@ramazaneminov
|
Koridorda attığım her adımla, ayak seslerim yankılanıyordu. O uzun, karanlık geçit sanki sonu olmayan bir tünele dönüşmüştü. Hava, giderek daha da ağırlaşıyor; sanki her nefesim bana daha fazla karanlık dolduruyordu. Bu koridorun sonuna varıp varamayacağımdan emin değildim ama geri dönmek artık bir seçenek değildi. Birden koridorun sonunda, loş ışıkta parlayan bir kapı gördüm. Kapı, diğerlerine göre daha eskiydi, ahşabı çatlaklarla doluydu ve yılların ağırlığını taşıdığı belliydi. Titreyen ellerimle kapıya dokundum. Soğuktu, sanki ölü bir bedene dokunuyormuşum gibi hissettirdi. İçimdeki bir ses, o kapıyı açmamam gerektiğini söylüyordu ama başka bir ses, ardında saklanan gerçeği öğrenmem için beni teşvik ediyordu. Tüm cesaretimi toplayarak kapıyı yavaşça araladım. Kapının gıcırtısı, içinde bulunduğum ürpertici sessizliği böldü. Oda karanlıktı ama köşede hafif bir titrek ışık yanıyordu. O ışığın etrafında ise, duvarlara asılmış eski, siyah beyaz fotoğraflar vardı. Yaklaşıp dikkatle baktığımda, bu fotoğrafların bana tanıdık geldiğini fark ettim. İçlerinden birinde, çocukluğumdaki halim… diğerinde ise annem vardı. Gözlerime inanamadım. Burada ne işleri vardı? Daha fazla fotoğrafa bakarken, aralarından bir tanesi dikkatimi çekti. Bu fotoğraf diğerlerinden daha eskiydi. Üzerinde tanımadığım bir adam vardı, ama yüzündeki ifade tanıdık bir dehşeti yansıtıyordu. Birden, o adamın gözleri sanki fotoğraftan bana bakıyormuş gibi hissettim. Bu, sadece bir fotoğraf değildi; o gözler, yıllar öncesinden bir acıyı, bir öfkeyi taşıyordu. Bir adım geri attım. Bu odada olmamam gerektiğini her hücremle hissediyordum. Tam çıkmak için arkamı döndüğümde, kapı bir anda kendiliğinden kapandı. Kalbim çılgınca atmaya başladı, kapıyı açmaya çalıştım ama kapı kilitlenmişti. Odada yalnızdım, ya da öyle sanıyordum. Birden, fotoğraflardan birinin ardında gizli bir bölme olduğunu fark ettim. Bölmenin kapısını açtım ve içinden eski, tozlu bir defter çıkardım. Titreyen ellerimle sayfaları karıştırmaya başladım. Yazılar karmaşıktı, ancak sayfalardan birinde bir isim gözüme çarptı: Selin. Bu benim adım, benim hikayem miydi? Yoksa bu, geçmişten gelen bir lanet miydi? O anda hissettiğim dehşet, anlatılamaz bir boyuttaydı. Başımı kaldırdım, duvarda asılı olan fotoğraflar bir anda yer değiştirmiş gibi geldi. Sanki herkes bana bakıyordu. Defteri elime alarak tüm gücümle kapıya vurmaya başladım. “Beni buradan çıkarın!” diye haykırdım. Sesim odanın içinde yankılandı ama dışarıdan hiçbir yanıt gelmedi. Oda gittikçe daralıyor, duvarlar üstüme çöküyormuş gibi hissettiriyordu. Burada kalmak demek, kendi aklımı kaybetmek demekti. Tam umudumu yitirdiğim anda, bir fısıltı tekrar kulağıma geldi. Bu sefer çok daha yakındı. “Selin… seni bekliyorduk.” O anda anladım ki, burası sadece sırlarla dolu bir yer değil, geçmişin hayaletlerinin bana hesap sorduğu bir labirentti. Kendimi kaçacak bir yer ararken buldum, ama kaçmanın mümkün olmadığını hissediyordum. Gerçek, her yandan üzerime çöküyordu.
Fısıldayan ses, beynimde yankılanıyordu. “Selin… seni bekliyorduk.” Bu cümle, her tekrarında daha da derinleşiyor, anlamı daha karanlık hale geliyordu. Ne demek istiyorlardı? Beklemek? Beni burada mı tutacaklardı? Birden, defterin bir sayfası diğerlerinden farklı olarak, eski bir el yazısıyla yazılmış bir metinle doluydu. Bir isim daha vardı: Veli. Gözlerim bu ismi okurken, bir an için dünya kayboldu. Veli? O isim, yıllar önce, annemin anlattığı hikayelerde bir kayıptı. Yıllardır unutmaya çalıştığım, kabuslarımdan biriydi. Veli’nin kim olduğunu anladım, ama şimdi ne olacağını hiç bilmiyordum. Bir çığlık, içinde bulunduğum odaya yankılandı. Ama bu, dışarıdan gelen bir çığlık değildi… İçimdeki bir şeyin çıkış yapma çığlığıydı. O an, bir gölge hareket etti. Sadece bir anlığına ama oldukça belirgindi. Gözlerimi hızla arkamdan çevirdim. Hiç kimse yoktu. Ama odada birinin olduğuna dair her hücremdeki his daha da güçlendi. Bir adım geri attım, kapıya doğru yöneldim. O anda, duvarların arasındaki çatırtı duyuldu. Kapı… kapı artık açılmayacak gibiydi. Kilit, yerinden o kadar derin bir şekilde yerleşmişti ki, ne kadar uğraşsam da hiçbir şey değiştiremiyordum. Ağır bir sessizlik sardı odayı. Ne fısıldayan ses ne de karanlık, hiçbir şey konuşmuyordu. Ama hissettim, bir şeyler vardı. Bir bakış, bir dokunuş… Bir şeyler beni izliyordu. Hemen arkamı döndüm. Karanlık bir köşe, ilk defa benim bakışlarımı karşılıyordu. Gölgeler, bir insan formunu alıyordu. Uzun, silüet halindeki bir figür, ayakları neredeyse zemini hiç hissettirmiyordu. Yavaşça, ama keskin bir şekilde bana doğru ilerliyordu. O kadar yakındı ki, nefesinin ağırlaşan sesi kulağımda yankılanıyordu. “Selin…” dedi bir kez daha, bu sefer sadece bir fısıldama değil, doğrudan beynime işleyen bir ses tonuyla. Geri adım attım, ama duvarların arasındaki mesafe yok oluyordu. Sanki her hareketim daha da daralmasına yol açıyordu. Gölgeler arasından o figür, bana doğru yaklaşıyordu. Bir şeyler yapmalıydım. Kaçmalıydım. Ama nereye? Fısıldayan o ses bir kez daha kulağımda yankılandı. “Bekliyorduk.” Bu kez, o sesi hiçbir şekilde reddedemedim. Kaçacak hiçbir yer yoktu.
