğlunun aşk dediği bu mu? Daha gözlerine bile bakmamışken, bakamamışken böyle kuvvetli bir duygu hissedilir mi? Sadece bir kokuyla aşk gelir mi?

 

“Teşekkür ederim” Kelimeleri kızarıyor tıpkı bana defterimi sorduğu andaki gibi. Ama bu anın bir farkı vardı. Bu an yaşanırken o an daha yaşanmamıştı. Yaşanan bu an bizim için bir ilkti. İlk tanışma, ilk konuşma, ilk… Utanıyorum gözlerimi çevirmekten. Utanıyorum çünkü korkuyorum gözlerimi okumasından, oradaki kelimeleri görmesinden ve hissetmesinden kalbimin atışını. Nasıl açıklarım? Daha ne olduğunu ben bile bilmiyorken nasıl açıklayabilirim bir başkasına. Gözlerimi değdirmeden ona doğru bakıp, gülümseyerek kafa salladım teşekkürüne cevaben ve kediyi sevmeye devam ettim.

 

“Buralara yeni mi geldiniz? Sizi hiç görmemiştim.” Konuşuyordu benimle. Benimle resmen konuşuyordu. Ve sesi heyecanlı çıkıyordu, kızarıyordu kelimeleri. O benimle konuşuyordu bana bakarak ama ben daha gözlerimi gözlerine çevirip bakamamıştım. Cesaretsizliğim akıyordu her yerimden. O konuşuyordu benimle ben daha ağzımı açıp bir kelime diyememiştim. Kafamı salladım yalnızca.

 

“Anlıyorum.” Kafasını sallayarak, bana doğru olan dizlerini düzeltip çaya doğru döndürdü ve bakışlarını kesti yüzümden. Kalbim bin parçaya ayrıldı. Can çekişti hızlılığıyla. Kedi artık yeter bu kadar diyerek kaldırdı bakışlarını gözlerime. Sinirle bakıyordu sanki. Sanki ben elimden geleni yaptım bunu sen mahvettin diyordu gözleriyle. Esneyerek çevirdi bakışlarını gözlerimden. Gördü onu ve sevinç eklendi gözlerine. Ona gitmeye çalıştı. Kalbimin ritminden rahatsız olup, kalbimin ritmini bozana sığındı. Daha fazla zorlanmasına izin vermeden kediyi ona uzattım. Erkenden fark edip ellerimden kediyi aldı. Gözlerim meraka yenik düşüp buluşturdu gözleriyle kendisini.

 

“Özür dilerim. Sanırım sizi rahatsız ettik.” O çok güzel… yağmurun ardında bıraktığı koku gibi huzur dolu, çiçek fidesi gibi narin, gökyüzü gibi zarif, yeni doğmuş bir bebek gibi güzel kokulu, güneş gibi parlak bir kadın o. Bu güzellik karşısında öğrendiğim bütün kelimeleri yaktım içimde. Bu güzellik karşısında dona kaldım, hiçbir şey yapamadım. Ve öylece dona kalmışken bir ses dolandı evrende sert bir rüzgârla beraber.

 

“Be…!” Çekti güzel yüzünü benden ve rüzgâr gittikçe arttı. Bir hışırtı geldi oturduğum banktan. İkimizin arasındaki kitap açılmış, 02 evreni gelmişti… ‘Vita’nın İlk Nefesleri’ yazıyordu boş sayfada. Çağırıyordu beni, artık zamanıydı. Adını öğrenemeden gidiyordum bu güzel kadından. Bir daha görür müydüm acaba? Bu aciz kalbim tekrar bu kıpırtıyla atar mıydı? Tekrar o kokuyla mest olur muydum? Belki gözlerimi onun göğsünde açardım… İnşallah hepsi kabusumdur ve yine inşallah ben gözlerimi bu kadının yanında açarım…

 

Rüzgâr esti, esti ve beni bıraktı kitap sayfasının arasına. Gidiverdim işte, bu kadar kolayca. Oradaydım… o taş köprünün başlangıcında. Hemen ilerideydi ayna, hemen ileride soluklanıyordu iskeletim yalnızda değil üstelik hem Vita’nın hem de Morte’nin iskeletleri vardı. Yürüdüm o taş köprüde. Yavaş yavaş yaklaştım onlara. Kalbimde hala buruk bir heyecan vardı. Etkisi geçmemişti beyazların kadınının.

