Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. BÖLÜM - YALANCININ MUMUNU YAKMAK

@rana.betb

Annem ölmeden önce bana sürekli olarak, ‘Kendinden emin olmaya alışkın değilsen özgüven, kibir gibi gelir.’ derdi. Kendisi, parayı insanlara kendini sunarak kazandığından kaynaklı olarak özgüvenin her şey olduğunu düşünmesi normaldi.

Beni bu mottoyla büyütmeye çalışmıştı ama pek başarılı olduğunu düşünmüyordum. Eğer özgüven, patavatsızlık demekse o zaman özgüvenliydim ama başka türlüsü söz konusu olamazdı.

Annemle aramız, kafası iyi değilken normal bir anne kız ilişkisine yakın olurdu. Ondan nefret etmiyordum. Parayı kolay yoldan kazanmayı tercih etmesinden ve alkollü araç kullanıp kendini öldürmesinden nefret ediyordum.

Onun yolundan ilerlememem için bu yaşına kadar elinden geleni yapmıştı. Ama şimdi yaşamak adına ben de onun gibi kolaya kaçacaktım. Beni yoldan çeviren kadının yüklü miktarda sunduğu paraya evet diyerek kolay yolu izleyecektim.

Buna mecburdum.

Yeterince güçlü değildim.

Sadece on yedi yaşındaydım. Lisenin bitmesine sadece tek bir senem kalmıştı.

Ben asla annem kadar özgüvenli biri olamayacaktım ama şimdi bunun birazına ihtiyacım vardı çünkü Ayça Hanım’ın kızı rolünü üstleniyor olmak hayatım boyunca yaptığım en uçuk şeydi ama bu paraya ihtiyacım vardı. Hem de çok fazla.

Kızını görmemiştim ama tek benzer özelliğimizin göz rengimiz olduğunu söylemişti. Bir yandan da, Ayça Hanım’ı andırıyor sayılırdım.

Tüm aile İlay’ı anasınıfı haricinde görmediğinden dolayı büyüme evresine şahit olmamışlardı. Yani Ayça Hanım’a sima olarak benzemiyor bile olsam, ‘Babasına çekmiş.’ yalanını ortaya koyabilirdi ki söylediğine göre İlay’ın babasının da kim olduğu belli değilmiş. Yani her şekilde durumdan yırtabiliyordum.

“Konuşmaları ben yapacağım. Sen sadece tabağındakileri ye ve somurt.”

Sıra sıra dizilmiş olabildiğince lüks villaların olduğu kumsalda yürüdükten sonra en görkemlisinin önünde durduğumuzda Ayça Hanım’ın bana dediği ilk şey bu olmuştu.

Stresten terleyen ellerimi şortumun üstüne şöylesine silip ayağımla olduğum yerde ritim tutarken onu onaylarcasına kafamı sallamak dışında bir şey yapmadım. Yanaklarımı şişirip sessizce oflarken kapının açılmasıyla ellerimi önümde birleştirdim.

Kapıyı açan kişinin bu evden olmadığı açıkça belliydi. Evin temizlik ya da yemek işleriyle uğraştığını tahmin ettiğim kadın bize gülümserken kibarlık olsun diye dudak kenarlarımı yukarıya kaldırmıştım ki kapıyı tamamen açmak için kadının önüne geçen sarışın kız, “Ben açacaktım!” diyerek isyan etse de sonrasında hemen suratına kocaman bir gülümseme takındı. Bu hayatımda gördüğüm en büyük gülümsemelerden biri olsa gerekti ve nefret etmekle hoşuma gitmesi arasında kararsız kalmıştım. Yakanın diğer tarafında gerçek gülüşlerden eser yoktu. Bu nedenle yakanın bu tarafında, yani Alanza’da bu gülümsemelerin ne kadar doğru ya da ne kadar yalandan olduğunu ayırt etmem çok güç geliyordu.

Ben sahte gülümsemelere alışkındım çünkü tek bildiğim buydu.

Bu kapıdan içeri girdikten sonra artık annem konumuna giren Ayça Hanım yalandan bir gülümsemeyle başıyla selam verdi ve bir anda içeri girdi. Ben ise peşinden gitmek istediğim sırada isminin Selenra olduğuna emin olduğum yalancı kuzenim kollarını açtı ve bana birden bire sarıldı.

“Kuzen!”

Bir an için ellerimi nereye koyacağımı bilemez halde donup kalmışken şaşkınlıktan aralanan ağzımı kapattım ve ben de ona olabildiğince kısa bir kucak açtım. Ten temasından pek hoşlanmayan bir insandım ve bu oynamam gereken somurtkan, hiçbir şeyden memnun olmayan kıza birebir uyan bir özellikti.

“Selam.” dedim kısaca ondan ayrılırken. Gülümsemeye çalıştım ama istemeden de olsa yapmacık bir tavra bürüneceğimden emindim. Yine de bunu sorun etmedim. Bu kadar mutlu olması sinirimi bozmuştu.

Suratına düşen benim tam aksime olan uzun altın sarısı saçlarını kulağının arkasına sıkıştırırken içeriye doğru geçtim. Hala daha evdeki hangi görevi üstlendiğini bilmediğim hizmetli kadın ardımızdan kapıyı kapatırken Selenra burada olduğum konusunda pek bir heyecan duyduğunu belli ederek yerinde sıçradı.

“Beni hatırladın, değil mi? Bence hiç değişmedim.”

Omuz silktim ve “Pek sayılmaz.” deyip kestirip attım.

Benim hakkımda olumlu şeyler düşünmemesi gerekiyordu ve her ne düşünürse düşünsün umursamamam gerekliydi. Bu akşamdan sonra onu bir daha görmeyecektim. Bu tek gecelik bir sahneydi. Bu yalanı birkaç saatliğine oynayacak ve evime gidecektim.

Burayla kıyaslanınca benim evim ahırdan farksızdı ama daha fazla karşılaştırma yapmak istemiyordum. Aksi takdirde üzülen ben olacaktım.

Selenra çaktırmamaya çalışsa da biraz bozulurken, “Olsun.” dedi. “Sen de haklısın. En son anasınıfında görüşmüştük.”

Ayça Hanım bugün için aklımda tutmam gereken her şeyi bana ezberletmiş ve bir teste tabi tutmuştu. Çoğunlukla susmamı istese de her şeyin gerekli olduğunu aksi takdirde tek bir yanlışımda parayı unutmam gerektiğini söylemişti. Ben de kabul etmiş ve sınava çalışıyormuşçasına gecemi gündüz etmiştim.

Her şey bir hafta önce gerçekleşmişti. Birbirine epey yakın masalarda oturduğumuz bir kafede yanımızdan geçen yaşlı bir kadının, ‘Kızın ne kadar güzel.’ demesiyle birbirimizle bakışmıştık. Ben o sırada ödenecek faturaları hesaplamaya çalışırken o da kara kara kızını ailesinin karşısına nasıl geçireceğini düşünüyordu.

Aklına getirdiği parlak fikri yanıma daha çok yaklaşıp sunduğunda kıyafetlerimi üstü kapalı bir şekilde aşağılayarak paraya ihtiyacım olduğunun belli olduğunu yüzüme vurmuştu.

Annemi o günden tam bir ay önce kaybetmiştim. Ödenecek faturalarım ve gün içerisinde gitmem gereken iki zamanlı işim vardı. Hafta sonlarını sayarsak eğer, üç. Okulların açılmasına bir ay kalmıştı ve yarı zamanlı işlerimden ayrılmam gerecekti. En azından sadece birinde kalabilecektim çünkü derslerime odaklanmam da gerekiyordu.

Tam zamanında birbirimizi bulmuştuk.

Bıkmıştım. Tükenmiştim. Her gün hasta bir şekilde geziyordum ve bazı günler duş alacak zamanım bile olmuyordu.

Teklifini kabul ettim.

Daha doğrusu zorunda kaldım.

Bana vaat ettiği para beni üniversite bitene kadar rahat ettirecek türden bir paraydı. Evet demek dışında başka bir şansım yoktu.

Pek samimiyet barındırmayan bir gülümsemeyle Selenra’nın yanından geçerken Ayça Hanım’ın gittiği yolu izledim. Bir bakıma amacım kuyruğuymuşçasına gezmekti.

Etraf o kadar aydınlık ve güzel dizayn edilmişti ki normal şartlarda buraya başka bir konumda gelmiş olsaydım gözlerimi nerede tutacağımı şaşırdım ama şimdi Leyal Çınar yerine, İlay Özgün olmam gerekiyordu. Bu gösterişli ve herkesi kıskandıracak evde adım atarken hiçbir şey ilgimi çekmiyormuş gibi davranmalıydım. Hâlbuki bu tipte bir eve ilk defa girmeyi geçtim, bu yakaya dahi ilk defa adım atıyordum.

“Hoş geldin İlay. Çok uzun zaman oldu.” diyerek dibimde biten ve isminin Ahu olduğunu bildiğim yalancı teyzem kollarını açıp bana kısaca sarıldı. Bu pek samimiyet içeren bir kucaklama değildi. Burada olduğumdan dolayı memnuniyetsiz olduğunu sandım ama sonra onun tipik zenginlerden biri olduğunu anladım. Duruşunu asla bozmayan ve topuklu giydiğinden dolayı boyuma gelmemek için belini bükmeyen tiplerden biriydi. Ayrıca çok güzeldi. Yaşlı ya da genç herkesin aklını başından alan bir güzelliği vardı ve bazı on sekizliklere taş çıkarırdı çünkü bildiğim kadarıyla otuzlarındaydı.

“Öyle olmuş, evet.”

Saçlarını arkadan sıkıca bir topuz yapmıştı. Kızına verdiği altın sarısı saçları vardı. Hiçbirine benzemiyor oluşum dikkatimden de kaçmamıştı. Benim de onlar gibi renkli gözlerim vardı ama tenim hepsinden daha açıktı ve Ayça Hanım gibi kahverengi saçlara sahiptim. Gecenin sonunda Ayça Hanım’ın evlatlık olduğunu öğrenseydim eğer şaşırmazdım.

Gerçi bu yakadaki hemen hemen herkesin sarışın/kumral ve renkli gözlü olduğunu duymuştum. Burada yaşayanların fenotipiyle alakalı bir durumdu. Buradaki züppeler kendi genlerini güzel bir biçimde aktaracak insan arayışındaydı. Aşk evliliği değil mantık evliliği yapıyorlardı. Öyle ki kahve gözler ve saçlar farklı bir şey olarak algılanıyordu.

Selenra koşarak bir yere gittiğinde ellerimi şortumun arka ceplerine soktum ve olduğum yerde bekledim. Arada elimi cebimden çıkartıyor ve tırnaklarımda önemli bir şey varmış gibi inceliyordum. Hâlbuki düz siyah ojelere sahiptim. Hatta bazı tırnaklarımdan soyulmuşlardı.

Olmam gereken kişi oluyordum. İlay oluyordum ama kendimden de bir şeyler katıyordum. Benden ödüllü bir oyunculuk beklemesi zaten imkânsızdı.

İlay belki de böyle biri değildi ama hafızalara bu şekilde kazınacaktı.

