@ramazaneminov
|
Burası her zaman bildiğim yerdi. Sadece bir kasaba, adı bile küçük bir gülüşle anılacak kadar sıradan. Ama kasaba halkının gözlerinde bir şey vardı, her zaman vardı. O gözlerde, kimseye anlatmadıkları bir şeyler saklıydı. Herkesin bildiği, ama kimsenin konuşmadığı bir sır. İşte o sır, kasabanın üzerine öylesine karanlık bir gölge düşürmüştü ki, kimse ne olduğunu görmek ya da itiraf etmek istemedi. Kardeşim kaybolduğunda, her şey değişti. O geceyi, her anını hatırlıyorum. Saat gece yarısını vurduğunda, eve dönmeye başlamıştık. Yollar, her zaman olduğu gibi ıssızdı, ama bir şeyler sanki farklıydı. Havanın yoğunluğu… nefes almak bile zordu. Kardeşim, o gece, ‘Bir şeyler doğru değil,’ demişti. Ben sadece gülüp geçmiştim, ama şimdi biliyorum ki, o an ne kadar da haklıydı. Ertesi sabah, her şey bir kabusa döndü. Kardeşim ortada yoktu. Odaya girdiğimde, tek bir şey vardı: bir not. “Beni arama.” Ama ben nasıl aramam? Onu bulmazsam, içimde bir eksiklik kalacak. Herkes, bana sakin olmamı söylüyordu. Polisler, kaybolan birinin ardında her zaman bir neden arar, ama bu kasabada kaybolan birinin ardında ne vardı? Polis, başlangıçta olayı kaybolmuş bir kişi olarak kayda geçirdi. Ama ben, kaybolan kişinin peşinden gidecek kadar cesur değildim. Kardeşim kaybolduğunda, polis bir şey bulamadı. Ebeveynlerim çaresizdi, ama ben başka bir şey hissediyordum. Bütün kasaba suskun, herkes normalmiş gibi davranıyordu. Ama ben biliyordum. Burası, sıradan bir kasaba değildi. Kasabanın içinde, kaybolan sadece bir kişi değildi. Zeynep’in kaybolduğundan beri, kasabada bir gariplik vardı. İnsanlar bana gözlerini kaçırarak bakıyor, kimseyle doğru düzgün konuşmuyorlardı. Bir gün, kasabanın dışında bir mezarlığa gittim. Havanın soğuk, rüzgarın ise fazlasıyla keskin olduğu o gün, mezarın başında sadece bir isim vardı. Ama o isim, benim için her şey demekti. Adını duymak, görmek, bir anda yılların yükünü sırtımda hissetmeme neden olmuştu. Gecenin bir vakti, hiçbir şey olmamış gibi dışarıda gezerken bulmuştum. Ama mezarın başındaki ismin, tam da Zeynep’in kaybolduğu günleri anlattığını fark ettim. Bir şeyler var. Benim bilmediğim, kasabanın kabul etmediği bir şey. Ve ben, bir şekilde bu gizemi çözmeliyim. Çünkü, Zeynep’in kaybolduğunun ardından, sadece bana sorumluluk düşmedi, aynı zamanda kasabada her şeyin üzerine örtülmüş bir perdeyi aralamak… belki de herkesin görmekten korktuğu gerçekleri birer birer ortaya çıkarmak da benim görevim olacak. Ama biliyorum, işler gitgide korkutucu hâle gelecek. O gece, kasabanın arka sokaklarında yalnız kaldım. Neredeyse herkes uyumuştu. Ancak ben uyuyamadım. O not, o mezar, o kaybolan isimler… Bunlar hepsi bir araya geldiğinde, kasabanın karanlıkta kaybolan geçmişi birer birer açığa çıkacak gibiydi. Bunu çözmek için kaybolanların peşinden gitmek gerekiyordu. Fakat bir şey vardı, bir ses… benim içimdeki o ses. Her adımımı takip ediyordu. O kadar korkutucuydu ki, sanki arkamda biri varmış gibi hissettim. Ve o anda, bir çığlık… sessiz bir çığlık… içimde yankılandı. Bir şeyler bekliyor. Ama ne?
