

yine ben, yine ben, yine ben :)
İsmail'in hikayesini çok beklediniz diye
ilk bölümleri fazla ara vermeden yükleyeceğim
bence ben çok iyi bir insanım :)
neyse hepinize iyi okumalar
BÖLÜM
Yandık sen ve ben*
(Nurullah Genç/ Beni Yakışına)
İsmail yatakta uzanmış bir kolunu başının altına yastık gibi yerleştirip tavana bakıyordu. Elinde tuttuğu ipek şalı kaldırıp yutkundu. Ayşe ismi çınladı zihninin duvarlarında. Son üç gündür çınladığı gibi. Daha fazla dayanamayıp kalktı. Şalı özenle katlayıp cebine koydu. Üstüne kalın deri ceketini giyip fermuarını çekti ve salona gitti.
“İsmail’im,” dedi Yusuf Bey onu görünce “hayırdır nereye?”
“öyle bir hava alıp geleceğim,”
“keyfin yok gibi bu aralar,” dedi babası oğlunun yüzüne dikkatle bakıp “bir şey mi oldu?”
“yok baba,” dedi İsmail hemen ama bakışlarını kaçırmasından Yusuf Bey bir şeyler döndüğünü anlamıştı. Sesini çıkartmadı ama bir gönül meselesi olduğundan şüpheleniyordu.
“iyi tamam, hadi sen git. Allah’a emanet ol.”
“siz de”
Tam kapıdan çıkarken Sinan koşup yetişti. Bacağına sarılıp “ben de geleyim mi?” diye sordu. İsmail onu kucağına alıp “hava soğuk kıvırcığım,” dedi usulca “hasta olursun.”
Sinan’ın yüzündeki hevesli ifade solarken İsmail onun yanağından öpüp “asma suratını,” deyip gıdıklamaya başlayınca Sinan kahkahalar arasında kendini kurtarıp içeri kaçtı. İsmail de yüzünde huzurlu bir tebessüm arabasına atlayıp sürmeye başladı.
Sürerken yol ayrımında Kızılca Mahallesi’ne çıkan yolu gördüğünde hiç düşünmeden direksiyonu çevirip çakıllı yola girdi. Kaç gündür devam eden şiddetli yağışlar yüzünden toprak yol çamura dönmüştü. Bu yüzden yavaş ve temkinli çıkıyordu köy yolunu. Sonunda gitmek istediği evin önünde durdu. Tek katlı, eski, ahşap köy evinin önünde durduğunda bahçedeki kümesten gelen tavukların ötüşünü duyunca güldü.
“İsmail!” diye selam verdi ona Hatice Teyze. Altmış yaşlarının ortasındaki kadın başındaki yemeninin iki ucunu arkadan geçirip tepesinde bağlamıştı. Önüne bağladığı peştamalı toplayıp bahçeden topladığı mahsulleri yerleştirmişti.
“selamün aleyküm,” dedi İsmail tahta çitlerle çevrili evin bahçesine girmemişti henüz. Gözleri Ayşe’yi aradı. Acaba o da burada mıydı?
“aleyküm selam, gel içeri da!” diye bağırdı kadın “ne gemi kazığı gibi dikiliyorsun orada.”
İsmail arabayı kilitleyip Hasan Amca’nın yaptığını tahmin ettiği ahşap kapıyı açıp bahçeye adım attı. Lacivert bir muşambanın altına dizilmiş odun parçaları arkadaki odunluğa taşınmak üzere bekliyordu. Evin giriş kısmında uzanan balkonda plastik bir masa ve sandalyeler vardı.
“otur, otur,” dedi kadın peştamaldaki bahçe mahsulünü masaya koyarken eliyle İsmail’i çağırdı. Genç adam sandalyeye otururken “Hasan amca nerede?” diye sordu.
“içeride gelir şimdi.”
Kadın da İsmail’in karşısına geçip oturdu. Bahçesine bakıp “kış bastırır yakında,” diye konuştu kendi kendine “siz daha buralarda mısınız?”
“İlyas’ım iki gün sonra buraya gelecek,” dedi İsmail “babamlar onu bekliyor. Sonra geri dönecekler.”
“sen?”
“ben İlyas’la birlikte bir süre daha buradayım inşallah.”
“iyi, iyi,” dedi kadın keyiflenip “köyümüz yazın başka kışın başka güzeldir. Hem İlyas’a da iyi gelir buranın havası.”
“inşallah,” dedi İsmail ve ekledi, “e siz ikiniz ne yapıyorsunuz Hatice teyzem, bizim Sandık’taki depoya bakmaya gelmiştim de sizin de bir halinizi hatırınızı sorayım dedim.”
“ne iyi ettin uşak,” diyen Hasan amcanın sesi kendisinden önce geldi. Yetmişlik ihtiyarın biraz sırtı kamburlaşmıştı ama yaşına göre diriydi. Başındaki yün takkesini çıkartmazdı. Gri renkli sakalları, beyaza dönmeye başlamıştı artık. İsmail ayağa kalkmaya yeltenince omzuna vurup “otur, otur,” dedi ve üçüncü sandalyeye oturup bastonunu kenara koydu.
“biz iyiyiz rabbime şükürler olsun,” dedi adam “sen nasılsın, Yusuf’um nasıl?”
“iyiyiz çok şükür,” İsmail gülümsedi “iş güç derken günler geçip gidiyor.”
“öyle,” dedi adam bir an lacivert muşambanın altında dizili odunlara bakıp iç çekti. Belli ki bunların odunluğa taşınması gerekiyordu.
“sizde de kış için hazırlıklar başlamış bakıyorum,” dedi İsmail “odunları sen mi kestin?”
“Ayşe kızımla birlikte kestik,” dedi Hasan amca. İsmail’in kalbi tekledi bu ismi duyunca.
“o kim?” diye sordu kendini tutamayıp.
“benim yeğenim,” dedi Hatice teyze gururla “bizim en küçüğün kızı. Hacer’in kızı.”
İsmail, sessiz kalınca kadın bunu yanlış anlayıp “Ayşe’m babasının tarafına benzemez da!” diye parladı hemen “rahmetlik anama benzemiş. Gönlü güzel, kıyımsız, eli açıktır.”
“bir şey demedim da!” dedi İsmail belirsiz bir tebessümle.
“siz Kaya sülalesi Bozçelik’in adını duymadan suratınızı asıyorsunuz. Ayşe’m, babası olacak deyyusa benzemez hiç!”
Hatice teyzenin siniri de geldiği gibi geçmişti. Karadeniz’de insanlar duygularını en uçlarda yaşayıp üstünden geçip giderlerdi.
