@qnunevreni
|
12
4. Bölüm “Gün doğumunun sancısı ve ahşican yalnızlığı”
İthaf; kimselerin uğramadığı son istasyona…
Evgeny Griko / Where
Tren… Bilinmezliğe gidiyor. Belki de varacağı bir yer vardır, kim bilir. Herkes bilebilirdi, eğer bu trene biniyorlarsa elbette gidecekleri yeri bilmelilerdi ama ya kimse binemiyorsa bu trene? ya makinist kafasına göre gidiyorsa? O zaman kim bilebilirdi? Peki ya trenin makinisti bile yoksa? Tren… Boş, kimsesiz, yolcusuz… yol alıyor bilinmeze doğru. Makinisti bile yok bu trenin. Gidiyor ve işi sadece gitmek. Kimsenin binemediği bir tren değil bu, kimsenin binmeyi tercih etmediği bir tren. Bu evrenin tek treni ama kimse, bunu bilerek bile tercih etmiyor onu. Tıpkı Ö’yü kimsenin görmemesi gibi. Diyebilirsiniz ki ‘hiç insan yok ki kim görecek Ö’yü?’ peki gerçekten hiç insan yok mu bu evrende? Yoksa Ö, görmediği ya da görülmediği için mi yoklar? Bu başka kelimelerin başka yerlerin sorusu. Bizim şu anlık işimiz tren ve trenin gittiği istasyon. Ö adam ise yine uyuyordu. Her ölüm sonrası olduğu gibi başka bir rüyanın pençesinde uyanmayı bekliyordu. Işığın bile giremediği bir tren vagonunda öylece yatıyor ve bizi bekletiyordu. Uyanmalı ve devam etmeliydi, bu katman neleri gösterecekti, onları görmeli ve yaşamalıydı, yaşamalı ve ölmeliydi. Bilinmezliğe yol alan buharlı trenin sesi yankılandı bütün vagonlarda. Geldi, geldi ve Ö’nün kulaklarını istila etti. Rahatsız oldu Ö bu sesten. Gözleri göz kapaklarının ardında oynaştı ve kaldırdı kapaklarını. Gözlerini araladı ama açmadığını düşündü. Çünkü içerisi o kadar karanlıktı ki göz kapakları kapalı gibiydi. Elleriyle yokladı gözlerini. Gözlerim açık, o zaman niye göremiyorum? Karanlık… karanlık gerçekten peşimi bırakmıyor. Yoruldum, devam etmek istemiyorum. Tekrar ölmek istemiyorum, yaşamak istiyorum sadece. Güzel bir yerde yaşamak. Sadece nefes aldığım bir hayat istemiyorum. Huzurlu, mutlu olduğum bir hayat istiyorum. Ama sanırım çok şey istiyorum ya da yanlış yerde istiyorum. Burası gerçek değil… gerçeğin gerçekliğinde mutlu olacağım… Yine de ayağa kalktı, Ö. Gitmeliyim, diye düşündü gitmeliyim ve gerçekliğin gerçekliğine yaklaşmalıyım. Ayağa kalktığı gibi geriye doğru yalpalandı, dengesini kurmak için önüne eğildi ve öylece yürümeye başladı. Yavaştı adımları, kendinden emin. Vagonun sonuna geldiğini anladığında kafasını demir plakaya çarpmıştı. Elleriyle yokladı çarptığı yeri. Bir kapı kulpu, ona benzer bir şeyler arıyordu. Uzun uğraşlar sonucunda eli bir boşluğa girdi. Denedi açmayı, ama değişik bir mekanizması vardı bu kapının. İttireceği, çekeceği, indireceği herhangi bir parçası yoktu. Elini boşluktan çıkarmadan diğer eliyle yoklamaya devam etti, Ö adam. Umutsuzluk kapısına uğramıyordu, uğratmıyordu, def etmişti onu içinden. Çünkü biliyordu her ölümün