Zeynep’in kaybolduğundan beri, kasabanın sokakları bana yabancıydı. Her ev, her cadde, her yüz birer yabancı gibiydi. İnsanlar, sanki her an birbirlerinin gözüne bakıyormuş gibi, bana karşı sürekli bir kaçış içinde gibiydi. O kadar belirgindi ki, gözlerinde kaybolmuş bir şeyler vardı. Kendi içlerinde sakladıkları o karanlık düşünceler… kimse onları dışarıya vurmuyordu. O gece, Zeynep’in kaybolduğu yeri tekrar ziyaret etmeye karar verdim. Kasabanın dışına çıkmak, her zaman çekici olmasa da bir şekilde aradığımı bulmak zorundaydım. Çünkü o mezar, kasabanın gizli tarihini bir kez daha gözlerimin önüne seriyordu. Oraya gittiğimde, her şey beklediğim gibi bir sessizlikle kaplanmıştı. Zeynep’in kaybolduğu yer, tamamen terkedilmiş gibiydi. Ancak, o mezarın başında gördüğüm bir şey, kalbimi hızla çarptırmaya yetti. Mezarlıkta, aynı isimle yeni bir taş daha vardı. Gözlerimi, mezarın üzerine dikkatle dikip birkaç adım attım. İsim… tekrar aynı isim, ama bu kez çok daha korkutucu bir anlam taşıyor gibiydi. O an, nehrin kenarındaki çürüyen bir dalın kırılma sesi gibi bir ses duyuldu. Ardımda bir şeylerin hareket ettiğini hissediyordum, fakat döndüğümde hiç kimseyi göremedim. Aniden, soğuk bir rüzgar suratıma çarptı, sanki birisi beni izliyordu. O soğuk, ürkütücü hava derin bir korku oluşturuyordu. O an, bu kasabanın daha da gizemli bir hale geldiğini fark ettim. Birileri, bir şeyleri gizliyordu. Ve ben, buna daha fazla kayıtsız kalamayacak kadar korkmuştum. Ellerim titriyor, gözlerim kararmaya başlıyordu. O mezarın başında, her şeyin iç yüzünü görmek için çaba sarf ettim. Ama bir şeyler beni engelliyordu. O engeller, kasabanın karanlık yüzeyini daha da derinleştiriyor, bir adım daha attıkça her şeyin içine çekiliyordum. Zeynep’in kaybolduğundan beri, sadece onun kayboluşu değil, burada yaşayan insanların da kaybolmuş olduğunu hissediyordum. Kendimi kasabanın dışına attığımda, gözlerimde bir kaçış duygusu vardı. Sanki bir yerde beni bekleyen bir şey vardı. Geriye döndüm, ama bu sefer, kasaba çok daha farklı görünüyordu. Bir anda her şeyin altındaki korku belirdi, öyle bir his vardı ki, sanki yer altı dünyası kasabanın üzerine çökmüş gibiydi. O gece bir karar aldım: Buradan çıkmak istiyordum, ama bir şey beni bu kasabaya bağlıyordu. Kasaba ve tüm sırrı, benim çözmem gereken bir bilmeceye dönüşüyordu. Her şey, kaybolmuş bir hayatın peşinden sürüklenmek gibi görünüyordu. Bir süre sonra, kasaba meydanına yaklaştım. Herkes evlerinde, sessizdi. O kadar sessizdi ki, tek bir yaprak bile düşmedi. Gözlerimde, kasabanın terk ettiği yerin izleri vardı. O gece, hiç unutamayacağım bir şeyle karşılaştım: Bir çığlık… ama korkutucu olan şey, o çığlığın kaybolmuş birinin çığlığı değil, tam tersine, kasabanın içindeki karanlık sırların çığlığı olduğuydu. Yavaşça yürüdüm. Her adımımda, kasabanın bana doğru yaklaştığını hissettim. Bütün gece boyunca, kasabanın sırrına bir adım daha yaklaşmıştım. Ve o sır, bana ne kadar korkutucu olursa olsun, sonunda ortaya çıkacaktı.