Kimin umurunda, diye geçirdim içimden. Paramı alıp buradan gitmek için sabırsızlanıyordum.

Gözüm ilerdeki uzun yemek masasına kaydığında bize kapıyı açan kadının masaya birkaç şey daha koyduğunu gördüm. O an karnımın beni ele verip guruldayacağını sandım ama kendimi nasıl bilmiyorum, tutmayı başardım.

Sağımdan gelen sesle ve gözler o tarafa dönmüşken bedenimi çevirdim. Neden hala oturmadığımızı sorgularken sebebini anlamış oldum. Asım Dedeyi bekliyorduk. Şu an için benim de Dedemdi. Sonrasında onu, diğerleri gibi aklımın en ücra köşesine koyacak ve gördüğüm öylesine bir rüyaymış gibi düşünecektim. Onları anılarımda bile tutmak istemiyordum.

Onların gözünde de yırtık kotlu, koyu göz makyajıyla uzaktan bir akraba olarak kalacaktım. Yine de tek bir günlük dahi olsa hayatlarına dokunuyor olduğum gerçeği tuhaf geliyordu.

Umurumda değildi.

Umurumda olmamalıydı.

Umurumda değil, değil, değil. Hiçbir zaman da olmayacak.

“Hoş geldin güzel kızım. Nasıl da büyümüşsün de serpilmişsin. Maşallah sana.” diyerek salonun ortasına doğru geçti. Onun tekerlekli sandalyesini iten Selenra sayesinde halinden memnun görünüyordu. Kolunun altında tek parmak hareketiyle onu otomatik olarak götürecek bir mekanizma olsa da sanırım şimdilik onu kullanmayı tercih etmemişti.

Adam bana o kadar sıcak bir gülümseme verdi ki Ayça Hanım’ın söylediği gibi canavar olduğunu düşünmedim. Hatta burada bana tanıtmış olduğu herkes şimdiden o kadar tam tersi çıkmıştı ki asıl canavarın kendisi olduğu hakkında şüphelerim vardı. Belki de kafadan çatlaktı ve ailesini içten içe böyle kurgulamıştı.

Beni ilgilendirmiyor.

Beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendirmiyor.

Paramı alıp gideceğim. Yorum yapma Leyal, yapma işte! İlay ol!

“Sağ olun.” dedim ve başımla kısaca selam verdikten sonra gözlerimi başka tarafa çevirdim. Bana o kadar beklentiyle bakıyordu ki bunu yapmakta bir hayli zorlanmıştım.

Sarılıp sarılmama konusunda kararsız kalmışken Ayça Hanım’ın yaptığı küçük kafa hareketi ve gözlerini büyütmesi sayesinde yeniden Asım Dedeye yöneldim ve elinden tuttuğum gibi öperek anlıma koydum.

“Tüm aile bir aradayız!” diyerek adeta şakıyan Selenra ellerini birkaç defa havada çırptı.

Bir süre kimse hiçbir şey demedi. Öylece ayakta dikilmeye devam ettik. O kadar tuhaf bir ortamdı ki bir an için kamera şakasının ortasına düştüğümü hissettim.

Kimsenin oturmuyor olması sinirimi bozmuştu çünkü koltuklar görünürde o kadar rahat görünüyordu ki kalçamı dayadığım anda içinde kaybolacağımı hayal ediyordum ama kimse böyle bir hamlede bulunmayınca öylece yerimde kalakalmıştım. Kendi koltuğum bir an için yayları çıkmış vaziyette kol koyma kısmındaki çıkmayan lekesiyle gözümde canlanmıştı.

“Buyursunlar efendim. Yemekler hazır.”

Neden ayakta beklediğimizi o an anlamıştım. Yemekler tamamen hazırdı ve biz tam saatinde gelmiştik. Ayça Hanım yemek haricinde başka hiçbir dakikasını burada harcamak istemiyormuş gibi bizi buraya tam saatinde getirmişti.

Hizmetliden gelen duyuruyla beraber hepimiz o tarafa doğru yol alırken bu sefer Asım Dedeyi arkasından iten kişi Ahu Teyze olmuştu. Teyze demeye bin şahit gerekirdi ama kafamda onu bu şekilde kodlamazsam hata yaparmışım gibi geliyordu. Dikkatli olmam şarttı.

Tam Ayça Hanım’ın yanına doğru geçip onun arkasından gideceğim sırada Selenra koluma öyle bir girdi ki dengemi kaybetmeme sebep oldu. Çabucak kendimi toparlarken o ise kıkır kıkır gülüyor ve beni inatla bırakmıyordu.

“Çok pardon. Böyle olacağını tahmin edemedim.”

Önüme düşen saçları parmaklarım yardımıyla arkaya tararken bir an için kâküllerimi de itip anlımın açılmasını sağlamıştım ama yeniden düzgün bir şekilde anlımın üstündeki yerlerini almışlardı.

“Ani samimiyet patlamalarına alışkın değilim.”

Espri yaptığımı sanıp kolumdaki elini çekmeden masaya doğru yürümeye başlamıştık ki gülüşlerinin arasından bana, “Aklımda tutarım.” dedi ve Ayça Hanım’ın yanına doğru geçmek isteyeceğim sırada beni bırakmayıp yanındaki sandalyeye geçmem için ısrarcı oldu. Hiçbir şey diyemeden sessizce yanına otururken masadaki hiçbir şeyin beni cezbetmediği yalanını ısrarla oynamaya devam ettim.

“İşlerin nasıl gidiyor Ayça?” diye sordu Ahu Teyze. Sesinde biraz iğneleme hissetmiştim ama aldırış etmemem gerektiğini düşündüm. Belki de sadece yemekte bir sohbet açmak istemişti.

Ayça Hanım’ın hakkında bildiğim şeyler çok azdı. Küçük bir butik işlettiğini biliyordum ama oraya hiç gitmemiştim. Gitmeme gerek kalacağını da sanmıyordum. O da zaten laf arasında bahsetmişti.

Asım Dede başta olmak üzere önümüzdeki tabakların yerine dolu tabaklar yerleşmeye başladığında bunu iki kişi yapmıştı. Dikkatimi onlara vermeyerek Ayça Hanım’ı izledim. Kız kardeşine bakmamıştı bile. Dirseklerini masaya koyup ellerini önünde birleştirmiş ve çenesinin altına koyarak, “İyi.” demişti. Bu akşam yemeğinin her saniyesi benim de yapmayı planladığım gibi kız kardeşini geçiştirmişti.

Selenra benim gibi hem annesine hem de teyzesinde gözlerini gezdirdi. Onları izlerken biraz gergin görünüyordu. Ayça Hanım herkesi canavar gibi tanıttığı doğruydu. Onlarla tek vakit geçireceğim gün de bugündü ama yine de onları tanırken nasıl insanlar olduğuna kendim karar vermek istiyordum. Onları tanırken büründüğüm kişilikten nefret etmezlerse tabii…

Ahu Teyze lükse alışkın, standartları yüksek bir kadındı. Ayça Hanım’ın dediğine göre birkaç evlilik yapmıştı. Aralarındaki münakaşadan pek bir haber olduğum söylenemezdi. Tek bildiğim Ayça Hanım’ın lüks bir hayat istemediği ve kız kardeşi Ahu’nun da onun tam zıttı olarak konforlu bu yaşama babası sayesinde tutunduğuydu.

Önüme konulan yemeğin adını biliyorum desem yalan söylemiş olurdum ama tavuk, reklam filmlerinden çıkmışçasına kızarmış görünüyordu. Öyle ki ağzım sulanmıştı ama herkes çatal bıçağını eline aldığında benim de öyle yapmam gerektiğini düşündüm ve birkaç bezelyeyle tavuğu aynı anda alıp ağzıma attım. Şu ana kadar yediğim en iyi yemeklerden biri olmaya tek lokmamda hak kazanmıştı.

“Peki, İlay sen nasılsın? Hayatın nasıl gidiyor? Anlat bakalım.”

“Ben mi?” derken ağzımdakini bitirmeden bunu yaptığım için hafif öksürdüm ve önümdeki suyu hızlıca yudumladım. Bunu yaparken Selenra pek bir eğlenmiş gibi gülüşünü saklamak adına renkli peçetesini kullanmıştı.

Derin bir nefes alıp istenen soruya ne demem gerektiğine dair bir şeyler düşünürken herkesin gözü benim üzerimdeydi. “Daha spesifik olmalısınız.”

Masada Ayça Hanım haricinde gülüşmeler döndüğünde ben de gülümsedim. Aslında espri yaptığım falan yoktu. Sadece ezberlediğim hangi konuları anlatmam gerektiğini düşünmek konusunda zaman kazanmak istemiştim.

“Okulundan bahsedebilirsin.”

“Notları iyi. Eğer istediğin cevap buysa.” diyerek araya giren Ayça Hanım’a baktım ve çatalıma yine tavuğu alırken cevabını o verdiği için önüme döndüm çünkü bana bu konularda herhangi bir şey dememişti.

“Ne kastettiğini anlayamadım Ahu.”

“Neyi kast ediyor olabilirim ki sence?” dedi ve güldü. “Kendi kızınla karşılaştıracaksın. Bariz değil mi?”

Ahu Teyze ona özgün bir şaşkınlıkla dudaklarını hafifçe araladı ve kaşları yukarı kalkıp indi. “Hiç değişmemişsin Ahu. Gerçekten. Aylar geçiyor ve sen aynı kalmayı başarıyorsun. Neden böyle bir şeyi kastettiğimi düşündün ki? Yeğenimi en son anasınıfında gördüm. Tipik sorulardan birini sormamda ne gibi bir sakınca gördüğünü anlayamadım.”

“Yani karşılaştırma yapmayacaktın, öyle mi? İnanayım mı?”

Asım Dede durmaları adına yalandan öksürdü ve göz ucuyla bana baktı. Bir süre onunla bakıştığımda Selenra bana döndü. O an konuşmam gerektiğini ve cevabını benden dinlemek istediklerini anladım.

“Annemin de söylediği gibi notlarım iyi. Üniversite sınavından iyi bir not alacağıma inanıyorum ama hala da belirli bir hedefim yok. Belki de erkendir ama hangi üniversiteleri yazmam gerektiğinden emin değilim. Ya Antalya’da kalacağım ya da İstanbul. Belki Eskişehir de olabilir.” dedim. Biraz ezbere konuşmuş gibi olduğum için Ayça Hanım’ın bana attığı bakışı görmezden geldim. Bunlar benim düşüncelerimdi. Oyuna Leyal’i katmıştım ve bir an için İlay olmaktan çıkmıştım.

“Hangi bölümü düşünüyorsun?”

“İngiliz Dili ve Edebiyatı.”

Selenra suratından hiç düşürmediği gülümsemesiyle, “İkimiz de edebiyat fakültesinde olacağız desene. Ben de sosyoloji istiyorum. Aynı yeri kazandığımızı düşünsene!” dedi. “Belli mi olur, belki de aynı eve taşınırız.”