bir uyanışı ve her yolun bir sonu vardı, o uyanış ve son elbet gelirdi, hızının ya da yavaşlığının sebebini de biliyordu o, oydu, kendisi. Aynı hizada bir boşlukla daha karşılaştı, Ö. Soktu o deliğe de elini ama yine aynı durumla karşılaştı, yoktu herhangi bir parçası. Şaşırdı, ne yapacağını düşündü. Ellerini çıkarıp başka boşluklar, kulplar aramayı düşündü. Ama ya geri bulamazsa bunları? Düşüncesi çektirmedi ellerini boşluklardan. Onlarla bir şeyler yapmalı ve açmalıydı burayı. -ya o bir kapı değilse? -ama ya kapıysa? -ben soruyorum ya değilse? -denemiş olurum, aklımda şüphe kalmaz. -vakit kaybetmeden çıkmış olursun. Tuttu tüm gücüyle, o boşlukla kendisi arasındaki demir parçayı. Ve yine tüm gücüyle kendisine doğru çekti. Açıldı kapı. Sert bir rüzgâr esti yüzüne. İki vagon arasındaki boşluğa baktı, hızla akıyordu demir yol, aklına gelmemesi gereken düşünceler geliyordu. Def etmeliydi bunları da aynı umutsuzluğu def ettiği gibi. Bulanık… çok hızlı gidiyor tren, ayırt edemiyorum yerdeki parçaları. Rüzgârın beni dövmesine sebep oluyor hızı. Bu kadar hızlıyken… bıraksam kendimi? ölsem… yine intihar etsem… yeni yere geçsem… kurtulsam bu evrenlerden. -trenin acı veren sesi ulaştı Ö’nün kulaklarına- tamam, bana işaret vermeyi kes! Biliyorum her bir anın zamanı var. Zamanı gelmeden yapılan iş süründürür biliyorum. Biliyorum bu evrenden alacağımı almadım, görmedim. Biliyorum… biliyorum… devam edeceğim. Önümdeki kapıyı açacağım sonra bir başkasını, bir başka vagon, bir başka kapı, sonu gelene kadar, bir istasyonda durana kadar -ki durur muydu bilinmez- devam edeceğim. Göreceğimi görecek öyle öleceğim. Tamam yine öleceğim. Ama nasıl? Bakışlarını yerden kaldırıp gökyüzüne çıkardı, Ö adam. Gökyüzü o kadar karanlıktı ki, zirveydi, biraz sonra düşecek ve aydınlanacaktı. Gecenin gündüze yenildiği ânâ dakikalar kalaydı, ince uçlu bir hilaldi, parıltılarla dolu bir karanlıktı ama birazdan hepsi kaybolacak yalnızca hilal kalacaktı öylece. Hilali ve güneşi barındıran bir gökyüzü olacaktı. Bulutlu, kızıl, esinlerle dolu… Adımladı diğer vagona doğru, Ö. Kapısı kolay açıldı ve süzüldü içeriye. Camları olan, içi sandıklarla dolu bir vagondu bu. Ayın çalıntı ışığının aydınlatmasına gerek kalmamıştı, sandıkların bazıları parıldıyordu, sanki içerilerinde büyülü hazineler saklıyorlardı. Açılmamalıydı, ellenmemeliydi, eğer açılır ve ellenirse büyünün laneti bulaşırdı. Eritirdi insanı, yok ederdi. Beni kendilerine çekiyorlar. Fısıldıyorlar sanki bana ‘Aç beni! Gör onları! Kokla! Hisset!’ diyorlardı sanki. Ama yasaklılardı, öyle hissettiriyorlardı. Ellememeliydim. Bana ait değildi, başkasınındı. İznim yoktu, ellemek yasak ve tehlikeliydi ne kadar öyle gözükmeseler de. Çok güzeller… sarı sarı parıldıyorlar, sandığın tahta parçaları arasında. Gökyüzünün yıldızlarını çalıp bu sandıklara koymuşlar sanki, öyle parıldıyorlar usul usul. Beni kandırmaya çalışıyorlar. Kanmak yok! -bir baksan? -bakmayacağım. -sadece sandığı azcık kaldırsan? -kaldırmayacağım. -peki neden? -başkasının en özel parçalarıymış gibi hissettiriyor. Dokunamam, bakamam. Benden bunu isteyemezsin. Sen, bir saniye beni kandırmak mı istiyorsun? -… Derin bir nefes alıp öyle devam etti yoluna, Ö adam. Bulunduğu kapıdan vagonun çıkış kapısına kadar dik bakışlarıyla yürüdü. Kararlıydı, bakmayacak ya da açmayacaktı o sandıkları. İçerisinde kötü bir his vardı çünkü. Dinlemeliyim diye düşünmüştü o sesi. Dinlenmeliydi içten gelen sesler… Bulunduğu vagonun da çıkış kapısını açtı, yine rüzgârın vuruşlarıyla karşılaştı. Tren aynı hızda, bilinmezliğine gidiyordu. Meraklı bakışları, iki vagon arasındaki yere takıldı. Yemyeşil bir orman vardı karşısında. Ayın güçsüz ışığı karşısında bile muazzam görünüyordu. Ormanın ortasından bilinmezliğe giden bir tren olmalı bu. Elbet gittiği bir yer vardır da neresiydi orası ve ne zaman varılacaktı? Kaç saattir ya da kaç gündür hareket ediyordu durmadan? Hakikatten durmuyor muydu? Soru işaretleri yine belirmeye başlamıştı, Ö’nün kafasında. Merak etmek istemiyordu ama elinden gelen pek bir şey yoktu. Meraka düşmeliydi. Merak, hayat enerjisi verirdi. Hayat enerjisine ihtiyacı vardı. Dikkatlice adımlarını attı, diğer bir vagonun giriş kapısına. Kapısında bir çiçek asılıydı. Ters bir karanfildi bu. Ters beyaz bir karanfil. Canlıydı, beyazdı ama sarı sarı parlayan noktalara sahipti. Ters karanfil? Ters beyaz bir karanfil… sarı benekleri olan beyaz bir karanfil ama neden ters? Yanlış hissettiriyor. Ters olmamalı. Düzelmeli, düzeltmeliyim gibi. Ters duruşu sebep oluyor gibi sarılarına, sarılar çoğalıp çoğalıp ya beyazlığı yok ederse? Ya bu karanfilin bir yardım çağrısıysa? yardım etmeliyim, beyaz karanfile. Uzattı ellerini, Ö adam. Ufak bir kutunun içerisindeydi beyaz karanfil ya da ters karanfil. Nazikçe açtı kutuyu, yine aynı şekilde dokundu ters karanfile, sanki dünya durdu o an. Tren hareket etmeyi kesti, rüzgâr tokatlarına ara verdi. Klipsini açtı ve karanfili doğru olduğunu düşündüğü şekle getirdi. Önce klipsi sonra kutuyu kapattı. Ve bir ses inledi 12 evreninde, bir feryat. Nereden ve neyden geldiği belli değildi, korkutucuydu. Ö adam, bir iki adım attı ve tam iki vagonu birbirine bağlayan vidalı koşum takımının üzerinde duraksadı. Adımlarıyla beraber zaman eski haline geldi, tren gitmeye, rüzgâr dövmeye devam etti. Tren gidiyordu ama Ö eski haline dönemiyordu. Yüzündeki o şaşkınlık emareleriyle öylece duruyordu o tehlikeli demir kancanın üzerinde. Sanırım… yardım etmemeliydim. Yanlış… yanlış bir şeyler yaptım. Ters karanfilin kaderiyle oynamamalı onu düz karanfile çevirmemeliydim. Şimdi ne farkı