@rabiasofi
|
Üçüncü bölüm Salahdar ülkesini tanımaya yönelik. iyi okumalar :) BÖLÜM ÜÇ (Salahdar Sarayı) Mavi, hızlı adımlarla ilerlerken bu kadar acil olan şeyin ne olduğunu merak ediyordu. Baş Hatunun görüşme odasına girdiğinde Mübahat Hatun ile karşı karşıya geldi. Mübahat Hatun, Haremin başıydı. Emir Hazretleri’nin rahmetli annesinden bile eskiydi sarayda. Güngörmüş kadındı yani. Herkes ona saygı duyar lafını dinlerdi. Hiç evlenmemiş dolayısıyla çocuğu da olmamıştı. Ancak Mavi’ye göre soğuk bir kadındı. Sanki tepeden bakan bir tutumu vardı. “gününüz hayır olsun Mübahat Hatun,” dedi tebessümle. Kırışmış yüzünde bir çift zümrüt gibi bakan gözleriyle Mavi’yi süzüp “sizin de Vezir Kerimesi,” dedi. “hayır olsun inşallah?” diye sordu sonra Mavi. Mübahat Hatun her zaman ki gibi siyah bir elbise giymişti. Başında gri işlemesiz bir başlık vardı. Başlığıyla aynı renkteki örtüsünü iki omzuna tutturmuştu. “Hala Sultan’ımız, Hatuniye deki saraydan ayrılıp buraya teşrif edeceklerini bildirdi. Yaklaşık olarak bir ay burada ikamet edeceklermiş.” Diye açıkladı Mübahat Hatun. Mavi, yüzündeki ifadeyi sabit tutmaya çalışarak “desenize sarayımız şenlenecek.” dedi sadece. Ama herkes Hala Sultan’nın ne kadar katı ve sert bir kadın olduğunu bilirdi. Rahmetli Emir Hazretleri’nin büyük ablasıydı. Şimdiye kadar üç evlilik yapmış, üç kocası da vefat etmişti. Bir kızı bir de oğlu vardı. Oğlu, Paşaoğlu’ydu elbet. Ancak Mavi, onun pek arsız pek çapkın –Allah hidayete erdirsin- zevk düşkünü bir adam olduğunu duymuştu. Kızı Safiye Sultan’ın kocası ise vatana ihanetten idam edilmişti. O zamandan beridir Safiye Sultan, Emir Hazretleri’nin ona tahsis ettiği Salahdar’daki saltanat mülklerinden birinde kalıyordu. Hala Sultan ise tüm bu yaşananlara rağmen dimdik durmuş, kimsenin lafının altında kalmamıştı. İri cüsseli bir kadındı. Lafını sözünü sakınmaz, ağzına ne gelirse söylerdi. Mavi, onu sadece bir kere görmüştü. Daha fazla görmeye de hevesi yoktu. Bir bahane bulup o gidene kadar saraya uğramamaya karar verdi. “Safiye Sultan’ımız da ona eşlik edecekler,” diye devam etti Mübahat Hatun. Mavi, başıyla onaylayıp “Hanım Sultan’ımız nerededirler acaba. Kendileri beni görmek istemişler.” diye sordu “biraz sonra gelecekler. Siz oturun ayakta kalmayın.” “teşekkürler.” dedi Mavi ve kadife koltuklardan birine geçip oturdu. Siyah bir pantolon ve bileklerine kadar inen kırmızı renkli, siyah işlemeli, kaftan bozması bir tunik giymişti. Başına ise gümüş boncuklarla işlenmiş bir başlık takmıştı. Başlığın altından sarkan örtüsünün bir tarafını omzuna tutturup zarif bir broş takmış öte tarafını arkasından sarkıtmıştı. Yüzüne pek fazla bir şey sürmezdi. “size bir şey ikram edelim mi?” “Hüma Sultan’ım gelmeden bir şey yiyip içmem olmaz.” dedi Mavi. Her seferinde kadın ona aynı soruyu sorar o da aynı cevabı verirdi. Hüma Hatun geldikten sonra