 

Üç iskelet yerde… birinde akrep ve yelkovan hançeri… ben! Uzandım aldım sırtımdaki hançeri. Ayırdım bir bütünü iki parçaya. Ve adımladım aynaya doğru. İçerideydi saat, bekliyordu uzuvlarını. Girdim, saati daha fazla bekletmemek için aynadan içeriye. Yaklaştım saate ve yerleştirdim akrep ve yelkovanı. ‘TAK’ sesi yayıldı bulunduğum odada. Ve 02 yandı olması gerektiği yerde.

 

Yelkovan beş çizim yol aldı. Bulunduğum o küçük eski oda titreşerek yerini beyaz tonlara bıraktı. Eşyalarla dolu oda gitti geriye beyazın en parlak tonu kaldı ve odanın içerisinde yabancısı olmadığım o adım sesleri yayıldı. Evren 06, korkunç adamın geliş yankısıyla başlamıştı.

 

Her tarafı beyaz olan odanın içerisinde bir leke gibiydim. Bir günah parçası… Öldürdüm ben birini, yok ettim, nefesini kestim… evet! Ben yaptım ve bunu bana söyleyen şu an sessizliği tercih eden o korkunç adamdı. Niye konuşmuyordu? Neden susmayı tercih etmişti? Konuş benimle! Haykır tekrar! Vur yüzüme gerçeklerimi! Öğret bana beni! Ben kimim! Sen beni benden daha iyi tanıyorsun nasıl olsa!

 

Konuşmayacak… Tekrar vuramayacak gerçekleri… Ama sesi yayılmazsa bu odanın içerisinde, yükselmezse sesi, yankılanmazsa nasıl kırılırdı bu parlaklık. O korkunç adamın sesini duymazsam nasıl ulaşırım akrep ve yelkovana? Sahi nasıl ulaşacağım akrep ve yelkovana? 06 evreninde görmedim onları. Nerede bulacağım şimdi?

 

Korkunç adam konuşmuyordu ama sesi beynimde hatırlanıyor, içimden kulaklarıma yansıyordu. Bağırıyordu bana, haykırıyordu yine suçumu. Önce bizi suçluyor sonra geriye sadece beni bırakıyordu. Öldürdüğümüzden bahsediyordu, öldürdüğümden. Bu dünyadaki bütün suçların müsebbibi olduğumdan. İğrenç, tiksinilmesi gereken biri olduğumdan. Bağırıyordu kafamın içinde, hiçbiri odanın içerisinde yayılmıyordu. Ama ışık yavaş yavaş artıyordu. Geliyordu ayna…

 

Arttı, arttı ve patladı beyazlık, yerini daha kısık bir parlaklığa bırakmıştı. Bu parlaklık kırık aynanın doğmasına sebep olmuştu. Dolandım odada, topladım kırık 12 parçayı. Geldim aynanın önüne ve yerleştirmeye başladım. Feda ettim yine ve yine kanlarımı. Dizdim kırık 12 parçayı aynaya ama bir sorun vardı ayna kırık gibi değildi. Ellerim kanlıydı ama aynada bir damla kan yoktu. Yeni alınmış gibiydi sanki. Uzattım aynaya ellerimi ama girmedi ellerim aynanın içerisine. Girmeliydi. Diğer kata geçmem için aynadan girmeliydim.

 

Ne yapmalı şimdi? Kırıktı, toplayıp birleştirmiş, bütünleşmişti, öylece geçebilmiştim aynadan. Peki neydi bu aynanın sorunu? Aynı adımları izlemiştim neydi şimdi yapmam gereken? Tekrar mı kırmalıydım? Ya o zaman hiç geçemezsem? O zaman da başka bir yol düşünürüz. Vur Ö! Vur!

