@qnunevreni
|
11
6.Bölüm “Mağlûl, beyaz kelebek”
İthaf: aranan, özlenen, onsuz olunamayana…
Balmorhea / Remembrance
Gece… yenildi gündüze. En karanlık anını bıraktı, turuncu ışık hüzmelerine. Saat 11’di, bunun zamanla alakası yoktu. Saat evrendi, evren saat. Sakindi 11 evreni. Hafif kuş sesleri, ağaç hışırtıları vardı yalnızca. Karanlık gökyüzünü, kovalıyordu güneşin ışıkları. Kazanan belliydi belirli zamana kadar. Güneşin batışına kadar güneşe aitti gökyüzü. Zincire sarılıydı, Ö adam. İki ağaç arasında zincirler tarafından kuşatılmıştı. Uyuyordu, ayakta. Sanki bir tırtılın kozasındaydı. Bir tırtıldı sanki ve kelebek olmayı bekliyordu zincirden kozasında. Evrende onu uyandıracak bir ses yoktu. Her şey yeteri kadar huzurluydu. Huzurdan uyanacak adam değildi Ö. Huzur onu öldürürdü, öldürüp uyuturdu. Üzerindeki zincir sıkıyordu onu. Sanki gittikçe sıkılaşıyordu. Uyandırma işi zincire düşmüş gibiydi. Zincir sıktı, sıktı ve bir anda gevşetti. Ö, hâlâ uyuyordu, aynı şekilde ne bir mimik vardı yüzünde ne de gözlerinde bir kıpırtı. Zincir yine sıktı, sıktı ve yine gevşetti. Ö’de değişen bir şey yoktu. Sıkıp sıkıp gevşetmesine devam etti zincir, karanlık kırılmaya başlayana denk. Karanlık terk ediyordu gökyüzünü. Zincir uyandırmaya çalışıyordu, Ö adamı. Kalp atışları gibiydi hareketleri, bir annenin karnı gibiydi, kozasından çıkmaya çalışan bir kelebek gibiydi. Sıktı, sıktı ve gevşetti zincir. Yine ve yine aynı hareketleri sergiledi ama Ö’nün uyanmaya niyeti yoktu. Ya da vakti gelmemişti… Karanlık tamamen yumuşadı geriye sadece güneş ışınlarının ilk hali kaldı, açık bir mavi kaldı. Huzur kokusu eklendi tüm bu olanlara. Kuşların sesleri arttı, ağaç hışırtısının sesi azaldı. Ve zincir hâlâ Ö’yü uyandırmaya çalışıyordu. Sıktı bu sefer diğer sıkışlarından daha sertti. Ö’nün yüzünde bir mimik oynadı. Zincir galip geliyor, Ö uyanıyordu. Sıktı, sıktı, gevşetti, sıktı… böyle devam etti zincir. Ö’nün yüzündeki mimikler yavaş yavaş artmaya, bilinci yavaş yavaş gelmeye başladı. Zincir, kalp atışlarını yapmadan önce yeni gibiydi, yavaş yavaş eski benliğini kaybetti, sarardı, paslandı, kokuştu. Artık kendisi olmaktan çıktı. Ö’yü uyandırmak onu değiştirdi, yaşlandırdı. Bir ağırlık var üzerimde, sanki günlerce hiç kıpırdamamışım gibi. Kundakta uyuyan bir bebek gibiyim. Ağlarsam annem gelir, beni kucağına alır, öper koklar ve kundağımdan kurtarır beni gibi. Gülücükler saçarım ona, güzel güzel konuşur benimle. İhtiyacım var sanırım… bebek olmaya değil. Anneme… güven aşılayan kollarına, sevgi dağıtan ses notalarına. Peki annem gerçekten böyle mi hissettiriyordu? Geçmişimi hatırlamamak bu kundakta olmaktan daha da canımı yakıyor. Ben gerçekten Ö müyüm? Bir harften ibaret olamam. Devam harflerim olmalı. Bir kişiliğim, bir ruhum, bir tamamlayıcım olmalı. Ne zaman karşılaşacağım bunlarla? Ne zaman bu gerçeklikten kopup kişiliğimin olduğuna geçeceğim? Bulunduğum kundak beni sıkıyor… çok