da ikram başlardı. Mübahat Hatun odadan çıktıktan sonra bir süre sessizce bekledi Mavi. Lavanta renkli odayı inceledi. Burası Haremdi. Harem iki kısma ayrılırdı. Birincisi Emir Hazretleri ve ailesinin yaşadığı Derun kısmı -ki çok güzel bir bahçesi olduğunu işitmişti ancak oraya girmek yasaktı. İkinci kısmı bu devletin Baş Hatunu olan kişinin resmi işlerini yürüttüğü Hatun Dairesi ve o daireye bağlı kız mektebiydi. Saray arazisi çok büyük bir alandı. Devletin resmi işlerinin yürütüldüğü Emir Kubbesi de buradaydı. Şura meclisleri bu kubbede toplanırdı. Emir Hazretleri her gün bu kubbede deli gibi çalışır ve devletinin istikbali için çaba harcardı. Mavi, bu zamana kadar Emir Hazretleri’ni hep uzaktan görmüştü. Ya da ekranda ya da elektronik gazetelerde, ama hiç yüz yüze görüşmemişti. Görüşülecek bir konu da olmamıştı elbet. Ülkede işler iki ana koldan hallediliyordu. Birincisi vezir kubbeleriydi. İkincisi ise valilik müessesesiydi. Her vezirin kendisine ait bir kubbesi vardı. O kubbe altında da kendi ekibi mevcuttu. Bir tek babasının kubbesi Emir Hazretleri’nin kubbesi ile bir aradaydı. Babasının kubbe ekibi ise tüm vezirlerdi. Vezirlerin her birinin kendi görevleri vardı. Mesela Fatma Vezir ülkenin sosyal ve kültürel işlerinden sorumluydu. Ömer Vezir, Hariciye Veziri idi. Mustafa Vezir, Dahiliye Veziriydi. Şura Meclisinde tam yedi vezir ve bir baş vezir bulunuyordu. Babası ise bu vezirler ile Emir Hazretleri arasında adeta bir köprü vazifesi görüyordu. Şura meclislerine bazen Emir’in hatunu da katılır ona da bazı görevler verilirdi. Kimse makamı yüzünden büyüklenmez, herkes Allah’ın aciz bir kulu olduğunun bilincinde olarak İslam’a ve ülkeye hizmet için çalışırdı. Tabii kul nefsine yenik düştüğü vakit bu sistem de bozulurdu. Bu yüzden Şura Meclisi iyi denetlenirdi. Elbette kibrini gizleyip dalkavukluk edenler her dönemde olduğu gibi bu dönemde de mevcuttu. Şura masasında Fatma Vezir tek kadındı. Edep sınırları içinde devlet işleri görüşülür ve bir karara bağlanırdı. Her şehrin bir de valisi vardı ki bu valiler şura toplantılarına katılmaz Emir ile özel görüşme yaparlardı. Tüm şehir valilerinin bir araya gelip ayrı bir meclis açıldığı vakitlerde oluyordu ki bu meclisler oldukça kalabalık oluyordu. Tüm bu yönetici kadro dışında bir de yaver meclisi vardı ki bunlar direk Emir Hazretleri’nin şahsi emirleri doğrultusunda çalışır ve ondan başka kimseye hesap vermezlerdi. Her bir yaverin -ki onlara Kartal birliği denirdi- ayrı ehemmiyetli ve gizli görevleri mevcuttu Başyaver ise Kartal Başı İbrahim Ağa idi. Emir Hazretleri’nin yaver meclisinde üç Hatun bulunuyordu. Kartal Birliği’nin hepsi ilim dairesinden çıkmış, zeki insanlardı. Herkes onların adının başına Kartal unvanını getirerek anardı. Kartal İbrahim, Kartal Avni gibi. Sarayda bulunan ilim dairesi ise yüksek zeka Salahdar vatandaşlarının