 

Vurdum… ayrıldı tekrar 12 parçaya. Dağıldı çevreye parçalar ve açıldı önüme vazo. Geçtim aynanın çerçevesinden. Düşünmeden aldım vazoyu, fırlattım karşıdaki duvara. Ayrıldı parçalara, kırıldı içerisindeki kemik, çıktı içerisinden anahtar ve kibrit kutusu. Aldım ikisini de ve açtım içerideki yeşil kapıyı. Çıktım öylece bir diğer katmandan.

 

Yürüdüm karanlık koridorda. Yürüdüm, yürüdüm aydınlandı koridor ve çıktı önüme kırmızı bidon. Aldım onu ve yerlere dökerek devam ettim o koridoru. Çıktı önüme diğer bir kapı aldım balyozu yıktım kapıyı. Elimdeki yakıcı sıvıyı dökerek çıktım o evden. Cebime sakladığım kibritleri alıp ateşe verdim.

 

Yanıyordu ev… tekrar yanıyor ve ben izliyordum. Ben zavallıyım! Kutluyorum şimdi kendimi ateşle, bir şey başarmışım gibi. Tekrar yakmıştım anılarımı. Yanıyordu ev, yanarak kül oluyordu. Bir gök gürültüsü eklendi yangının sesine. Yağmur yağacak ve yangını belki söndürecekti. Ateşle kedimi kutlamam kısa sürecekti. Bıraktım kendimi yeşil çimlere. Kısa sürecek olanı izliyordum, evin yanmasını. Yağmur bir iki damlayla dokundu bana. Geliyordu ateşimi, cesaretimi söndürecek olan geliyordu.

 

Yağmur yağıyor, ateş harlanıyordu. Yağmur şiddetleniyor, ateş daha da gürleşiyordu. Yağmurun suyu yetmiyordu ateşin sönmesine. Yanacak, kül olacak, ateş öyle çekilecekti bu evden. Gerçekten de öyle olmuştu. Yağmur hep yağmıştı ama ateş yakacak bir şey kalmadığında çekilmişti. Ateş gitmiş, yağmur gitmemişti bütün bir gece ayrılmamıştı yanımdan. Ne zaman güneş turunculuklarını yaymış o zaman sessizce gitmişti yanımdan.

 

Ateş söndü, yağmur gitti, güneş açtı…

 

Parıldıyordu küllerin arasından bir şey. Merakıma yenik düşüp kalktım yerimden. İlerledim evin külleri arasında ve gördüm parıldayan şeyi hatta parıldayanları. Akrep ve yelkovandı… duruyordu öylece, bekliyordu aitliğini. Aldım onları küllerin arasından. Ardımdan bir ses geldi. Saat çıkmış sahipliklerini bekliyordu. Gittim saatin yerine ve taktım ait olanları yerine. ‘TİK’ sesi yayıldı evrende. Ve yandı 06 olması gerektiği yerde.

 

Yelkovan beş çizim yol aldı. Saat sallanmaya, evren sallanmaya başladı. Başka bir şeye döndü saat ve çimler. Saat, bir dur tabelasına; çim ise asfalta dönüştü. Artık evren 06 değil, 10’du.

 

Güneş yerini bırakmıştı aya. İnsanlığın doğayı öldürdüğü o şehre gelmiştim. Gök gürültüsü yoktu. Ama olması gerekmiyor muydu? Yağmuru haber vermesi gerekiyordu, yağmur yağmalıydı o acılı kadının sesini yine duymalıydım. Annemin sessini işitmeliydim. Bu yağmurlar onun ruhunu taşıyordu. Neredesin anne? Geri gel? Sesine ihtiyacım var? Sana çok ihtiyacım var?

 

Yoktu… yağmur yoktu… annemin sesi yoktu… ama annemin mezarı vardı. Dur tabelalarını takip edip geldim o mezarlığa. Bir büyük bir de küçük mezar vardı yan yana. 08 ve 10… annem ve ben… mezarların üzerinde çiçek açmış gibi açmıştı akrep ve yelkovan. Adımladım mezarlara doğru. Huzurlu bir koku değdi burnuma. Annem kokuyor diye düşünmek… göz yaşlarım akıyordu gözlerimden. Ağlayarak annemin mezarını suluyordum.

