Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2.bölüm

@ramazaneminov


Kapı hızla çarptı ve geriye doğru adımlarımı attım. Gözlerim, karanlıkta hareketsiz duran silueti tarıyordu. Sanki her şey, bir anlık göz kırpması gibi kaybolacak gibiydi. Ama içimdeki korku öyle derindi ki, ne bir adım atmaya cesaret edebildim ne de geriye bakmaya. Sesler… Bu sesler, sanki etrafımda yankılanıyor, her köşede, her duvarda sürüklüyordu beni.

Beni izleyen gözleri görüyordum. O gözler… Onlar sadece fiziksel bir iz değil, ruhuma işleyen bir izdi. Adım atacak halim yoktu ama kaçmak da mümkün değildi. Gözlerim, dışarıdaki karanlığa kaymıştı, ama içimdeki sesler, bir an bile durmuyordu. Bir şey beni çağırıyordu, ama o şey neydi? Kimdi o?

Kapının tam karşısındaki pencereyi fark ettim. Hızla yanına gittim, parmaklarım soğuk camda kayarken bir şey fark ettim. Dışarıda, kasabanın karanlık köşelerinden bir siluet belirmişti. Varlığı beni içine çeken bir güç gibiydi. Göğsümdeki kalp atışları hızla çarpmaya başladı.

Ellerim titreyerek pencereyi açtım ve dışarıya doğru bakmaya başladım. Siluet hızla yaklaşırken bir ses duydum. O kadar tanıdık ve korkutucuydu ki, ellerim camdan çekildi. “Burada olman gerekmiyor,” dedi o tanıdık ses. O kadar yavaş, o kadar derindi ki, tüm kasaba bir an sessizleşti.

Bir adım attım, ama o an bütün bedenim titremeye başladı. Korku öylesine bir dalga gibi beni sarhoş etti ki, her şeyin gerçek olduğuna inanamıyordum. Kimdi bu ses? Nereden geliyordu? Sadece duvarlardan, karanlık köşelerden, her şeyin derinliklerinden yankılandığına yemin edebilirdim.

Yavaşça geri çekildim. Kadın, o şey, gözlerimden kaçıyordu. Ama bir şey vardı, hissediyordum. Beni bu kasabaya bağlayan bir şey. Buradan çıkmam imkansızdı, çünkü kasaba adeta benden bağımsız bir hayat yaratmış gibiydi. Hangi adımı atsaydım, o adım da bir kayıptı. Ne kadar kaçmaya çalışsam da, bir şeyler beni içine çekiyordu. Burası sadece bir kasaba değildi, adeta bir tuzaktı. Her yönüyle kapalı, her köşesinde kaybolmuş bir dünya.

Birden, penceredeki siluet kayboldu. Ama sesler hâlâ devam ediyordu. Kafamda yankılanan bir fısıldama vardı. “Her şey yolunda,” diyorlardı ama seslerin derinliğindeki belirsizlik, bana hiçbir şeyin yolunda olmadığına dair bir his veriyordu. Bir adım attım, bir nefes aldım ve oda tekrar sessizleşti. O an, o sessizlik bana her şeyin bir yalandan ibaret olduğunu düşündürmeye başladı.

Ve sonra, bir şey daha fark ettim. O kadar kaybolmuşum ki, nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Ama bir şey vardı, tam önümde. O, her şeyin çözümüydü. Yavaşça, ellerim titrek bir şekilde eski dolabın kapağını açtı. İçinde neler olduğunu görmek istemiyordum, ama görmeliydim. Görmem gerekirdi.

Kapak yavaşça açıldığında… gözlerim büyük bir korku ile açıldı. İçerisi, eski bir kitapla doluydu. O kadar eskiydi ki, ciltleri neredeyse tamamen yıpranmıştı. Bir el yazması gibi görünüyordu. Gözlerim, kitapların üzerindeki yazıları okuma çabasıyla telaşla kaydı. Ama aniden, kitapların içinde bir şey belirdi. Bir parça yazı…

“Burada olmak, asla dönmemek demektir…”

Yavaşça geri adım attım. O an, her şeyin anlamını anladım. Kasaba beni hapsetmişti. Burada olmam, bir tuzakla bağlıydı. Geriye kaçabilirdim, ama ne kadar kaçsam da… her şeyin sonu burada, bu evdeydi. Ne Elif Teyze, ne de bu kasaba. Hepsi birer hatıra, birer yalan gibi beni içine çekiyordu.

O an, şiddetli bir şekilde pencereyi kapatıp kaçmak istedim ama o zaman bir şey fark ettim. O yazı, her şeyin sadece bir başlangıç olduğunu hatırlatıyordu. Bu kasaba, korkunun içinde gizli bir sır taşıyordu. Korkunun ta kendisi de bendim.


Pencereyi kapatıp odadan hızla çıkmaya karar verdim, ama bir şey beni durdurdu. O an gözlerimi kapatıp derin bir nefes alarak, kasvetli havada ilerlemeye başladım. Neredeyse her köşe, her duvar, her objenin gözlerime farklı bir biçimde baktığını hissediyordum. Yavaşça salondan geçerken, kulağımda hışırtılar duyulmaya başladı. Bu ses, sanki biri fısıldıyormuş gibi ama ne söylediğini anlayamıyordum.