“hadi siz oturun ben çay getiriyorum,”
“zahmet etme Hatice teyze,” dedi İsmail “sizi görmek için uğradım o kadar.”
“olmaz öyle şey da! Otur beni sinirlendirme.”
Hatice teyze içeri giderken İsmail de “Hasan amca ben şu odunları odunluğa yığayım. Yine yağmur bastıracak belli.”
Adamın bir şey demesine fırsat vermeden kalkıp ceketini çıkarttı. Kollarını sıvarken odunların üstündeki muşambayı açtı. Odunları toplayıp arkadaki odunluğa yığmaya başladı. Yarım saat olmadan işi bitirip odunluğun kapısını örterken geri döndüğünde karı koca oturmuş onu bekliyordu.
“hay Allah senden razı olsun oğlum,” dedi adam “gözümde büyüyüp duruyordu.”
“ne demek Hasan amca,” dedi İsmail “ben yabancı mıyım?”
Sandalyesine oturup ceketini geri giydi. Önünde tüten sıcak çaydan bir yudum alıp “eline sağlık Hatice teyzem,” dedi içtenlikle
“senin de eline sağlık oğlum.”
Çayları içerken muhabbete devam ettiler. Bir müddet sonra Hasan amca bastonuna dayanıp ayağa kalktı, “namaz kaçmasın,” dedi. Bundan kastı nafile namazdı. Yavaş yavaş içeri girerken Hatice teyze de İsmail’in boşalan bardağını tazeledi.
“bunu da içip kalkarım ben de,” dedi İsmail.
“ne bu acelen uşak!” dedi kadın “kira mı istedik?”
İsmail güldü. Çayını yudumlayıp mis gibi havanın tadını çıkarttı. Bu mahalle daha yukarıda kaldığı için havası daha hafif ve soğuktu. Karşı ki dağların eteklerinden sis yükselmişti. Karadeniz’in üzerinde de kara bulutlar vardı.
“Hasan düşünüp duruyordu bu odunları, Hızır gibi yetiştin,” dedi kadın içtenlikle “bu aralar ona pek yardım edemez oldum. Dizimde bir rahatsızlık arız oldu. Bu havalar da iyice beter etti.”
“hastaneye götürelim seni,” dedi İsmail hemen.
“Ayşe’m götürdü sağ olsun,” diyen kadının gözleri yeğeninden her bahsedişinde sevgiyle parlıyordu. Nitekim “her işimize koşar, her fırsatta bizi ziyarete gelir, hep tatlı diliyle konuşup gönlümüzü alır,” diye onu övmeye devam etti. İsmail onu yüzünde huzurlu bir tebessümle dinliyordu. Ayşe’nin güzel kalbinden, merhametinden bahsettikçe geri kalan şeyler anlamını yitiriyordu sanki.
“çok mu kıymetli senin şu Ayşe’n?” diye sordu İsmail. Kadın ona bakıp dolu gözlerle başını salladı.
“rabbim bana evlat nasip etmedi,” dedi içli bir şekilde “ama Ayşe’mi gönderdi.”
İsmail bu cevap karşısında hüzünle başını eğip çayından bir yudum aldı. Hatice teyze de efkârlanmıştı.
“rahmetlik babam aslında hiç istemedi o uğursuz herifin bacımla evlenmesini,” diye başladı anlatmaya “ama bizim Hacer gençlik sevdasına kapılıp gitti işte. Babam da kızından olmamak için mecbur kabul etti. Ayşe doğduğunda o Zafer hiç sevinmedi biliyor musun? Neymiş neden erkek doğmamış. Allah’ın işine de karışır böyleleri işte. Ama Ayşe’m bin erkeğe bedel. Kimseye boyun eğmez, lafını sakınmaz akıllı bir kız oldu. Babasına da kolayına boyun eğmez ama ezip geçmez de işte. Neylersin baba sonuçta.”
“öyle,” dedi İsmail nefes almadan kadını dinlerken. Çayını içmeyi bile unutmuştu. Kadın ona bakıp “Zafer’in Yusuf’a olan nefretini bilirsin. Eh baban da adamı bağrına basmaz elbet ama Zafer’in nefreti zehirlidir. Yusuf bunu iyi bilir.”
“babam,” dedi İsmail “rahmetli ablasının adı ne zaman geçse sessizleşir, içine kapanır.”
“ah ne güzeldi senin büyük halan,” dedi Hatice teyze “bir salındı mı peşinden bakmayan kalmazdı. Ama işte yüzün güzel olacağına bahtın güzel olsun demişler. Zafer’in abisi Cevat kafayı taktı kızcağıza. Kaç kez istetti anasına hatta. Reddedildikçe kinlendiler. Kinlendikçe zavallı kızcağıza atmadıkları iftira kalmadı.”
“sonunda o it, halamı kaçırmaya çalışırken ikisinin de sonunu getirdi.”
“araba düştü yardan aşağı,” kadın dalıp gitmişti anlatırken “zor buldular ikisinin de na’şını. Ha şu rahmetli babaannenin feryadı hala kulaklarımda çınlar bazen. ‘gitti kızım, bitti ömrüm!’ diye diye ciğerini dağladı kadıncağız da bu pis sülale iftiralarına devam etti. Neymiş senin halan- tövbe estağfurullah Cevat’ın peşine takılmış da türlü çeşit oyunla adamın aklını çelmiş de, büyü yaptırıp kendine bağlamış da, mış da mış!”
“Allah rahmet eylesin,” dedi İsmail.
“amin,” Hatice teyze dalıp gittiği hatıralardan kopup onu dikkatle dinleyen genç adama baktı tekrar, “bütün bunlar olurken Zafer küçük çocuktu. Çocukluğundan beri sizin sülaleye olan nefreti içine kazındı. Onunla birlikte büyüdü. Zaten aklı başında bir çocuk değildi olan bitenden sonra iyice değişik bir şey oldu çıktı. En çok da benim bacımla Ayşe çekti bu adamın kahrını.”
İsmail’in tadı kaçmıştı. Ayşe’nin ona meydan okuyan sert bakışları aklına geldikçe altında yatan sebepleri bildiği için içi acıdı. Ayağa kalkıp “çay çok güzel ama ben gideyim artık,” dedi, “Hasan amcama selam söyle. Bir şey olursa bana haber yolla gelip hallederim.”
“tamam oğlum,” dedi kadın halinden memnun “birkaç güne Ayşe’m gelir zaten.”
“Allah’a emanet.”