 

Anne… gerçekten öldün mü? Bu mezarda mısın artık? Ne zamandır burada yalnızsın? Üşüyorsundur sen. Üşüme anne… geri gel… gel sarılayım sana… çok ihtiyacım var anne sana… bana beni yeniden öğretmen gerek… bana, seni yine anlatman gerek… anne… ben senin adını bile hatırlamıyorum. Ben nasıl bir evladım böyle… utanıyorum kendimden. Geri gel anne… bir kere sarılayım sana hatırlarım her şeyi… hatırlarım dimi? Hatırlar…

 

Mezara düşen göz yaşlarıma yağmurlar eklendi. Islattı beni, suladı mezarları. Ama çok büyük bir eksiği vardı bu yağmurun, ruhu yoktu. Sesi yoktu, duyulmuyordu hiçbir şey. Aldım mezarların üzerindeki akrep ve yelkovanı. Annemin mezar taşının üzerinde çıktı saat. Ağlayarak yerleştirdim uzuvları. ‘TAK’ sesi yayıldı şehrin içinde.

 

Yelkovan beş çizim yol aldı. Mezar taşı, denize açılan bir kapı oldu. Beni bekliyordu, diğer evrene geçmemi. Son kez uzanıp öptüm annemin mezarını ve kalkıp geçtim o kapıdan. Artık evren 10 değildi 07’ydi. İlk hayaldi, son olacak olan.

 

Deniz bıraktığım gibiydi, hırçın… Evren bıraktığım gibiydi, güzel kokulu… Ama bir şeyleri farklıydı, az ilerisinde bir ağaç vardı ve ağaçta sallanan dağılmadan duran bir iskelet. Bu kimin iskeletiydi? Benimki ıhlamur ağacının yanındaki mezarda olmalıydı. Bakışlarım ardımdaki dağın en tepesine bakındı. Orada… orada yoktu ıhlamur. Evreni güzelleştiren o ağaç yerinde yoktu. Çürümüş, yıkılmış, ölmüştü. Çürütmüş, yıkılmasına sebep olmuş ve onu öldürmüştüm her şeyi öldürdüğüm gibi. Kendimi asarak ölümüne sebep olmuştum güzel ıhlamurun. İşe yaramaz bir adamdım, keşke bu sadece kendime karşı olsaydı.

 

Denize doğru yürümeye başladım. Soğuk su ayaklarımdan dizime, dizimden belime geldi ben de denizin içindeki ağacın önüne geldim. Kaburgalarındaydı onlar. Kurtardım tutsaklığını akrep ve yelkovanın. Onları çektiğim gibi önümdeki iskelet ve ağaç toprağa dönüşüp denize karıştı. Yok oldular gözlerimin önünde. Ben yine bir şeyin yok oluşuna sebep oldum.

 

Dağın tepesinden bir ses yayıldı. Gözlerim anında buldu, ıhlamuru. Dağın tepesinde… ıhlamur ağacı çıkıyordu… aşırı hızlıydı. Saniyeler içerisinde eski ihtişamından bile ihtişamlı şekilde soluklanıyordu dağın tepesinde. Saat orda olmalıydı. Yok olmasına sebep olduğum, başka bir şeyin doğumuna sebep olmuştu. Bu birazda olsa vicdan denilen yeri susturmuştu.

 

Bildiğim yoldan devam ettim. Çıktım tekrar dağın tepesine. Ağacın gövdesinde soluklanıyordu saat. Eksikti, tamamlanmayı bekliyordu. Son kez ardımdaki şehre özlemle baktım. Hiç girmediğim ve giremeyeceğim bir şehrin özlemiyle doluydu ruhum. Güzel bir hayaldi gerçekleştiremeyen. Cebimdeydi o mektup, ilk hayalin kaleme alındığı. O hayali hiç gerçekleştirememişler gibi geliyordu. Umarım bütün her şeyimle yanılıyorumdur bundan. Bu şehir onların da giremediği bir şehir gibiydi. Yanılmayı çok istiyorum…

 

Vedamı ettim o şehre. Ve ardımı döndüm, gittim saatin önüne. Tam akreple yelkovanı takacakken bir damla yanağıma düştü. Yağmur geliyordu. O da bana vedaya geliyordu. Vedasına saygı duyduğumdan takamadım onları yerine. Gittim onun yerine ağacın altındaki banka oturdum ve izleye durdum karşımdaki denizi ve manzarayı.