sıkıyor… nefes alamıyorum… kalp atışlarım can çekişiyor… göğüs kafesim nefesle yükselmek istiyor… kürek kemiklerim kaşınıyor… gittikçe huzursuzlaşıyorum kurtulmak istiyorum ama kundağım beni bırakmıyor. Göz kapaklarım daha fazla dayanamadı açılı verdi. Bir rüzgâr saçlarımı kaldırdı, dans etti onlarla. Karşımda… güneşin doğumu vardı… meskatta hepimiz şahitlik ediyorduk. Güneş kendini göstermişti, turuncularını, pembelerini mavilerine dağıtmış öylece bekliyordu. Sıktı… kundağım… kundak? Bu kundak değildi. Bu… bu bir zincirdi… sarmıştı bütün vücudumu. İki ağaç arasında zincire sarılı bir halde duruyordum. Kundaktan çok örümcek ağına yakalanmış gibiydim ya da bir tırtılın kozasına. Sıktı… sıktı… sıktı… gittikçe paslanmaya başladı. Sıktı… sıktı… sıktı… ufak çıtırtılar duyuldu. Sıktı… sıktı… sıktı… tamamen paslandı. Sıktı… sıktı… sıktı… çatlakları büyüdü, büyüdü ve dökülmeye başladı. Sıktı… sıktı… sıkamadı… parçalarca yere döküldü. Kundağımdan ya da kozamdan tamamen kurtuldum. Artık özgür bir bebektim, özgür bir kelebek. Bebek değildim… annem yoktu benim, her bebeğin annesi olmalıydı. Annesi olmayan bebek, olamazdı. Kelebektim ben… kozasından yeni çıkan bir kelebek. Yaşamak için az vakti kalan aciz bir kelebek… Eski halinden eser kalmamış olan zincir, iki ağaç arasındaki yeşil çimlerin arasında kayboluyordu. Toprak sahip çıkıyordu zincir kozasına. Kendi arasına alıyor, doğduğu yerle gömüldüğü yeri birleştiriyordu kelebeğin. Ö adam ise onu saran zincirin yerle bir olmasıyla beraber yerle kapaklanmıştı. Ayaklarını hissetmiyordu sanki ayakları yoktu. Ayaklarına vurdu onları hissetmek adına. Hissediyordu ama kıpırdatamıyordu. Canı acıyordu, fiziksel bir acı değildi bu acı, sadece kıpırdatamamanın verdiği ruhsal bir acıydı. Yürümek… yürümek istiyorum. Görmem gerekenler var. Görmeli… duymalı… ve ölmeliyim… uyandım yani doğdum, ama yürüyemiyorum. Ölmem için yürümem gerek. Yürümeyi öğrenmem gerek. Bebek miyim kelebek mi? kozadan çıktım, kelebeğim? Zincir, koza mı peki? Kelebeklerin kanatları olur. Benim kanatlarım yok. Ama kürek kemiklerimde bir kaşıntı var. Kaşıntı olması kanat çıkacağı anlamı taşımaz. Kelebeklerin kanatları kozasında olur. O zaman içerisinde bulunduğum zincir bir koza değil. Eğer koza olsa kanatlarım olurdu. -senin türün ne? -insanım ben. -insansın… İnsanların kozada durmasıyla kanatları mı olur? -olmaz gibi. -gibi? -tamam, olmaz. -… -ayaklarım? -ne olmuş ayaklarına? -kıpırdatamıyorum. -emin misin? -eminim… -ayaklarını kıpırdatmaya çalıştı, yetmedi elleriyle zorladı- bak görüyor musun olmuyor. -görüyorum… hissediyorum… kıpırdamıyorlar. Ama bu kıpırdamayacakları anlamına gelmiyor. Bebek olduğunu farz et. -kelebek değil de bir bebek miyim? -farz et…? -nasıl? -yeni doğdun. -yeni doğdum. -reflekslerin var. -reflekslerim var. -öğreniyorsun hareketleri; çekme, arama, yakalama, yüzme, emekleme? -? -emekleme…? -emeklemeli miyim? Sesi gitti, tanıdık