Adımlarım her geçişimde bir adım daha korkuyordu. O eski evin her odası beni içine çekiyordu, ama ben çıkmak istiyordum. Çıkmalıydım! Ama nereye gitsem, her şeyin önüme çıktığını görüyordum. Duvardaki aynadaki yansıma, artık beni tanımayan birisi gibi bana bakıyordu.

Bir anda, garip bir soğukluk tüm vücudumu sardı. O an, sırtımı döndüm ve bir başka odada eski bir sandalye gördüm. Sandalyenin üzerine oturmuş bir figür vardı. Yavaşça yaklaşırken, tüylerim diken diken oldu. O figür… Elif Teyze’nin giydiği eski bir elbiseyle oturuyordu, fakat yüzü belirsizdi. Yavaşça yanına yaklaşıp, korku içinde derin bir nefes aldım.

“Sen…” diye fısıldadım. “Sen kimdin?”

Ama figür hiçbir şey söylemeden, sadece bana bakmaya devam etti. Gözlerindeki derinlik, bir zamanlar bildiğim Elif Teyze’yi değil, başka bir varlığı gösteriyordu. Bir anda kalbim hızla çarpmaya başladı. Bu kesinlikle normal değildi. Geri adım attım ve ansızın figürün gözlerinden bir şeyler sızmaya başladı. Koyu, siyah bir sıvı gibi… bir tür sıvı gözyaşı.

Savaşmaya çalıştım ama bedenim titriyor, adımlarım beni nereye götüreceğini bilmiyordu. O figür beni izlerken, gözlerimde korku derinleşti. Aniden odadaki ışıklar söndü. Her şey kararmıştı. Sesim boğazımda tıkandı, hareketsiz kaldım. Ama bir şey vardı… o kadar yakındı ki, nefesini duyabiliyordum.

Bir anda karanlıktan bir çığlık yükseldi. O çığlık, bir zamanlar sağken duyduğum Elif Teyze’nin sesiydi. Ancak şimdi, bu çığlık korkudan çok, bir tür acı ve öfke taşıyordu. İçimden bir ses, “Kaç!” diye bağırıyordu. Ama ne kadar kaçsam da, bu evin karanlık duvarları beni izliyor, her hareketimi hissediyordu. O anda bir başka ses yükseldi…

“Burada kalacaksın,” dedi o soğuk, tanıdık ses. “Ve bir gün… sen de ben olacaksın.”

Bütün kasaba, her şey beni kapsıyor, çevremdeki duvarlar sanki her an daha da daralıyordu. Panik içinde, soluğum kesilmiş halde koşmaya başladım. Evin çıkışına doğru ilerledim, ama birden yere düştüm. Yer o kadar soğuktu ki, titredim. Hızla doğrulup, tek bir adım atmak istedim.

Fakat bir şey fark ettim. Kapı… kapı vardı. Geriye bakmadım, sadece kapıyı itip dışarıya çıktım. Dışarıda gece, her zamanki gibi karanlıktı ama yine de nefes almak, özgür olmak istedim. Derin bir nefes aldım ama gözlerim tekrar arkamda kaydı.

Birisi beni izliyordu. Ve o şey, bir adım daha yaklaşıyordu.

Karanlık sokakları, kasabanın kenarlarını geçtim. Hiçbir şeyin anlamı yoktu. Gecenin içinde kaybolduğumda, kasaba bir zamanlar hep bildiğim kasaba değildi. Şimdi her şey değişmişti. Ben değişmiştim. O korkunç seslerin ve figürün içimde yarattığı iz, bir daha asla silinmeyecek bir yara gibi kalacaktı.

Ve bir daha asla bu kasabaya geri dönmemek üzere…

Burası artık benim hapsim olmuştu.


Adımlarım hızlandı, kalbim göğsümde çılgınca çarparken her şey bulanıklaşmaya başlamıştı. Nefes almak, her adımda daha da zorlaşırken, kasabanın karanlık sokakları birer labirente dönüşüyordu. Dönüp arkamı bile göremiyordum. Ama o varlık, o figür, sanki her an yanımdaydı, adımlarımı takip ediyordu.

Korku, beni tamamen sarhoş etmişti. Gözlerimde her şey bulanıklaşmıştı ama bir şey vardı… Bir şey beni bekliyordu, bir şey beni çağırıyordu. Derin bir nefes aldım ve hızlı adımlarla evimin yolunu aramaya başladım. Fakat her yol, her sokak daha da yabancılaşmıştı. Sanki kasaba değil, bir tür kabus gibi sarhoş olmuştu. Tüm ışıklar sönmüş, her şey gölgelerle dolmuştu.

Bir sokak lambası uzakta titrek bir ışıkla yanıyordu, ama yaklaştıkça lambanın ışığı da yavaşça sönmeye başladı. İçimdeki korku büyüdü. Beni takip eden varlık, nereye gitsem, her köşede, her gölgede, her kıvrımda beliriyordu. Kaçmaya çalıştıkça, adımlarım daha da hızlandı, ama bir yandan da içimdeki boşluk büyüyordu.