kalmıştı diğer karanfillerden. Tek farkı sarı benekleriydi, ama… ama onlarda terk ediyordu onu. Yavaş yavaş soluyordu güneş benleri. Sebebi ise bendim bu durumun. Benim yüzümden soluyordu capcanlı olan karanfil. Önce güneş benleri terk etti sonra capcanlı olan beyazlığı. Gözlerimin önünde kurudu kurudu ve çürüdü. Benim… benim yüzümden… Karanfillerin en güzeli beyaz ve ters olanlarıydı… Ama benim yüzümden birini mahvetmiştim. Belki de tek olanı… Vagonun kapısından bir ses geldi. İrkildi durduğu yerde, Ö adam. Az daha düşecekti eğer dengesini sağlayamasaydı. Sesin ardından vagonun kapısı yavaş yavaş içeriye doğru açılmaya başladı. Ö’yü davet ediyordu ve Ö de davete icabet edip içeriye adımlıyordu. Odalardan oluşan uzun bir vagondu bu. Ahşapla döşenmişti içerisi, camlarında kırmızı perdeleri, kandillerle aydınlatılmış, nostaljik bir havası vardı, vagonun. Uzun koridorunda yürümeye başladı Ö adam, ta ki açık olan o bölmeyi görene kadar. Usulca süzüldü içeriye, kırmızı perdelerle uyumlu kırmızı çiçek desenli koltuklardan birine oturdu. Yorgun hissediyordu kendini, huzursuz hissediyordu. Cama yasladı kafasını, sağ tarafında orman akıyordu. İzledi, izledi ve uykuya dalı verdi oracıkta. Ölmedi, uyudu. Şaşırtıcıydı ama gerçekten uyuyordu. Varılacak olan o yere kadarda uyuyacaktı, Ö adam. Acı acı bağıran bir ses, bırakmıyor peşimi. Sarsıyor, çekiyor… elinden gelen her şeyi yapıyor. Ama gözlerimi kaldıracak halim yok benim, sarssa da çekse de üzerime su da boşaltsa gözlerimi açamam gibi duruyor. Sanki 80 yaşındayım, buruş buruşum, yorgun, bitkin, kimsesiz köşeye atılmış gibiyim. Saygım yok kendime, sevmiyorum sanki kendimi. Kimse sevmemiş gibi sanki beni. Hep dışlanan olmuş, sonra da kendimi kendimden bile dışlamışım sanki. Öyle bir gücüm yok. Bulunduğum yerde durup sadece gözlerimi dinlendirmek istiyorum, yaşlıların bir an önce ölmek istemeleri gibi. Aynı ters beyaz karanfil gibi… Üzerimde hâlâ onun acısını taşıyorum. Yüreğimi ele geçirdi onun pişmanlığı, sıra ruhuma geldi. Ruhumu da çekiyor gibi pişmanlığı. Çekip yok edecek gibi… Burada durmak, durup yaşlanmak, yaşlanıp ölmek, ölüp çürümek, çürüyüp iskelet kalmak istiyorum. Kimse fark etmesin, gömmeye bile uğraşmasın istiyorum. Öyle bir duygu var ruhumun üstünde. İsmini koyamıyorum bunun. Sanki ilk ben icat etmişim gibi bir duygu bu, o yüzden ona servi adını veriyorum. Servi… uzun ömürlü ağaç… sevginin serveti… ölüm… ve çıkılmaz hissedilen her duygu. Anlamları çoğalıyor. Çoğaldıkça zenginleşiyor sanki ağacın dalları. Hangi ağacın? -servinin tabi ki de. -ya başka bir ağacı etkiliyorsa her yeni anlam. -nasıl yani? -her kendimden eklediğim anlam, sadece benim anladığım anlamlar, ya benim ruhumun bağlı olduğu ağacı etkiliyorsa. Eklediğim her anlam, her sevgi ya o ağacı büyütüyorsa. Ağaçla