“sen de”
İsmail arabasına atladığı gibi kendini yollara vurdu. Bir yanı ‘bu iş olmaz’ diyordu. Babası kabul etmez. İkisinin de babası kabul etmezdi bu durumu. Öte yandan Ayşe’nin onu esir eden gözleri geliyor aklına başka bir şey düşünemez oluyordu. Bu ikilem içinde kendini sahildeki dalga kıranların orada bulduğunda arabayı durdurup kendini dışarı attı. Rüzgar şiddetli esiyor dalgakıranlar bile denizin şiddetle kıyıya vurup taşmasına engel olamıyordu.
İçindeki duygular da böyleydi. Ona bir şey olmuştu ve engelleyemiyordu. O kız karşısına çıktığı o ilk andan itibaren kalbinde bir şey değişmişti. Kimse için çarpmayan, heyecanlanmayan kalbi Ayşe’nin buz gibi kısacık bir dokunuşuyla alev almıştı. Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Bu sevda dedikleri illet, İlyas’ın okuduğu kitaplarda değil miydi sadece. Gerçek hayatta olmazdı. İsmail hep dalga geçerdi hatta kardeşiyle. Bu kadar okuyup da Mecnun mu olacaksın diye. Şimdi kendisi bir deli Mecnun gibi oradan oraya atıp duruyordu kendini.
“Allah’ım bana yardım et,” dedi denize bakarken. Çiseleyen yağmur tanecikleri yüzüne saldıran bir ordu gibiydi.
“Allah’ım bana yardım et,” diye tekrar etti “dindir içimdeki fırtınayı, dinginleştir duygularımı.”
Eli iç cebinde duran ipek şalın üstüne gitti. Usulca avcunu koyup bastırdı. Kalbinin atışlarını duyabiliyordu. Ceketinin fermuarını açıp şalı çıkarttı. İnce ipek şal rüzgarda salınmaya başladığında İsmail onu bırakmayı düşündü. Rüzgar alıp götürürdü bir yere nasıl olsa. Ama şala çamur bulaşmasına kıyamadı.
O gün Ayşe şalı kaybettiği için üzülmüştü. Bunu hatırlayınca şalı eline dolayıp sahibine teslim etmeye karar verdi. Böylece bu defteri kapatacak ve yoluna devam edecekti.
Onu bulmak umuduyla arabasına gidip önce fakültenin etrafında dolandı ama sonra kaldığı yurdun oraya gitmeye karar verdi. Kendine itiraf edemese de onu tekrar görecek olmanın heyecanı vardı içinde. Hava kararmaya başladığında yurdun karşısındaki kaldırımın oraya park edip beklemeye başladı. Ona ulaşabileceği bir numara yoktu. Bir an güvenliğe gidip sormayı düşündü ama Ayşe’nin ona sinirlenebileceğini düşünüp vazgeçti. Tam o anda sokağın ucunda ağır adımlarla yurda doğru yürüyen genç kızı gördü. Elleri ceplerinde üzerinde mevsimlik bir kabanla yürüyen kız dalıp gitmiş, ıslanmıştı. Ama yürüyüşü düzgündü. Demek ki merhem işe yaramıştı.
İsmail arabadan çıkıp ona doğru yürümeye başladığında onu fark etmedi bile. Ne zaman ki karşı karşıya geldiler Ayşe başını kaldırıp “dikkat etsene be adam!” diye terslenerek söylenmeye başladı ama İsmail’in yüzünü görünce geri kalan lafları boğazında takılı kaldı.
“sen,” dedi şaşkınlıkla. İsmail ona bakarken yine kaybolup gitti. Kuzgun karası saçlarının üstünde yağmur damlaları donup kalmıştı.
“ben,” dedi İsmail boğuk bir sesle. Ayşe hemen telaşla etrafına bakındı. Sokak nispeten boş gibiydi. Ama ışığın altında duruyorlardı. Adamın kolundan tutup ışığın düşmediği bir noktadaki kaldırıma çekti.
“ne işin var senin burada?” diye sordu Ayşe kısık ama sinirli bir ses tonuyla “bana bak eğer kötü bir niyetin varsa-“
“ağzını topla ula!” diye diklendi İsmail hemen. Bu kızla tartışmadan konuşmak imkansıza yakındı.
“ne diye geldin o zaman?”
“sana bir şey getirdim,” dedi İsmail. Cebinden şalı çıkartıp ona uzattı. Ayşe adamın gözlerinden zorlukla ayrılıp başını eğdi ve avucunda tuttuğu şeye baktı.
“bu,” dedi “benim şalım mı?”
“evet,”
“sende ne işi var?”
“unutmuşsun,”
Genç kız, İsmail’e bakıp “madem başından beri sendeydi ilk dediğim zaman niye geri vermedin?” diye sordu şüpheyle.
“o zaman da ben unuttum,” diye kendini savundu İsmail. Yalan söylediğinin farkındaydı ama gerçek duygularını dile getirmeye henüz hazır değildi.
Ayşe ona bakıp tereddütle saçını kulağının arkasına itti. İsmail onu dikkatle seyrediyordu. Akça teni soğuk havada iyice solmuş yanakları ve burnu soğuktan kızarmıştı. Kiraz rengi dudakları- İsmail buraya niçin geldiğini kendine hatırlatmaya çalıştı. Aynı duygularla Ayşe’nin de mücadele ettiğinin farkında değildi.
Ayşe geçip giden günlerde adamı aklından çıkaramamıştı. Onunla ilk karşılaştığı akşam öylesine çaresiz haldeyken karşısına çıkması Allah’ın takdiriydi. İsmail, onun halinden bir an bile yararlanmaya çalışmadan elindeki feneri ona uzatmış ve arkasını dönmeden onun eve gitmesini beklemişti. Patika yolu son bir gayretle çıkıp kendini teyzesinin kucağına atmayı başardığında Ayşe bütün gece adamı düşünmüştü.
Ertesi gün konferans salonunda tekrar karşısına çıktığında nasıl ürperdiğini hala çok net hatırlıyordu. Sonrasında yaşadıkları olaylarsa Ayşe’nin hatırladıkça kalp atışlarını hızlandırıyor, titremekten kendini alamıyordu.
Ama olmazdı. Babası asla izin vermezdi böyle bir şeye. Hem öncesinde halletmesi gereken bir bela vardı başında. Bizzat babasının kendi elleriyle Ayşe’nin başına açtığı bir bela. Kendisine sormadan başkasına Ayşe adına verdiği bir söz!
Titreyen elini cebinden çıkartıp usulca adamın avcuna koydu. Şalın dokusunu hissetti önce sonra da İsmail’in tenini. Kendini çekmekte zorlandı. Adam şimdi elini sımsıkı tutup “benimle gel” dese ne yapardı onu bile kestiremiyordu. Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Bu kadar çabuk, bu kadar şiddetli!