Evime yaklaştım. O eski, terkedilmiş gibi görünen, ama her zaman sahip olduğum evime. Kapıdan içeri girmeye cesaret edemedim. O karanlık figürün artık sadece dışarıda değil, evimin içinde de beni beklediğini hissediyordum.

Bir adım geri attım ve derin bir nefes alıp kapıyı açmaya karar verdim. Kapıyı iterek içeri girdim ve evin içindeki o kasvetli hava yine beni sarhoş etti. Sessizlik, çok korkutucuydu. Evdeki her şey, beni izliyor gibiydi. Duvarlardaki eski resimler, eski mobilyalar… Hepsi, eski bir zamanın hatıraları gibi beni karşılıyordu.

Salona girdim, ama bu defa her şey farklıydı. O eski duvarda, o eski aynada, Elif Teyze’nin yansımasını gördüm. Ama bu defa, sadece o değil, etrafındaki her şeyin yansıması korkutucu bir şekilde değişmişti. O eski ev, artık bir mezar gibi hissediyordu. Evet, bir mezar gibi… ve içindeki her şey ölüydü.

Bir anda, derin bir ses, sessizliği yararak yankılandı.

“Çık,” dedi o soğuk, tanıdık ses.

O sesi duyduğum anda, vücudum dondu. Tanıdık ama korkutucu bir ses, her kelimesi ruhumu parçalıyor gibiydi.

Dönüp, arkamı kontrol ettim. Hiç kimse yoktu, ama içimde bir şey vardı. Bir şey, beni izliyordu. Bir şey, gözlerimi takip ediyordu.

Bütün duvarlar hızla kapanıyordu, evin her köşesinden o ses yankı yapıyordu. Beni sıkıştırıyorlardı. Korkudan titreyerek, ne yapmam gerektiğini bilemedim.

Gözlerim kararmıştı. Yavaşça odadan çıkmaya başladım, ama evin her köşesinde bir şey vardı. O şey beni izlemeden bırakmayacaktı. O anda, o korkutucu varlık bir kez daha önümde belirdi.

“Burada son bulacaksın,” dedi. “Geriye dönüş yok.”

Ve o an, her şeyin son bulduğunu fark ettim. Kapanan kapılar, geriye gidemediğim bir geçmiş, tüm o yıllar… Hepsi, şimdi beni yakaladı. Ve ben, bu evde, bu kabusta sıkışıp kaldım.

Evet, artık burada son bulacaktı. Sessiz çığlıklar, her köşede yankı yaparak beni içine çekiyordu.


Hızla kalbim çarpmaya başladı. Her nefes alışımda, o soğuk, boğucu hava ciğerlerime doluyor, sanki her an boğulacakmışım gibi hissediyordum. Evin içindeki sessizlik o kadar derindi ki, kulaklarımda çınlayan her küçük sesin yankısı bir çığlık gibi geliyordu. Gözlerim kararmıştı, ama gözlerimin önünde o karanlık figür, nehir gibi akıp gidiyordu. Her şey bir anlama kavuşmuştu; her şey bir şekilde birleşmişti ve şimdi, bu evde, bu ölümcül döngüde sıkışıp kalmıştım.

Yavaşça bir adım attım, ama ne kadar ilerlesem de bir adım daha atmak imkansızdı. Duvarda asılı eski bir tabloya gözlerim kaydı. Tablodaki manzara bozuktu; bir zamanlar güzel olan bir bahçe, şimdi kararmış ve kurumuş bir çöl gibi görünüyordu. Tablodaki insanlar da tuhaf bir şekilde boş bakışlarla bana bakıyordu, ama en korkutucu şey, o boş bakışların da beni takip ediyor oluşuydu.

Bir ses duyduğumda kafamı hızla çevirdim. Evin derinliklerinden bir gıcırdama sesi geliyordu. O kadar netti ki, sanki birisi, adımlarını gizlemeye çalışıyordu. Arkamı dönüp bakmaya cesaret edemedim. Bir başka ses, bu sefer bir fısıldama… “Gitmelisin,” dedi.

Bütün kasvetli duvarlar, sanki içlerinden bir ağırlık taşıyor gibiydi. Ve birden, bilinçli olarak bir yere gitmek istemediğimi fark ettim. Her şey, her bir detay, beni tutuyor gibiydi. Ama bir şey vardı… Sanki başka bir varlık, benden daha güçlüydü, her an bir şeyler değişiyordu, ama ne olduğunu hala anlamıyordum.

“Git!” diye bağırdım. Birden sessizlik çökmüştü. Fakat o an, o korkutucu varlık tekrar karşıma çıktı.

“Gitmek mi?” dedi o tanıdık ses. “Senin gitmek gibi bir şansın yok.”

Beni sarmalayan o kara, koyu gölge, vücudumu tamamen sardı. Ne kadar çırpınsam da, o gölgenin içinde hapsolmuştum. Çığlık atmaya çalıştım, ama sesim çıkmıyordu. Her şey boğuluyor, her şey bir şekilde soğuyordu. Düşlerim, gerçekleriyle iç içe geçiyor, zaman ve mekan kayboluyordu.