eğitim gördüğü bir mektep niteliğindeydi. Kimin neye yeteneği var ise burada ona göre şekillendirilir ve eğitilirdi. Ancak sarayın ilim dairesine girmek için gerçekten zeki olmak gerekiyordu. Ağabeyi İshak Paşa burada Emir Ali ile –ki o zamanlar Beyzade idi- Hoca Osman Efendi’den ilmi siyaset derslerini birlikte almışlardı. Mavi de burada eğitim almayı çok istemiş lakin babası onun Salahdar kız okulu yuvasında tarih ilmi ile birlikte toplum bilimi tahsili görmesini uygun bulunca Mavi de sesini çıkarmamıştı çünkü ilmi tarihi de ilmi siyaset kadar çok seviyordu. Ayrıca eğitim gördüğü beş sene boyunca hem Aziziye lisanını hem de Hristiyan lisanını çok iyi öğrenmişti. Ülkenin eğitim sistemi on bir yıllık bir süreyi kapsıyordu. Yedi yaşına kadar ana babasının ahlakı ile terbiye olan çocuk, bu yaştan sonra bir hocanın eline verilir hoca ona altı yıl boyunca temel bilgileri öğretirdi. Daha sonra çocuğun yeteneğine göre eğitimi devam eder asker olmak isteyenler asker ocağına hekim olmak isteyenler şifa ocağına gönderilir, burada iki yıl boyunca temel bir eğitim alırlardı. Daha sonra da dört yıllık asıl tahsil başlardı ki talebe bu aşamaya gelinceye kadar sıkı bir eğitim ve terbiyeden geçmiş olurdu. Ancak ülke çapında en itibarlı yüksek mektep elbette sarayın ilim dairesiydi. Hatun dairesi yanında bulunan kız mektebi de senede on talebe mezun eder ya da etmezdi. Bir de ülkenin en büyük kütüphanesi de yine bu ilim dairesi sınırları içindeydi. Mavi, o kütüphanenin içinde kendini kaybetmeye bayılırdı. Saray çok büyük bir araziyi kapladığı için aynı arazi içerisinde bir de at çiftliği vardı. At, Salahdar kültürü için çok önemliydi. Ata mirasıydı. Bu yüzden saray içerisinde bir at çiftliği bu atların bakımından sorumlu olan kişiler içinde bir köşk inşa edilmişti. Yine saray arazisi içinde kalan kuzey köşesinde de kutsal emanetler muhafaza ediliyordu ve Salahdar şehrinin en büyük mescidi bulunuyordu. Bütün Şura Meclisi her Cuma mutlaka burada namaz kılıp halkın geri kalanı ile bütünleşiyordu. Cuma namazına baş Hatun Hüma Sultan dahil olmak üzere diğer Hatunlar da ayda en az bir kere iştirak ediyorlardı. Asker sınıfı ise oldukça kalabalık ve güçlü idi. Kara ordusu, bahriyeliler ve hava ordusu olmak üzere üçe ayrılıyordu. Tüm bu birliklerin içinde sadece Saray’ın ve Emir Hazretleri ile tüm sülalesinin koruma görevini üstlenen özel bir birlik vardı ki onlara Eşref Birliği deniliyordu. İmran’ın yeni birliği ise Salahdar Kara birliği idi. Mavi, onun asker olmasıyla çok gururlanıyordu ama her daim de eli bağrında dolanıyordu. Tebessüm ederek ilk tanıştıkları vakit –yani ikisi de büyüyüp serpildikten sonra tekrar karşılaştıkları vakit- geldi aklına. Birbirlerine uyuz olmuşlardı. Mavi, onun sıkı bir dayağa ihtiyacı olduğunu düşünmüştü çünkü ona çok kibirli gelmişti. Lakin daha sonra ilk bakışta kibir gibi gözüken