“Selin…” Ses, sanki her hücreme işliyordu. O kelime, geçmişin ve geleceğin yükünü taşıyor gibiydi. O adam, ya da gölge, gözlerimden geçerek zihnime ulaşıyor, geçmişteki karanlıkları yeniden canlandırıyordu. “Beni neyle bekliyordunuz?” diye mırıldandım, sesim titrek, ama güçlü bir korku karışımıydı. Cevap hemen geldi. “Geçmişiyle hesaplaşacak olan… onu arıyoruz.” O an, bedenim tamamen uyuştu. “Geçmiş… hesaplaşmak…?” Nefes almak bile zorlaşırken, kafamın içinde birbirine karışan düşüncelerle savaşmak gittikçe zorlaşıyordu. O adamın yüzü, gözlerindeki derin acı ve öfke, sanki benden bir şey alacakmış gibi hissettiriyordu. Bir şeyleri tamamlamaları gerekiyordu, ama neydi bu? Ne istiyorlardı benden? Birden, odanın her köşesindeki fotoğraflar, birbirine daha da yaklaşmaya başladı. Her bir fotoğraf, odaya sıkışmış gibi görünüyordu. Çocukluğum, annem, o adam… hepsi bana bakıyordu. Fotoğrafların yüzleri canlıydı, gözleri beni izliyordu. Çığlık atmak istedim, ama ağzım kurudu. Duvarda yer değiştiren her bir fotoğraf, geçmişin içinde kaybolan bir sırrın parçasıydı. O an, bir kapı açıldı, ama bu, odadaki tek kapı değildi. Odanın dört bir yanından, görünmeyen çıkışlardan birer birer yeni kapılar belirmeye başladı. Hepsi arka arkaya, birbirine paralel bir şekilde. Bir kapı, en çok dikkatimi çekti. Üzerindeki işlemeler, yılların tortusuyla silinmişti ama bir şekilde içeriye doğru çekiliyordu. Bu kapı, o an bana tek bir çıkış yolu gibi göründü. Gölgelerin arasından adımımı attım, ama tam o sırada o figürün gözleri, gözlerimin içine saplandı. Duyduğum şey, yalnızca bir fısıldama değil, doğrudan beynime kazınan bir mesajdı. “Geçmişini kabul et.” Kapı, açıldı. İçinde karanlık bir tünel vardı, ama korkumdan çok, içimde bir yerden gelen itici bir kuvvetle ileriye doğru adım attım. O anda, her şey silinmeye başladı. Odaya ait tüm sesler, fotoğraflar ve hatta figür kayboldu. Sadece önümdeki karanlık vardı. Ama bu karanlık, korkudan ziyade bir şeyin başlangıcını simgeliyordu. Kapı kapandı, arkamda hiçbir şey kalmadı. Geçmişle hesaplaşmak… Belki de bu, gerçekten tek yoldu. Tünel, daralmıştı, ama hâlâ ilerlemeye devam ettim. Nereye gittiğimi bilmeden, her adımda geçmişimle yüzleşmeye zorlanıyordum. Adımlarım, karanlıkta yankılanıyordu ama şimdi farklı bir şey vardı. Korkum, yerini anlamaya başlamış bir huzura bırakıyordu. Beni bekleyen, belki de geçmişin kaybolmuş hatıralarıydı. İleriye doğru adım atarken, her şey bir an için durdu. Sanki zaman bile benimle birlikte duraklamıştı. Tünel, ilk başta daralmış gibi görünüyordu ama ilerledikçe daha genişlemeye başladı. Gökyüzünün yok olduğu, yerin ve zamanın belirsizleştiği bir alanın içine doğru ilerliyordum. Her adımda derin bir hüzün sarmaya başladı içimi, ama aynı zamanda daha da yakınlaştığım bir şey vardı. Bir şey beni çağırıyordu. Tünelin sonunda, ışığın kaybolmuş olduğu noktada bir kapı belirdi. Diğer kapılardan farklıydı. Bu, sade, ama çok daha güçlü bir his uyandırıyordu. Sanki bu kapı, her şeyin anahtarıydı. İçimdeki tüm sesler bir anda susmuştu. Her şey, o kapının ardındaki sırra kilitlenmiş gibiydi. Kapıyı açtım ve içeriye girdiğimde, kendimi farklı bir yerin içinde buldum. Bu, yalnızca bir oda değil, bir zamanın, bir yaşamın en karanlık hatırasının kaybolmuş köşesiydi. Odanın ortasında eski bir sandık duruyordu. Sandık, etrafındaki karanlıktan farklı bir ışıkla parlıyordu, ama ışık sanki varla yok arasıydı. Ne kadar yaklaşsam da, ışık her seferinde biraz daha kayboluyordu. Sandığın etrafındaki toprak, eski bir yerin anılarını taşıyor gibiydi. Yavaşça yaklaşıp sandığın kapağını açtım. İçinde ne olduğunu görebilmek için sabırsızlanıyordum ama aynı zamanda korkuyordum. Bu an, sanki tüm hayatımın geri kalanını değiştirecek bir an gibiydi. Kapağı açtım. İçeride, eski bir günlüğün sayfaları vardı. Kırmızı mürekkeple yazılmış, bozulmuş ve silikleşmiş yazılar. Birden, ellerim titremeye başladı. O sayfalara dokundukça, her kelime, her cümle daha da yaklaşıyor gibiydi. Sayfanın en üst kısmında, adım vardı. Selin. Fakat o sıradaki yazı, yalnızca bir isim değil, bir ifşa gibiydi. “Burada neler oluyor?” diye mırıldandım, kendi sesim bile bana yabancı geliyordu. Elim, günlüğün sayfalarını çevirmeye devam etti. Her sayfa, bir korku ve dehşet duygusunu artırıyordu Her şey karardığında, bir anlık sessizlik hüküm sürdü. Ardımda, karanlığın içine gömülmüş sesler