kişinin. Beni sorumla baş başa bıraktı. Cevabı belli bir soruydu, belki de bundan bıraktı. Emeklemeliydim. Emeklemeden yürüyemezdim, yani bebek olduğumu farz edersem öyleydi. Kollarını kullanarak emeklemeye başladı Ö adam, güneşe doğru. Doğuya gitmeliyim diye düşündü, batışı görmemek için. Çünkü diye ekledi düşüncülerine, eğer doğuşu görmem istenmeseydi doğuya doğru duruyor olmazdım. Bu yüzden kendini doğuya doğru çekmeye başladı, Ö adam. Doğu, yenilik demekti yeni sayfaydı onun için. Batıştan korkuyordu, doğuş onun için umuttu. Ama bilmiyordu bunun güneşin olup olmayışıyla alası yoktu, bu tamamen içindeki ruhla alakalıydı. Onun ruhu güneşi umut bellemişti. Aylı geceleri başkaları alabilirdi. Emeklemek zorluyordu onu çünkü ayaklarını kullanamıyordu bütün işi kolları yapıyordu ve enerjisi tükenmek üzereydi. Susuyordu, kolları su topluyordu, kanıyordu. Ama yine de vazgeçmiyordu. Yorgunluğunun en üst seviyesine geldi, Ö adam. Bir ağacın altında duraksadı. Derin nefesler arasında çevresine bakındı. O iki ağaçtan çokta uzaklaşamamıştı. Ama olsun diye diye düşündü, en azından yola çıktım, bir adım attım. Bir yeşil çalı birikintisi, Ö adamın tamda arkasında. Bir kelebek… Gerçekten bir kelebek, konaklıyor çalı birikintisinin üzerinde. Zarif, beyaz bir kelebek. Yalnızca beyaz renkli, üzerinde başka hiçbir renk yok. Bembeyaz kelebek, konaklıyor çalıların üzerinde. Ve bir rüzgâr esiyor, beyaz kelebeğin olduğu çalıya. Sanki git der gibi. Rahatsız oluyor kelebek bu rüzgârdan. Ve kanatlarını çırpıyor, uçuyor. Uçuyor, uçuyor ve konuyor. Konuyor… Ö’nün bacaklarına. Bir rüzgâr, sırtıma sırtıma vuruyor. Su ihtiyacımı gidermek ister gibi serin esiyor. Rahatlatıyor beni. Sol tarafımda bir kıpırtı var. Beyaz bir şeyler hareket ediyor, uçuyor. Beyaz… kelebek bu. Kelebek… Geldi kondu bacaklarıma. Kanatlarıyla bana ufak bir gösteri yaptı. Gezindi bacaklarımın üzerinde. Sonra yoluna devam etti, beyaz kelebek. Gitti… bütün güzelliğini gösterip gitti… Emekleyerek yoluna devam etmeye başladı, Ö adam. Ama fark etmiyordu ki sadece kollarıyla değil ayaklarıyla da itiyordu kendini. Ayakları kendine gelmişti ama o hâlâ emeklemeye devam ediyordu. Susuzluk Ö’nün aklını başından almıştı. Su içmek istiyordu, hatta elinde olsa su dolu bir havuzun içine girip lıkır lıkır su içerdi. Yağmur yağsa keşke… ihtiyacım var. Hiç olmadığım kadar arzuluyorum yağmurun altında ıslanmayı. Başka gayem yok. Susuzluğumu gidermez biliyorum. Ama istiyorum yine de. Ruhuma söz geçiremiyorum. Ruhum yağmur istiyor… ben de istiyorum. Yağmur… yağmurda ıslanmak… Yağmuru kucaklamak istiyorum her şeyiyle, getirdiği yıkımla, getirdiği umutla, getirdiği ve götürdüğü yaşamla. Çünkü… çünküsünü bilmiyorum çünküsü bende yok başkasında saklı. İlerledi Ö adam, olabildiğince. İleride bir çeşme gözükmeye başladı. Heyecanlandı, heyecanı gidişine yansıdı, hızlandı. Geldi çeşmenin yanına, bütün gücüyle kaldırdı kendini, dizlerinin