beraber ruhumu da büyütüyorsam. -ruhunun bağlı olduğunu düşündüğün bir ağaç mı var? -var. -nedir bu? -ahşican ağacı… -böyle bir ağaç olduğuna emin misin peki? -emin değilim hem de hiç. Ama sanki gerçekten var böyle bir ağaç. Kalbim, gövdesinde atıyor sanki. Saçlarım, yapraklarında geziniyor, bir tarafım toprak, bir tarafım havayla dans ediyor, bir tarafım yanıyor, diğer bir tarafım su arıyor. Çok güçlü bir ağaç o, ama bir baltayla öle de bilir. Çok güçlü ama bir rüzgâr devirebilir sanki onu. -nereden biliyorsun? -hissediyorum. -hissetmek yeter mi? -yetmez mi? Acı acı bağıran ses, susmuyor. Gözlerimi açana kadarda susmayacak gibi duruyor. Yorgunluğumu anlamıyor, sadece bağırıyor. Sanırım görevi beni kaldırmak. Daha fazla acı çektirmek istemiyorum bir şeye daha. Kaldırıyorum göz kapaklarımı ve ses bir anda kesiliyor bu evrende. Yaslandığı yerden kaldırıyor başını, Ö adam. Yaslandığı camdan gördüğü şeyi algılayamıyor ilkte, bu sebeple gözlerini ovuyor. Gördüğü şey kesinlikle bir peron. Tren durmuş… durmuş tren. Hem de bir istasyonda. Yolcusunu indirmek için sabırsızca bekliyor. Bu duruma şaşıran Ö, bir iki dakika kıpırdamadan algılamaya çalışıyor ve bir ses eşlik ediyor Ö’ye. Nizami bir şekilde… Tik tak tik tak tik tak tik tak… Bir saat… Bay saat?.. Siz misiniz? Burada da bırakmadınız mı peşimi. Tik tak… tik tak… ama bu ses çok küçük. Az az geliyor. Kendini bana duyurmak için uğraşıyor sanki. Bay saat kadar büyük olmamalı, bay saat değil bu. Daha küçük, çok daha küçük bir şey olmalı. Sesi takip etmeliyim. Sesi takip edip o küçüğü bulmalıyım. Kapadı gözlerini, dinledi sesi. Uzun bir dinleyişti bu. Az daha uyuduğunu sanan acı ses tekrar ortaya çıkacaktı, o kadar uzun kapattı gözlerini. Nefes almayı bile unutmuştu o süre zarfında. Tek odağı o küçüğün çıkardığı tik tak sesiydi. Durdu, durdu ve bir anda açtı kahve gözlerini. Derin bir nefesi içine misafir etti ve oturduğu koltuğun altına baktı. Orada boylu boyunca uzanan, kısık kısık sesler çıkaran bir kol saati vardı. Uzattı ellerini, Ö adam. Almakta tereddüt etti, ters karanfilin başına gelenlerin onun başına da geleceğini düşündü. Tam bu sırada saatin kısık olan sesi birazda olsa yükseldi ‘beni al’ diyordu resmen. Uzandı ve ellerinin arasına aldı saati. Soğuk… buz gibi bir saat. Ferahlatıyor sinir ederken. Soğukluğu ferahlatıyor, sesi sinir ediyor. Elime aldığım gibi yükselen sesi daha da alçaldı. Öncesinde çıkardığı sesten bile daha az çıkıyor. Sanırım birinin onu almasını bekliyordu, istiyordu. Ters karanfile verdiğim zararı ona da vermedim. İçimi saran servi duygusu kenara kaymak zorunda kaldı. Pişmanlıkla harmanlanmış servilerin arsında bir ışığın yanmasına sebep oldu, saat. Sol bileğimdeki kabarık yara izini kapatması için saati sol koluma geçirdim. Akrep ve yelkovan yine yoktu, kayıptı. Sayılar karışıktı. 