ve yankılar kaybolmuş gibiydi. O anın ağırlığı, her nefesimde hissediliyordu. Zihnim, bir labirent gibi dönüp duruyordu; her çıkış, beni daha derin bir belirsizliğe sürüklüyordu. Bir süre sonra, gözlerimi açtım. Karanlıkla çevrili bir odada, soğuk taş duvarlar arasında, yalnızdım. Neredeydim? Nasıl buraya gelmiştim? Zihnimdeki her şey birbirine karışıyordu. Geçmişin, anıların, ve gerçeğin sınırları kaybolmuştu. O eski günlüğü hatırlıyordum; o anı, o fısıldayan sesleri… Ama her şey şimdi kaybolmuş gibiydi, bulanıklaşmıştı. Gözlerim, odanın bir köşesindeki eski bir aynaya kaydı. Aynada, yüzümü görmek için yaklaştım ama ne kadar yaklaşsam da, yansıma bulanıklaşıyor, kayboluyordu. O anda, odanın içinde bir ses duydum. Yavaşça arkamı döndüm, ama kimseyi göremedim. Yalnızca bir silüet, karanlığın içinde kayboluyordu. “Kim var orada?” diye fısıldadım, ama sesim geri bana yansıdı. Yavaşça adım attım, ama her adımda bir şeyler daha kayboluyor, sanki bir delikte kayboluyormuş gibi hissettim. Bir anda bir ışık patladı. Gözlerimi kırpıştırdım, ama ne kadar beklesem de ışık sönmedi. O ışık, odanın tam ortasında, bir kapının ardında parlıyordu. Kapı, önceki kapılardan farklıydı. Daha yeni, ama aynı zamanda yılların hatıralarını taşıyormuş gibiydi. Kapının üzerinde garip işaretler vardı. Her işaretin bir anlam taşıdığı hissine kapıldım ama ne olduğunu anlayamıyordum. O kapıya doğru yürüdüm, her adımda karanlık biraz daha uzaklaşıyor, ışık biraz daha yakınlaşıyordu. Birkaç adım daha attım ve kapıyı açtım. Içeride bir oda vardı, ama bu oda, hiç tanımadığım bir yer gibi hissediliyordu. İçerisi, uzun bir masa ve etrafında birkaç sandalye ile sade ama bir o kadar da ürkütücüydü. Masanın üzerinde eski, sararmış bir dosya vardı. Dosyayı açtım ve içerisine baktım. Sayfalarda yazılı kelimeler, yıllar öncesinden bir başka hayatı anlatıyordu. En üstte, bir isim vardı: “Selin.” Ama bu defa, o ismin altında başka bir yazı vardı. Bu yazı, benim değil, başkalarının yazdığı bir anı gibi hissediyordu. O anı, o hatıraları bana ait gibi hissediyor, ama aynı zamanda yabancıydı. O sayfayı okudum. Her kelime, her cümle, içimde bir yerlerde daha önce hissettiğim bir acıyı uyandırıyordu. Bu, sadece bir hikaye değildi. Bu, bir geçmişin, kaybolmuş bir zamanın, ve bir lanetin hikayesiydi. Sayfanın sonunda bir cümle vardı: “Selin, geçmişinin ağırlığından kaçamazsın. Her şey seni bekliyor.” O an, bir ışık parlamasıyla, etrafımdaki her şey kayboldu. Masa, sandalye, oda… hepsi bir anda silindi. Geride yalnızca karanlık kaldı. Bir kez daha fısıldayan sesi duydum, bu kez çok daha yakın: “Selin… Biz seni bekliyoruz. Burası seni içeri çekiyor. Kaçman mümkün değil.” Yavaşça geri adım attım. Ama bu kez, kaçmaya çalışmak anlamını yitirmişti. Bir şey beni içine çekiyordu. O anda, her şeyin çok daha farklı bir anlam taşıdığını fark ettim. Burada, bu karanlık odada ve geçen zamanda ne vardı? Gerçek, geçmişin hayaletleriyle birleşiyor ve her şey giderek daha da iç içe geçiyordu. Kaçmak mümkün değildi. Bir anda, etrafımda sessizliğin içinde bir rüzgar hissedildi. Derin bir nefes aldım ve karanlık, her geçen saniye biraz daha yaklaşmaya başladı. Bir şeyin hareket ettiğini duyuyordum, ama gözlerim ne kadar odaklansa da hiçbir şey seçemiyordu. Kafamı çevirip ardımda hiçbir şey olmadığını gördüm, ama bir şeylerin beni izlediğini hissediyordum. O an, bir adım daha attım ve ayaklarım, sanki bir tuzağa düşüyormuş gibi, yere yapıştı. Beni takip eden o fısıldayan sesler, sesini daha da yükseltmişti: “Selin… senin için çok geç… Bunu durduramazsın.” İçimden bir şey, bir başka sesi duymama engel olmaya çalışıyordu. Ama bu yeni ses, bu yeni hisse karşı koymak neredeyse imkansızdı. Her şey kaybolmuş gibiydi, zamanın ne kadar geçtiğini bilmiyordum. Her saniye, zihnimi daha da derin bir karanlığa çekiyordu. O anda, tekrar o fotoğrafı hatırladım. O adamın gözleri… Çocukluk fotoğrafımda, annemin fotoğrafında… Fotoğraflardan bakarak bana fısıldayan bir şeyler vardı. O gözler… O dehşet verici, tanıdık gözler… Bir anda anladım ki, bu sadece bir labirent değildi. Bu, geçmişimin, beni terk etmeyen bir hikayenin ve çözülemeyen bir gizemin yankısıydı. Birden bir kapı belirdi. Ama bu kapı, diğerlerinden farklıydı. Arkasında bir ışık, beni bekleyen bir şey vardı. Beni çekiyordu. Başımı çevirdim, kapıdan gelen o ışığın, karanlığın içinde bir umut ışığı gibi