üzerindeydi artık. Beyaz bir çeşmeydi bu. Yeni yapılmış gibiydi, hiç kirlenmemişti, sanki hiçbir kirli el dokunmamıştı ona. Üzerinde harflerle oluşmuş kelimeler vardı. Bir şeyler anlatıyordu çeşme. Bunun anlatıcısı biz değildik. Suyla kavuşacağı için mutluydu, Ö adam. Elleri titriyordu. Uzattı titreyen ellerini, çeşmeye. Çevirdi, çevirdi… su gelmedi, bir damla bile. Ö adamın yüzündeki mutluluk anında yere düşmüş, kırık sesleri anında duyulmuştu. Gözlerinin önüne bir kelebek geldi, Ö adamın. Beyaz kelebekti, oydu. Ayaklarına gelip gösterisini yapan kelebekti. Çeşmede harflerin yazılı olduğu yerin üzerine doğru uçtu ve kondu. Ö’nün gözleri kelebeğin üzerindeydi, bu sebeple gördü harfleri… ‘yalnızca yardım edenlere…’ yalnızca… yardım… edenlere… sonrasındaki kelimeler silinmişti. Neydi devamı? Su, sadece yardım eden insanlara mıydı? bana neden su yoktu? yardım etmemiş miydim yoksa ben? birinin yardım dileyen sesini kulak ardı mı etmiştim? Öyle bir insan mıydım ben? Kibirli miydim? Kindar? Bencil? Nasıl biriydim ben…? Sanırsam ki kötüydüm, kibirliydim, bencildim, belki de hepsi kindarlığımdandı. -böyle miydim gerçekten? -öyleydim, baksana su bile verilmiyor bana. Tanrının armağanını saklıyorlar, tanrının kulundan. Su vermiyor bana evren. -kolundaki saati görüş sınırlarına getirdi ve baktı hangi evrende olduğuna- 11 evreni izin vermiyor su içmeme. Suya ihtiyacım var, bütün vücudum bağırıyor su için. Ama bana verilmiyor. Gerçekten… gerçekten yardım etmedim mi kimseye… birin ahı mı kaldı üzerimde. Hiç düşünmedim mi? Konuşmadım mı onunla. Ben… gerçekten… böyle miyim…? Fark etmeden ayağa kalkmıştı, Ö adam. Ve yine fark etmeden adımlıyordu, güneş yoluna. Bir ölü gibi yürüyordu Ö, yüzleşmenin getirdiği bir ölümdü bu. Gitti, gitti… güneş yükseldi, yükseldi… vakit gittikçe geçti. Ö adamın kürek kemiklerinin olduğu yerler gittikçe daha da kaşınmaya başladı. Sanki içeride gizli bir şeyler vardı ve açığa çıkmak istiyor gibiydi. Saatlerce ve hatta günlerce vücuduna su girmemişti, bu sebeple elini kaldırıp sırtını kaşıyamıyordu. Tek yapabildiği kendini zorlayarak bulunduğu yola devam etmesiydi. Ve değişen hiçbir şey yoktu. Hafif dağlık, yeşil çalıların olduğu, ağaçların az olduğu bir alandaydı ve sonu gözükmüyordu. Yürüyordu, yürüyordu değişen bir şey yoktu hep aynı manzaraydı. Dayan… dayan Ö… bir çeşme çıktıysa bir çeşme daha çıkar. Dayan… dayanacaksın! Suya ulaşmak için… dayan… lütfen… yolu tamamla… 11 evrenini bitir… ve 1’e geç… sadece… dayan… Kötü biri değilsin… değilsin… sen kötü değilsin… olamazsın… dimi? Kötü biriyim ben… kötüyüm… Değilim… Öyleyim… su bile içemiyorum… kötüyüm ben KÖTÜ… Bakışları yere düşmüştü, Ö adamın. Kendinin kötü adam olduğuna inandırmış olmayan halinin de gitmesine sebep olmuştu. Adım süreleri gittikçe düşmüştü, artık tamamen yalpalıyordu. Güneş yakıyordu Ö adamın çıplak sırtını. Kürek kemiklerinin olduğu yerler iyicene kızarmıştı ve