 

Yağmur yağıyor… korkuyorum… yağmur… bundan sonra yaşanacakları bilmiyorum… yağıyor… nasıl bir yere gideceğim bilmiyorum… yağıyor… ama diğer yerleri de önceden bilmiyordum… yağmur…

 

Korkma Ö! Öleceksin! Öncekiler gibi! Öleceksin sadece!

 

Yağmur yağıyor, denize düşüyor damlalar. Düşüyorlar, düşüyorlar ama bir fark yaratamıyorlar denizde. Yağmur yağıyor, toprağa düşüyor damlalar. Düşüyor, düşüyorlar ama fark yaratıyorlar toprakta. Çatlaklarını kapatıyor, rengini değiştiriyor, güzel kokmasına sebep oluyor.

 

Yağmur, denizin aitliğinde değil! Hiç olmadı, bu sadece yanılsamaydı! Yağmurun aitliği topraktı, toprak!

 

Kalktım ayağa, korkunun ölüme bir faydası yoktu. Öleceksem sadece ben ölmeyecektim, herkes ölecekti. Her canlı bir gün ölümü tadacaktı. Tıpkı benim gibi.

 

Akrep ve yelkovanı ait olduğu yere taktım, saate ve yayıldı evrende ‘TİK’ sesi.

 

Yelkovan beş çizim yol aldı. Ihlamurun gövdesi çatırdamaya başladı. Yarılıyordu ve açılıyordu gideceğim yer. Çatlaklar büyüdü, büyüdü ve büyük bir siyahlığa açıldı. Evren 07’yi ardımda bırakıp girdim o karanlığa. Artık evren kaçtı bilmiyorum ama gözlerim hiçbir şeyi görmüyordu tıpkı ö…

 

Kapkaranlıktı bulunduğum yer ne kokusu vardı ne de sesi, yokluğun ortasında bir yerdeydim işte. Adım atamıyordum korkumdan. Ne olacağını bilmeden duruyordum olduğum yerde. Eğildim yere, olduğum yerden kıpırdamadan. Yokladım yeri ellerimle, korktum çünkü düşmekten on bir kere öldüm ama sadece düşmekten korktum o an. Yerde çukurlar yoktu, düzdü zemin. Hareket edebilir ve bulunduğum yeri dolanabilirdim.

 

Yürüyordum bilinmezliğe, her zamanki halimle. Hâlâ bir ses yoktu ne de bir ışık. İlla bir yerde bir şeyler değişmeliydi. Bu evrenlerin amacı buydu. Pes etmeden yürümeye devam ettim. Ve sonunda minik bir ses işittim. Adlandıramıyorum bu sesi. Çok tanıdık ama aynı zamanda da çok yabancı. Takip ettim sesin peşinden. Ses, gittikçe tanıdık bir ritme dönüştü. Bu saatin çıkardığı, sinir bozucu bir sesti. Her adımımda büyüyordu saatin sesi. Ve ardık sesin en doruk noktasında, saat sesinin eşliğinde bir şeyler olmasını bekliyordum.

 

Işık yandı. Karşımda o vardı… Bay Saat… bütün vahşiliğiyle duruyordu. Kötü birini hatırlatıyordu, korkunç birini. Hayatıma yön vermeye çalışan birini. Beni döven, her şeyle suçlayan ve dahi yok sayan birini…

 

Yoktu akrep ve yelkovanı. Eksikti sayısı, 10… Ö… yani ben… son bir ölüm ve saat bir tam. Saatin var olması için bir kere daha ölmeliydim. O daha da büyüsün diye ben kendimden vermeliydim. Bir adım attım aynaya. Yansıyan ışık sebep oldu bay saatin aynasında yansımama. Oradaydım işte bütün çıplaklığıyla ve iskeletliğiyle. Ben zaten çoktan ölmüştüm ki daha ne kadar ölebilirdim. Bak işte aynaya bak! Ölmeden kimse sahip olamaz bu bedene. Öldüm ben! Öldüm!