Kasaba meydanına vardığımda, tüm ışıklar sönmüş gibiydi. Yalnızca uzaklardan gelen rüzgarın sesi, evlerin çatılarında çırpınan eski çerçevelerin uğultusu duyuluyordu. İçimden bir şey, buradan hemen uzaklaşmam gerektiğini fısıldıyordu, ama bir diğer ses, bir kuvvet daha derinlere gitmemi istiyordu. Sanki kasaba, tüm sırlarını bana açmayı bekliyordu. Fakat, her ne olursa olsun, bir şeylerin karanlık olduğunu hissediyordum. Birden, uzaktan bir çığlık duydum. Yüksek, boğuk bir çığlık… Ama bu, kasabada duyduğum ilk çığlık değildi. Önceki gece duyduğum, o korkutucu sesin yankısıydı. O ses, sanki karanlık bir derinlikten çıkıyor, kasabanın her köşesine yayılıyordu. Bu sefer, çığlık daha yakın bir yerden geliyordu. Ürperdim. Sesin kaynağını bulmaya karar verdim. Adımlarım, karanlıkta yankı yapıyordu. Sanki bir şey, her adımımı takip ediyordu. O sırada, kasabanın eski kilisesinin kapısı hafifçe açıldı. İçeri girip girmemek arasında bocaladım. Girdiğimde neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Ama bir iç güdü, beni içeriye çekiyordu. Hafifçe kapıyı iterek içeri girdim. Kilise karanlıktı, ama bir yerlerden ince bir ışık sızıyordu. O ışığın kaynağına doğru ilerledim. O an, gözlerim kararmaya başladı. Gördüklerime inanamadım. Kilisenin alt katında, eski bir mezar vardı. Ama bu mezar, sıradan bir mezar değildi. Üstünde, silinmiş bir yazı vardı. Bir ismin baş harfleriyle bir sembol. “Z.Ö.” ve etrafında eski bir sembol. Semboller, kasabanın tarihine dair bir şeyler fısıldıyordu. Fakat, o an, içinde bulunduğum durumu tam olarak kavrayamıyordum. Birden, arkamdan bir adım sesi duydum. Biri geldi. Hızla döndüm, ama kimseyi göremedim. Kalbim, boğazımda çırpınan bir kuş gibi atıyordu. Ne oluyordu? O an bir his, bir çığlık gibi içimden yükseldi. Burada, bu kasabada, zamanla hesaplaşmaya karar veren, bir avcı ve kurban vardı. Sanki tüm kasaba, birbirine bağlı bir zincir gibi. Bir halka eksikti ve ben o halkanın tam ortasında duruyordum. Dışarıya çıkmaya karar verdim, ama adımlarım hızla koşmaya dönüştü. Kasaba, arkamda bir kabus gibi ilerliyordu. O mezar, sanki bana doğru bir çağrı yapıyordu. Korkum, tüm vücudumu sarmıştı. Kilisenin kapısını ardıma kapattım, ama o anı, o karanlık sembolü ve isimleri zihnimden atamıyordum. O gece, kasabadan kaçmaya karar vermiştim. Ama ne kadar uzaklaşırsam, bir o kadar yakın geliyordu. O gizemli, korkutucu varlıklar… Kasaba bir canlı gibi bana doğru yaklaşıyor, her an bir şeyleri daha da açığa çıkarmaya, beni daha derinlere çekmeye çalışıyordu. Buradan ne zaman kurtulacağımı bilmiyordum, ama o mezarın sırrı, beni o kadar içine çekmişti ki, her şeyin ve herkesin geçmişine dair bir şeyler öğrenmeye karar vermiştim. O an, bir fısıldama duyduğumda, adımımı bir kez daha geri attım. O ses, kasabanın ta kendisiydi… “Sessiz çığlık…”