Havada bir rüzgar esti, ve o soğuk ses tekrar yankılandı. “Yine buradasın, ama bu sefer gitmek için çok geç.”

Bir anda, her şeyin hızla değiştiğini fark ettim. Ev, olduğu gibi değil, başka bir yere dönüşüyordu. Yavaşça duvarlar kaymaya başladı, çatılar çözülüyor, zemin kayıyordu. İntikam almış, boşluklarla dolu bir yer halini almıştı her şey.

Korku, içimi kaplayan bir dalga gibi vücuduma yayıldı. Ve o an, gözlerim kararmıştı. Son bir kez gözlerimi açıp derin bir nefes almak istedim. Ama, o soğuk, korkutucu varlık çok yakındı.

Bir anlığına, korkunun ötesinde bir şey hissettim: özgürlük. Ama o özgürlük, bir hayalden farksızdı. Kapanan duvarlar, yavaşça sarmaya devam etti. Bir çıkış yolu yoktu.

Ve sonra…

Sessizlik.

Gözlerimi açtığımda, karanlık bir oda vardı önümde. Ama bu, hiç tanımadığım bir yerdi. O korkutucu varlık kaybolmuştu, ama ben hala oradaydım, o soğuk, kasvetli ortamda hapsolmuş gibiydim. Her şey bulanıktı, sanki dünyayı tekrar sıfırdan görüyordum, ama bir eksiklik vardı. Bir şeyin eksik olduğunu hissedebiliyordum, ama ne olduğunu bilmiyordum.

Bir adım attım. Ayaklarımın altındaki zemin, tuhaf bir şekilde gıcırdıyordu. Yavaşça ilerlemeye devam ettim, her bir adımım, sanki daha büyük bir tehlikeyi tetikliyormuş gibi geliyordu. Gözlerim, loş ışığın azıcık sızdığı duvarlarda kaydı, ama bir şey dikkatimi çekti.

Bir figür, duvarda, sanki hareket ediyormuş gibi gözüküyordu. Gözlerimi kısarak dikkatlice baktım. Evet, doğruydu. Duvarda bir şekil beliriyordu, ama bu şekil dehşet vericiydi. Yavaşça siluet halini aldı ve bir insanın silueti gibi görünüyordu. Ama bir farkla… O silüet, gözlerinde bir boşluk barındırıyordu. Hiçbir şey yoktu, sadece boşluk.

Bir an, kalbim hızla çarptı. O boşluklar, bana doğru ilerliyordu. O an, nehrin hışırtısını duydum. O korkunç, sürekli bir akış vardı, ama nehrin suyu değil, birinin sessiz çığlıklarıydı. İçimi, sanki derin bir boşluk yutuyordu.

Sonra, bir ses duydum. Arkama dönüp bakmak istedim, ama vücudum hareket etmiyordu. Sanki bir güç beni burada tutuyordu, zincirlenmiş gibiydim. O korkutucu figür duvarlardan çıkmaya başladı. Her adımında, rüzgarın sesi artıyordu.

Ve o sesi, duyduğumda yavaşça bir kelime ağzımdan çıktı: “Yardım…”

Ama sesim, bir yankı gibi geri dönüyordu. Hiçbir şekilde dışarı çıkmak mümkün değildi.

Sonsuza kadar bir karanlık içinde, seslerin ve siluetlerin ortasında hapsolmuş gibiydim. O boş gözler, bana yaklaşıyor ve her bir adımda, dünya daha da kararıyordu. Kollarım, bacaklarım tamamen uyuşmuştu, ama ne kadar çırpınsam da bir şey değişmiyordu. Etrafımda başka bir şey vardı, bir fısıldama, bir çağrı.

“Gitmeyeceksin,” diye fısıldadı o soğuk, boğucu ses.

Ve birden, gözlerim karardı. Bir çıkış yolu bulmuş gibi hissettim, ama hemen ardından bir yankı duydum. Bir isim… Beni çağıran bir isim.

Kendi adımı… “Elif…”

Dudaklarım titredi, ama hiçbir ses çıkmadı. O isim, korkunç bir gücün sembolü gibiydi. O varlık, her şeyin, her korkunun, her hatanın bir araya geldiği anı temsil ediyordu.

Bir saniye sonra, gözlerim kararmadan önce, bu korkunç, boğucu yere bakmam gerektiğini fark ettim. Oradaydım… Ama asla tek başıma değildim.

Zihnim bulanık, kalbim hızla atıyordu. Her an bir şeyin beni yakalayacağından korkuyordum, ama hiçbir şey yapamıyordum. O korkunç varlık, yalnızca bir adım uzaklıktaydı. Gözlerim, derin bir boşluğa saplanmıştı. Kendimi, bir çıkışı olmayan bir labirentte hapsolmuş gibi hissediyordum. Ama içimde, o boşlukların içinde bir şey daha vardı. Bir umut, bir ışık… Ama bu ışık o kadar solgundu ki, hemen kaybolacak gibi hissediyordum.

Birden, derin bir nefes aldım. Kendime gelmeye çalıştım. Bedenim soğuktu, ellerim titriyordu, ama bir şey yapmam gerektiğini biliyordum. Belki de bu karanlık, sadece içimdeki korkudan başka bir şey değildi. Bir an bile olsa, içimdeki sesi duydum.