Ayça Hanım’a yan gözle baktığımda bundan hiç hoşlanmadığını belli eden mimikler yaptığını gördüm ve “Eve ödeyecek paramız yok. İl dışında okursam muhtemelen yurt peşinde koşarım.” dedim.

“Öyle şey mi olur? Bizzat ben yardımcı olurum.” diyen Asım Dede tam ağzımı açacağım sırada, “Konu tartışmaya kapalıdır.” demesiyle sözlerimi yuttum.

“Ama-” diye karşı çıkan Ayça Hanım’ın sözünü anında kesip onun olduğu tarafa bakmadan lokmasını ağzına atmadan önce, “Tartışmaya kapalı olduğunu söyledim.” dedi. Sesi olabildiğince otoriter çıkmıştı.

Yemek faslı bitip tatlılara geçildiğinde doyduğumu fark ettim ve bir kaşık bile alamadım. Mümkün olsaydı paket yapıp eve götürmek isterdim ama böyle bir imkânım ne yazık ki yoktu.

“Biz odama çıkabilir miyiz Dedecim? Söz veriyorum onu sizden çok mahrum bırakmayacağım ama kuzenimi bunca zaman sonra bulmuşken kız kıza biraz olsun zaman geçirmek isterim.” diyen Selenrayı nasıl atlatabilirim diye düşünürken Asım Dededen izin gelmesiyle yerinden hızla doğruldu ve yeniden koluma girip beni yerimden kaldırdı. Dudak büzüp kirpiklerini kırpıştırdığı anda Asım Dededen koparamayacağı herhangi bir izin olmayacağını o an anladım. “Hadi gel!”

Beni adeta sürüklerken merdivenlerde kolumu bırakmak zorunda kaldı. Paşa paşa arkasından onu takip etmek dışında bir çarem yokken bir yandan da çaktırmadan evi inceliyordum. Ev o kadar beyaz ve temizdi ki büyük olmasına rağmen bu kadar özenle temizliğini yapan insanlara yüklü paralar veriyorlardır diye düşündüm. Sahi, burada kaç kişi çalışıyordu?

“Burada aşağıdaki iki kadın haricinde kaç kişi çalışıyor?” diye sorduğumda ilk defa onunla konuşmak için ilk adımı attığımı fark ettiğinden mutlu olmuş olmalı ki hızlıca bana doğru dönüp geri geri çıkmaya başladı.

“Sadece bir tanesi bizimle kalıyor ama o da aşağı katta. Mutfağa yakın odada.”

“Diğeri kim?”

“Tek başına yorulacağını düşündüğümüz zaman çağırıyoruz. Eğer müsaitse Melike ablaya yardımcı olmaya geliyor. Ama çok sık olmaz. Bazen Melike abla kendisi bizden rica ediyor. Biz de yorulmasını istemediğimiz için kabul ediyoruz.”

“Kadını yatağın altından çıkartıyormuş gibi konuşuyorsun.”

“Kimi? Suzan ablayı mı?” Güldü ama daha fazla geri geri çıkamadığı için önüne döndü. “Aslında daha bile sık çağırsak olur. Çoğu zaman paraya ihtiyacı oluyor.”

Konunun buralara geleceğini düşünmeden basamakları çıkmayı devam ettim. Burası benim evim olsa içerisini nasıl dekore ederdim diye düşünemedim bile. İlk başta aklıma getirdim ama hayal bile edemedim. O kadar fazla oda vardı ki ve odalar da o kadar büyüktü ki gardırop, çalışma masası ve yatak haricinde odaları nasıl doldurabileceğimi bilmiyordum.

Odasının kapısını açıp içeri girmemi bekleyen Selenraya baktım ve yanından geçip odasının ortasına doğru yürüdüm. Kalbimi çelen ilk detay kitaplığıydı. Üç sıraydı ve zeminden tavana kadardı. Normalde olsa ağzımı şaşkınlıktan kapatamazdım diye düşünerek kitaplığın önüne geçtim ve elime rastgele bir kitap aldım.

Elime ilk gelen kitap Charles Dickens’tan Büyük Umutlar’dı. Renkli yapışkanlarla işaretlenmiş bir sayfasını açtım ve önüme, ‘Gözyaşlarımızdan utanmamıza hiç gerek yoktur; gözyaşları, katılaşmış yüreklerimizi kaplayan kirin pasın üzerine yağan bir yağmurdur.’ diye bir cümle çıktı. Altı çizildiği için asıl işaretlemek istediğinin burası olduğu açıkça belli oluyordu.

“O kitabı sever misin?”

“Okumuştum ama favorim değil.”

“Çok baktın da o yüzden merak ettim.” derken ellerini arkasında birleştirdi. Kafasını bana doğru eğerken şirinlik yapmaya çalışıyordu.

“Kitapları benim gibi okuman ilgimi çekti, hepsi bu.”

“Sen de mi renkli yapışkanlar yapıştırıyorsun?”

Ben her ne kadar istemesem de işaretlemek istediğim sayfaların üstlerine kıvırıyor ve sonra da tekrar tekrar okumak istediğim yerlerin altlarını çiziyordum. Eğer mümkün olsaydı kare çıkartmalardan alır oralara kitap hakkında notlar da alırdım. Buna rağmen kafamı aşağı yukarı sallayarak sorusuna bu şekilde yanıt vermeyi tercih ettim. Ayrıntıları bilmesine gerek yoktu.

Çünkü ben İlaydım. Leyal değil.

Renkli yapışkanlara verecek ayrıca bir bütçem yoktu. Ne kadar ucuz olduğu umurumda değildi. Para paraydı. Beş kuruş dahi olsa boşuna harcayamazdım.

“Bir ortak özellik bulduk desene.” deyip omzumdan beni dürttü. “Bir de küçükken ikimiz de sarışın olanlara kıyasla azınlık oldukları için kahverengi saçlı Barbie’leri severdik. O da ortak bir özelliğimizdi. Tabii o zamanlar sen kumraldın ama şimdi o Barbie’ler gibi olmuş saçların.”

“Beş yaşında falandık.” İlay ile en son o zaman görüştüklerini biliyordum. Bu nedenle bunu hiç düşünmeden söylemiştim.

“Olsun.”

“Bana takıntılı olduğunu düşünmeye başlayacağım.” deyip kitabı tek elimle kapattım ve yerine koydum.

“Buna özlemek deniliyor.” dedi ama bu sefer sesi biraz iğneleyici çıktı. Bunu beklemiyordum desem yalan olurdu çünkü eve girdiğimden beri ona iyi davrandığım söylenemezdi. “Hatırlamıyor olabilirsin ama neredeyse konuşmaya başladığımdan beri hep bir kız kardeş istediğimi söylerdim. Annem, kuzenlerin de kardeş sayılabileceğini söylediğinde aslında zaten kız kardeşim varmış demiştim kendi kendime.”

O an nasıl bir hayatı olduğunu biraz merak ettim. Zenginlikten ölüyor olduğu gerçeğini hiçe sayarak bu şatafatlı çatının altında ne gibi bir sıkıntısı olabileceğini düşündüm. Annesinin yaptığı onca evlilikten dolayı kendini yalnız hissediyor olduğunu aklıma getirdiğimde ona neredeyse acıyacaktım.

Herkesin derdi kendine diye bir laf vardı ama benim acılarımla onunkiler bir değildi. Eğer tek derdi yalnızlıksa ve çocukluğundan beri yalnızlığını giderecek bir oyuncak istediyse buna sadece gülerdim.

Bir süre suratına hiçbir şey demeden ve tepki vermeden baktığımda, “Yani seni kast ediyorum!” diyerek neredeyse isyan etti.

“Bu sadece bir söylem. Biz kardeş falan değiliz. Bilimsel bir kanıtı yok.” deyip pencereye doğru yürüdüğüm sırada duraksadı. Bana hala daha baktığını görebiliyordum ama ilk defa şaşkınlığını göstermeye bu kadar hevesli olduğunu fark etmiştim.

O, normalde suratına bakmasanız bile konuşurken gülümsediğini anladığınız kızlardandı. Ama şimdi yerine farklı biri geçmiş gibi sesi biraz yükseldi ve “Anasınıfından sonra şeytanla anlaşmış olabilir misin?” diye sordu.

Hala pencereye dönükken kollarımı önümde birleştirerek omzumun üstünden ona baktım ve sorusuna soruyla karşılık verdim.

“Bu da ne demek?” Tek kaşım havalanmıştı.

“Haberin olmayabilir ama biri ruhunu çalmış ya da sen kendi isteğinle vermişsin.” Kendi kendine omuz silkti. “Gerçi teyzemle yaşıyorsun. Ruhunu şeytana satmakta haklı olabilirsin.” İki cümle kurmasına rağmen resmen tüm bunları ağzından kaçırmış gibi duvara tosladı ve bunları sesli bir şekilde söylediğine anında pişman olarak gözlerini utançtan başka tarafa kaçırdı. “Üzgünüm. Sahiden! Bunu söylemek istememiştim.”

“Ama söyledin.”

Kızmam mı yoksa alttan mı almam gerekiyor anlamayarak suratına boş boş bakıyordum ki birden telefonu çaldı ve yatağına doğru gidip eline aldı ama bir yandan da kalbim sanki bin parçaya bölünmüş gibi davranıyordu. Umurumda olmadığını bilse şaşırırdı sanırım. “Gerçekten özür dilerim. O senin annen. Öyle şeyler söylememeliydim. Hele ki yüzüne karşı.”

“Telefonunu açabilirsin Selenra. Gönlümü almana gerek yok.” deyip önüme dönüp pencereden baktım. İnanılmaz bir manzara vardı. Buradan güneşi yutuyormuş gibi görünen denize sonsuza kadar bakabilirdim ama böyle bir imkânım yoktu. Lakin Selenra benim aksime her istediğinde bu manzarayı izleyebilirdi.

Onu kıskandığımı inkâr edecek değildim. Hayatım boyunca çalışmıştım. İlkokuldan sonra kendime ayırdığım doğru dürüst boş bir vaktim olduğunu bile hatırlamıyordum ama bazı insanlar böyle yaşardı işte. Herkes bu çatı altında yaşayanlar gibi şanslı doğmazdı. Bazı insanlar da benim gibi olurdu. Ama Veda Yakası’nın diğer tarafında yaşayan benim gibi züğürtler olmasaydı onlar da normal insanlar olurdu. Belki de her gün bunun farkında olarak uyansalar kendi acılarına dert bile demezlerdi.

Selenra telefonu kısa kesti ve muhtemelen davet edildiği yere gelemeyeceğini söyleyip telefonu kapattı. Sonrasında yanıma gelip bir süre sessiz kaldı. Bu daha da can sıkıcı olmaya başladığı için iç çektim ve “Özür dilemene gerek yok Selenra. Gerçekten yok. Önemli değil. Gidip anneme seni şikâyet falan etmeyeceğim.” dedim.

“Biri benim annem hakkında öyle bir şey dese isyan çıkarırdım. Demek ki sen de bu sözleri hak ettiğinin farkındasın.” dediğinde yeniden ona doğru döndüm. O az önce söylediği şeyin utancını daha yeni yeni atlatmaya çalışırken bir yenisini daha ekleyince elini ağzına götürüp dudaklarına bir defa vurdu. Hatta şaplak sesi geniş odada yayıldı. “Yine yaptım! Yine yaptım! Çok pardon!”