İsmail, kız elini çekmeyince yavaşça narin eli tutup kendi göğsüne çekip bastırdı. İkisi de ne yaptıklarını bilmiyordu sanki. Ayrılmaya cesaretleri yokmuş gibi bakışlarını birbirlerinden ayıramıyorlardı. Ayşe, bu genç yakışıklı adamın yüzüne bakarken kalp atışlarını da hissediyordu.
“İsmail,” dedi usulca “beni de kendini de yakacaksın.”
Sert çehreli genç adam, kızın bağrında duran elini biraz daha sıkıp “sen bana yanmaya gönlün var mı onu söyle,” dedi yoğun bir ses tonuyla. Öyle ki Ayşe yutkundu. Ne diyordu bu adam böyle. Ne, ne, ne saçmalıyordu. Kafasını toparlayamıyordu artık. O sırada ipek şalın ikisini sımsıkı bağlayan bir söz gibi ellerinin etrafına dolandığını gördü. Sonra tekrar adamın yüzüne baktı. Bir şey demeden elini ani bir hamleyle çekip kurtardı. Şal da adamda kaldı. Bir adım daha gerileyip “git artık,” dedi kendini toparlamaya çalışıp “bir gören olacak.”
“Ayşe-“ dedi İsmail ama kız onu susturup “İsmail git,” dedi ve ekledi “biri babama söylerse biterim ben.”
İsmail sonunda bir adım gerileyip “peki tamam,” dedi “seni zor durumda bırakmak gibi bir niyetim yok.”
“git artık lütfen,” dedi Ayşe yine rica eder gibi- ki bunu çok sık yapmazdı. İsmail her ne kadar tersini istese de “gidiyorum,” diye kabul etti “kendine dikkat et.”
“sen de,” diye karşılık verdi Ayşe kendine engel olamayıp ve yola çıkmak üzere bir adım attı. İsmail arkasından “şalını almayacak mısın?” diye sordu.
Ayşe ona dönmeden hafifçe başını çevirip “sende kalsın,” dedi ve koşar adımlarla karşıya geçip yurda girdi. O, gözden kaybolana kadar onu izleyen İsmail’in yüzünde ise sevinç vardı. İlk defa şalı burnuna götürüp üstüne sinen kokusunu içine çekti. Şal artık ona aitti ve bir gün Ayşe de ona ait olacaktı.
BÖLÜM
Azan bir hevestir artık tanyeri
söküp gövdesinde bir cehennem parçalamak ister insan*
(İsmet Özel/ kan kalesi)
İsmail, bir ileri bir geri giderken sabırsız bir şekilde kapıya bakıp duruyordu. Arkadan gelen anons sesi İstanbul uçağının kalkmasına 15 dakika kaldığını söylüyordu. Onun gibi bekleyen üç beş kişi daha vardı. Nihayetinde kapı açıldı ve yolcular dışarı çıkmaya başladı. Şeridin ardında durup gelenlerin yüzlerine bakarken aradığı kişiyi görünce sert yüzüne bir tebessüm oturdu. El sallayıp kendisini görmesini sağladı.
Terhis olup askerden dönen kardeşi İlyas ona baktı. Cılız bir karşılık verdi. Zayıflamıştı. Gözlerinin altında kara lekeler vardı. Zorlu geçen askerliği onu epeyce yıpratmışa benziyordu. İki kardeş karşı karşıya geldiklerinde İsmail ona sıkıca sarılıp “hoş geldin aslanım,” dedi sevgiyle. İlyas da abisine sarıldı ve bir süre öylece kaldı. İsmail, kardeşinin süzülmüş yüzünü tutup gözlerinin içine bakarak “vatan sağ olsun diyeceğiz kardeşim,” dedi usulca “şehitlerimiz bizim gururumuz, bu vatan ise bize kalan emanetleridir.”
İlyas yutkundu. Gözlerinde boş bir ifade vardı. Başını sallayıp “öyle abi,” dedi. Genç yüzünde herhangi bir yaşama sevinci kalmamış gibiydi. İsmail onu kolunun altına alıp “hadi bakalım,” dedi “eve gidiyoruz. Anam hasretle seni bekliyor.”
İlyas gülümsemeye çalıştı. Yorgun olduğu her halinden belliydi. İsmail onun valizini arabaya atıp direksiyona geçti. Havaalanından çıkıp köye doğru sürmeye başladı.
“çocuklar da burada mı?” diye sordu İlyas gözünü camdan ayırmadan. İsmail ona yan bir bakış atıp “okullar açıldı,” dedi. “İstanbul’a gittiler. Başlarında anneannem var.”
“ben bir süre burada kalacağım,” dedi İlyas “İstanbul’a dönmek istemiyorum.”
“tamam koçum,” diye karşılık verdi İsmail, “biz de burada kalırız. Biraz kışın tadını çıkarırız.”
“başımda beklemek zorunda değilsin abi,” dedi İlyas ona bakıp “iyiyim ben, daha doğrusu iyi olacağım.”
“olacaksın tabi,” diye yükseldi İsmail hemen. Onun huyu böyleydi. Çabuk öfkelenir hemen sakinleşirdi, “ben de kardeşimin yanında olacağım.”
“sağ ol abi,” dedi İlyas. Onun bu deli dolu hallerini özlemişti. Bütün ailesini özlemişti elbette ama yüreğindeki acı o kadar tazeydi ki yüreğindeki bütün özlemleri bütün güzel duyguları söndürüyordu.
Doğu’nun zorlu koşullarında terör denen bela ile uğraşırken nice silah arkadaşı şehit düşmüştü gözlerinin önünde. Kaç evlat babasız, kaç baba evlatsız kalmıştı. Hepsinin yasını tutmak istiyordu. Yüreği sızlıyordu.
“İlyas,” dedi İsmail şefkatle “sen benim kıymetlimsin koçum. Sana değen bir diken benim canımı senden daha çok acıtır. İyi ol biraderim. İyi ol!”
İlyas yutkundu. Gözleri buğulanmıştı hemen. Başını çevirip dışarı baktı. Farkında olmadan ellerini yumruk yapmıştı. Nasıl iyi olacağı hakkında bir fikri yoktu ama abisi onun yanında olduğu müddetçe iyi olacağını biliyordu.