“Bir adım at. Hala geri dönme şansın var,” diye fısıldadı o ses, içimdeki en derin karanlıktan.

Adımlarımı duyuyordum, ama bu adımlar, sanki başka birininmiş gibi geliyordu. O kadar güçsüzdüm ki… Gözlerimi, kendimi bu labirentten çıkarmaya çalışan düşüncelerle donatmaya çalıştım. Ama bir gerçek vardı: Ne kadar çabalar, ne kadar mücadele edersem edeyim, bu korkunun benle birlikte var olduğunu hissediyordum. O varlık, sadece bir figür değil, bir arketipti. Bir korku şekli, içimdeki en derin yaraların temsilcisiydi.

Beni çağıran isim… Elif. O an, o adı tekrar duydum ve içim bir an için titredi. “Elif…”

Ve o ses, soğuk, kayıtsız bir şekilde devam etti, sanki hiç umursamıyordu:

“Bazen kaybolduğumuzu sanırız, ama asıl kaybolan şey; geri dönmeye cesaretimizin olup olmadığını bilmemizdir.”

Bu sözler, içimde bir yankı bıraktı. Ne demekti bu? Geri dönmeye cesaretim yok muydu? Gözlerim, etrafımda bir çıkış yolu aradı. Ama yoktu… Sadece karanlık vardı.

Bir adım daha attım. Ardımda, o sesin yankıları hâlâ devam ediyordu. “Sonsuza kadar kaybolmazsın, Elif. Bunu unutma.”

Bir an, derin bir boşlukta hapsolmuş gibi hissettim. Ama sonra, gözlerim duvarda beliren şekli gördü. O korkunç figür, hâlâ gözlerindeki boşlukla bana bakıyordu. Birkaç adım daha attım, her adımda, içimdeki o korku daha da büyüyordu. Yavaşça, figürle aramdaki mesafe daralırken, bir ses yükseldi. Sessizdi ama her bir harfi içimi paramparça ediyordu.

“Gerçekten kaybolmuş olsaydın, seni kimse bulamazdı,” dedi o korkutucu ses.

O an, bir fark fark ettim. Bu korku… bu sessizlik, sadece fiziksel bir şey değildi. Ruhum, tamamen bu boşlukla sarılmıştı. Kimse beni görmüyordu. Kimse sesimi duymuyordu. Ama o an, bir şey daha fark ettim.

“Bazen en büyük korkumuz, en karanlık içimizde gizlidir.”

Bu düşünce, beynimde yankılanırken, birden gözlerim karardı. Son bir kez derin bir nefes aldım, ama hiç bir şey değişmedi. O varlık hâlâ oradaydı. Ama bu sefer, korkudan çok, bir kabulleniş vardı.

“Bu, sonu olabilecek bir yolculuk değil,” diye fısıldadım. “Ama belki de bu korkunun içinden geçerek… kendimi bulabilirim.”

O an, karanlığın ortasında yalnızca bir şeyin farkına vardım: Korkunun içinde kaybolan kişi, en sonunda kendini bulur.


İçimdeki korku beni yavaşça sarhoş ediyordu. Zihnimdeki bulanıklık gitgide artıyordu, her geçen saniye daha da boğuluyordum. Ama bir yandan da bir şeyler değişiyordu. Korku, yalnızca bir engel değil, bir öğretmendi. Ve bu öğretmen, bana acımasız bir şekilde gerçekleri gösteriyordu.

Adımlarım, karanlığın içinde yankı yapıyordu. Duvarlar sanki içeri doğru yaklaşmış gibi hissediyordum. Gözlerimi açtığımda, her şey daha da bulanıklaşıyordu. O korkunç varlık, beni izliyordu. Her bir hareketimle birlikte, daha yakın bir şekilde, bana dokunacak gibi hissediyordum. Ama o an, bir şey fark ettim. Korktuğum şey, aslında benimleydi. Her adımda, her düşüncede… Bu, sadece dışarıdan gelen bir şey değil, içimdeki kaybolmuşluk, içimdeki karanlık bir varlıktı. Belki de bu yaratık, beni benden daha iyi tanıyordu.

Derin bir nefes aldım. Bir yandan bedenim titrerken, diğer yandan bir şeyler fark etmeye başlıyordum. O korkunç figür, beni etkileyemediği kadar etkileniyordu. Bu korku, aslında kendi korkumdu. Kendi içimdeki yalnızlık, kendi içimdeki karanlık düşüncelerimin vücut bulmuş haliydi. Ve şimdi, onlarla yüzleşmek zorundaydım.

“O zaman ne yapmam gerekiyor?” diye fısıldadım kendime. “Nereye gitmeliyim?”

Bir adım daha attım. Gözlerimdeki karanlık, zihnime tamamen yerleşmişti. Ama içimdeki sessiz çığlık, bir şeyler yapmam gerektiğini haykırıyordu. O varlık, karanlık bir siluet gibi önümde duruyordu. Ama bir an, sadece bir an, gözlerimin önünde beliren o korkunç yüz, bir an için kayboldu. Her şey bir anda bembeyaz oldu. Etrafımda hiçbir şey yoktu. Bir yalnızlık, derin bir sessizlik… Ve o sessizlik içinde, bir çığlık daha yükseldi.