Yaptığı bir şeye ilk defa güldüğümde neredeyse küçük dilini yutuyormuş gibi şok geçirirken istemeden de olsa gülmeye devam ettim.

“Neden böylesin sen?”

“Nasılım? Söyle ki devam edeyim. Az önce seni güldürdüğüme göre doğru yoldayım.”

17 yaşındaydık. Onun altın sarısı, benim ise kahverengi saçlarım ve vazgeçemediğim kâküllerim vardı. Bacaklarımda ufak yaralar ve gizlemeye çalıştığım morluklarım, onun ise pürüzsüz bir cildi vardı. Normal şartlarda yakanın diğer tarafında karşılaşsak yüzüme bile bakmayacak kız benim onu sevmem için uğraşıyordu.

Gülüşümü gizlemek ister gibi elimi dudaklarıma doğru götürürken bir süre sessiz kaldım. O ise uslu çocuklar gibi benden bir cevap bekliyordu.

“Hiçbir şey seni üzemezmiş gibisin.”

“Asıl sen öyle görünüyorsun.”

“Belki de ikimiz de bu konuda profesyonelizdir.” dedim.

Omuz silkti ve “Belki de.” dedi. “Sadece ele alış yollarımız farklı.”

Derin bir iç çekerken olumlu anlamda kafamı salladım ve bu sefer kalçamı pencereye doğru yasladım. Ona bir süre bakıp zamanın geçmesini bekledim. Her an her şeyi söyleyecek ve saçma sapan bir meseleden konu açabilirmiş gibi görünüyordu ama beni sıktığını düşündüğü için kendini tutuyordu.

Aslına bakılırsa, tatlı bir kızdı. Normal şartlarda beni varlığıyla yorabilecek biri olsa da uzun vadede bir arkadaşlığımız olmayacağından dolayı bugünlük ona gayet rahat katlanabilirdim. Sadece hala daha anlamadığım şey Ayça Hanım’ın onu küçük bir şımarık diye tasvir edişiydi. Şu an için herhangi bir şımarıklığını gördüğüm söylenemezdi. Ama bu görmeyeceğim anlamına da gelmezdi.

“Kim aradı?” diye sordum.

“Arkadaşım, Hafsa.”

“Arkadaşınsa bugün teyzenin geleceğini bilmiyor muydu?” diye sorup kendimi hiç katmadım.

“Biliyor ama-”

“Ne için aramış?”

“Bir mekânda açık hava konseri varmış da. Küçük bir grup ama tanıdığımız isimler çalıyor. Aynı okuldan arkadaşlarımız. Son dakika değişiklik göstermiş. Normalde çalması gereken grup iptal etmiş. Bu onlar için büyük bir şans ve yanlarında olmamız gerektiğini söyledi falan işte.” derken başka bir şeyden dolayı utanıp sıkıldığı belli oluyordu. Hatta neredeyse kızarmıştı.

“Bu grubun içinde senin için önemli biri var sanırsam.”

Gözleri büyüdü ve kaşları havaya kalkarken, “Nereden bildin?” diye sordu.

“Suratından belli oluyor.”

“Evet. Şey, iyi bir yalancı değilimdir.” derken huzursuzca yanağını ısırdı.

“Neden gitmiyorsun?”

Güldü ama gülüşü pek bir alaycıydı. “Dalga geçiyorsun, değil mi?”

“İzin vermezler mi?”

“Hayır, ondan değil. Siz buradasınız. Yapamam.”

Az önce penceresinden baktığım balkona omzumun üstünden göz gezdirdim. “Buradan çimenler çok da yüksek olmasa gerek. İlla tutunarak inebileceğin şeyler vardır. Yoksa bile aşağıdaki kumlar inişini yumuşatır. O kadar zor olmamalı.”

Gözleri sorgularcasına kısıldı. “Bana kaçmayı mı öneriyorsun?”

“Neden olmasın?” dediğimde bir süre bana şaka yapıp yapmadığıma dair anlayamaz gözlerle baktığında birden gülmeye başladım. O an şaka yaptığımı sanmasını istedim ama yapmıyordum. Böyle düşünmesini istememin sebebi beni bakışlarıyla garip hissettirmesiydi. Burada böyle uçarı davranışlar pek revaçta değil miydi yoksa diye düşünmeden edemedim.

“Daha önce evden çok kaçmış gibi konuştun.”

“Böyle bir anneye sahip olduğum için çok kaçtım da ondan.” dediğimde yeniden duraksadı. Onun yaptığı iğnelemelere atıfta bulunduğumu anladığı vakit omzumdan vurdu ve hafifçe sarsılmamı sağladı.

“Çok kötüsün!”

“Teyzen hakkında dakikalardır ileri geri konuşuyorsun ama kötü olan ben miyim şimdi?”

“Özür diledim ya!”

“Tamam, tamam. Her neyse.” deyip güldüğümde aşağıdan gelen seslerden dolayı ikimiz de aynı anda irkildiğimiz de Selenra benim aksime bunu pek umursamış görünmüyordu. Sanki rolleri değiştirmiş gibiydik.

“Zaten olacaktı. Az bile dayandı.”

“Ne olacaktı?” derken kafam karışmış bir şekilde ona bakıyordum ve bu az önce şapşallığıyla beni gafil avlamasından sonraki ikinci rengimi belli edişimdi.

“Teyzem. Bir olay çıkaracağını biliyordum. Muhtemelen eften püften meselelerden kavga ediyorlardır ve içine dünyaları koyabileceği büyüklükte olan çantasını alıp öfkeyle kendini dışarı atacaktır. Ben bu senaryoları çok gördüm ama sen yoktun tabii. Bu yüzden seninle zaman geçirmek istedim. Seni bir daha bize getirmez diye. Onu bile yılda bir kere falan görüyoruz ve sonu böyle bitiyor. Yani seni buraya çıkartırken kısıtlı zamanımız olduğunun farkındaydım.” dedi bu durumdan çok bıkmış gibi ve odasının kapısına doğru ilerledi. Peşinden mecburen gittiğim sırada her ne oluyorsa annemin yanında olmam gerektiğini düşünerek bir şey demedim ve merdivenin basamaklarını hızlıca indim.

Selenra’nın bahsettiği kadar büyük çantasını eline almış öfkeyle dış kapıya doğru gitmeye hazırlanıyordu. Arkası herkese dönük olduğu için suratındaki kasları hiç yormadan kapıya doğru yürüyordu. Neredeyse mutluydu diyebilirdim.

Bilerek yapmıştı. Bu evde daha fazla kalmak istemediği zamanlarda demek ki bir olay yaratıyor ve kaçıyordu. İnsan neden ailesinden kaçmak isterdi ki? Üstelik bu kaoslarına rağmen onu her sene belirli aralıklarda çağırıyorlarsa…

Tam yukarıdan bana sesleneceğini anladığım sırada onu durduran şey benimle göz göze gelişi olmuştu. Kaşlarını yeniden çatmış ve tek bir kafa hareketiyle bana kapıyı gösterip, “Gidiyoruz!” demişti.

“Neler olu-” der demez kendi lafımı adeta yuttum. Kendimi bu kadar hızlı kaptırmış olmak önce benim sonra da Ayça Hanım’ı şaşırtmış olacak ki soru soruyor olmama kaşları çatılmıştı. Sorgulamamam ve annemi dinleyen bir kız olmam gerekirdi. Onun her dediğine uyuyor ve onu her daim haklı buluyor olmalıydım. Benden istediği buydu. İkiletmemeliydim.

Basamakları sonuna kadar indikten sonra Ahu Teyze geldi ve “Ne olacak? Her zamanki drama kraliçeliğini sergilemek dışında ne yapabilir ki?” dedi. “Her lafımı çarpıtan bir anneye sahipsin. Onu idare etmek senin için zor olmalı İlay. Seninle yarım saat aynı odada kaldım ama annenden daha olgun olduğunu anlayabiliyorum. Bu kadınla aynı evde yıllarca kalsam ben de erkenden büyümek zorunda kalırdım.”

Neyden bahsettiğini anlamamıştım çünkü zaten onunla yıllarını geçirmiş olması gerekirdi. Ayça Hanım beni bu konuda bilgilendirmemişti. Yine de biliyormuş gibi davranmam gerekirdi ama bu dediğine ne tepki verilir bilemedim. Bu nedenle sustum.

Ayça Hanım burnunu kırıştırdı ve adeta herkese delici bakışlar atarak etrafını süzdü. “Kızımın aklını pis ağzından çıkan şeylerle kirletme! O sizin gibi biri değil. Asla da olmayacak.”

“Yeter!” diyerek araya giren sese döndüğümüzde koridorun sonundaki Asım Bey’in tekerlekli sandalyesini kendisini kumandayla ilerleterek yanımıza geldiğini gördük. Kolundaki tansiyon aletini çıkartamamışken peşinden gelmeye çalışan ama bir o kadar da tedirgin olan evin hizmetlisi ilk başta bize görünür gibi oldu ama sonra olanların arasına düşmemek için gözden kayboldu.

Ayça Hanım bağırırken el kol hareketlerini de katarak sitemle, “Baba, ne yeter ya? Ne yeter?” dedi. “Görmüyor musun ne yaptığını? Sürekli beni aşağılıyor. Ne zaman buraya gelsem kendimi alt tabakadanmış gibi hissediyorum.”

Ahu Teyze istifini hiç bozmadan ellerinin önünde birleştirip, “Sen kendini öyle hissetmek istiyorsun da ondan!” dedi. Onun gibi bağırmıyor olsa dahi her cümlenin sonuna öyle bir nokta koyuyordu ki bağıran taraftan daha üstün olduğu her şekilde belli oluyordu. Kavga ederken bile asaletinden ödün vermiyordu. “Yoksa evden on dört yaşındayken kaçmazdın!”

“On altı yaşında hamile kalan kardeşim mi söylüyor bunu?”

Ahu Teyze’nin gözleri büyüdüğünde ona daha fazla bakamayacağına karar verip babasının olduğu tarafa döndü. Kollarını önünde birleştirdi. Suratını göremesem dahi çenesinin kasıldığını tahmin edebiliyordum. Büyük bir hayal kırıklığıyla çenesinin titrememesi adına çok uğraş gösteriyor olmalıydı. Eğer kız kardeşim yaptığım yanlışları yüzüme böylesine çarpık bir cesaretle çarpmaya çalışsaydı ben ne tepki verirdim emin değildim.

Onları tanımıyordum ama yılda bir kere böyle bir akşam yaşanıyorsa her defasında bu yaralayıcı cümlelerin ortaya yeniden atıldığını tahmin edebiliyordum. Şu an gözümde ikisinin de çocuktan farkı yoktu.

Ayça Hanım bana döndü ve elimden tuttuğu gibi kapıya doğru çekiştirip, “Gidiyoruz!” dedi. “Seni bu yüzden buraya getirmiyordum. İşte bu da son oldu! Daha da getirmem artık!”