 

Bir adım daha attım aynaya ama bir şeyler durdurdu beni. Devam edemedim ve bıraktım adım atmayı. Aynadaki yansımama odaklandım. Gözleri bende değildi, yerdeydi. Baktım ben de yere ve gördüm onları 11 çift akrep ve yelkovan… Sanki? Birleştirilmeyi bekliyorlardı, birbirleriyle? Bay Saatin akrebi ve yelkovanını mı yapacaktım onları birleştirerek? Sonuçta yoktu uzuvları?

 

“Koyarsan yerine olur sana saat yolu!” düşünmeden dilimden kaçmışlardı kelimeler. Tam bu sırada aynadaki aksim gitmiş yerini kelimelere bırakmıştı.

 

İki uzun saat uzuvu,

Koyarsan yerine olur sana saat yolu

Saat yoludur gösteren makberi

Makberdir miratın ya da mirattır makberin.

 

11 parçayı birleştir! Var et akrebi ve yelkovanı! Var etki göstersin sana! Gösterdiği yere odaklan! Miratı mı seçeceksin makberi mi! Mirat mı makber mi!

 

Önümdeydi 11 çiftten oluşan 1 çift akrep ve yelkovan. Aldım ve uzattım saate onları, düşünmeyi kesmiştim artık, bir şekilde ait oldukları yere gideceklerdi. Ve gittiler de. Son uzuvlarda yerindeydi artık. Saatteki eksik sayıda yanmış yerini bulmuştu. Bir ses yayıldı tekrardan ama bu diğerleri gibi parçalardan oluşmuyordu bir bütündü artık bu. Eksiksiz ve düzenliydi, hep olmak istediği gibiydi. Güçlüydü… zamana sahipti… gür sesliydi… bana sahipti…

 

Sesi artıyor, akrep ve yelkovanın dönüş hızı artıyordu. Gittikçe hızlanıyor, hızlandıkça katlanılmayacak bir ses çıkarıyordu. O kadar hızlandı ki onları göremiyordum bile. Hâlâ orada mıydılar?

 

Ses durdu, onlar durdu… akrep 3’te soluklandı yelkovan 6’da. Silindi saatin aynasındaki bazı kelimeler. Gitti ‘İki uzun saat uzuvu, koyarsan olur sana saat yolu’ Bana yol gösteriyordu akrep? Bana başka bir yol gösteriyordu yelkovan?

 

Takip ettim gözlerimle akrebi… beyaz ışıkla aydınlatılmış açık bir mezar vardı -08 çıkmazındaki gibi, 02 evrenindeki gibi- mezar taşında yan dönmüş 10 yazan.

 

Takip ettim gözlerimle yelkovanı… güneşin ışınlarıyla aydınlatılmış yeşillik bir alan vardı, çevresi mezar taşlarıyla çevrili bir sandalyesi olan.

 

Saat yolu gösteriyordu bana mezarımı, biri gerçek bir mezarı diğeri ise sonradan mezar olacak olanı. Şimdi hangisiydi gitmem gereken yol. Mirat mı? Makber mi?

 

Makber? Ölüm…

Mirat? Yaşam… belki… Ölüm

 

Seçtim birini. Bana ölümü getirecek olanı ya da yaşamı. Seçtim miratı. Girdim güneş ışınlarının olduğu yeşilliğe. Tam 11 tane mezar taşı vardı üzerlerinde sayılar yazan. Sadece bir sayının mezarı yoktu, 10… Ö… benim. Diğer cesetlerim huzura kavuştu, her birinin bir mezarı vardı. Topraktı artık her biri. Getirirdi huzuru toprak, nasıl olsa insanın -bedeninin- aitliği topraktı.