Köy yoluna girdiklerinde İsmail tanıdıklara korna çalmaya başladı. İlyas’ı gören konu komşu- akrabayla durup sohbet ettiklerinden eve çıkmaları yarım saatten çok sürdü. Nihayetinde üçgen çatılı ahşap köy evinin olduğu bahçeye girip arabayı park etmeyi başardığında kapının önünde bekleyen Elife Hanım gözlerinde yaşlarla İlyas’ı kucakladı. Yanında altı yaşındaki Sinan hevesle zıplayıp duruyordu.
“oğlum,” dedi hasretle. İlyas doğuda askerlik yaptığı müddetçe annesinin yüreği de onunla birlikte görevdeydi sanki. Ta ki şu ana- oğlunu bağrına bastığı ana kadar…
“annem,” dedi İlyas aynı şekilde. Mis gibi kokusunu içine çekti. Şehit yoldaşlarının bağrı yanan anaları geldi aklına. Suçlu hissetti kendini. Geri çekilip annesinin elini öptü. Elife Hanım gözlerinden yaşlar akarken oğlunun yüzüne baktı. Zayıflamıştı elbette ancak bir dirayet de gelmişti üstüne. Başka bir havaya bürünmüştü.
“hoş geldin İlyas’ım,” dedi annesi. O sırada kapıdan Yusuf Bey çıktı. Oğlunun geldiğini görünce yüzü aydınlandı. Gözleri doldu. Onu sağ salim evine geri gönderen rabbine şükretti.
“İlyas,” dedi Yusuf Bey. İlyas hemen uzanıp babasının elini öptü. Yusuf Bey, oğluna sarılırken titriyordu. İsmail, babasını ilk defa böyle görmenin verdiği hüzünle yutkundu. O ki; bütün evlatlarını sarıp sarmalayan kudretli bir dağ, dalları ve kökleriyle evlatlarına gölge olan asırlık bir çınar gibiydi gözünde. Şimdi babasını titreyerek oğluna sarılırken görünce sanki İsmail’in de gönül dağı titriyordu.
“gözün aydın Elife!” diye bağırdı o sırada karşı komşuları aynı zamanda akrabaları olan Halide teyze.
“sağ ol Halide!”
“hoş geldin oğlum.”
“hoş bulduk Halide teyze!”
Sinan ellerini uzatıp “hoş geldin abi,” dedi coşkuyla. İlyas onu kucaklayıp kaldırdı. Sinan onun yanaklarından öptü. İlyas onun saçlarını okşayıp alnından öptü. Sinan ona tekrar sarılıp başını omzuna yasladı.
“haydi! haydi!” dedi Yusuf Bey “içeri girelim.”
Eve girdiklerinde Elife Hanım “hadi oğlum eşyalarını bırak, üstünü değiştir. Sofra hazır sizi bekliyoruz,” dedi ve Sinan’ı abisinin kucağından aldı.
“tamam anne,” dedi İlyas valizini almaya yeltendi ama İsmail “düş önüme ben taşırım,” deyince sırtını dönüp ahşap merdivenleri çıkmaya başladı. İsmail peşinde valizi alıp yukarı kattaki odayı çıkardı. İlyas’ın odasına koyup “hadi yine iyisin ev ikimize kaldı,” dedi gülerek.
“aynı odada kalıyoruz ama”
“ben Sinan’ın yanında kalacağım,” dedi İsmail “sen de biraz kafanı dinlersin.”
Bu İsmail’in lügatinde İlyas’a alan açmak demekti. Kardeşinin biraz yalnız kalmaya ihtiyacı vardı ve bunun farkındaydı. Son kez İlyas’ın omzunu tutup sıktı.
“anam en sevdiğin yemekleri yaptı. Hadi üstünü değiştir gel.”
“tamam,”
İsmail odadan çıkıp aşağıya indi. Annesi hemen yanına gelip “konuştu mu biraz?” diye sordu. İsmail annesini sakinleştirmek ister gibi “anacığım bir sakin ol,” dedi, “daha yeni geldi çocuk. Biraz dinlensin. Hem biz kışı burada geçireceğiz ya, o sırada konuşuruz.”
“peki oğlum,” dedi Elife Hanım. Çok şey söylemek istiyor, bağrı yanıyordu ama sustu. İlyas’ın vakte ihtiyacı vardı bunu biliyordu. Elife hanım da ona dualarıyla yardım edecekti. Gönlünü ferahlatması, acılarını dindirmesi için rabbine dua edecekti.
İlyas aşağı indiğinde annesi kaselere çorba dolduruyordu. İsmail de ekmeği sofraya dağıtıyordu. İlyas onları öyle görünce tebessüm etti.
“ha! İlyas da geldi,” dedi babası “hadi oturup yiyelim.”
Sofraya oturduklarında İlyas bir müddet elinde kaşık boş boş kaseye baktı. Dumanı üzerinde tüterken İsmail besmele çekip bir lokma ekmek koparıp ağzına attı. Çorbasını içerken gözü İlyas’ın üstündeydi. Sinan kaşığı üfleyip çorbasını içerken “biz ne zaman eve gideceğiz?” diye sordu.
“birkaç güne oğlum,” dedi Yusuf Bey. Altı yaşındaki oğlu babasına bakıp “abimler de bizimle gelecek mi?” diye sorularına devam etti.
“yok abisinin,” diye cevap verdi İsmail “biz biraz burada kalacağız. Siz de geri döneceksiniz.”
“Oğuz abimle ablam niye erken gitti?”
“dedim ya oğlum,” dedi Elife “onların okulu var. O yüzden onlar erkenden gitti.”
İlyas konuşulanları dinlemiyor gibiydi. Çorbadan bir iki kaşık anca almıştı.
“ben ne zaman başlayacağım okula?”
Elife Hanım ya sabır dercesine iç çekip “sen şimdi dönünce ana sınıfına başlayacaksın. Seneye de birinci sınıfa.”
“eh herkes İlyas gibi zeki değil,” dedi İsmail kardeşine sataşıp “o okula beş yaşındayken başlamıştı. Ha bir de Oğuz. Gerçi anam onu evi daha fazla birbirine katıp karıştırmasın diye erkenden okula göndermişti ama neyse.”
“ben niye beş yaşımda başlamadım?” dedi Sinan gözleri parlayarak.
“çünkü sen o kadar zeki değilsin kıvırcık,” dedi İsmail. Sinan suratını assa da ilerleyen zamanlarda tüm kardeşlerden daha zeki olduğu ortaya çıkacaktı.
Yusuf Bey, dalıp gitmiş oğluna “İlyas,” dedi usulca. İlyas yerinde sıçrar gibi olup babasına baktı.
“efendim baba”
“yemiyorsun oğlum.”
“yok,” dedi İlyas toparlamaya çalışıp “yiyorum.”