“Birini kaybetmek, kaybolmak demektir. Ama kaybolduğunda, bulundugun yer aslında seni bulmadıkça asla kaybolmazsın.”

Bu söz, bir anda zihnimi aydınlattı. Kendimi bulmam gerekiyordu. Kayıp olan tek şey ben değildim. Kayıp olan, kim olduğumu ve ne yapmak istediğimi unutmamdı. O figür, sadece bir yansıma… benim yansımasımdı. Bir yansımanın ne kadar gerçek olabileceğini kabullenmem gerektiğini fark ettim. Her adımda, içimdeki karanlıkla yüzleşerek, kendimi bulmalıydım.

Bir adım daha attım ve aniden karanlık bir çığlık yükseldi. Kulaklarımın içinde yankılandı, fakat bu sefer korku değil, acı vardı. Bu çığlık, içimdeki kırık dökük kalbin sesiydi. O varlık artık sadece bir hayalet gibi etrafımda dönüyordu, ama ben onunla savaşmaya hazırdım.

“Çığlıklar duyulmazsa, sesini duyurmak için ne yaparsın?”

Bunu düşündüğümde, cevabım bir anda bana geldi. Kendi içimdeki korkuyu aşarak, kim olduğumu yeniden hatırlayarak, sesimi bulabilirdim. Korkuya boyun eğmek, karanlığa teslim olmak değil, tam tersine, bu korkulara rağmen durmak ve devam etmekti. O varlık sadece bir yansıma… Kendi içimdeki yansıma.

Ve bu yansıma, beni bir yerden başka bir yere götürmeye çalışıyordu. Ama nereye? Zihnim bulanıkken, her adımda o korkunç figürle yüzleşmek zorundaydım. Bir adım daha attım, bu sefer sesimi duydum. Derin bir nefes aldım ve kalbimin hızla çarptığını hissettim. O ses, içimde yankı yaparak “geri dön” diyordu.

Ama ben artık geri dönmek istemiyordum. Çünkü bu karanlıkta bulduğum bir şey vardı: Bir gücüm, bir cesaretim vardı. Ve her korku, her çığlık, her acı beni daha güçlü kılıyordu.

O figür hâlâ önümdeydi, ama artık o kadar korkutucu gelmiyordu. O kadar sessizdi ki, sanki bir rüzgar gibi etrafımda esiyor, ama beni hiçbir şekilde tehdit etmiyordu. Korkularımın içinde yürümek, korkularımı kabullenmek, aslında beni özgürleştiriyordu.

İçimdeki sessiz çığlık, artık daha güçlüydü. Kendi sesimi duyduğumda, ne kadar kaybolmuş olursam olayım, aslında kendi yolumu bulabilirdim.

“Gerçek cesaret, karanlığın içinde bile ışığı görebilmekte yatar.”

Bir adım daha atarak, karanlığın içinde ilerlemeye başladım. Artık yalnız değildim.


Adımlarım artık daha sağlamdı, içimdeki korkuya karşı bir direnç oluşmuştu. Karşımdaki karanlık, her geçen saniye daha az tehditkar görünüyordu. Sanki karanlık, kendi içindeki yansımasını fark etmiş ve duraklamıştı. Ama ben durmadım. Yavaşça, dikkatle ilerledim. Her an, bir şeylerin değişeceğini hissedebiliyordum, ama bu değişim, korktuğum şekilde değil, başka bir şekilde oluyordu.

Zihnimdeki düşünceler birbirine karışıyordu. Korku, belirsizlik ve kaybolmuşluk… Ama bir şey daha vardı. Bir umut. O figür, ilk başta düşündüğüm gibi korkutucu değildi. O, karanlığın içinde yalnızca bir silüetti. Onunla yüzleşmek, bana kendi içimdeki güçlü karanlıkla mücadele etme gücünü veriyordu.

Bunu fark ettiğimde, durup nefes almak zorunda kaldım. Beni izleyen varlık, tam arkamda bir adım kadar yakındı. Gözlerim, karanlıkta her hareketi takip etmeye çalışıyordu. İçimdeki o garip huzur, yavaşça beni terk etti. Sanki bir şeylerin tamamlanmasına çok yaklaşmıştım. O varlık, bir an bile gözlerimi terk etmiyordu.

Bir adım daha atmamla, tüm dünya bir anda değişti. O karanlık, aniden kayboldu. Etrafımda sadece bir odanın duvarları vardı, ama duvarlar çok uzak bir yere açılıyordu. O derin karanlık yerini, şimdi her anını hissettiğim bir ışığa bırakıyordu. Ama o ışık da tıpkı karanlık gibi yanlıştı. Benim olduğum yerde, ne ışık ne de karanlık, gerçekti. Burası, yalnızca bir geçiş alanıydı. Bir nevi varlıkların, kaybolmuş duyguların buluştuğu bir yer.