parladığını hissettim. Ama o ışıkta bir tuhaflık vardı. Sanki bu kapı, sonunda beni eski hatalarım ve geçmişimle yüzleştirecek bir yerdi. Bir adım attım, ve adım attığım an, o ışık karanlığa dönüştü. Arkamda, karanlık bir boşluk bıraktım ve her şey yeniden belirsizleşti. Hava ağırlaşmış, içimden geçen korkular beni yavaşça sarmaya başlamıştı. Bir süre bekledim, ama hiçbir şey olmadı. Odanın karanlık köşesindeki bir nesne dikkatimi çekti. Eski, tozlu bir sandık. Sandığa doğru adım attım, içimdeki korkuları bir nebze olsun yenmeye çalışarak. Sandığı açtım, içinden eski bir kitabe çıktı. Kitabe, eski yazılarla doluydu; fakat, yazılar bana hiç tanıdık gelmiyordu. Bir sayfa çevirdim. Ve o anda, sayfanın sonunda yazan şey, sanki zamanın akışını durdurdu. “Selin, bu labirentte kaybolmaya mahkumsun. Gerçek seni bulacak.” Kitabın son sayfası hızla havada savrulurken, odadaki karanlık bir anda yoğunlaştı. Artık çıkış yoktu. Buradaydım ve geçmişimin, korkularımın karanlığında sıkışıp kalmıştım. Zihnimin içindeki korku ve gizem, beni kontrol etmeye başlamıştı. Ne kadar direnmeye çalışsam da, geçmişime dair her şey, beni bir kez daha içine çekiyordu. Odaya yayılan o karanlık, sanki bir kabus gibi, her köşeyi sardı ve son bir kez daha fısıldadı: “Selin, biz seni bekliyoruz…” Burası bir labirentti. Ve burada, gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacaktım.
O an, bir fısıltı tekrar kulağıma geldi. Ses, her zaman olduğu gibi yakındı ama bir o kadar da uzaktı. “Selin… burada olmamalısın…” Hızla arkamı döndüm, ama kimseyi göremedim. Karanlık, her geçen saniye bir adım daha bana yaklaşıyor gibi hissediliyordu. İçimdeki korku, giderek artıyor, adımlarımın yankıları odanın duvarlarında kayboluyordu. Ne kadar geriye gitmeye çalışsam da, odanın sınırları yokmuş gibi uzayıp gitmeye devam ediyordu. Bir anlık sessizlikte, bir başka ses duyuldu. Ama bu sefer farklıydı. Duyduğum ses, sanki içimde yankı yapıyordu. “Beni hatırladın mı, Selin?” Gözlerim, duvarlarda asılı fotoğraflara kaydı. O eski, siyah beyaz fotoğraflardan birinin ardında, başka bir siluet belirdi. Yavaşça fotoğrafın önüne yaklaştım. Fotoğraftaki adam… Yüzünü tanıdım. Yıllar önce kaybolan, hiçbir iz bırakmadan birdenbire kayıp olan babam. “Babam…” diye mırıldandım. Ama fotoğrafın altındaki yazıyı fark ettiğimde, içimi bir ürperti sardı. “Selin’in babası, terk edildikçe daha da kaybolan bir ruh…” Bir adım geri attım. Kalbim çılgınca atıyordu. O adam, yıllar önce terk ettiğim babam değil miydi? Ama neden bu kadar korkutucuydu? O an bir şey değişti. Fotoğrafın kenarları, yavaşça hareket etmeye başladı. O eski fotoğraf, hayat buluyormuş gibi duruyordu. Gözlerim dehşetle bakarken, o yazının hemen altında başka bir şey belirdi. Bir tarih… 1992. Yani yıllar önce, ben daha küçükken, yaşadığım dehşet. Ve sonra bir an için her şey bir anda açıklığa kavuştu. Fotoğrafın içinde, o eski odada benim de bir izim vardı. Çocukken, burada yaşadığım korku, kaybolan geçmişim… Bunlar beni buraya çekiyordu. Burası, bir zamanlar kaybolan ve unutulmaya yüz tutan anıların olduğu, geçmişimin karanlıkla yoğrulduğu bir yerdi. Evet, bu labirent sadece fiziksel bir mekan değil, aynı zamanda zihnimin bir yansımasıydı. Korkularım, kaybolmuş anılarım, hayatımdan silinmiş insanlar hepsi buradaydı. Ve onlar, artık beni bırakmaya niyetli değildi. Bir adım daha attım. O an, ışıkların titrediğini hissettim. Beni buraya çeken şey, yalnızca geçmişimin hayaletleri değil, aynı zamanda gerçeği arayan bir karanlık olmuştu. “Buradan çıkmak istiyorum,” diye fısıldadım, ama sesim odanın derinliğinde kayboldu. Kapı, bir kez daha önümde belirdi, ama o eski, gıcırdayan sesler arasında, tekrar açılma imkanı yoktu. Sonunda, her şeyin başladığı yere dönmek zorunda kaldım. Geçmişimle yüzleşmek… Babamın kayboluşu, annemin yokluğu ve bu karanlıkta kaybolan ben. O an bir şey fark ettim. Ne kadar korkmuş olsam da, kaçmak, korktuğum her şeyden kaçmak bir çözüm değildi. Beni buraya getiren bu karanlıkla yüzleşmeliydim. Gözlerim, duvarlarda asılı olan son fotoğrafa kaydı. O fotoğraf, bir zamanlar kaybolmuş olan kendimi yansıtan bir yansıma gibiydi. Artık çıkmak için cesaretim vardı. Geçmişi, kaybolmuş her şeyi kabul etmek… Korkularımla yüzleşmek. Bir adım attım. Kapı, nihayet açıldı. Odayı terk ettiğimde, karanlık geride kaldı. Ama geriye kalan tek şey, yüzleşmem gereken geçmişimdi.