şeyin kendini korumak olduğunu anlayınca yumuşamıştı. Geçmişi karanlık bir insandı İmran. Mavi ise kalbindeki karanlığı dövüp dışarı atmış karanlıktan boşalan yere kendi tahtını kurmuştu. İlk tanıştıkları andan itibaren İmran çok değişmişti. Hatta bir keresinde Kerim amcası ‘sen oğluma ne yaptın böyle güzel gözlüm’ diye hayret içinde kalakalmıştı. “bilirim bilirim” diye bir ses işittiğinde hemen ayağa kalkıp kendine geldi. Hüma Hatun ona tebessümle bakıp “insan ancak sevdiği aklına düştüğünde böyle gülümser öyle değil mi?” diye sordu. Mavi, bir cevap vermeden kafasını eğince hafif bir kahkaha atıp “utanma Mavi. Aşk güzel şeydir.” dedi. Hüma Hatun kızıl saçlı, Beyaz tenli, hafif çilli bir hatundu. Gözleri şeffaf birer cam gibi parlardı her zaman. Zarif ama heybetliydi. Bey’inin uzun boyuna yaraşır bir kadındı. Şık giyinir, güzel konuşurdu. Bugün de altın rengi bir elbise giymiş lacivert kadife bir başlık takmıştı. Başlığın ardından dalgalanan lacivert tül ise omuzlarından aşağı dökülüyor ve elbisenin üst kısmını kapatıyordu. Safir renkli küpeleri belli belirsiz gözüküyordu. Uzun zarif boynuna elbisesi ile aynı renkte bir şal dolamıştı. O da yüzünü hiç boyamaz yalnız her daim gözleri sürmeli dolanırdı. Mavi, bunun Diyar-ı Şems’den gelen bir adet olduğunu biliyordu. Çünkü orası annesinin memleketiydi. Pek çok kereler dedesinin huzur divanında konaklamış onun sohbetleriyle kalbine nur doğmuş imanı ve ilmi ziyadeleşmişti. İmran ile de yıllar sonra dedesinin eşiğinde karşılaşmıştı. Hüma Hatun yerine geçip otururken “otur Allah aşkına” diye ekledi. Mavi, koltuğa geri oturduğunda hemen konuya girdi. “Mübahat Hatun sana söylemiştir. Hala Sultan ve kızı Safiye Sultan pek yakın bir vakitte sarayımıza gelip misafir kalacaklar.” “duydum Sultan’ım. Hayırla varıp hayırla dönsünler inşallah.” “inşallah” dedi Hüma Hatun sıkıntılı bir şekilde. Mavi, hemen “bir derdiniz mi var yoksa?” diye sordu. Hüma Hatun ona cam gibi şeffaf gözleriyle ruhunu kesecekmiş gibi bakıp “sır tutabilir misin Mavi Hatun?” dedi. Mavi, cevaplamadan önce bir an tereddüt etti. Ne derse desin yanlış taraflara çekilebilirdi. Lakin Hatun ile olan iki yıllık hukuklarına güvenip “hak ise elbet tutarım belimi bükse dahi. Dostun sıkıntısı ise elbet tutarım dilimi kesse dahi” dedi. Bu cevap karşısında Hüma Hatun memnun bir şekilde kafasını salladı. Babasının kızı idi o. Hüma Hatun babasının gözlerinde yanan ateşi onda da görüyor lakin Mavi, kendini o ateşte yakmak yerine söndürmeye çalışıyordu. “biliyorsun ki Hala Sultan’ımız geleneklerine çok bağlı kadındır. “ “duydum Hüma Hatun.” “bu sebeple benden çok hoşlanmaz. Çünkü ben soyu belirsiz basit bir köylü kızıyım onun karşısında.” “estağfurullah efendim” dedi Mavi hemen. Ama Hüma Hatun boş ver dercesine elini sallayıp “benim hakkımda ne düşündüğü umurumda değil ancak yanlış bir şey söyleyip