4’ü işgal etmişti 12. Saat 4’deki 12’ydi. Çünkü dördün yanında ufak bir kırmızı nokta vardı. Sanıyorum ki bulunduğum dakikayı, saati, günü, ayı, yılı ya da evreni gösteriyor. Saat 12’ydi, 12 evreni… Ayaklandı, Ö adam. Bulunduğu odadan çıktı ve vagonun koridorlarında yürümeye başladı. Saatin üzerinde bıraktığı özgüven vardı yürüyüşlerinde. Pişmanlığı hâlâ sürüyordu ve hep sürecekti de. Unutmayacaktı ters karanfilin ölümünü. Unutması mümkün olamayacaktı. Vagonun sonuna geldi, Ö adam. İki kapısı vardı biri açık, perona çıkıyordu, diğeri ise kapalıydı. Açık olana doğru adımladı. Ve çıktı trenden. Tren düdüğünün sevinç sesi yankılandı peronda. Yolcusundan kurtulduğu için mutlu gibiydi. Gibi yanlış olurdu o direkt mutluydu. Ve peronu terk etti, tren. Ö yalnız kaldı bu dağ eteklerinde olan peronda. Dikkatini ilk çeken gökyüzü oldu, ay terk etmişti evreni. Yerine güneş doğmaya çalışıyordu. Basit bir perondu bu, bir iki bank, tavandan sarkan bir saat ve güneşten korunmak için serili tente. Ay terk etmiş gökyüzünü. Artık sıra gündüzün, güneşin. Belli etmiyor kendini, nazlı davranıyor. Turuncularını bulaştırmış bulutlara, geleceğini haber ediyor. Ne zaman gelir? Bir daha ne zaman gider? Aya hasret kaldım daha yeni gitmesine rağmen. Bir saat daha… sarkıyor bulunduğu tenteden. Yine ve yine ne akrebi var ne de yelkovanı. Nerede bu saatlerin akrepleri ve yelkovanları, neden sayıları karışık bu evrenin saatlerinin? -ya karışık değil normali buysa? -imkânsız. -neden imkânsız olsun? -imkânsız olduğu için imkânsız. -ölüp ölüp dirilmekte imkânsız değil mi? -… Âhir… âhir durağı… âhir istasyonu. Saatin hemen yanında sarkan tabelada yazan harflerin birleşimiydi, âhir. Son… en son… son dönem… son durak… son istasyon… Bakışlarını tabelada yazan harflerden çekti, Ö adam. Peronun ardına baktı. Ve gördü dağı, ağaçlarla başlayan gittikçe çıplaklaşan o dağı. En tepesinde kocaman duran o ağacı gördü. Yalnızlığın getirdiği gücü gördü ya da gördüğü kendini kandıran bir ağaçtı bilmiyordu ama çok dert etmedi en azından gördüm diye düşündü, gördüm ya yalnızlığını keseceğim ya da yalnızlığına yalnızlık olacağım. Peronu ardında bıraktı, Ö adam. Yavaş adımlarla dağı çıkmaya başladı. İlk gördüğü şey capcanlı bir ormandı. Yemyeşil her çeşit ağaçları olan, içerisinde kuşların ötüştüğü, hayvanların yaşadığı huzurlu bir ormandı. Ne kadarda huzurlu ve güzel… Devam etti yürüyüşüne. Orman gittikçe canlılığını kaybediyordu. Kuşlar ötüşmeyi kesmişti, hayvanlar gözükmüyordu. Ağaçların rengi gittikçe solmaya başlamıştı. Ayaklarının altındaki çimenler çokta kurumuştu. Huzur yerini yavaş yavaş kasvete bırakıyordu. Gittikçe huzuru ölen bir ormana dönüşüyor. Ruhumu çekmeye başladı kasveti. Bırakmak istemiyorum ruhumu ona. Bırakmam… bırakırsam eğer ulaşamam