Beni bekleyen her şeyin, geçmişimin bir parçası olduğunu biliyordum. O fotoğraflar, kaybolan insanlar, yıllar önce terk ettiğim anılar… Bütün bunlar, şimdi tek bir soruya dönüşüyordu: Neden? Neden bu kadar derine inmeye, geçmişin peşinden gitmeye devam ettim? Adımlarım beni başka bir odaya yönlendirdi. O oda, sanki sonsuz bir boşlukmuş gibi genişti ve tek bir ışık kaynağı vardı, o da tavandaki eski lambadan titrek bir şekilde süzülen ışık. İçeriye girdiğimde, odanın bir köşesinde, eski bir sandalye vardı. Sandalyenin üzerinde bir örtü vardı, ama örtüdeki şekil bana bir şey hatırlatıyordu. Sandalyenin etrafındaki hava, garip bir şekilde soğuk ve kesifti. Beni içeri çağıran şey neydi? Hangi güç beni buraya sürüklüyordu? Odaya girdiğimde, bir anda içimdeki his daha da yoğunlaştı. Gözlerim, sandalyedeki örtüye kaydı. Üzerindeki şekil, bir insan figürü gibiydi. Sanki biri orada oturuyordu, ama kimseyi göremiyordum. Derin bir nefes aldım. Elim, istemsizce örtüye doğru uzandı. O an, örtü yavaşça hareket etti ve altındaki siluet netleşmeye başladı. Kalbim hızlıca atmaya başladı. Bunu beklemiyordum. Sandalyede oturan kişi, babamdı. Ama babam yıllar önce kaybolmuştu. O da kimdi? Bir anda tüm odanın havası değişti. O eski tanıdık korku, her hücremde yankı yaparak üzerime çöküyordu. Babamın gözleri, bana derin bir boşlukta bakıyordu. Ne bir hoş geldin, ne de bir açıklama vardı. Yüzündeki ifade, yıllar önce kaybolduğunda bıraktığı yüzdü. Ama bu sefer, gözlerindeki derin acı, içimdeki korkuyu daha da katmerliyordu. “Selin,” dedi. Sesi, yıllardır hiç duymadığım bir ses gibi, ama bir o kadar da tanıdık. “Beni hiç unutmamalıydın.” Bir adım geri atmak istedim ama bacaklarım beni taşıyamadı. Babamın sesi, her geçen saniye daha fazla etkiliyordu. “Beni unuttuğun zaman… seni de kaybettim,” dedi. “Hayır, hayır… seni unutmadım,” diye bağırdım, ama sesim odanın soğuk duvarlarında kayboldu. “Beni terk ettin! Beni terk ettin!” Bir an için her şey donmuş gibi oldu. Zihnimdeki karmaşa, bir anda düzenli bir şekilde yerleşti. Babam burada değildi. O, bir zamanlar kaybolmuş, ama bana bir mesaj bırakmıştı. Fotoğraflardaki yansıma, yıllar önce yaşadığım korku, şimdi her şeyin bir parçasıydı. Babamın gözlerinden baktım. Gözlerindeki acı, geçmişin yükünü taşımama neden olmuştu. “Beni affet, Selin,” dedi. “Bunu sana yaşatmamam gerekirdi. Ama seni terk ettim, çünkü senin büyümeni istedim. Kendi yolunu bulmanı… ama korkularına teslim oldun.” Bir çığlık, odanın karanlık köşelerinden yankılandı. Babamın silueti, ışıkta yavaşça silinmeye başladı. “Her şeyin sonu… bir başlangıçtır, Selin,” dedi son bir kez. Ve o anda, odanın içinde hiçbir şey kalmadı. Sandalye boştu, örtü yere düştü. Ama kalbimdeki ağır yük hafiflemişti. Her şey bir yalandı, geçmişin karanlık labirentiydi. O karanlıkla yüzleşmek, korkuları kabul etmekti. Bir an, her şeyin gerçek olduğunu düşündüm. Ama bir şey fark ettim: Gerçek, bir halüsinasyon gibiydi. Ne kadar kaçırsam da, beni hep yakalayacaktı. O yüzden bir adım daha attım. Buradan çıkmak için… kendi yolumu bulmak için.
Karanlık koridoru geçerken, soluduğum hava yoğunlaşmış gibi hissediyordu. Her adımda, sanki daha da derine çekiliyordum. Bir zamanlar korktuğum şeylere şimdi yaklaşmak, adeta bir dönüm noktasıydı. Geriye dönüş yoktu. Dönememek, burada kalmak ve bütün o karanlık gerçeklerle yüzleşmek zorundaydım. Hızla ilerlerken, bir kapı daha belirdi önümde. Ama bu kapı, diğerlerinden farklıydı. Herhangi bir kapı gibi görünmüyordu; adeta bir geçit, bir arayışın son noktası gibi duruyordu. Üzerindeki her iz, geçmişin ve gelecekten gelen seslerin yankılarını taşıyor gibiydi. Kalbim hızla çarpmaya devam ediyordu. “Selin…” Sesim, bir fısıltıya dönüştü. Ama bu sefer, sadece içimdeki karanlık değil, bir başka ses de bana ulaşmış gibiydi. İçimdeki korkunun yerini bir merak aldı. Bu kapıyı açmam gerekmişti, çünkü ardında benden başka kimse yoktu. Kapıyı araladım ve bir adım attım. Oda karışıktı; hiçbir şey net değildi. Havanın içindeki yoğunluk, gözlerimi