Biraz hevesli gözükmeye çalışıp çorbasını içmeye devam etti. Diğerleri çoktan bitirmiş başka yemeğe geçmişlerdi bile.
İsmail çayından bir yudum alıp “burada halledilecek birkaç iş kaldı,” dedi babasına hitaben “Trabzon merkeze inip birkaç imza atmam gerekecek baba.”
“ben sana vekaleti verdim oğlum,” diye karşılık verdi babası “benim artık İstanbul’a dönmem gerekiyor. Sen tapu işlerini hallet. Satıştan gelen parayla ne yapılacağını biliyorsun zaten. İlyas’la halledersiniz.”
“hallederiz,” dedi İsmail gülerek. Kardeşine göz kırpıp “hem boşuna mı İktisat okuttuk bu uşağa!”
“hallederiz inşallah,” dedi İlyas bir karşılık vermiş olmak için. Sonunda annesi önüne yaprak sarma ve karnıyarık dolu tabağı koyduğunda “çok olmuş anacığım,” dedi. Elife hanım oğlunun sırtını okşayıp “zayıflamışsın,” dedi ve ekledi “ama merak etme ben gitmeden sana birkaç kilo aldırırım.”
“yandın sen oğlum,” dedi İsmail “Elife Sultan’ın radarına girdin.”
“radar ne demek abi?” diye sordu Sinan hemen. İsmail onun çenesini tutup ağzına bir tane köfte sokarken “bu ne merak uşağım?” dedi gülerek. Sinan dolu ağzıyla bir şey söyledi ama kimse anlamadı.
“radar birinin etki alanına girmek demek,” dedi İlyas, kardeşinin saçlarını okşayıp “bilimsel bir anlamı daha var ama henüz onu anlayacak yaşta değilsin.”
Sinan ağzındaki lokmasını yutup İsmail abisine ters bir bakış attı. İsmail ona göz kırpıp yemeğine geri döndü.
İlyas yemekten sonra yukarı çıkıp banyoya girerken İsmail de annesine yardım edip etrafı toparladı. Elife Hanım oğlunun yüzünü sevip “Allah razı olsun İsmail’im,” dedi. En büyük oğlunun gözlerine her baktığında kendi yansımasını görürdü. Sert çehreli, pamuk yürekli oğlu onun ilk göz ağrısı, kıymetlisiydi. Maalesef en büyük erkek evlat olarak diğer kardeşlerinden daha fazla sorumluluk yüklenmiş ancak hiçbirini sesini çıkartmadan kabullenip görevlerinden kaçmamıştı.
“amin,” dedi İsmail tebessüm edip. Kalbine huzur veren yegane şeylerden biri de anne babasının hayır duasını almaktı.
Akşam olduğunda bütün mahalle evlerine gelmişti. Eylül ayı olduğundan çoğu İstanbul’a döndüğü için köy nispeten boşalmıştı gerçi ama şimdi salonda erkekler mutfakta hanımlar toplanmış İlyas’ın sağ salim geri dönüşü için Kur’an okunuyordu.
İsmail, Hatice teyze ile Hasan amcanın da geldiğini görünce kalkıp hemen onları karşıladı. Gözleri istemeden Ayşe’yi aradı ama elbette gelmezdi. Daha doğrusu gelemezdi. Hatice teyze onun yüzünü sevip “İlyas’ım nerede?” diye sordu. Onları gören genç adam yanlarına gelmişti bile. İkisinin de ellerinden öptü hemen.
“gözün aydın Elife,” dedi Hatice teyze “şükür kavuşturana”
“amin abla,”
“gözlerin kararmış gibi uşak,” dedi kadın yine İlyas’a bakıp. İlyas bakışlarını kaçırdı ama kadın şefkatle üzeri güneş lekeleriyle beneklenmiş ellerini uzatıp yüzünden tutup “her hal geçer gider,” diye devam etti, “sakın ha vesveseye düşme.”
Bir anlık sessizlikte kimse konuşamadı. İlyas, kadının gözlerine bakıp usulca başını salladı. İçindeki karanlığı görüyormuş gibi bakıyordu sanki.
“hadi içeri geçelim da!” dedi Hasan amca bastonunu vurup, “fazla kalmayacağız zaten.”
Tekrar salona geçip oturduklarında İlyas gelenlerle konuşmaya çalışıyor, sohbete katılıyor gibi gözüküyordu ama İsmail, kardeşinin sık sık dalıp gittiğinin farkındaydı. Kalabalık ortamda kendini rahat hissetmediğini de görüyordu. Özellikle yanına oturmuştu ve onu yalnız bırakmamaya çalışıyordu.
Kur’an okunduktan sonra şükür için eller açıldı. Şehitlere ve gazilere dua edildi. Ardından çay ve tatlı dağıtıldı. Evin tek kızı İstanbul’da olduğu için Elife Hanım’a köyün diğer genç kızları yardım etti.
Akşamın ilerleyen saatlerinde Elife Hanım’ın hiç sevmediği ama engelleyemediği o adet başladı. Köyün evlerinden çıkan silahlar İlyas’ın sağ salim dönüşü şerefine ateşlendi. Silah sesleri semaya yükselirken İlyas ellerini kulaklarına kapatmamak için kendini zor tuttu. Dışarının serin havasında göğsü sıkışırken bahçeden çıkıp arkaya dolandı. Zihninin içinde patlayan bombalar dağılmış cesetler ardı sıra canlanırken elini köy yolunun taş duvarına yaslayıp derin derin nefes alıp veriyordu.
O sırada arkasından sessizce yaklaşan gölge yanına gelip korkutmaktan imtina ederek “iyi misin?” diye sordu. İlyas olduğu yerde sıçrayıp arkasına döndü. Köyün karanlık yolunda gördüğü kişi tanıdık bir yüz değildi.
“iyiyim,” dedi İlyas elini duvardan çekip doğrulurken. Gözlerini kısıp karanlıkta kızın yüzünü seçmeye çalıştı.
“sen kimlerdensin?” diye sordu sonunda “çıkaramadım.”
Genç kız kuzgun karası gür düz saçlarını omzundan aşağı atarken “adım Ayşe,” dedi. Duruşunda bir vakar belki biraz da soğukluk vardı. Mesafesini koruyarak “silah sesleri rahatsız mı etti?” diye sordu. İlyas kemik gibi olmuş boğazından dolayı yutkunamayıp yüzünü buruşturdu.
“başına gelenleri duydum,” diye devam etti genç kız “vatan sağ olsun.”
“amin,” dedi İlyas içi titreyerek, “sen buralardan değilsin değil mi Ayşe?”
“değilim,” diye kabul etti Ayşe “ama teyzem bu köye gelin gelmiş yıllar evvel.”