o yalnız ağaca. Devam etti tırmanışına. Ormanın canlılığı gitti. Yemyeşil olan ağaçlar, kurudu. Kargaların bağırışları vardı dört bir tarafta. Gökyüzü aydınlıktı ama sanki burada karanlıktı. Kasvet tamamen sardı her yeri. Kasvet… kasvet bulaştı her yere. Kargalar beni yiyeceklermiş gibi bakıyorlar. Hele yolumun üzerindeki taşın üzerinde olan o karga. Yaklaşıyorum ona, korkar diye düşünüyorum ama… bir saniye o… o karganın ağzında ki bir anahtar mı? Tablodaki kaybolan ama kaybolmadığına herkesi ikna eden karga… adımlarım istemeden hızlandı, kargaya daha yakından bakmak için. Ama karga gürültü çıkarıp kaçtı. Devam etti yürüyüşüne ya da tırmanışına. Orman, yok artık. Hiçbir canlı yok. Yerler kurak ve çatlak. Çatlaklar arasında ağaç kökleri fışkırıyor. Kasvet yerini hiçliğe bırakıyor. Hiçbir şey yok, o muhteşem ağaca kadar. Yürüdü, yürüdü ve ulaştı ulaşmak istediği yere, Ö adam. O yalnız ağcın yanına geldi. “Ahşican ağacı… evrenin ilk tohumu… dört unsurun birleşimi… köklerinde suyu hissettiğin, gövdesinin dışında toprağı gördüğün, yapraklarına ellediğinde rüzgârı hissettiğin ve içine baktığında durmadan yanan bir ağaç. Ahşican ağacı… Yanıyor, yakıyor, kurutuyor çevresindeki her şeyi. Köklerinin ulaştığı her yeri yok ediyor. Gücünü yok etmekten alıyor. Diğerlerinin canını alıp kedine can katıyor. Yalnızlığının sebebi bu oluyor.” -olmak istediğin ağaç, ahşican ağacı işte bu. -bu… ahşican ağacı mı? -olmak istediğin şey, belki de zaten olduğun şey. -evet, olmak istediğim ağaç ama hiçbir zaman da olamayacağım ağaç aynı zamanda. Ağacın gövdesine yaslanarak oturdu hemen dibine, Ö. Ve öylece ağacın gölgeliğinde ölümü bekledi. Ama gelmiyordu bir türlü ölümü. Ama bekliyordu o, bekleyecekti. Zaman yandı, yandı ve yandı. Güneşler doğdu aylar battı, aylar doğdu güneşler battı. Fırtınalar çıktı, karlar yağdı, yağmurlar geldi geçti. Peşi sıra mevsimler yaşandı. Günler geçti, aylar hatta yıllar geçti. Ama Ö bir türlü ölemedi, ölüm saati gelemedi. Ters karanfil… ters karanfil… ters karanfil… ters beyaz karanfil… beyaz bir ters karanfil… Ö adamın düşüncelerini kaplayan tek şey, ters karanfildi. Lanetliydi o. Ona dokunmuş ve laneti üzerine almıştı. Ters karanfil, sandıkların içinden kaçmıştı, sandık tehlikeli ve yasaktı aynı ters karanfil gibi. Bu yüzden ölmüyordu, ölemiyordu, Ö adam. Yıllar sonra buruş buruş vücuduyla, artık bilincini kaybediyordu. Gözleri terk ediyordu onu. Ahşican ağacının dibinde uyuyakalıyordu o, yıllar sonra. Kökler… topraktan çıkıp, Ö’yü sarmaladı. Ahşican’ın gövdesi açıldı, açıldı ve içerisindeki ateşler dışarıya doğru taşmaya başladı. Kökler bir anda Ö’yü gövdenin içerisine çekti. Ö, Ahşican’ın gövdesinde yanmaya başladı tıpkı yanı başında olan akrep ve yelkovan gibi… Artık o da Ahşican yalnızlığının bir parçasıydı. Q. |
0% |