kamaştırıyordu. Ancak gözlerim, hemen her şeyi netleştirdi. Ortada, eski bir masa vardı. Masanın üzerine dağılmış kağıtlar, defterler, fotoğraflar ve eski bir kutu… Bütün bunlar bana yabancıydı ama bir o kadar da tanıdıktı. Kutuyu elime aldım. İçinde bir anahtar vardı. Ancak bu anahtar, diğerlerinden çok farklıydı. Duvarda bir kapı vardı, bu anahtarın ona uyacağını düşündüm. O anahtar, bana bir şey anlatıyordu. Zihnimdeki karmaşa, birkaç saniye içinde bir çözüm bulmuştu: Geçmişin kilitli kapıları açılmak zorundaydı. Anahtarı kapının kilidine yerleştirdim ve döndürdüm. O anda, bir çatırtı sesiyle kapı aralandı. Gerçek bir geçit, içeriye açılan bir boşluk… Ardında, bambaşka bir dünya vardı. Zihnimdeki tüm sorular, tüm korkular bu geçitte birleşmişti. Korkuyordum ama aynı zamanda başarmıştım. Bir yerden bir yere kaçmanın bir anlamı yoktu. Burada, bu geçitte olmam gerekiyordu. Kapıyı geçtiğimde, kendimi farklı bir dünyada buldum. Burası, bildiğim dünya değildi. Her şey daha yoğun, daha karanlık ama aynı zamanda daha netti. Şimdi, burada ve şimdi, bir şeyleri değiştirme zamanıydı. Geçmişimle, kaybolan anılarımla, hayatımın sorularıyla yüzleşmek ve hepsini sona erdirmek… Bu geçit, sadece bir başlangıçtı. Gerçekten de her şeyin sonu bir başlangıçtı. Bölüm 20: Karanlığın İçindeki Işık Kapıyı geçtikten sonra, içimde bir tür boşluk oluştu. Sanki her şey yavaşça siliniyor, bilinçli düşüncelerim yerini kaybolan bir sessizliğe bırakıyordu. Burası, tanıdık ama yabancı bir yerdi. Zihnimdeki sis, bir an için dağılmış gibiydi. Her adımda etrafımda yeni bir dünya şekilleniyordu; ama bu dünya, bana hiç de rahatlatıcı gelmiyordu. Işıksız, gri bir mekanın ortasında duruyordum. Etrafımda bir sürü kapı, tünel, geçit vardı ama hiçbir şey net değildi. Hangi yöne gitmem gerektiğini bilmiyordum. Etrafımdaki her şeyin distopik bir yansıması vardı. Bir yanda, yok olan insanların siluetleri, diğer yanda ise kaybolmuş zamanın yankıları. Bir ses, içimde yankılandı. “Selin…” Adımı fısıldayan bir ses vardı, ama ne kimliği ne de amacı belli değildi. Sesin kaynağını bulmaya çalıştım, fakat etrafımda hiçbir canlı varlık yoktu. O anda, içimdeki boşluk ve korku daha da derinleşti. Bir şeyler beni buraya çekmişti, ama neydi? Ne bekliyordum? Bir anda, solumda eski bir yazı tahtası belirdi. Burası bir okul gibi, ama geçmişten bir yansıma gibiydi. Yazı tahtasının üzeri, silinmiş bir yazının izlerini taşıyordu. Etrafa bakınarak, tahtadaki silik harfleri dikkatle inceledim. “Gerçek… Burası sadece bir sınav.” Her harf bir mesaj gibi vardı; ama ne yazıyordu? Bir adım attım, ancak sanki bir şey beni durduruyordu. O an, ışıkların birer birer yanmaya başladığını fark ettim. Her ışık, derin bir anlam taşıyordu. Işığın altında beliren her şey, bana bir şeyler söylüyordu. Her ışık, bir kapıydı. Ve bu kapılar, kimliğimi, geçmişimi ve en önemlisi kim olduğumu sorgulamak için varlardı. Bir ışık, en parlak şekilde yanmaya başladığında, karşımdaki kapı açıldı. İçeriye adım attığımda, karanlık bir oda daha vardı. Ancak bu odanın tam ortasında, eski bir aynanın yansıması vardı. Yansıma, bana benzemiyordu ama aynı zamanda kendim gibi hissediyordum. Aynadaki yüzümde, tanıdık bir acı vardı, bir yıkım… Bir süre aynaya bakarak, kim olduğumu sorguladım. Sonra, aniden, yansımanın içinden bir el uzandı ve beni çekti. Ne kadar direnmeye çalışsam da, bu çekişim beni o aynanın içine doğru sürüklüyordu. Zihnim bulanıklaştı ve içinde bulunduğum her şeyin anlamını çözmeye çalışırken, bir boşlukta kaybolmaya başladım. Bir ses, kulaklarımda yankılandı. “Bunu yapmak zorundasın, Selin…” İçimden bir ses, bana ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Ama her şeyin sonunda, gerçekten ne yapmam gerektiğini öğrenip öğrenemeyeceğimi bilmiyordum. Bu oyunun kuralı neydi? Yansımanın içinde kaybolduğumda, kim olduğumu, neden buraya geldiğimi ve neyin peşinden koştuğumu anlamaya çalışırken, ışıklar tamamen sönmeye başladı. Gözlerimi kapatıp, karanlıkla yüzleşmekten başka bir seçeneğim yoktu.