“teyzen kim?”
“Kızılca Mahallesi’nden Hatice.”
“Hatice teyze mi?” diye sordu İlyas “Hasan amcanın karısı Hatice?”
“doğru,” dedi Ayşe. Sanki yine İsmail ile konuşuyormuş gibi hissetmişti. İlyas kafasını toparlamıştı sonunda kuvvetli hafızasının yardımıyla kızın kimlerden olduğunu anlamıştı hemen “o zaman sen-“
“Bozçelik’in kızıyım,” diye tamamladı onu Ayşe. Bu köydeki herkes Kayagil sülalesi ile Bozçelik sülalesinin arasının gergin olduğunu bilirdi. Ayşe boğazını temizleyip “neyse,” dedi “uzaktan seni gördüm iyi olup olmadığını kontrol etmek istedim sadece. Ben teyzemle eniştemin gelmesini bekliyordum.”
“teşekkür ederim Ayşe,” dedi İlyas içtenlikle. Karanlıkta kızın yüzünü tam seçemese de güzellikle parladığını görmüştü.
“sen de gel içeri istersen.”
“olmaz,” dedi kız hemen
“peki” diyebildi İlyas sadece.
“zamanla daha iyi olacaksın İlyas,” dedi Ayşe birden kesin ve tok bir sesle “ailene tutun, sevdiklerine tutun.”
İlyas ne söyleyeceğini bilemediği için başını sallamakla yetindi. Karşısında duran bu genç kızı tanımıyordu bile ama o yüzüne bakıp garip bir şekilde onu teselli ediyordu. Gülümsemeye çalışıp uzaktaki evine baktı.
İlyas rahatsız bir tavırla boğazını temizleyip “neyse ben gideyim artık,” dedi ve ekledi “tekrar teşekkür ederim.”
“kendine dikkat et,” dedi genç kız. İlyas başını sallayıp evine doğru giderken Ayşe uzaktan onu izledi. İlyas bahçeye girdiğinde İsmail abisini gördü. İsmail onun geldiğini görünce “nereye kayboldun koçum?” diye sordu biraz sitemle karışık çünkü onu göremeyince endişelenmişti.
“arkalarda dolandım biraz,” dedi İlyas “kalabalık bastı da!”
“şimdi iyi misin?”
“iyiyim,” dedi İlyas. İsmail onun omzunu sıkıp “hadi içeri girip annemlere görün. Endişelenmesinler.”
“tamam abi.”
Kardeşi içeri girerken İsmail de onun geldiği karanlık yola baktı. Birden birinin onu izlediği hissine kapıldı. Gözlerini kısıp odaklandı ama kimseyi göremedi. Teninden bir ürperti geçip gider gibi oldu. Aynı tanıdık his içine dolarken hızla yola çıkıp evin arkasına dolanan karanlık yola girdi. Taş duvarın orada bekleyen kişiyi görünce “bizim evi mi gözetlemeye başladın?” diye sordu.
Ayşe onun geldiğini uzaktan görmüş ve gelişini izlemişti. Bir adım öne çıkıp “kardeşin,” dedi usulca “iyi değil.”
“anlamadım”
“az önce buradaydı,” diye devam etti Ayşe “silah seslerinden rahatsız olmuş belli. Kaçıp buraya saklanmış. Ben biraz konuşmaya çalıştım ama gözünü üzerinden ayırma.”
“o yüzden ortalıktan kayboldu demek,” dedi İsmail. Tüm keyfi kaçmıştı.
“iyi olur merak etme,” diye teselli etmeye çalıştı Ayşe onu “benim dayım da İlyas gibiydi bir vakitler. Ben çocuktum ama hatırlıyorum. Zamanla daha iyi oldu.”
“İlyas da düzelecek inşallah,” dedi İsmail ve ekledi “senin ne işin var burada?”
“teyzemle eniştemi bekliyorum,” dedi hemen “tek başlarına göndermeye kıyamadım.”
“iyi etmişsin,” İsmail ona doğru bir adım daha attı. Yüzüne dikkatle bakıp “nasılsın?” diye sordu.
“iyi,” dedi Ayşe kısık bir sesle. O da bakışlarını adamın yüzünden ayıramıyordu. Ellerini cebine sokup “biraz üşüdüm,” diye ekledi, “kış sert geçeceğe benziyor. Daha eylül bitmeden hava çok soğudu.”
“maşallah,” dedi İsmail birden gülüp.
“ne?” diye sordu Ayşe şaşırarak.
“ilk defa atışmadan doğru düzgün konuşabildik de ona sevindim,” diye açıkladı İsmail. Ayşe ona ters bir bakıp atıp “seninle doğru düzgün konuşanda kabahat zaten,” deyip arkasını dönüp bir adım attı ama İsmail hemen önünü kesip “tamam, tamam kızma,” diyerek onu durdurdu.
“kızdırma o zaman!”
“ama kızınca çok güzel oluyorsun,” dedi İsmail kendini tutamayıp. Ayşe ağzı açık ona bakakaldı. Utandığını hissedince ağzını kapatıp başını eğdi. İsmail yavaşça kulağına eğilip “vazgeçtim,” diye fısıldadı “utanınca daha güzel oluyorsun.”
“off,” dedi Ayşe daha çok utandığı için öfkelenerek. İsmail ise utanmadan sırıtmaya devam ediyordu.
“sen evine geri dönsene!” diyebildi genç kız sonunda yüzüne tekrar bakabildiğinde. Gülümseyen çehresi aydınlanmıştı sanki. Tebessüm etmek bu kadar yakışırken neden sürekli kaşlarını çattığını merak etti Ayşe.
“seni burada tek başına bırakıp gideyim mi yani?” diye sordu İsmail “hayatta olmaz.”
“teyzemler gelir şimdi, seni yanımda görmesinler.”
“bence,” dedi İsmail yine aniden öfkelenerek “insanlar beni senin yanında görmeye alışsalar iyi ederler.”
“n-ne demek şimdi bu?”
“şu demek,” dedi İsmail kızın kollarından tutup “ben seninle evleneceğim Ayşe. Sen benim karım olacaksın.”
Ayşe için dünya bir dakikalığına durur gibi oldu. Aynı anda hem sevinci hem de korkuyu hissetti. Damarlarında kan yerine sevdanın ateşi dolanmaya başlamıştı. Bunu inkar edemezdi. Şaşırdığı şey bu kadar çabuk bu kadar ansızın olmasıydı.