Ben daha hareket etmeye kalkmadan Asım Dede, “Durun!” deyip kucağındaki tansiyon aletini yere attığında artık tüm odak ona dönmüştü. Nefes nefese bir şekilde tekerlekli sandalyesiyle ortamıza geçtiğinde önce kızlarına sonra da Selenraya ve bana baktı. “Hiçbir yere gitmiyorsunuz!”

Nefes nefese kalmasının sebebi ayrıca bir efor sarf etmiş olmasından dolayı olmadığını, strese bağlı olduğunu farz ediyordum. Tansiyonunu ölçmeye çalışmalarının sebebinin de biz aşağıya inmeden önce başlayan ama sonrasında hararetlenen bir tartışmadan ötürü olduğunu tahmin ediyordum.

“Ne?”

“Şimdi söyleyeceklerim ağzımdan bir defa çıkacak.” derken derin bir nefes aldı. Sanki soluk alıp vermek onun için çok zormuş gibiydi. Yorulmuştu. “Yaz’ın son ayı da dâhil olmak üzere İlay liseyi burada okuyacak! Sen de annesi olarak yanımızda kalacaksın.”

“Baba, sen ne diyorsun?”

“Bugün bu yüzden torunumu getirmen konusunda ısrarcı oldum!” dedi ve öksürdü. Bu öksürüğü annemden ve çevremdekilerden dolayı hemen tanımıştım. Bu ses ancak haftada birkaç paket sigara içen birinden çıkabilirdi. Asım Dede’nin konumunu düşünecek olursak yurt dışından özel olarak getirilen purolara bağımlı olduğunu düşünmüştüm.

Ahu Teyze’nin sırtı bize dönük olmasına rağmen hayret ederek bizim olduğumuz tarafa döndü. Az önceki tartışmadan daha çok şaşkına dönmüş olduğu belliydi.

Ayça Hanım kocaman aralanmış gözleriyle babasına bakarak, “Hayatta olmaz!” diyerek karşı çıktı. Eli ayağı birbirine dolanmışa benziyordu ve kesinlikle Ahu Teyzeden daha büyük bir tepki veriyordu. Resmen şaşırmış değil, korkmuştu. Elini kolunu bir an için neresine koyacağını bile şaşırmıştı ki en sonunda deri çantasını avucunun içinde sıkmaya başladı.

“Yıllardır torunumdan mahrum bıraktın beni! Burada kalacaksınız diyorsam kalacaksınız.”

Kafasını iki yana birkaç defa hızlıca salladı ve kız kardeşini göstererek, “Olmaz. Olamaz. Mümkün değil. Onunla aynı çatı altında kalamam ben! Böyle bir yerde kalmam da mümkün değil. Yürütmem gereken bir butiğim de var benim.” dedi. Suratındaki mimiklere bakılacak olursak onu sanki canlı canlı aslanların yuvasına atacağımızı söylemiş gibi bakıyordu.

Bu sefer Asım Dede adeta kükredi ve “Ölüyorum ben, ölüyorum! Görmüyor musun? Şunun şurasında sağlıklı geçirecek kaç ayım kaldı belli değil. Son günlerimde gözümün önünde olmanızı istiyorum. Çok mu şey istedim?” diyerek feryat etti. Seni hırıltılı bir şekilde çıkıyor ve öksürmemek için epey çaba harcıyordu. “Bana şunu sesli bir şekilde söylettin ya sana yazıklar olsun!” Elini kaldırıp işaretle başparmağını birleştirdi. “Şu kadar bir zamanım kaldı zaten! Çok mu görüyorsun bana bunu? Şu zamana kadar tüm şımarıklıklarına katlandım. Her istediğinde para verdim. Karşı yakaya taşınmak istediğinde kabul ettim. Torunumun büyümesini kaçırdım. O da tamam! Ama şimdi ben bir şey istediğim zaman imkânsız bir şeymiş gibi davranıyorsun. Ama bu sefer tamam falan değil!” Sesini her yükselttiğinde kendi kendine kısalıyor ve cümlelerini zar zor anlaşılır kılıyordu.

Merdivenlerin orada dümdüz bir şekilde duruyordum. Sanki orada değilmişim ve görünmez bir varlıkmışım gibi her şeyi uzaktan izliyordum. Hâlbuki tam ortalarındaydım. Ne düşünmem gerektiğini bilemiyordum.

“Yapamam baba!”

“O zaman unut parayı falan! Evlatlıktan da reddediyorum seni. Miras da yok!” dedi ve elini hızlıca havada sallayıp kapının olduğu yeri gösterdi. “Şimdi nereye gidiyorsan git hadi.”

Bu sözlerin altından Ahu Teyze bile kalkamamış olacak ki ellerini açıp babasına doğru bir adım attı ve ona tam dokunurken, “Baba.” dedi. Bu bir bakıma Asım Dedeyi kibarca uyarma şekliydi. Ne dediğinin farkında olmasını istiyordu. Az önceki tartışmaya rağmen ablasını bu vaziyette görmek istemiyordu.

“Ağzımı çok pis bozarım! Beni şu yaşımda insanlıktan çıkartmayın.” diyerek elini kaldırıp Ahu Teyze’nin elini itekledi.

Ayça Hanım kimseye bakmadan Asım Dedeye doğru bir adım attı ve “Beni düşünmen lazım. Biz böyle bir hayata adapte-” dediği sırada sözünü yeniden bağırarak kesti.

“Çekil git karşımdan! Bir daha demeyeceğim!”

Ayça Hanım’a yeniden döndüm. Bahsettiği para mirasa dâhil miydi yoksa ayrı bir konudan mı bahsediyordu bilmiyordum ama suratından babasının onu reddedişinden dolayı en ufak bir üzüntü görmedim. Aksine, suratında parayı alamayacağını duyunca ki öfkelenişi vardı. Yine de yalvarmaya hazır gibi görünüyordu.

“Ama baba-”

“Baba falan deme bana!” deyip sandalyesini döndürdü ve salona doğru sürdü.

Ayça Hanım dişlerini birbirlerine bastırırken geri adımlar atıp yeniden yanımdaki yerini aldı ve birinden güç almak ister gibi farkında olmadan bileğimden tuttu. Ortamda tekerlekli sandalyenin sesi haricindeki sessizlik hâkimken bileğimi acıtmaya başlamıştı. Tırnaklarımı etime geçirdiği anda suratımı buruşturmuştum ki Selenra araya girdi ve kolumu tutarak beni ondan hızlıca çekti. Bana değil, teyzesine acıyormuş gibi bakıyordu ki Ayça Hanım bir an için öfkesinden dolayı beni orada unutarak dışarıya doğru kendini hışımla attığında tüm gözler otomatik olarak bana döndü. Söyleyeceğim ya da yapacağım herhangi bir hamlemi bekliyor gibilerdi çünkü giden annemdi ve peşinden onu izlemem gerekiyordu.

Bir daha görüşemeyeceğimize eminmiş gibi bir üzüntüyle bana, “Daha telefon numaranı bile almadım İlay.” diyen Selenraya ne diyeceğimi bilemediğim için ufak bir duraksama yaşadım ama daha sonra Ayça Hanım’ın arkasından baktım.

“Birazdan vedalaşmak için geri geleceğim. Önce anneme bakmalıyım.”

Derin bir nefes alıp yere çivilenmiş halimden kurtularak yalancı annemin peşinden çok geçmeden gittim çünkü böyle bir durumda gerçek kızı onu takip ederdi diye tahmin ediyordum. Zaten her iki durumda da onu takip etmem gerekecekti çünkü paramı o verecekti ve ben elbette ki paramın derdindeydim. Başka ne olabilirdi ki? Bu aile kaosu beni ilgilendirmezdi çünkü ben zaten bu aileden değildim.

Çantasını koluna takmasına rağmen aşağı inip duruyor, o ise yeniden geri yukarıya doğru çıkarıyordu. Kaldırımı aşıp kumların olduğu noktaya vardığında o kadar ilerlediğini sinirden fark edemediğini anladım çünkü bugüne özel giyindiğine emin olduğum topukluları kuma batıyordu ve yürümekte ayrıca zorlanıyordu.

Arkama doğru bakıp biri bizi duyabilir diye, “Anne!” diye seslendim. Alışkın olmadığı için adeta benim olduğum tarafa bakmadığında hızlıca yanına koştum. Görülebilen bir yerdeydik ama bizi duyamazlardı. “Size sesleniyorum.”

“Ölümüyle korkutuyor. Adama bak!”

En sonunda dibine kadar girdiğimde kendi kendiyle konuşmasını bölüp, “Ne yapacağız?” diye sordum.

“Ne bileyim ne yapacağız? Para da gitti!”

“Ne demek para gitti?” derken içime dakikalar önce düşen kurt tüm organlarımı yavaş yavaş yemeye başlamış gibi acı çektiğimi hissettim. Bu işin sonu iyi değildi.

“Ondan her ay düzenli para alıyordum ben!”

“Yani?”

Ellerini havada her kelimesinde çırptı ve “Yani, para mara yok!” dedi.

Kaşlarım çatıldığında istemsiz kafamı geriye doğru çektim ve anlamaya çalıştım. “Sen lüks için yaşamak ve kendi istediğini yapmak için karşı yakaya taşınmamış mıydın? Babandan nasıl hala para alırken kendi saltanatını kurmuş gibi bir özgüvenle kardeşine ahkâm kesiyorsun?”

“Onun bundan haberi yoktu!”

Ellerimi şakaklarıma koyup bastırdım. Kumun üzerinde öylesine adımlar atarken ben de artık ne yaptığımı bilmiyordum. Bugün sırf buraya gelebilmek için mesaiye kalamayacağımı söylediğim işimden kovulmuştum. Bir hiç için. Üstelik bahşişleri de iyiydi!

“Delireceğim şimdi ya! Dalga mı geçiyorsun sen benimle?”

Artık resmiyeti ya da zorlama samimiyeti geçtim, onunla sanki kendi yaşıtımmış gibi konuşmakta bir sakınca görmedim. Az önce kız kardeşiyle yaptığı kavgadan sonra zaten olgunluğundan pekâlâ şüphe etmiştim. Ama durumun bu raddeye geleceğini bilmediğim için paramı aldıktan sonra yollarımız bir şekilde kesişirse bile resmiyeti elden bırakmamayı kendi içimde planlamıştım. Fakat gözümde artık sıfır olan biri için böyle şeyler düşünmeme gerek yoktu.

Bir açıklama borçluymuşum gibi beni baştan aşağı süzerken mideme art arda giren ağrıların haddi hesabı yoktu. Bugüne çok bel bağlamıştım ama şimdi elimde hiçbir şey yoktu. Bu geceden sonra hayatımın dört senesini çok rahat geçirebilirdim. Belki de kendime ihtiyacım haricinde güzel bir ayakkabı alabilirdim ama şimdi tüm bunlar benim için hayal olarak kalmaya devam edecekti.

Bana anlatıp anlatmama konusunda bir süre kararsız kaldı ama sonra benimle paylaşması gerektiğini düşünerek başka tarafa baktı. Her ne diyecekse sanki utanıyormuş gibi görünüyordu ama bunu belli etmemeye çalışıyordu.