Bir süre sonra, korkunç bir boşluk ve sessizlik içinde kalakaldım. Ne bir ses, ne de bir hareket vardı. Sonra, bir ışık parıltısı önümde belirdi. Hızla gözlerimi o yöne çevirdim. Işığın kaynağı, bir kapıydı. O kadar solgun ve eskiydi ki, yılların yükünü taşıyor gibiydi. İçeriye adım attım, ne yapmam gerektiğini bilmeden. Kapının ardından, tanıdık olmayan bir ses yükselmeye başladı. Ses, sanki zihnimin derinliklerinden geliyordu. “Gerçekten gitmek mi istiyorsun?” diye fısıldıyordu. O anda ne yapmam gerektiğine karar vermem gerektiğini anladım. Geri dönmek mümkün değildi, ama buradan nasıl çıkılacağına dair bir fikrim de yoktu. Beni izleyen, takip eden bir güç vardı. Bu gücün kim olduğunu ya da ne olduğunu bilmem mümkün değildi, ancak içimde bir his vardı: Burada yalnız değildim. Kapıyı araladığımda, karşımdaki alan tamamen farklıydı. Burası, zamanın neredeyse hiç işlemediği bir yerdi. Sanki her şey duraklamış, bir şekilde geçmişin ve geleceğin birbirine girmişti. Duvarda eski fotoğraflar asılıydı. Her bir fotoğraf, farklı bir hayatı yansıtıyordu. Ama onları incelerken, bir şey fark ettim. Fotoğraflardaki insanlar hep aynıydı; farklı yaşlarda, farklı anlarda ama bir şekilde hepsi bana aitti. Her fotoğraf, birer parçayı anlatıyordu. Zihnimdeki boşluk, her fotoğrafla biraz daha fazla doluyor, kim olduğumu anlamaya başlıyordum. O an, “Selin” ismi sadece bir ad değildi. O, bir kimlik, bir geçmişti. Bir adım attım, bir başka adım daha attım, derken bir koridora doğru ilerlemeye başladım. Koridor, çıkışa giden bir yol gibi görünüyordu. Fakat etrafımdaki duvarlarda, her bir adımda artan hayaletler vardı. Yüzler, gözler, eller… Hepsi bana doğru uzanıyordu. Her biri bir soruyu fısıldıyordu. “Gerçekten öğrenmek istiyor musun?” “Geçmişinle yüzleşmeye hazır mısın?” Yavaşça ilerledim. Her adımda, o korku ve belirsizlik biraz daha derinleşiyordu. Bir anda, en öndeki hayaletin yüzü belirdi. Bu, hiç tanımadığım biri değildi; bu, annemin yüzüydü. Gözlerinde korku ve hüzün vardı. “Selin, her şeyi değiştirmelisin,” dedi, ama sesi boğuk, yankılı bir şekilde çıkıyordu. Sanki hem gerçekti, hem de bir hayal. “Anlamadığın şeyler var… geçmişin seni takip ediyor.” Birden, bir ışık patlamasıyla etrafımda her şey silinip kayboldu. Yalnızca bir anlık bir anı hatırladım: Bir çığlık… Ve sonra, sessizlik. Hangi dünyada olduğumu anlamadan, bir kapı daha belirdi. Bu kez hiç tereddüt etmeden, bir adım attım.
Yavaşça ilerledim. Bu, bildiğim dünyadan farklıydı. Havası, dokusu, renkleri, her şey yabancıydı. Sanki bir rüya görüyordum, ya da belki de bir kabus. Her adımımda, beni izleyen bir varlık hissettim. Birçok kez arkamı dönüp bakmaya niyet ettim ama vücudum buna engel oluyordu. Sanki bir şey, bana bakmamam gerektiğini söylüyordu. Koridor boyunca ilerlerken, birden önüme bir pencere çıktı. Pencereyi araladım ve dışarıdaki manzarayı görmek için başımı uzattım. Gözlerim, hem tanıdık hem de korkunç bir şeyi gördü. Manzara, yıkık dökük bir şehir gibiydi. Binaların çoğu harabe olmuş, etraf karanlık ve bozkırla çevrilmişti. Ama her şey, bir zamanlar buranın da bir yer olduğunu ve şimdi bir boşluğa dönüşmüş olduğunu haykırıyordu. Bir ses yükseldi, ama bu kez sesin kaynağını bulmakta zorlandım. “Buraya gelmeni istemiştik,” dedi ses, ama bu defa tek bir kişiden değil, birçok kişiden geliyordu. Ses, benim içimde yankı yaparak, her bir düşüncemi sarmaya başladı. “Selin, korkma. Buraya gelmelisin, çünkü bu, senin kaderin.” Gözlerimi sımsıkı kapattım ve derin bir nefes aldım. Neden buradaydım? Hangi güç beni buraya getirmişti? Geriye dönmek, her zaman kaçmak demek miydi? Yoksa bu bir döngü müydü? İçimden geçen tüm sorular, yanıtlarını bulamadan kayboluyordu. Bir adım daha attım, ama bu defa bir engelle karşılaştım. Devasa bir taş kapı, yolumu kesiyordu. Üzerinde bir sembol vardı, ama ne anlama geldiğini bilmediğim bir sembol. Kapının kenarında, eski bir yazı vardı. Koyu, kırmızı harflerle yazılmıştı: “Buradan geçmek, sadece gerçeği kabul etmeyi gerektirir.” Gerçek, neydi? Beni buraya getiren, bu karmakarışık yolculuk neyi anlatmaya çalışıyordu? O an, geçmişimle yüzleşmem gerektiğini, ama bu yüzleşmenin beni sonsuz bir labirente sürükleyeceğini hissettim. Burada kalmak, bir çıkış yolu bulmaya çalışmak demekti, ama o yol her an kapanabilirdi. Geleceğim, geçmişimin gölgesinde sıkışmış gibi hissediyordum. Kapıyı itmeye başladım. Bu, kolay bir şey değildi, ama bir şekilde itiyorum, itiyorum. Her itişimde, kapı biraz daha açılıyor ve içeriye giden yol biraz daha netleşiyordu. Kapının ardındaki karanlık, bir boşluk gibi hissediliyordu, ama ışığın ve karanlığın birleşiminde bir şey parlıyordu. O şey, belki de beni buraya getiren cevaptı. Kapı nihayet açıldığında, içeri adımımı attım ve gözlerim, geçmişle yüzleşmeye başladığında, her şey bir anda son bulacaktı.