Bey’imin itibarını zedelemek istemiyorum. Bu yüzden o burada kaldığı sürece beni huzurunda kabul edip benimle buluştuğu her vakitte yanımda bulunmanı istiyorum. Sen kıymetli Özi sülalesinin evladısın elbette senin sözüne itibar edecektir. Ayrıca kızı Safiye Sultan’a da eşlik edersin.” “ben-“ dedi Mavi, ne diyeceğini bilemeden. Ama konuşamadan Hüma Hatun devam etti. “bu fikrimi Emir Hazretleri ile baban da onayladılar. Bilhassa Vezir Efendi bu isteğimden oldukça memnun oldu.” Demek babası biliyordu. Her zaman ki gibi hiçbir şey dememişti. İçten içe ona kızsa da fazla takılamadı çünkü karşısında istese bile geri çeviremeyeceği bir teklif vardı. Gönülsüz olarak “siz nasıl münasip görür iseniz öyle olsun Sultan’ım” dedi. “ilk danışmanlık görevin hayırlı olsun o vakit.” “Allah utandırmasın,” dedi Mavi. Çünkü şimdiden omuzlarına ağır bir yük binmişti. “amin” Konuşmaları bittiği vakit Mübahat Hatun da ikrama başladı. Ancak Mavi, pek bir şey yemedi. Çünkü iştahı kaçmıştı. Derin düşünceler içinde Hatun’un yanından ayrıldığında babasının huzuruna çıkmaya karar verdi. “ben babamın yanına uğrayacağım,” dedi ona Özi Mülkü’nden ona eşlik eden iki yiğide. “peki Aliye Hatun” Emir Kubbesi’ne yürüyüp içeri girdi. Her katta görevli olan üniformalı Eşref Birliği muhafızlarına “selamun aleyküm ağalar” diye selam verdi. “aleyküm selam Vezir Kerimesi” dediler muhafızlar. Koridoru aşıp babasının kapısına vardı. Her eşikte bir muhafız bekliyordu. İçeri girince babasına “gününüz hayır olsun ey koca vezir, ” dedi. “güzel haberleri aldın mı?” diye sordu babası hemen. Mavi, kafasını sallayıp “Has hatunumuzun bana böylesine itibarlı bir görev vermesi beni oldukça memnun etti elbet. Lakin önceden bana durumu söyleseydiniz daha hazırlıklı olurdum.” Celal Vezir bıyık altından homurdanmakla gülmek arasında bir ses çıkartıp “sana siyaset ile ilgili bir ders vereyim mi?” diye sordu. “deneyimlerinizden bizleri de faidelendirirseniz fazlasıyla bahtiyar oluruz,” dedi Mavi abartıyla. Celal Paşa eliyle otur işareti yapınca, babasının karşısında ki koltuklardan birine oturup dikkatini ona verdi. “idari işlerde konuşmaktan çok susmak önemlidir. Ne zaman ki konuşman gereken yerde susarsın bir kurtuluşun olur ama susman gereken yerde konuşursan kellen gider. Gece alınan kararın sabaha garantisi yoktur. O yüzden bu tür şeyler söylenmez.” Mavi, oldukça mantıklı gelen bu konuşmanın ardından sessiz kalınca babası arkasına yaslanıp “gördün mü bak!” dedi, “çabuk öğrendin susman gereken yeri.” Bu tespit karşısında Mavi, tebessüm edip “Allah sizi başımızdan eksik etmesin baba” diye dua etti. Babası kafasını sallayıp “Rabbim sizleri de hayırlı evlat eylesin” dedi. “amin” diye niyazda bulunda Mavi. Sonra yerinden kalkıp “sizi mühim işlerinizden daha fazla alıkoymak istemem. Allah’a emanet olun” dedi ve odadan çıktı. Babası ardından bakıp tebessüm