“bir şey söyle da!” dedi İsmail sessizlik uzayınca. Ayşe ise hala ona bakmaya devam ediyordu. Hatta yüzündeki ifade komik bile sayılırdı. İsmail bıyık altı gülüp hafifçe kızı sarstı.
“sen,” dedi Ayşe sesinin çıkmasına şaşırarak “ciddisin.”
“ne sandın!” diye parladı İsmail yine “ciddi olmasam peşinde dolanır mıyım ula?”
“babam hayatta izin vermez,”
“ben de kaçırırım o zaman,”
“İsmail!” diye kızdı Ayşe. Genç adamın yüzüne yine bir gülümseme yayıldı, “ne güzel söylüyorsun adımı.”
“Allah aşkına bir dur,” diye araya girdi Ayşe. Kollarını usulca çekip kendine sardı. Her şey çok hızlı gidiyordu. Kendini iki inatçı duvar arasında sıkışmış gibi nefessiz hissetti. Bir duvar babasıydı öteki duvar İsmail.
“korkma,” dedi İsmail yumuşacık bir sesle. Kızın halini görünce içi acımıştı.
“nasıl korkmayayım İsmail?” diye sordu Ayşe “imkansız olan bir şeyi istiyorsun.”
“senin gönlün ne söylüyor onu de bana,” dedi İsmail yine Ayşe’nin o çok çekindiği pervasızlıkla. Sanki Ayşe evet dese her türlü deliliği yapabilirmiş gibiydi.
“gönlümde olanı söylemeye dilim varmıyor,” diyebildi sadece. İsmail başını iki yana salladı, “söyle Ayşe,” diye rica etti “söyle kulaklarım da bayram etsin.”
Genç kız neredeyse ağlamaya başlayacaktı. O her zaman dirayetli, demir gibi güçlü kuvvetli durmasını bilmişti hayatta. Ama şimdi karşısında duran adam ona öyle bakıyordu ki mum gibi eriyip gittiğini hissediyordu. Diline kadar gelen ama söylemeye cesaret edemediği şeyi yuttu. Cebinden İsmail’in ona verdiği minik el fenerini çıkarttı.
İsmail feneri görünce “benim fener değil mi o?” diye sordu ve bilerek ekledi “işin bittiyse geri ver.”
Ayşe hemen feneri cebine geri koyup “vermem,” dedi. İsmail’in duymak istediği cevap da buydu zaten. Tekrar kızın gözlerine bakıp “neden?” diye sordu.
“benim çünkü” diye cevap verdi Ayşe bir cesaret “bana ait artık.”
İsmail bu cevapta kendini buldu. Halinden memnun gülümsedi. Ayşe de ona güldü ilk kez. İsmail, gönlünün bayramının başladığını hissetti. O sırada evin oradan gürültüler gelmeye başladı. İnsanlar dağılmaya kendi evlerine dönmeye başlamış olmalıydı.
“hadi git artık,” dedi Ayşe “bir gören olacak.”
“dikkatli ol,” diye mırıldandı İsmail “Allah’a emanet ol.”
“sen de”
İsmail tam gidecekken “yarın seni görmeye geleceğim,” dedi “okulda mı olacaksın?”
“yok,” Ayşe bir an durup “yarın öğleden sonra sahildeki parkın oraya gel. Orada görüşürüz.”
“tamam,” dedi İsmail hemen “yarın görüşürüz.”
Ayşe başını bir kez sallayıp diğer yola giderken İsmail de dolanıp eve geri gitti. Bahçede misafirleri uğurlayan annesi oğlunu görünce “nereye kayboldun sen?” diye sordu.
“bu- buralardaydım anne,” dedi İsmail. Elife hanım ona dikkatlice bakıp “kekeledin mi sen az önce?” diye sordu şüpheyle.
“yok,” dedi İsmail bakışlarını kaçırıp. Annesinin yüzüne belli belirsiz bir tebessüm yayıldı. Kocasıyla birlikte İsmail’in halinden bir şeyler olduğunu anlamışlardı ama kadın şimdi kesin emin olmuştu. Kız kimdi acaba? Kimlerdendi? İsmail’i onun kıymetlisiydi. Onun güzel kalbine denk birini bulmasını canı gönülden istiyordu.
İsmail ise misafirleri uğurlarken Hatice teyzenin elini öpüp “iyi akşamlar,” dedi hemen. Hatice teyze onun yüzüne bakıp “sana da uşağım,” diye karşılık verdi. İçten içe Ayşe ile İsmail’i birbirine yakıştırıyor ama söylemeye cesaret edemiyordu. Ayşe’nin babasının inadının zehrini iyi bildiği için susmak zorunda kalıyordu.
Herkesi gönderdikten sonra salonda ailece baş başa kalan Kaya ailesi bir süre huzurlu bir sessizliği paylaştı. Sinan, başını babasının dizine koymuş, derin bir uykudaydı.
“ben odama çıkıyorum,” dedi İlyas bir müddet sonra “hepinize hayırlı geceler.”
“sana da oğlum, sabah görüşürüz inşallah”
İlyas odasına çıktıktan sonra İsmail de kalkıp Sinan’ı kucağına aldı, “ben de gidiyorum,” dedi. Saat daha erken sayılırdı ama İsmail kendi kendine kalmak istiyordu.
Karı koca birbirlerine kaçamak bir bakış attıktan sonra “iyi geceler,” dedi babası sadece. İsmail onların bakışmalarını yakalamıştı. Bir şey demeden merdivenleri çıktı. Önce Sinan’ı yatağına yatırıp üstünü güzelce örttü. Ardından kendi yatağına geçip uzandı. Bakışları tavanı izlerken aklında bir tek Ayşe vardı. Kurşun gibi kalbini delip geçen bir çift gözdü.
.
.
.
bir süre geçmişte kalmaya devam edeceğiz
İlyas da aramıza katıldı itiraf etmek gerekirse
bu kitapta beni en çok zorlayan şeylerden biri de
Leyla'sız İlyas yazmaktı :(
lütfen minik yıldızımı parlatmayı unutmayın
bir de unutmadan şunu ekleyeyim
instagram hesabım: rabiasofi_ takip etmek istersiniz diye buraya bırakıyorum
kitap yorumları paylaşıyorum ve kendi kitap tanıtımlarımı yayınlıyorum
burada hayal gücünüzü bozmak istemediğim için karakter resmi paylaşmıyorum
ama merak ederseniz instadaki profilimin hikayeler kısmına göz atabilirsiniz
hepiniz kendinize çok iyi bakın
Allah'a emanet olun :)
(ay bugün çenem açıldı galiba ne uzun yazmışım)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 24.43k Okunma |
2.61k Oy |
0 Takip |
105 Bölümlü Kitap |