Sokak lambalarının solgun ışığı altında ilerlerken, karanlıkta birkaç siluet fark ettim. Kişi ya da şey… Tam olarak ne olduklarını kestiremiyordum. İnsan mıydılar, hayalet mi, yoksa kasabanın iç yüzünü simgeleyen birer yansıma mı? Her biri, diğerinden daha kasvetliydi. Hepsi bana doğru dönüp bakıyordu. Beni görüp görmediklerinden emin değildim, ama hissettiğim bir şey vardı: Bir şekilde onların da bana ihtiyacı vardı. Bu kasaba bir tuzak gibiydi. Hem gizli hem de ölümcül. Korkuyu uyandıran, fakat görünmeyen ellerin varlığıydı. Yavaşça ilerlemeye devam ettim. Derin bir nefes alıp kalbimin hızla çırpınan atışlarını bastırmaya çalıştım. Ama her nefesimde, kasabanın sırrı daha da yaklaşıyor, etrafımdaki her şey daha korkutucu bir hal alıyordu. Tam o anda, bir çığlık daha duyuldu. Hem yüksek hem boğuk. O kadar netti ki, kalbim bir anda yerinden fırlayacak gibi oldu. Çığlık, kasabanın kuzeyinden geliyordu. Birçok yerin karanlık olduğunu biliyordum, ama bu yön, bana hiç gitmemem gereken bir yol gibi geliyordu. Ama gitmem gerektiğini hissettim. Adımlarımı sıklaştırdım. İçimden bir şey beni oraya çekiyordu. Sonunda, eski taş binaların arasında yürürken, o korkutucu sesin kaynağına ulaştım. Bir mezarlığın önündeydim. Ve orada, mezarın kenarında bir figür duruyordu. Sadece siluetini görebiliyordum ama yüzünü seçemiyordum. Havadar bir rüzgar, mezarlığın taşlarını dövüyor ve her birine gizemli bir anlam katıyordu. O figür, bir anda hareket etti. Kısa bir süre için hepsi durdu. Beni izleyen siluetler ve o kişi de, bir an için sadece tek bir nokta gibi durmuşlardı. Bir şey vardı, bir şeyin tepe noktasına ulaşacağını hissediyordum. Adımlarım sanki beni bir boşluğa doğru çekiyordu. Her şey tek bir noktada birleşiyor gibiydi. O anda o figür bana döndü ve bir kelime söyledi. Bir kelime, ama bu kelime, içimde sanki bir tünel açıyordu. “Sesini duymazsan, hep burada olacaksın.” Bir anda her şey karardı. Kulaklarımda yoğun bir uğultu vardı. Gözlerim açıldığında, mezarlık ve kasaba kaybolmuştu. Yerini karanlık bir boşluk aldı. İçimde bir korku vardı ama bu korku, artık kasabanın karanlığından değil, daha başka bir şeyden geliyordu. O figürün söylediği kelimenin yankısı, hala beynimde çınlıyordu. “Hep burada olacaksın.” Bu ne anlama geliyordu? Bir adım attım ve o adım, beni başka bir yere götürdü. Sanki zaman ve mekan aramızda kaybolmuştu. Artık nerede olduğumu bilmeden yürüyordum. Bu korkutucu, karanlık yer, bana yalnızca sorular bırakıyordu. “Burada kim var?” diye sordum, fakat cevabı alamadım. Yavaşça ilerledim, ama her adımda kasabanın karanlık sırrına daha da yaklaşıyordum. Her şeyin birer sembol haline geldiğini hissetmeye başladım. O mezardaki yazı, semboller… Her biri bir işaretti. Bana doğru yaklaşan o siluetler, birer işaretin taşıyıcılarıydı. Burada çözülmemiş bir sır vardı ve her adımım, bu sırrı biraz daha açığa çıkarıyordu. Ama ne kadar yaklaşsam, bir o kadar geriye çekiliyordum. Zihnimdeki her düşünceyi takip etmeye çalışırken, birden içimdeki his değişti. Bir şeyin beni beklediğini biliyordum. Karanlık, derin bir yerin, bir zamanın içinde gizlenen bu kasaba sırrının peşine düşmem gerektiğini… Ama kaybolmak da korkutuyordu. Yine de, adım attım. Buradan çıkmak, yaşadığım bu kabusla yüzleşmek zorundaydım. Sessiz çığlıklar, kasabanın derinliklerinde yankılandı. Adımlarım karanlıkta yankılandıkça, içimdeki korku daha da büyüyordu. Mezarlığın önündeki siluet bir anda kayboldu. Arkama döndüm, her şeyin sessizliği içinde yalnızca kendi nefesimi duyabiliyordum. Ama bir şey vardı, gözlerim karanlıkta bir hareket fark etti. Sanki bir gölge, elleriyle beni çağırıyordu. Bir an, zihnimdeki tüm sesler sustu. Sadece o hareketi izledim. Karşımdaki figür, adım