Etrafımda çığlıklar yankılandı. Ama bu çığlıklar dışarıdan değil, içimden geliyordu. Kendimden korkuyordum. Her bir çığlık, yalnızca benim içimdeki kaybolmuş ruhumun feryadıydı. Yavaşça, her bir korkuyu bir kenara bırakmaya başladım. Kendimi bulmalıydım. Gerçek kimliğimi. O figür, belki de beni, bu gerçekle yüzleştirebilmek için oradaydı.

“Yalnızca karanlıkta kaybolan, gerçek ışığı görebilir.”

Bu sözü içimde tekrar ettim. Karanlıkta kaybolmak… Ama kaybolmak neydi? Bir kayboluş, yeniden doğuş muydu? Yoksa gerçek kaybolan, ben miydim?

Zihnimde bir fırtına koparken, her şey çok ani bir şekilde durdu. Gözlerim bir an için kararmıştı. Başım dönerken, önümde beliren siluet bana doğru geliyordu. O varlık, yine vardı. Ama bu kez, bana zarar vermek için değil, bir şeyler anlatmak için yaklaşıyordu.

İçimden bir ses yükseldi, çok derinlerden bir yankı gibi. “Bu senin son adımın.”

Ne demekti bu? Son adım mı? Ne olacaktı?

Düşüncelerim birbirine karışırken, adımımı attım. Ve o an, her şey sessizleşti. Her şey… ama hiçbiri gerçek değildi. Benim için gerçek olan tek şey, içimdeki bu boşluktan çıkıp, kim olduğumu anlamaktı.

Adımımı tekrar attım, ama bu sefer içimde hiçbir korku yoktu. O karanlık, o varlık, her şey ama her şey geride kalmıştı. Şimdi, ben sadece ilerlemeye odaklanmıştım.

Birçok korku, birçok karanlıkla yüzleşmek bana bu gücü verdi.

Bazen, ne kadar kaybolmuş olursak olalım, kaybolduğumuzda aslında gerçek ışığı bulabiliriz.

Işığa adım attım ve arkada hiçbir şey bırakmadım. Sadece bir boşluk vardı.

“Gerçek kaybolan, aslında kaybolduğuna inananlardır. Kayıp, bir seçimdir.”

Bu seçimi yaparken, artık kaybolan ben değildim. Ben, karanlıktan çıkan bir parıltıydım.


Karanlık, içimi saran bir soğuk rüzgar gibi geçti. Ama artık o soğuk, bana korku vermiyordu. Tersine, içimde bir sıcaklık yükseliyordu. Kaybolan kimliğimin gerisinde bir iz vardı. O iz, beni bir yere götürüyordu. Burada, kaybolduğum yerin tam ortasında, gerçek bir dönüşüm yaşıyordum. Kim olduğumu bilmemek, bana kendimi bulma yolunda bir fırsat sunuyordu.

Etrafımda hiçbir şey yoktu. Ya da her şey vardı. Gözlerimi açıp kapadım, ama odanın derinlikleri aynı kalmıştı. Yalnızca bir boşluk ve duvarlar vardı. Duvarda, eski bir yazının silik izleri görünüyordu. Tam ne yazıldığını anlayamadım. Ama bir kelime dikkatimi çekti: “Adalet”. Bu kelime içimde bir şeyleri tetikledi. Bir kaybolmuş anı, bir unutulmuş duygu, bir yerden hatırladım.

Bir zamanlar, bana anlatılan bir hikaye vardı. Adaletin peşinden giden bir insan, sonunda karanlıkta kaybolur, ama kaybolduğu yerde bir umut filizlenir. O umut, kaybolanların geri dönmesini sağlar.

Ama ben, bu umudu bulabileceğimi düşündüm mü? Yoksa her şey sadece bir tuzak mıydı?

“Kendini bulduğunda, seni bulacak olan şey, aslında seni kaybettirendi.”

Bu söz, kulağımda çınlıyordu. Bir an, geri dönüp dönmemenin anlamı olup olmadığını düşündüm. Ama bir şey vardı: İlerlemek… ve o ilerlemek, kaybolmak gibi bir şeydi. Bir adım atmak, sonsuzluğa doğru kaybolan bir yolun başlangıcıydı.

Tüm bunları düşündüm, düşüncelerim hızla değişirken, duvardaki yazının silik harfleri birden netleşti. “Adalet, gerçekte hiç var olmadı. Çünkü o, her zaman sessizdi.”

Bu kelimeler, içimdeki karanlıkla yüzleşmemi sağladı. Sessizliği, gerçeği ve adaleti sorgulayan bu yazı, beni bir karar vermeye itti. Gerçekten neydi adalet? Kendi içimde, dış dünyada… Gerçekten var mıydı?

Bir anda, odada sesler yükseldi. Çığlıklar… ama bu sefer dışarıdan değil, içimden… Beynimde yankılandı her şey. Benimle, içimdeki karanlıkla. Kendi adaletimi bulmak için çıkmam gereken bir yol vardı.

Kendimi bulmalıydım. Adaletin ne olduğunu, sesizliğin ne anlam taşıdığını öğrenmeliydim. Çünkü, belki de sessizlik, her şeyin başlangıcıydı.