 

Aynadaki görüntüden bir farklılık vardı. O boş sandalye doluydu, bir adam vardı. Yaşlı bir adam… Gidip önüne geçtim. Kahverengi takımlı, lacivert gömlekli ve bastonlu yaşlı bir adam oturuyordu. Ciddiydi, sinirli, huysuzdu. Gözlerime bakmadan gözleri, vücudumda dolandı. Kanlı, kirli ayaklarıma baktı. -biraz kaldırdı gözlerini- yer yer kan lekeleri olan, yırtılmış, yıpranmış kahverengi pantolonuma ve dolu ceplerime baktı. -biraz daha kaldırdı gözlerini- çıplak üstüme, saatime, yara izlerime baktı. -biraz daha kaldırdı- boynumda durdu gözleri, yara izimde uzun uzun durdu. -biraz daha kaldırdı- gözlerime bakıyordu artık. İğreniyormuş gibi baktı bana. Beni sevmiyormuş gibi. Kabullenemiyormuş gibi baktı…

 

-e anlat bakalım?

-neyi?

-bildiklerini?

-bilmiyorum ki… kaybettim.

-neyi kaybettin?

-ruhumu, zikrimi, fikrimi… kendimi.

-nereden geliyorsun böyle?

-evrenlerimden.

-sana mı ait evrenlerin de sahiplendin onları?

-bana aitler ki benden izler taşıyorlar.

-bu kadar emin misin izlerin senin olduğundan?

-bu kadar eminim izlerin benim olduğundan, yoksa bu kadar feda etmezdim kendimi?

-peki… neler yaptın evrenler(in)de.

-dağılanları topladım, kayıpları buldum…

-neymiş o dağınıklık ve kayıplar?

-bir saatin sayıları, akrebi ve yelkovanı.

-onlarsız saat, saat miymiş peki?

-o zaman saat yaptım evrenlerimde.

-saat yapılır mı satılır mı?

-yapılır da satılır da.

-satılmayan nedir?

-zaman.

-öğrendin mi zamanın kıymetini?

-öğrendiğimi sandım.

-sandığını öğrendiysen sanmakla kalmamışsın o zaman?

-sanmakla kalmayıp, öğrendim.

-öğrendiklerin yetti mi kesene?

-yetmedi, eksik kesem.

-neymiş kesendeki eksiklik?

-ceset.

-uzlet diyorsun?

-cesaret diyorum.

-kesendeki eksiklik keseymiş be evlat, kesesiz ne yaptın?

-öldüm.

-sonra?

-dirildim.

-sonra?

-tekrar öldüm.

-ölüm ne senin için?

-Ö nedir?

-adım.

-ölüm müsün sen?

-yaratıcı ne derse oyum ben.

-insansın o zaman sen?

-o öyle diyorsa öyleyim.

-güzel bir teslimiyet.

-teslimiyet sanmam ki bu olsun.

-nedir teslimiyet senin için?

-iyi ve inançlı insanların sahip olduğu bir şeydir.

-sen teslimiyet sahibi misin?

-ne iyi biriyim ne de inançlı.

-teslimiyet sahibi değilsin!

-değilim!

-nedir seni kötü yapan gözünde?

-yardım edemeyen bir acizdir, davranışlarım.

-davranışla mı anlaşılır yardım?

-başka bir şeyle anlaşılmaz! davranıştır gösteren yardımı.

-elle yapılır, dille yapılır, kalple yapılmaz mı?

-yardım değildir bu.

-nedir öyleyse?

-bir yanlış karşısında kişinin yapması gerekenlerdir gücünün yettiğince.

-yanlış karşısında yapılanlarsa eğer bunlar yardıma girmez mi?

-girer mi?

-bence girer, sence neden girmez?

-kişi görmezde ondan.

-illa kişinin mi görmesi gerekir?

-yardım etmemektir kabahatim ne elle ne dille ne de kalple. Kötü biriyim ben!

-tek kabahatte kötü mü olur insan?

-olmaz mı?

-tövbesi vardır, üstünü örtmesi, hatayı telafisi vardır.

-yaratana tövbesi vardır kabahatimin, yaratılana yoktur telafisi.

-tövbe büyüktür telafiden. Etin mi sen asıl tövbeni?