“Yetişemiyorum hiçbir şeye. Belirli bir miktar alıyordum işte.”

“Ne kadar?”

“Seni ne ilgilendiriyor?”

“Bana vereceğin para da içindeyse ilgilendiriyor!” dediğimde sesim olduğundan biraz daha yükseldiği için önce o sonra da ben etrafı şöylesine bir kontrol ettik. Bizim dışımızda kimse yoktu. Dinlemediğimize emindim. Yine de risk almamam gerekiyordu.

“Sesini alçak tut!” diye söylendi dişlerinin arasından.

“Bana ne yapacağımı söyleme.”

“Bizi açık edersen eğer, söylerim!”

Tek elimi anlıma koyup sessizce sabır dilerken gözlerimi birkaç saniyeliğine sakinleşmek için yumdum ve sonra, “Bana net bir şey söyler misin artık lütfen.” dedim. Sesimi olabildiğince naif tutmaya özen göstermiştim. Stres şu an işimize yarayan bir şey değildi.

Derin bir nefes alıp kollarını önünde birleştirdi. “İlay son senesinde kursa gidecek deyip ondana yrı para aldıktan sonra üniversiteyi özelde okuyacak diyecektim. Dört senelik okul ücretini peşin peşin alamasam da her sene sana bir kısmını yatırmayı planlıyordum ama şimdi işler değişti. Parayı vermemekle tehdit etti.”

“O bir tehdit değildi. Seni evlatlıktan resmen reddettiğinin farkında mısın?”

Kaşları olasılığı varmışçasına daha çok çatılırken burnundan öfkeli bir soluk verdi. İşaret parmağını bana doğru uzatıp havada birkaç defa salladı ve “Bana bak, senin dilin çok uzadı!” dedi. Bana büyüklük taslayacak durumda değildi ama bunu hatırlatmak elime bir şey geçirmezdi. Bu kadın normal biri değildi. Bunu ancak şimdi anlayabilmiştim.

“Olanı söylüyorum ben. Az önce ikimiz de olanları gördük ve duyduk. İnkâr mı edeceksin?”

“Yorum yapma hakkını sana vermedim.”

“Biliyor musun, kaybedecek bir şeyim kalmadığı zaman kolayca çirkinleşebilirim?” dedim ve hafif esen meltemden dolayı saçımı kulağım arkasına doğru ittim. “Anlaşmamıza sadık kalmadın. O paraya ihtiyacım vardı. Hem de çok!”

“Peki, benim kaybedecek bir şeyim kaldığını mı sanıyorsun?”

Dudaklarımın arasından derin bir nefes verdim ve vücudumu başka tarafa döndürerek aynı onun gibi kollarımı önümde bağladım. Bu noktadan sonra ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Herhangi bir atılımda bulunmasını ya da söylemesini bekliyordum. Amacım ona yardımcı olmak falan değildi. Hala daha o parayı kazanmam mümkünse elimden geleni yapardım.

“Tamam, biraz düşünelim.” dediğinde göz ucuyla onun olduğu tarafa baktım. Bir yandan çantasından sigarasını çıkartmaya çalışıyordu.

“Dinliyorum.”

“Babamın kalbi yumuşaktır. Kalp pili onu robota dönüştürmediyse elbette.” dediğinde ofladım. O da bıkkınlığımı anlamış olacak ki çok geçmeden devam etti. “Seninle bir anlaşma daha yapalım.”

Dikkatimi çektiğinin farkına vardığında büyük bir özgüvenle yarım ağız sırıttı. Ben ise ona doğru bedenimi döndürürken düz bir mimikle diyeceklerini bekliyordum.

“Ne gibi bir anlaşma?”

Bundan sonra ağzından çıkan her cümle sanki etrafımızda bir mikrofon varmış da sesini kaydediyormuş gibi fısıldayarak çıkıyordu. “Ağustos’u, babamın da söylediği gibi burada geçireceksin. Liseyi burada okuman mümkün değil. Kaydını yaparken kimliğin çok kolay açığa çıkar. O yüzden ne yap ne et babamın uslu ve akıllı torunu rolü yap. Liseyi bura okuyamayacağını ve kendi arkadaşlarınla okumak istediğini falan söylersin. Bana artık kalbi taşlaşmış ama suyuna gidersen torununa kıyamaz o. Sonrasında üniversite için de parayı almamız kolay olur.”

Soracağım ilk soru, “Ya onu ikna edemezsem? Ya liseyi burada okumamı şart koşarsa?” olmuştu.

“Orasını dert etme.”

“Nasıl?”

“O zamana kadar muhtemelen ölmüş bile olur.” deyip omuz silktiğinde acımasızlığı karşısında dilim tutulsa da bir şey diyemedim. Ellerim kapının önünde durduğum ilk vakitteki gibi stresten terlemeye başlamıştı bile.

Derin bir iç çektim. Bir ay boyunca tanımadığım insanlara rol yaparak geçirmek kulağa deli saçması geliyordu. Teklifi sunduğu ilk birkaç saniye oluru var gibi gelse de sonrasında başıma gelecekleri tahmin bile edememek beni korkutmuştu.

“Baban senin de burada kalmanı istemişti.”

“Yapamam! Benim yatalak bir kızım var.”

Bunu söylediği anda küçük dilimi yutacağımı sandım. Ama bunun yerine şaşkınlıkla dudaklarım aralanmış ve kaşlarım üzüntüyle yay gibi yukarıya doğru kıvrılmıştı.

“İlay hasta mı yani?” Soruma karşılık kafasını başka tarafa çevirdiğinde bu konu üzerinde çok durmak istemediği belliydi ama merakıma yenik düşmüştüm bir kere. “Neden babana söylemiyorsun? Ona yardımcı olurdu.”

“Ben onun için elimden geleni yapıyorum. Bu ailenin ne kadar zehirli olduğunu bilmiyorsun. İlay’ın bünyesi fazla stresi kaldırmıyor. Daha çok hastalanıyor. Onu bu ailenin içine sokamam. Her daim ona bakmaya hazırım. Gerekirse öleceğim gün onu da kendimle beraber gömerim ama yine de kızımı onların eline vermem.” dediğinde nasıl bir şeyin içine bulaştığım konusunda hala daha en ufak bir fikrim yoktu. Ama her kurduğu cümleden sonra korku beni daha çok sarıyordu.

“Anlayamıyorum.”

Sanki karşısında bir aptal varmış gibi, “Sana anlayasın diye para vermeyeceğim. Kızımın yerini bir aylığına doldur diye vereceğim zaten.” dedi. “Şimdi söyle bana, evet mi hayır mı?”

Endişe tüm bedenimi saran bir gaz bulutu gibi beni bayıltmak üzereyken titreyen ellerimi şortumun arka cebine koydum. İçimden bir ses çığlık atıp kaçmamı bile söylüyordu ama onu susturmak kolaydı. “Tamam ama senin de o evde olmanı istiyor. Hem ben tek başıma idare edemem ki. Onları tanımıyorum.”

“İlay da onları tanımıyor. Ayrıca, emin ol orada benden daha çok etkin olacak. Üniversite için para lazım dersen eğer gözünü kırpmadan verir. Bunun için birkaç gün bile yeterli olacaktır ama çok alışma. Bu Yaz’ın sonuna kadar senin için bir peri masalından ibaret olacak. Sonra hayatına geri döneceksin.”

“Senin bundan tek çıkarın para mı gerçekten?”

“Ve kızımı bu zehirli çatıdan uzak tutmanın vereceği tatminlik hissi.” dedi ve suratına bir sırıtış kondu.

Başından beri kolay lokma gibi göründüğümün farkındaydım. Artık kararları benim de verebileceğim ve fikrimi söyleyeceğim noktaya vardığımı sanmıştım. Özellikle saniyeler önce aramızda geçen tartışmadan ve ondan öncesinde de kardeşiyle kavgasında gerçek kendini gösterdiği zaman… Ama şu an suratına kondurduğu gülümse yeniden dizginleri eline aldığının bir göstergesiydi.

Tam bir şey diyeceğim sırada dudaklarını araladı ve “Telefon numaran bende var.” dedi. “Her şeyi bildireceksin. Her daim irtibat halinde kalacağız. Anlaştık mı?”

Ben ise hayır diyemedim çünkü o güç bende yoktu. Hiçbir zaman olmamıştı. Şimdi de olmayacaktı. Birilerinin üzerimde bu kadar kolay hâkimiyet kurmasından nefret ediyordum. Ama zayıf noktamın farkındaydı ve olumsuz bir yanıt verecek halde olmadığımı da biliyordu. Bu yüzden neredeyse duyulmayacak şekilde, “Tamam.” dedim.

Her ne kadar parayı kaybedeceğim korkusundan dolayı ortalıkta fink atsam da böyle hızlı kabul etmek beni utandırmıştı. Ben gerçekten o kadar kolay birisi olabilir miydim?

Bu düşünceyi içimden geçirirken bile ellerim titremişti.

“Şimdi içeri gir ve sana ezberlettiklerimi unutma. Evinden alman gereken mühim bir şey varsa bir şekilde hallederiz.” dedi. “Eğer bilmediğin bir konu açılırsa bana mesaj at. Tuvalete gitmen gerektiğini söyle. Eğer bilmemen gereken bir şey duyarsan bana anlat.”

“Kulağa ailene ajanlık yapmamı istiyormuşsun gibi geliyor.”

“Kulağa paranı benden alacaksın gibi duyulması gerekiyor.” Aldığım cevap yine beni utandırdığı için başka tarafa bakmama sebep olmuştu. “Şimdi içeri gir ve kızım rolünü oynamaya devam et.”

Beni orada bırakıp geldiğimiz yoldan yürümeye başladığında bir süre olduğum yerde kalıp gidişini izledim. O benim hiçbir şeyim değildi ama burada olmamın sebebiydi ve sırrımı bilen tek kişiydi çünkü bu bizim sırrımızdı. Bundan sonra yaşayacağım bu yalanı bilen tek kişi de beni yalnız bıraktığı için büyük stres altındaydım. Sanki ense kökümde elektrik dalgaları yayılıyordu ve bedenim yeterli gelmediği için çıkış yolunu arıyordu.

Elimi göğsüme koydum ve yumruk yapıp birkaç defa kalbimi yokladım. Bu tik gibi bir şeydi. Bazen hayat gözümde gerçekliğini yitirdiğinde kalbimin atıp atmadığını kontrol etmek bana yaşadığımı hatırlatırdı.

Arkamı döndüm ve kumlu bölgeden çıkıp kaldırama oradan da villanın patika yoluna geçtim. Derin bir iç çekip yeniden zile basıp içeri girmek adına kendime cesaret vermeye çalışıyordum ki bahçeden gelen ses dikkatimi dağıtmıştı. Aklıma kedi olabileceği geldiyse de artan sesler düşüncelerimi kanıtlayan nitelikte değildi.