Adımımı attım. Bu adım, beni başka bir dünyaya taşıyordu. Ne kadar kaybolsam da, kaybolduğum her an, bana bir adım daha yaklaşıyordum.

Ve o anda, sesler birden durdu. Sessizlik… ama bu kez sessizlikte bir şey vardı. Adaletin, kaybolmuş karanlığın ve sonunda bulduğum o sıcaklığın yansımasıydı.

Yavaşça, o sessizlikte bir kelime fısıldadım: “Beni bul.”

Ve o fısıldadığım kelimenin yankısı, duvarlardan geri döndü. Kendi içimdeki yankı, en derin korkularıma karşı verdiğim cevap gibiydi.

Şimdi, yalnızca ilerlemek kaldı. Adalet, kaybolan her şeyi geri getirecek kadar güçlüydü. Kendi içimdeki yolculuğa devam etmeliydim, çünkü ben artık kaybolan bir insan değildim. Sessizliğe, karanlığa, her şeyin içindeki kaybolmuş hüzne karşı dimdik duruyordum.

Son bir adım daha attım… ve her şey değişti.

“Gerçek kaybolan, karanlıkla yüzleşmeyi seçendir.”

Kendimi bulmuştum.


Her şey bir anda değişmişti. İlerledikçe karanlık yoğunlaşmış, adımlarımın yankıları daha da derinleşmişti. Bir an, duraksadım. Zihnimdeki o sarmal, beni yavaşça sarmaya başlamıştı. İçimde bir çığlık vardı, ama dışarıya çıkamıyordu. O çığlık, son derece derin ve acı doluydu. O kadar güçlüydü ki, sanki dünyadaki her şeyin gerisindeydim. Korku, öfke, çaresizlik… Bunların hepsi bir araya gelerek, içimi kemiriyordu.

Duvarda bir ışık belirdi. Başta çok belirgin değildi, ama gözlerimi ona odakladığımda giderek büyüdü. O ışık, adeta beni çağırıyordu. Işığın merkezinde, birkaç kelime görünmeye başladı. Tek tek, yavaşça beliriyorlardı:

“Gerçek, kaybolmuş bir yolda seni bekliyor.”

İçimde bir şey titredi. O kadar yoğun bir korku hissettim ki, neredeyse o ışığın içine adım atmam gerekmiyormuş gibi hissettim. Ama o kelimeler, ne kadar direnmeye çalışsam da zihnimi sarhoş eden bir büyü gibiydi. Adaletin, kaybolanların peşinden nasıl gittiğini biliyordum. Ama ben hala, kaybolmuş olanı bulamıyordum.

Işığa adım attım. Adımım her geçtiği yerden, karanlık sanki biraz daha çekiliyordu. Ama bu ilerleyişin, yalnızca bir geçiş olduğunu fark ettim. Gerçekten bu yolda ilerlerken neyi bulacağımı bilmediğimi fark ettim.

Derin bir nefes aldım. O an, zihnimde bir anlık sessizlik oldu. Karanlık her şeyin içine girmeye başlamıştı. Sadece ben ve adım attığım yolda beliren ışık… Bir şeyin beni izlediğini hissedebiliyordum. Her an bir şey olacak gibi… Ama ne?

Işığın içinde bir siluet beliriverdi. Tanıdık bir şeydi, ama yüzü silikti. Beni izleyen, bana doğru yaklaşan o siluet, sanki her şeyi bilen bir varlık gibiydi. Adım atarken, her şeyin karmaşıklaştığını hissediyordum. O siluet yaklaştıkça, ben de bir adım daha geri çekiliyordum.

Birden, siluet bir sesle konuştu:

“Kayıplarını bulacaksın. Ama her kayıp, bir bedel ister.”

Ses, içimi dondurdu. Kayıplarımı bulmak istiyordum. Ama her bedel, bende bir yara açacak gibiydi. O an, o kaybolmuş zamanları düşündüm. Kaybolan her şey, aslında kaybolan bir parçam mıydı?

“Her kayıp, seni bir adım daha yaklaştıracak. Ama sonra… sen de bir kayıp olacaksın.”

Siluetin söyledikleri beni derinden sarsmıştı. O kadar çok soru vardı ki kafamda. Gerçekten neyi arıyordum? Ne zaman kaybolduğumu, ne zaman bulmam gerektiğini biliyor muyum?

Bir adım daha attım. Işık artık neredeyse göz kamaştırıcıydı, ama aynı zamanda korkutucuydu. Gözlerim daldı ve ışığın içinde kaybolmaya başladım. Derin bir boşluk… bir boşluk ki, içinde her şey ve hiçbir şey vardı. Ve o anda, siluetin söyledikleri zihnimde yankılandı:

“Sadece adalet, kaybolanları geri getirebilir. Ama adalet, hiçbir zaman sana tamamen teslim olmaz.”

Sözler aklımda dönüp duruyordu. Adalet, kaybolmuş olan her şeyi ve her birini bulmak için yeterli miydi? Ama en önemli soru, her kayıp sonrasında geriye ne kalırdı?

Işığın içine daldım ve derin bir boşluğa, karanlık bir deliye doğru yol aldım. Bu yolculuk, daha yeni başlamıştı…

Loading...
0%