Birden, ışık daha parlak hale geldi ve karşımda devasa bir ayna belirdi. Aynaya yaklaştım ve içindeki yansıma beni şaşkına çevirdi. O yansıma, bana ait değildi. Yansıma, geçmişte kaybolan birini, eski bir halimi gösteriyordu. Gözlerimde korku, kafamda ise binlerce soru vardı. Kimdi o? Neden bu şekilde yansıma vermişti? O anda bir anlık bir titreme hissettim ve gözlerimi tekrar aynaya odakladım. O eski yansıma, adeta canlanmaya başlamıştı. Sadece bir hayalet gibi duruyordu, ama bir hayaletin taşıdığı acı, bir katil gibi karanlık, bir suçlunun hatırası gibiydi. Yavaşça, aynaya dokundum. O anda, bir şey çok hızlı bir şekilde yerinden oynadı. Aynada beni izleyen yüz kayboldu ve içindeki görüntü bozuldu. Gözlerimde bir anda her şey değişti, her şey bulanıklaştı. Şimdi, gördüğüm şey, bir odaydı. Bir oda, yıllar öncesinin acılarını barındıran, terkedilmiş bir odanın içiydi. Bir anda, odaya adım attım. Etrafımda karanlık ve yıkık dökük nesneler vardı. Bir köşede eski bir koltuk, bir masanın üstünde unutulmuş kitaplar, bir köşede ise eski bir tablo… Ve her şeyde bir sükûnet vardı, bir ölüm sessizliği. Ama bir şey eksikti… Odayı dolduran o yoğun duyguyu hissedemedim. Sanki burada yaşayan bir şey yoktu. Ama yine de, her an bir şeyin hareket edeceğini hissediyordum. Odayı incelemeye başladım. Bir tabloyu dikkatlice incelediğimde, içindeki şekillerin garip ve anlamlı bir şekilde düzenlendiğini fark ettim. Ama anlamını çözemiyordum. Sanki bir dilin yazılışı gibi bir şeydi. Odayı terk etmek istedim, ama kapı bir anda kendiliğinden kapandı. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Bir şeyin beni buraya hapsettiğini hissettim. O anda, bir fısıltı tekrar kulağımda yankılandı. “Selin, geçmişin buraya gelir. Burada herkes seni bekliyor.” Yavaşça geri döndüm ve odanın köşesinde bir figür belirdi. O figür, yıllar önce kaybettiğim birini, annemi, tekrar görmek gibiydi. Ama bu, annemin eski halinden farklıydı. O yüz, bir maske gibiydi, yalnızca eski anıları taşır gibiydi. Gözleri, bana hiç bakmıyordu. Bir an, tüm geçmişimle birlikte o yüzün arkasındaki korkuyu hissettim. O korku, her şeyin gerçekte bir yalan olduğunu anlatıyordu. “Selin,” dedi, ama bu kez sesi başka bir yerden geliyordu, geçmişin derinliklerinden. Bir anda odada ışıklar yanmaya başladı. Bu ışık, her şeyi gözlerimin önüne serdi. Geçmişim, yüzleşmekten kaçtığım bütün karanlıkları, ardımda bıraktığım tüm yaraları gösteriyordu. O anda, ne hissettiğimi anlamadım. Ama biliyordum ki, bu her şeyin sonuydu. Geçmişin gölgesi, peşimi bırakmamıştı. Ve şimdi, sonsuza dek orada kalmam için bir seçim yapmam gerekiyordu. Bir şey bana fısıldadı: “Selin, bu senin yolun. Burada durmak, seni asla bırakmaz.”
Adımlarımın yankıları, karanlıkta giderek daha derinleşiyordu. Her şey kaybolmuştu, sadece benim düşüncelerim ve o korkunç ses vardı. Geçmişim, tüm bu karanlıkta bir labirent gibi dönüyordu ve ben, kaybolmuş bir yolcu gibi kayboluyordum. Bir an, sanki duvarda bir hareket gördüm. Hemen geri adım attım, ama her şey yine durdu. Sadece bir hayal miydi? Yoksa bir şeyin yaklaştığının sinyali miydi? Hızla, odanın duvarlarına bakmaya başladım. Bir şey beni izliyordu. Birden, duvarda kararmış bir siluet belirdi. O siluet, hiç tanımadığım bir figürdü. Ama o karanlık siluet, bana bir şey anlatıyordu. Bir şey vardı… O siluet bir zamanlar hayatımda önemli bir yer tutmuştu, bir zamanlar kaybolmuş ve şimdi tekrar karşıma çıkmıştı. Adımlarımı, o siluetin olduğu yere doğru attım, korkumla mücadele edemiyordum ama ilerledim. Birkaç adım sonra, siluet netleşmeye başladı. Gözlerim, o şeklin artık bana tanıdık olduğunu fark etti. O siluet, annemdi. Ama değil, bu bir kopya gibi, bir maskeydi. Yüzü kaybolmuştu, sadece boşluk vardı. “Selin…” diye fısıldadı, ama bu, annemin sesi değildi. Bu ses, bir katilin, bir korkunun sesi gibiydi. Bu, geçmişten gelen bir çığlık gibiydi. O an, sadece bir şey düşünüyordum: Kaçmak… Fakat, kaçmak yoktu. Kollarım ağırlaştı, her hareketim beni daha da hapseden bir zincire dönüşüyordu. O siluetin önünde durdum, korku her şeyimi ele geçirmişti. İçimde bir şey kırılıyordu, her şey kayboluyor gibi hissediyordum. Ama sonra, o yüz, o maskenin derinliğinden bir şey çıktı. Bir göz parladı. O göz, bana doğru bakıyordu. Beni izliyordu. Geçmişim, artık gerçekmiş gibi önümdeydi. Yavaşça, siluetin içindeki boşluktan bir figür çıktı. O figür, yıllar önce kaybettiğim birini, babamı, tekrar karşıma çıkardı. Ama bu figür de maskeliydi. “Beni bırak!” diye bağırdım, sesim boğuk, titrek bir şekilde yankılandı. Ama sesim kendime bile yabancıydı. “Seninle kalacağız,” dedi, sesinden bir acı vardı. “Geçmişini unuttun, Selin. Ama biz seni hiç bırakmadık. Biz her zaman buradayız, seninle…” O an, her şey yerle bir oldu. Geçmişimin bütün karanlıkları, yıllarca bastırdığım korkular ve travmalar bir araya geldi. O an, ne kadar mücadele etsem de geçmişimle yüzleşmek zorundaydım. O siluetler, o maskeler… hepsi gerçekti, ama bir o kadar da korkunçtu. Birden, o karanlık odada, ellerim titrerken, bir seçim yapmak zorunda kaldım. Ya geçmişimle yüzleşip, bu korkuların üzerimden geçmesine izin verecektim ya da sonsuza kadar o siluetlerin ve karanlığın pençesinde kalacaktım. Gözlerim kararırken, o sessizlik içinde, içimde bir şey kırılmaya başladı. “Beni bırakın…” diye fısıldadım. Ama artık korkmuyordum. O eski karanlık beni artık tutamazdı. Geçmişimle yüzleşmeli, acımı kabullenmeli ve adım atmalıydım. |
0% |