kaşıntıdan huzur vermiyorlardı. Susuzluğu ayrı yoruyor, kaşıntısı ayrı yoruyordu Ö adamın. Ölmek istiyorum. Bitsin artık bu evren! Su… bir damla su… Öldürmek istiyorum kendimi. Bitmeli bu evren daha fazla gücüm kalmadı. Bir damla… su… istiyorum… Kürek kemiklerindeki kaşıntı gittikçe artıyor ve yarılıyormuş gibi hissettiriyordu. Elini kaldırıp kaşıyabilse sanki rahata erecek gibiydi, Ö adam. Etrafta da ağaç yoktu hiç, gidip sırtını sürtse. Kaşıntısıyla ve acısıyla yalnızdı. Hep olduğu gibi yalnız… Kürek kemiklerim… çok fazla kaşınıyor. Acısı… artıyor. Nefes alamıyorum… su istiyorum ve bu lanet kaşıntının getirdiği acının dinmesini istiyorum artık. Dayanacak gücüm kalmadı, yıkılacağım bu güneşin ortasında. Belki öldürür beni güneş. Bırakmalı mıyım kendimi? Evrenin planı güneşin ortasında ölmem mi? Peki ya akrep ve yelkovan nerede? Her evrende karşıma çıkan saat peki o nerede? Niye bu evren bu kadar sessiz! Kürek kemiklerimdeki kaşıntı yavaş yavaş durmaya başladı. Ama artık yerinde bir ağırlık var. Alışık olmadığım için dengem şaşıyor. Zaten düzgün atamadığım adımlarım daha da bozuldu. Sanki sırtımda kocaman iki kanat taşıyormuşum gibi. Sanki kelebekmişim gibi… Zorlanarak da olsa yürüyordu, Ö adam. Yol akıyordu ve ileride iki katlı terk edilmiş bir ev gözüküyordu. Camları kırılmış, çatısındaki kiremitler yeri boylamış, sıvası dökülmüş bir evdi bu ev. Huzursuz ediciydi. Bir ev… terk edilmiş… sanırım. Bir ev var orda. Ev varsa, su da vardır. Su… evde su vardır. Koşmaya başladı, Ö adam. Bütün gücünü yok etme pahasına da olsa koşmayı seçti. Çünkü başka yolu kalmamıştı ya susuzluktan ölecekti ya da o evde bir damlada olsa su arayacaktı ve o evde suyu aramayı seçmişti. Henüz hiçbir şeyin farkında değildi, Ö, yazıktı ona. Evrendi bu güven olmazdı. Alt katın kapısına geldi, Ö adam. Kapının yanındaki camlardan içeriye bakmaya çalışıyordu ama nafileydi, içerisi gözükmüyordu. Her şeyi göze alıp kapının kulpunu aşağıya doğru indirdi ve içeriye süzüldü. Serin bir havayla beraber tezek kokusu geldi burnuna. Etrafa saman balyaları saçılmıştı, tezek kokusuna sebep olan hiçbir canlı yoktu içeride, koku duvarlara sinmiş olmalıydı sonuçta terk edilmiş bir evdi burası yoksa tezek kokusunun bu kadar keskin gelmesi imkansızdı. Dışarıya çıktı Ö güç bela çünkü gücü bitmişti. Derin nefesler eşliğinde yavaş ve zorlanarak yan taraftaki merdivenlerinin başlana geldi. Her basamakta duraksayarak merdiveni tırmanmaya başladı. Ve evin giriş kapısına ulaştı. Titreyen elleriyle açtı kapıyı ve yavaş yavaş içeriye girdi. Tam karşısında camları paramparça olmuş, artı iskeletli bir pencere vardı yırtılmış perdesi, rüzgârdan süzülen. Karşılıklı iki kapısı olan kısa bir koridor vardı önünde. Yavaş adımlarla kapıları açmayı denedi ama kapılar kilitliydi. Ö, bulunduğu yerden azda olsa gözüken yemek masasına doğru adımlamaya başladı, tek istediği bir an önce mutfağı bulmaktı. Geldi zamanın yanmasından kararmış ahşap masanın yanına. 