Elimde olmadan bacaklarım beni oraya yönlendirdiğinde küçük ve sessiz adımlar atmaya çalışıyordum ki karanlık alana geçtiğim gibi birini görmemle ufak bir çığlık attım. Anında geri adımlar attığımda eve doğru koşacaktım ki tırmandığı borudan bir anda atladı. Ben yeniden ışıklı alana geçeceğim sırada daha ne olduğunu anlamadan kolumdan tutup beni yeniden karanlığa çekti. Beni duvarla arasına alan yabancı ağzımı kapatmayı da ihmal etmemişti.

Tam kasıklarına dizimi geçirmeye hazırlanıyordum ki bunu tahmin etmiş gibi avuç içini ayarladı ve eli dizimle buluştu. “Dur! Dur, sakın korkma! Lütfen.”

Bu genç bir oğlanın sesi olduğu ve o da en az benim kadar korktuğu için biraz olsun yumuşadım ama bu tedirgin halimden eser yok demek değildi.

“Yemin ederim yanlış bir şey yapmıyordum.”

Elini hızlıca itip ağzımdan çektim ve “Neden oraya tırmanmaya çalışıyorsun o zaman?” dedim.

“Nasıl göründüğünü biliyorum ama durum öyle değil.”

Hala duvarla arasındaydım. Beni bırakacakmış gibi görünmüyordu ve ben ani bir şey yaparsam ne tepki verirdi bilemediğim için kas katı kesilmiştim.

Karanlık ışıktan dolayı onu net tasvir edemiyordum ama en belirgin özelliği kıvırcık saçlarıydı. Muhtemelen kumraldı ve kenardan gelen bahçe ışığından dolayı gözlerinin mavi olduğunu biliyordum. Veda Yakası öyle bir yerdeki dünya nüfusunun çoğunluğunda kahverengi gözler olmasına rağmen burada azınlıktı.

“Sanırım aradığın kelime, hırsız.” dedim ve duvara koyduğu kolunun altından hızlıca geçtim. Bir an için bana doğru bir atılım yapacak gibi oldu ama bir yere gitmediğimi göstermek adına ellerimi havaya kaldırdım.

Elleriyle tişörtünün yakalarından tutup iki kere silkeledi ve “Sence Balenciaga giyen hırsız olur mu? Sadece bir soru.” deyip ortamı kendince yumuşatmaya çalıştı. Yanlış anlaşıldığını düşünmesine rağmen gülümsüyordu.

“Onu da birinden çalmışsan olur.”

Gülümsemesi bir anda söndü ve o da az önce benim ona yaptığım gibi beni süzmeye çalıştı. Bu karanlıkta en yakınımı bile tanımazdım ama o yine de beni bir yerden tanıyıp tanımadığını çözmeye çalışıyor gibi görünüyordu.

“Pardon ama sen niye buradasın?”

Yalandan güldüm. “Şu an bunu bana soracak konumda olduğunu sanmıyorum.”

Kafasıyla yukarıdaki balkonu gösterip, “Burada arkadaşım oturuyor.” dediğinde o kişinin ancak Selenra olabileceğini anladım. Yine de ismini söylememişti. Bu da beni tekrardan endişeye düşürmüştü.

“Neden insan gibi kapıyı kullanmıyorsun o zaman?”

“Yukarıda da kapı var.” dediğinde anlamadığıma dair kaşlarımı çatınca tekrar konuştu. “Balkon kapısı.”

Kriz anlarında esprilerle ortamı avucunun içine almaya çalışan o tiplerden olmadığını anladım. O muhtemelen her durumda böyle biriydi. Ama az önce onu hırsızlıkla suçladığım için biraz daha yapıcı olmasını umuyordum.

“Sen kocaman bir şaka olmalısın.”

“Ciddiyim ben. Yukarıda arkadaşım-”

“Te Allah’ım. Çattık ya!” deyip geri adımlar atarken en sonunda karanlıktan çıkıp yeniden ışığa geçtiğimde kendi kendime konuşmaya devam ediyordum. “Kim bu arkadaşın? Bana biraz açık olsan hallolacak her şey?”

“Yukarıda yaşıyor işte.”

“Sen yarım akıllı falan mısın?”

“Ayıp ediyorsun.”

“Arkadaşını tarif ederken özneyi geçtim, sıfat dahi kullanmıyorsun. Neye benziyor? Bari onu söyle.”

Artık ondan herhangi bir zarar gelmeyeceğine kendimce anlayınca ellerimi belime yerleştirip soruma bir cevap beklerken yeniden ona baktım ama onun bu sefer karanlıkta olmasına rağmen çok farklı bir şekilde bana baktığını gözlemledim. Dudakları şaşkınlıkla aralanmıştı ve gözlerini birkaç defa kırpıştırıyordu. Eğer baktığı kişi ben olmasaydım bir büyünün etkisi altına girdiğini rahatlıkla söyleyebilirdim.

Olduğu yere çivilenmiş de hareket etmeyi unutmuşçasına bana bakmaya devam ederken dudaklarının arasından belli belirsiz bir küfür duyuldu.

“Hasiktir!”

“Ne?”

Aniden kaşları çatıldığında kafasının içinde her ne varsa patlayacağını düşünmeden edemedim. Hatta canı acıyormuş gibi görünüyordu.

Dudaklarını zor bela kapatmış gibi en sonunda, “Çok güzelsin.” dediğinde bu sefer ağzı açılan ben olmuştum. Bu çocuğun derdi neydi? Bana verdiği izlenim tanıştığı her kıza zamanlamayı ayarlayamadan iltifat etmekse hiç hoş bir etki bıraktığı söylenemezdi.

Ellerimi önünde bir defa çırptığımda gözlerini yeniden iki defa kırptı ve gerçek dünyaya dönmüş gibi kafasını iki yana hızlıca salladı. “Dikkatimi mi dağıtmaya çalışıyorsun? Şimdilerde hırsızların olayı bu mudur?”

Sanki iki kilometre koşmuş ve yorulmuş gibi nefes nefese kalarak, “Hayatında kaç tane hırsızla tanıştın ki?” diye sordu. Az önce bana bakıp dalıp gitmişken nefesini mi tutmuştu o?

“Ben karşı yakada oturuyorum.”

Kaşlarını kaldırıp indirdi ve “Bu yeterli bir cevap oldu.” dedi. “İyi ama neden buradasın?”

Sanki evi ilk defa görüyormuşum gibi sağ tarafıma baktım ve vermem gereken cevabı vermeme rağmen dilim varamadığı için biraz zorlanarak en sonun, “Bu evde yaşayanlar benim akrabam.” diye yanıtladım.

“Nasıl bir akrabalıktan bahsediyoruz?” diye sorgulayıcı bir tavırla bana doğru birkaç adım attığında o da en sonunda ışıklı alana geçmişti. Ben ise tahminlerimde doğru çıkmıştım. Kıvırcık saçları ve mavi hareleri vardı. Boyunun bir hayli uzun olduğunu beni duvarla arasına aldığında anlamıştım. Sıska biri gibi görünüyordu. Bol tişörtü onu gizlese de kollarından ağırlık çalıştığı belli oluyordu.

“Arkadaşım dediğin kızın görümcesiyim-” deyip kendi lafımı böldüm. “Neyi olabilirim sence? Kafayı yiyorum yavaş yavaş haberin olsun. Konumuz senin izinsiz bir kızın odasına doğru tırmanman.”

“İzinsiz değil. Ben bunu çok sık yaparım.” dediği anda ağzım olasılığı varmış gibi daha çok açıldı. O an kendisi de pot kırdığını anlamıştı. İlk defa tanıştığı birine gerçekten çok kötü izlenimler verme gibi bir sorunu vardı.

Hesap sorar bir edayla kollarımı önümde birleştirdim ve “Ha, sen nitelikli sapıksın yani.” dedim.

Gözlerini büyütüp geriye doğru bir adım attı. Az önce aynı benim yaptığım gibi öylesine rastgele adımlar atmaya başladı. “Ben hayatımda bu kadar yorulmamıştım.”

“Sen onu bir de bana sor.”

“Soramam. Zan altında olan benim.”

“Kendini anlatabilsen eğer bu durumlara hiç gelmeyeceğiz aslında da neyse.” dedim ve kafamı yana doğru yatırıp derin bir iç çektim. Gerçekten bu durumdan çok sıkılmaya başlıyordum. Onun hala daha neden burada olduğunu, ismini, cismini, derdini bilmiyordum. Bu konu biraz daha uzarsa çığlık atabilirdim çünkü bir durum komedisinin içine düşmüşüm gibi hissediyordum ve böyle bir absürtlükten ancak öyle çıkabilirdim. “Açıklaman için sana on saniye veriyorum.”

Bir an kafasını sağa sola hareket ettirdi ve acele etmesi gerekiyormuş gibi dudaklarını aralayıp birkaç kem küm ettikten sonra açıkladı. “Bugün arkadaşlarımızın açık havada konseri var ve Selenrayı kaçırmaya gelmiştim.”

“Çok şükür! Param olsa şu anı kutlamak için hayır kurumuna bağış falan yapardım yemin ederim ya. Aferin bak. Çok da zor değilmiş, değil mi?” dediğim anda gülmeye başladığında yan taraftan gelen sesle o tarafa döndüm. Kapının açıldığını ve yalancı adımı söylediklerini duyduğumda hiç düşünmeden o tarafa doğru yönlendim. O ise bir anda karanlığa doğru sessizce geri geri adımladığında onu orada yalnız bırakıp bahçeden çıktım. Gördüğüm ilk kişi kafasını kapının oradan uzatan evin hizmetlisi olmuştu. Bu kadının Melike olduğunu farz ediyordum.

“İlay Hanım, ben de tam size ve annenize bakıyordum.” dediğinde arkama son bir defa dönüp genç adamın görünürde olup olmadığına baktım ama göremedim. “Asım Beyler gidip gitmediğinizi merak etti ama kendini iyi hissetmediği için yatmaya gittiler.”

“Anladım. Teyzem ve Selenra nerede peki?” deyip açık kapıdan içeri girdim. Ardımdan kapıyı kapattığında cevabımı almam çok gecikmemişti.

“Teyzeniz içeride, gelmeniz uzun sürdüğü için anneniz sizi de alıp gittiğini düşündü. Selenra Hanım da odasına çekilmiş olmalılar. En son üst kata çıkarken görmüştüm.”

“Tamamdır. Teşekkür ederim.” der demez salona doğru adımlayıp teyzemi arıyordum ki yerden tavana uzanan cama dönüp şarabını yudumladığını gördüm. Kalem eteğiyle beraber çok zarif göründüğünü düşündüm ama bir yandan da gündüz kuşağı dizilerdeki zengin kadınların depresyon yaşamak için manzaraya karşı alkol içip poz kestikleri sahneler aklıma geldi. Bir an ciddiye alamadım. Almam da gerekmezdi. Yaratılan kişiliğim somurtkan ve bu kadar zenginliği absürt bulan bir tipti. Yani oynadığım rol bana yakındı. Her iki türlü de onlardan biri değildim.

Hiçbir ses çıkartmamışken bir anda, “Gittiğini düşünüp endişe etmiştim. Babam çok sevinecek.” dediğinde beni bir an için nereden gördüğünü anlayamamıştım ama sonra camdaki yansımam gözüme çarptığında gülümsedim.