etti. Kızının siyasete olan ilgisini biliyor ama onu uzak tutmak istiyordu. Çünkü bu işler yıpratıcıydı. Öte yandan Mavi, kafa yapısı olarak ona en çok benzeyen çocuğu idi. Gülümsemesi ömür uzatan Ceylan’ı bu işlere zaten uzaktı. Arslan yürekli oğlu ise onu hayal kırıklığına uğratmış siyaset yerine dedesinin yolunu seçmişti. Yine de arkasından dua ediyor, başarılı olması için rabbine yakarıyordu. İshak ise onun en çok kanayan yarası idi. Hasret kaldığı oğlunun masasında duran resmine baktı. Susup söyleyemedikleri içinde büyümüş oğlu ile arasına aşılmaz engeller koymuştu ancak o da siyasette başarılı olsa da fikirleri kendinden farklıydı. Bir tek içinden güzel gözlüm deyip dışına hiç vuramadığı evladı ona benziyordu. Mavi, kapıdan dışarı çıktığında yukarı kattaki Emir Hazretleri’nin çift kanatlı heybetli kapısına baktı. Kim bilir hangi mühim meseleler ile ilgileniyor diye düşünürken içeriden ona kadar gelen kahkaha seslerini işitince durakladı. Merakı kabarsa da kapı önünde nöbet bekleyen muhafızlar yüzünden hızlıca koridordan geçip kubbeden çıktı. Giriş kapısında onu bekleyen Özi Mülkü yiğitlerine “gidebiliriz” dedi. Eve geri döndüğünde yatağında yayılmış kitap okuyan Ceylan’ı gördü. Ceylan Özi, sarayın ilim dairesinde tahsil gören ikinci Özi evladıydı. Ancak o Mavi gibi siyasete meraklı değildi. O matematik dehasıydı. Bu yüzden İlim Dairesinde eğitim görmüştü. Şimdi de Mavi’nin mezun olduğu Salahdar Kız Okulu yuvasında, matematik hocalığı yapmaya başlayacaktı. Dönem dinlenme dönemi olduğu için bu aralar sürekli evde duruyordu. Ceylan sarışındı. İpek gibi yumuşacık saçları olsa bile uzun saç sevmediği için saçları sürekli kısa gezerdi. Biraz sert bir duruşu vardı. Ancak güzel bir kızdı. Mavi’nin gözleri her ne kadar nam salmış olsa da onun da adı gibi Ceylan gözleri vardı. “Baş Hatun ne buyurdu?” diye sordu kafasını kitaptan kaldırmadan. Mavi, ona olanı biteni olduğu gibi anlattığında bir kahkaha atıp “sana kim saray işlerine bulaş dedi ki” diye bir yorumda bulundu lakin ablasının suratında ki ifadeyi görünce yataktan kalkıp yanına geldi, “affet,” dedi hemen. “ne yapacağım ben?” Mavi, kardeşine döndü. “Safiye Sultan’ı öyle çok iyi tanımam. Hala Sultan’ın sivri dili dillere destan zaten” “sen Aliye Bahar Özi’sin. Elbette bu işin altından kalkacak, kimseyi de utandırmayacaksın” dedi Ceylan. “dik dur bakalım. Allah bizim yanımızdadır.” “haklısın” dedi Mavi. Ceylan ona sarılıp güç verdi. Sonra çekilip “haydi kalk namaz vakti. Şimdi dua edelim de sen bu işi sağ salim tamamla.” Mavi, kalkıp üstünü değiştirdi ve abdest aldı. Kardeşi ile namazlarını kıldıktan sonra ellerini açtı Rabbine dua etti. Dua ettikçe ferahladı. Ferahladıkça dili açıldı. Anlattı da anlattı Rabbine. Bildi ki Rabbi de onu duydu karşılık verdi. Sonra içinden dedi ki bir an sonra ne olacağımız belli değilken bu telaş niye? |
0% |