attıkça daha yakınlaşıyordu, fakat bu figürün kim olduğunu hâlâ çözemedim. Gözlerim, her şeyin arkasındaki anlamı anlamaya çalışıyordu. Neden bir türlü geriye gidemiyordum? Neden kasabaya adım attığımdan beri sanki bir ağırlık üzerimden hiç kalkmamıştı? Birden, gözlerimdeki karanlık yerini başka bir şeyle aldı. Bir odanın içinde, eski bir duvarın önündeydim. Zaman kaybolmuştu. Ne kadar süre geçmişti, bilmiyordum. Ama bir şey fark ettim. Bu oda… Tanıdık bir oda. Burası, Elif Teyze’nin eviydi. O eski ev, o kadar uzak hissediyordum ki, burada bulunmak garipti. Sanki zihnimde bir yerlere kapalı kalmıştım. Yavaşça, odayı inceledim. Gözlerim karanlıkta şekiller arıyordu. O an, eski bir fotoğraf çerçevesi gözüme çarptı. Ellerim titreyerek çerçeveyi kaldırdım. Fotoğrafın içinde bir figür vardı. O figür, Elif Teyze’ye çok benziyordu, ama yüzü… Duruşu… Hiç hatırlamadığım bir şey vardı. Fotoğraftaki Elif Teyze, farklı bir bakışa sahipti. Gözlerinde bir boşluk vardı. O boşluk, ölümün ta kendisini yansıtan bir boşluktu. Aynı şekilde, arkasında bir şey vardı. Bir figür. Tanıdık bir figür… ama neydi, hatırlamıyordum. Fotoğrafı yerine bıraktım ve karanlıkta bir hareket hissettim. Her şey sanki beni izliyordu. Duvarda, eski bir tablo vardı. Resmin içindeki figürler, gözlerini benden ayırmıyordu. Tüylerim diken diken olmuştu. Her şey, bana gizli bir şeyler fısıldıyordu. Ne olduğunu hala anlayamıyordum. Gözlerimdeki boşluk, etrafımdaki her şeyi daha korkutucu hale getiriyordu. Bir anda, kapı hızla çarptı. Bütün bedenim titredi. Kapıdan gelen ses, kalbimi adeta durduracak gibi oldu. İçerisi hala sessizdi ama kapıdaki sert ses… Birisi vardı, ama kim? İçimdeki tüm gücü topladım ve kapıyı açtım. Ve ne gördüm… Beni izleyen, eski bir kadındı. Burası artık bir başka gerçeklik gibiydi. O kadının gözleri, tıpkı fotoğraftaki gibi boştu. Bir şeyin peşindeydi. Ama bu bir şey, bana da aitmiş gibi hissediyordum. Korku bir anda her tarafımı sardı. Neden buradaydım? Kadın bir adım atıp sessizce yaklaşıyordu. Sesim çıkmıyordu, kalbim adeta taş gibi ağırlık yapmıştı. Gözleri, beni içine çekiyordu. Bir an, onunla göz göze geldim. Şeytanın soğuk bakışlarını andıran o gözlerde, bir şey vardı. Bir kıvılcım. Bir adım daha atıp, “Git,” dedi. Sesindeki hırıltı, ağzından çıkan kelimelerle birleşip beni daha da korkutuyordu. Neden? Bu ses, neydi? Kimdi? Adımlarım geri çekiliyordu ama kasaba beni hala kovalıyordu. Elif Teyze’nin evine kadar gelmişken, bu kadının bana her şeyi anlatmak istediği hissine kapıldım. Ama bir şey eksikti. O eksiklik, kaybolmuşluğumu daha da derinleştiriyordu. Kadın bir adım daha atıp gülümsedi. O gülümseme, ölümün gülümsemesiydi. Her şey bir anda karardı. Bir an için derin bir sessizlik oldu. Sonra, her şey birdenbire hızla geri döndü. Kadın kaybolmuştu, ama sesleri… Evet, o korkutucu sesler… Beni takip ediyordu. Yavaşça arkamı döndüm ve bir figürün hareket ettiğini fark ettim. Siluet belirginleşiyor, gözleri bana doğru bakıyordu. Tüm bu olup bitenleri anlamak için daha fazla vakit kaybetmeye cesaretim yoktu. Bir adım attım ve kapıyı hızla kapattım. Artık bir şey vardı. O ses, bu kasabanın karanlığında yankılandıkça, her şey daha da yaklaşıyordu. Bir şeyin peşindeydim, ama kasaba da peşimi bırakmıyordu. |
0% |