8 sandalye vardı o kara masaya eşlik eden. Sandalyeler ve masa toz kaplamıştı. Örümcekler işlerini gayet muntazam işlemişlerdi. Masaya yaslandığı ellerini ve gözlerini çekti Ö, tam karşısında istediği o yer vardı, mutfak. Kalmayan gücünü zorlayarak tezgâha ulaştı. Korkuyordu Ö adam hem de öyle böyle değil. İçinden ‘ya su gelmezse’ diyordu, bozuk plak gibi aklı, fikri, düşünceleri sadece bunu dile getiriyordu. Çevirdi çeşmenin volanını, yine ve yine hüsrana uğramıştı, Ö adam. Su buradan da gelmiyordu. Kafasını tezgâhın mermerine düştü ve bir süre gözleri kapalı öylece kaldı, Ö. Bu sefer niye gelmiyor ki? diye düşünüyordu. Tamam dedi diğeri yardım edenler içindi bende yardım etmeyen biriydim anladık onu peki ama bu ev çeşmesiydi neden bana su vermiyordu ki? Kafasını kaldırıp kaldırıp tezgâha vuruyordu. Düşünüyordu ama bir faydası yoktu. Derin bir nefes alıp kaldırdı başını sağ tarafına doğru. Bir kapı fark etti, içerindeki merak duygusu kıpırdanmaya başladı ve adımlarını kararmış ahşap kapıya doğru attı. Siyah kapı kolunu aşağıya doğru çevirdi ve odanın kapısı açıldı. Ufak dikdörtgen bir oda karşıladı Ö’yü. İçerisinde artı iskeletli bir pencere ki onunda dışarısında siyah demir parmaklıkları vardı, bir de pencerenin önünde ufak bir masa vardı ve masasının üzerinde siyah deri kaplı bir defter. Defteri ellerinin arasına aldı, Ö adam. Rutubet kokuyordu derisi ya da sayfaları bu sebeple yüzü ekşitti. Ve rasgele bir sayfasını açtı -ama bu kesinlikle rasgele olmadı çünkü defterde tek bir kısım açılıyordu o da buydu- önüne cümleler saçıldı Ö’nün. Bugün çok kötü bir şey oldu… Tarih 22 Temmuz 1963… Bugün ben ilk defa kötü bir şey yaptım. Sonucu çok ağır bir şey. Bu sonucu beklemiyordum. Böyle bir sonucu kimse beklemezdi ben sadece ufak bir kötülük yapmak istemiştim onun yaptıklarının yanında. O, o kadar kötülük yaptıktan sonra hiçbir ceza almamıştı ben neden böyle bir ceza aldım Tanrım? Ya da bu sadece bir denk geliş miydi? Öyle olsa da sanırım kendimi suçlamaktan geri kalamayacağım. Çünkü sonucu kötüydü. Normalde olsa sevinirdim bu sonuca ama ucunda parmağım vardı. BEN KÖTÜ BİR ŞEY YAPMIŞTIM. Her seferinde kendimi en azından onun kadar kötü değilim, iyi biriyim diye avuturken bunun olması bütün karakterimi yerle bir etmişti. Şimdi nasıl aynanın karşısına geçip “sen, o değilsin ve o olmayacaksın! O kötü, şeytan gibi korkunç biri, sen öyle değilsin iyisin! Sen bir kere, insanlara yardım ediyorsun.” Derdim ki, diyemezdim. Ben bunu nasıl yaptım… Ben kötü biri oldum… Ben o oldum… Oysaki olmamak için elimden gelen her şeyi yapmıştım… demek ki yetmemiş çünkü ben kötü biri olmuş, o olmuştum… -tek bir harften ibaret olan Ö. Bu… bu bana mı aitti? Bu benim… Ö… kendimi tek harften ibaret sayan benmişim, devam harflerimi silen benmişim, bir kişiliğim bir ruhum bir tamamlayıcım varmış, onlarla zaten çoktan karşılaşmışım ama yok saymışım. Ben, tek