-ettim etmesine…

-o zaman neden hâlâ çevresindesin olayın?

-vicdan denilen yer yüzünden.

-ne öğrendin evrenlerinden?

-bilmiyorum…

-bilmeden kaç evren geçtin?

-bu dahil 12

-11 evrenden hiçbir şey öğrenmeden mi geldin 12’ye?

-öğrendim öğrenmesine, ölümden şüphe duymayı öğrendim.

-ölmüşsün nasıl hâlâ şüphe duyarsın?

-dirilerek.

-sen o zaman dirilmekten de şüphe ediyorsun?

-ediyorum çünkü her dirildiğimde ölüyorum.

-uyku gibi?

-uyumak nedir bilmiyorum.

-ölürsün sonra dirilirsin, ölümden kasıt kendinde olmama durumudur, dirilmeden kasıt ise kendinde olma durumu.

-uyku gibi o zaman.

-bilmiyor halin bu mu genç, kaybettiğin halin?

-insanoğlu bilmiyor, bildikleri yalnızca görünen. Ben bilmiyorum, bildiklerim yalnızca gördüklerim. Her hakikatin ardında büyük başka bir hakikat saklı. Görmedim bilmiyorum, kaybettim bilmiyorum.

-e ne yapacaksın şimdi?

-öleceğim.

-dirilecek misin bu ölümünden sonra?

-dağınıklar toplandı, kayıplar bulundu, hepsi yerli yerine yerleştirildi. Saatler birleşti ve gösterdi bana yolları. Mutlak ölüme çıkanların arasından seçtim birini. Elbet öleceğim ama dirilmek için sebebim kalmadı.

 

Kalktı yaşlı adam oturduğu sandalyeden yavaş yavaş önüme doğru geldi. Kambur bir adamdı, eğer dik durabiliyor olsaydı boylarımız eşit olurdu. Sesi görüntüsünden beklenilecek gibi değildi biraz tizdi. Ama bakışları yetiyordu insanı korkutmaya. Bilge gibi duruyordu, sadece duruyordu değildi. Ardında bir korkak saklıyordu, içinde ise küçük bir çocuk. Gömmüştü gözlerine sevdiği kişileri, toprak gibiydi bu yüzden gözleri. Bastonuyla bile zor yürüyordu, yükü ağır geldiğinden.

 

Geldi karşıma kolumdan tuttu ve beni yürüttü. Götürüyordu bir yere emin ama yavaş adımlarla. Geldiğinde yüzünde ilk defa bir gülümseme oturdu. Ama o kadar emanet duruyordu ki gülümsemesi, sanki daha önce hiç gülmemiş gibiydi, gülmeyi öğrenmemiş gibi.

 

-bak!

-neye?

-yeni ölüm yerine!

 

Korkunç bir adama benzemekle kalmıyordu korkunç bir adamdı. Beni öldürecekti ve bunu bana gösteriyordu. Gülüyordu daha doğrusu gülmeye çalışıyordu zira korkmamı istiyordu. Ölümden şüphe etmememi istiyordu.

 

-bak!

 

Baktım… önümde sarkaçlı saat cesetleriyle dolu bir çukur vardı. Kalbim duracak gibi oldu. İtecekti beni buraya. Saatlerin arasında ebedi bir uykuya mahkûm edecekti beni.

 

-Lokman Hekimin değimiyle ‘Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma. Uyuduğun ve uyumak zorunda kaldığın gibi, ölüme de mahkûmsun. Dirilmekten şüphe ediyorsan, uykudan uyanma. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra dirileceksin.’ Seç şimdi uyku mu ölüm mü? Dirilmek mi uyanmak mı?

-ölüm ve uyanmak…

-o zaman.

 

Sırtımı çevirdi çukura. Yüzüm yüzünde, elleri ise göğsümdeydi.

 

-hoşça kal genç adam! Ö’ye mahkûm adam!

 

İtti beni… iterken ceketinin iç cebindeki bir şey gözlerime takıldı. Saatlerin arasında ölürken aklımda o vardı.

 

Siyah bir şey…

 

Q.

Loading...
0%