bir harften ibaret biri değilmişim, ama öyle yapmışım kendimi… sanıyorum ki sebebi ‘o’ dediğim kişi. Ona bir kötülük yapmışım, yardım dileyen sesini kulak ardı etmişim hem de isteyerek. Tek bir hatada insan kötü olur muydu? Tek bir yanlışında bütün karakterin silinir miydi? Bu kadar mı acımasızdım kendime? Bendim ben, insanın benliğine iyi davranması gerekmez miydi? Hep mi ilk yok ettiğimiz kendimiz olurduk? Benim yaptığım şey neydi? O kimdi? Sıkı sıkı tuttuğu deri defteri bir anda ellerinden bıraktı Ö adam. Sanki bir anda aşırı sıcaklamıştı, tutamamıştı. Ve aklına o an bu defterin diğer sayfalarını da okumak geldi. Eğer okursam diye düşündü o kişiyi ve ne yaptığımı bulabilirim. Peki diye devam etti düşüncelerine, ne işe yaracaktı bulmam? Kafasını sallayarak yerdeki defteri tekrar ellerinin arasına aldı. Bir sayfa açtı aynı sayfaydı, kapattı tekrar açtı ama yine aynısıydı. Defteri açık bir şekilde tutup sayfalar arası dolaşmak istedi ama bulunduğu sayfa dışındakiler hiçbir şekilde açılmıyordu. Yine büyük bir hüsran uğramıştı, Ö adam. Ama bu durumlar ona susuzluğunu unutturmuştu. Yavaş ve hüzünlü adımlarını odanın kapısına doğru çevirdi ve odadan çıktı, Ö. İlk gördüğü şey odanın köşesinde duran kocaman ayaklı bir sarkaçlı saatti. Ö’nün kahve bakışları ne zaman saatle buluştu saatin rahatsız edici sesi o zaman çıkmaya başladı. Sarkacının sallanmasından çıkıyordu bu ses. Ve derinlerden bir ses eşlik etmeye başladı sarkaçlı saate. tik tak tik tak tik tak tik tak “Su…” tik tak tik tak tik tak tik tak “Su!” Tik Tak Tik Tak Tik Tak Tik Tak “Su getir hayırsız!” Tik Tak Tik Tak Tik Tak Tik Tak “Sana! Su! Getir! Dedim!” TİK TAK TİK TAK TİK TAK TİK TAK “Çabuk buraya gel! Ve yanında su olmazsa o zaman görürsün sen” TİK TAK TİK TAK TİK TAK TİK TAK “ağğ!” Saatin sesiyle beraber yabancı adamın sesi de artıyordu. Ö korkuyordu bu sesten. Bütün vücudu tir tir titriyordu. Elindeki deri defteri öyle sıkı tutuyordu ki parmak izleri derinin üzerine geçmişti sanki. Kaçmak… kaçmam lazım… ses… çok… canımı acıtıyor… korkuyorum… ama neyden korktuğumu bilmiyorum… saatin sesi beni hiç bu kadar korkutmamıştı… ama bu saatten kaynaklı değil… sanırım… bu… bu o yabancı adamın sesinden… kötülüğümü ona su götürmeyerek yapmışım… Kim ki o? Neden böyle iğrenç bir tonda konuşuyor benimle. Ses tonu içimdeki bir şeyleri yıkıyor, kırıyor, dağlıyordu. O adamın sesi bana işkenceler çektiriyor. Kaçmalıyım bu sesten… gitmem gerek… koşmam gerek… koşuyorum… kapıya doğru… kapı açık… beyaz ışık beni çağırıyor… koşuyorum o beyaz ışığa, ardımda yabancı adamın sesini ve saatin sesini bırakarak… beyaz kelebek var orda… ona gidiyorum… beni çağırıyor… Beyaz kelebek beni çağırıyor… Beni… Gidiyorum… Gittim… Artık uçuyorum… Uçuyorum… Kanatlarım kopuyor… Kanatlarım kalbime saplanıyor, sırtımdan… Akrep ve yelkovanın kanlı uçunu görüyorum, uçarken… Uçuyorum ve ölüyorum… Uçarken ölümü tadıyorum… Q. |
0% |