“Annemin yaptığı şey için üzgünüm. İyi anlaşamadığınızı biliyorum.”

“İyi anlaşamamak mı?” deyip kendi kendine kıkırdadığında bedenini yavaşça bana doğru döndürdü ve elinde nazikçe tuttuğu kadehi havada şöylesine bir döndürdü. “Biz lisede iyi anlaşamazdık. Zaman geçtikçe adeta kanlı bıçaklı olduk.”

“O halde burada kalmaya hevesli olmadığını da anlamışsınızdır.”

“Konu para olunca babamın onu ikna edebileceğini düşünmüştüm.”

“Biliyor muydunuz?”

“Elbette biliyordum.” dedi ve dudak büzdü. “Aptal değilim tatlım. Babam bahsetmiyor ama ona her ay bir miktar yardım yaptığını biliyordum. İsteğinden fazlasını vermiyor çünkü sapıtacağını biliyor. Bu yüzden o her istediğinde akşam yemeklerine katılıyor. Her defasında senin de gelmeni istemişti ama Ayça çok ısrarcıydı. Ta ki bu akşama kadar. Sanırım babamdan isteyeceği başka bir şey vardı ki seni getirdi. Ama işler istediği gibi gitmedi.”

Benim burada kalacağım gerçeğini kast ettiğinde yutkundum. Hala daha burada kalacak olmamdan memnun muydu yoksa karışık duygular içerisinde miydi anlayamıyordum ama içimde ona karşı olumlu bir taraf oluşmuştu. Belki de böyle düşünmeme sebep olan manipületif yanıydı ya da o yanıyla henüz tanışmamıştım. Belki de öyle bir yanı yoktu bile. Ama Ayça Hanım beni öyle bir korkutmuştu ki her şeyi bekliyordum.

“Annem benimle her şeyi konuşmaz. Bu yüzden bilmiyorum.”

“Sana kendi zehrini akıtmaması güzel bir şey zaten.” deyip şarabından bir yudum daha aldı.

Ellerimi önümde birleştirip oynamaya başladım. “Bence kalmaya bugünden başlamamam gerekiyor. Yanıma hiçbir şey getirmedim.”

“Kıyafet konusunda endişelenmene gerek yok. Ayrıca Ayça da gitmedi mi zaten?”

“Gitti ama-”

“Bu saatte tek başına gitmene göz yumamam.”

“Sizin her daim komut bekleyen bir şoförünüz falan yok mu?”

Gülerken kafasını eğdi. “Babamın var ama ben kendi arabamı kendim kullanmayı tercih ederim.”

“Bugünlerde zenginler böyle mi?”

Histerik bir şekilde gülerken kafasını iki yana salladı ama bunun tam anlamıyla bir cevap olduğunu sanmıyordum.

“Annemin anlattığı kadar sosyetik değilsiniz o zaman.”

“Ah, tatlım.” deyip boşta kalan elini havada salladı. “Ondan daha fazlasıyız. Ama Veda Yakasında işler farklı yürür. Zamanla anlayacaksın.”

“Zamanla mı?”

“Yazın sonuna kadar evde boş boş duracağını düşünmedin herhalde. Bir de tabii lise var.” derken sesindeki küçümseyici tonu yakaladım. Ama beni değil, kendini küçümseniyormuş gibi hissettiği için böyle söylemişti. “Senin için fazla planım var. Deden bunca zamandır kaçırdığın her şeyi tatmanı istiyor.”

“Ya istemezsem?”

Kaşları bu sorusuna karşılık olarak şaşkınlığını belli edercesine çatıldığında biraz afallayarak, “Seni zorlayacak değiliz.” dedi. “Ama deden,” Yutkundu. “annene söylediklerinde şaka yapmıyordu. Sana mahrum kaldığın her şeyi göstermek istiyor.”

Bunun bir başka anlamı ölmeden önce torununu mutlu etmek istemesi demek oluyordu. Parasından mahrum bıraktığı tek insanı bu yakada mutlu edip bir bakıma hayır işleyip öyle ölmek istiyordu. Sanırım bu ölmeden önce kendini rahatlatmanın bir yoluydu.

“Nerede kalacağım?”

“Yukarıda boş olan iki misafir odası var. Selenra’nın kapısını çal. Senin kalacağını hala bilse her şeyle kendi ilgilenmek ister. Sana yardımcı olacaktır.” Omuz silkti ve kadehinden bir yudum almadan önce yeniden konuştu. “Gerçi bana sorarsan bunu hizmetlilerden biri yapmalı ama kızım tez canlıdır.”

Kafamı aşağı yukarı salladım ve hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp merdivenlere doğru adımladım. Zaten odasının nerede olduğunu öğrendiğim için kolayca kapalı olan kapıyı tıklattım. Ses gelmeyince uyuduğunu düşünsem de kapı kolunu kavrayıp yavaşça açtım.

“Selenra, uyuyor musun?” derken kapıdan önce kafamı uzatmıştım ki gördüğüm kişi aşağıdaki gençten başkası değildi. Göz göze geldiğimiz anda o da en az benim kadar şaşkın görünüyordu ama en azından annesine yakalanmadığı için rahatlamış gibiydi. “Sen artık fazla oldun ama!”

Hemen Selenrayı gözlerim aradığı sırada içeri girip kapıyı ardımdan kapattım. Sırtımı oraya dayadım ve çatık kaşlarımla girdiği balkon kapısına baktım. Söylediği gibi oradan girmişti.

“Neyse ki sensin!”

“Başka birini mi bekliyordun?”

“Selenrayı tercih ederdim ama annesi olmadığına da sevindim tabii.” deyip çarpık gülümsemesini suratına takındı. Bu ışıkta teninin bronzluğu daha belirgin oluyordu. Gün ışığında nasıl görüneceğini merak etmiştim çünkü bu ten en çok güneşin altında parlardı.

“Buna kişisel alana saygı duymamak denir.”

“O benim arkadaşım.”

“Annesi olsan da fark etmez.”

“Annesi olduğumu hayal edemiyorum.”

Kollarımı önümde birleştirdim ve saçma isyanına kaşlarımı çattım. “Senin için örneğimi değiştirmeyeceğim.”

Gülmeye başladığında ona doğru birkaç adım atıp dakikalar önce onun bana yaptığı gibi elimle ağzını kapattım. “Çok ses çıkarıyorsun kıvırcık.”

Bileğimi çok yavaş bir hareketle kaptığında bir süre orada tuttu ve bana aşağıdaki gibi şaşkın ifadesiyle bakmaya devam etti. Sanki gözlerimin içinde bir şey arıyormuş gibi görünüyordu ve bu baştan aşağı karıncalanmama sebep olmuştu.

En sonunda eliyle tuttuğu bileğimi aşağıya doğru indirdiğinde aynı gülümsemesiyle, “Tam anlamıyla belli etmesen de vahşi bir ruhun olduğu belli.” dedi.

“Yani?”

“Hoşuma gitti.” Hala gülümsüyordu. Keyfi pek yerindeydi. “Ayrıca kıvırcık mı? Birileri Percy Jackson hayranı mı yoksa?”

Bir anda odanın kapısı büyük bir rahatlıkla açıldığında sırtım oraya dönük olduğu için elimi ondan kurtarıp döndüm. Selenra benimle göz göze geldiği anda kocaman gülümsedi ve küçük bir saniyelik dilimde yukarıya doğru baktı. Tam arkamda durduğu ve benden uzun olduğu için bunu yapmıştı ama orada olmasına hiç şaşırmamış, asıl odağı benmişim gibi yerinde zıpladı.

“İlay! Kalıyor musun yoksa?” dedi ama bu bir soru değildi. Kalacağımı anlamıştı. “Ay çok sevindim! Sonunda kuzenimi tanıyabileceğim.” Bana doğru birkaç adımda yetişti ve kocaman sarıldı ama sonra ten teması hakkında söylediğim şey aklına gelip kendini geri çekti.

Kıvırcık, “Görümcen olduğunu sanıyordum.” dedi bilmiş bir edayla. Elbette şaka yapmaya çalışıyordu.

Selenra kulağıma doğru fısıldar gibi, “Sen onu aldırma. Ben espri yaptığında hep öyle yapıyorum.” dedi ama bunu gayet de duymuştu. Yine de bozuntuya verdiğini sanmıyordum.

“Madem kuzensiniz daha önce neden tanışmadık?” diyen arkamdan gelen ses adımlarını yatağa doğru taşıdı ve kapıyı tek bir çene hareketiyle Selenraya gösterip kapatmasını sessiz bir şekilde istedi. Selenra ise bunu büyük bir rahatlıkla yaptığında hala daha onun burada olmasına neden şaşırmadığına anlam veremiyordum.

“En son anasınıfında görüştük.”

“Akrabalık bağlarınız gözümü yaşarttı.”

“Diyene bak!” dedi alayla. “Senin dayın, babanı dolandırmaya çalışmamış mıydı?”

“Ben akraba sevmem zaten.”

“Ben bir şey mi kaçırdım?” deyip ikisine aynı anda baktığımda Selenra dolabına doğru gidip eline birkaç askı aldı. Bana bakmasa da kulağı bendeydi. “Onu sen mi çağırdın?”

“Deha’yı mı? Hayır.” deyip omuz silktiğinde şaşkınlığım biraz daha arttı.

“Neden burada olmasına şaşırmıyorsun o halde?”

“O odama canı sıkıldığında da pencereden giriyor.”

“Ve bunu tek anormal bulan ben miyim?” dediğimde az önce adının Deha olduğunu öğrendiğim genç adam tüm bu şaşkınlığımla eğleniyormuş gibi kıkırdadı. Önce oturduğu yatakta destek almak için ellerini geriye koyarken şimdi daha çok yayılıp dirseklerini koymuştu. “Seni giyinirken de yakalayabilirdi.”

“O beni çıplak da gördü.”

“Efendim?”

“Sakin ol. Dört yaşındaydık. Ailelerimiz eskiden iş yaparlardı.” deyip kendi kendine kıkırdadı ama hala daha bana bakmıyor, dünyanın en önemli işini yapıyormuşçasına kıyafet seçmeye çalışıyordu. “Çocukluğum onunla geçti ama sonra nedendir bilinmez uzun süre konuşmadık. Son bir senedir falan da yakamdan düşmüyor gibi bir şey.”

“Sorma. Bayılıyorum sana.”

“Biliyorum.” deyip en sonunda beğendiğini düşündüğüm askıları yatağının üzerine attığında bir kısımları Deha’nın bacağına doğru gelmişti. O da üstüne düşen kıyafetleri itmeye yanaşmadı. Öylece bekledi.

“Neden kıyafet seçtiğini sorabilir miyim?”

“Deha buraya geldiği her seferinde beni bir yerlere kaçırır da ondan.”

“Yani?”

Omuz silkti. “Ben de pes ettim artık. Bizi açık hava konserine götürecek.”

Kaşlarımı kaldırdım ve Dehaya bakmadan elimle yatakta uzanan bedenini gösterdim. “Pes mi ettin? Ona mı? Gerçekten mi?”

Deha kendinden çok eminmiş gibi bir laubalilikle, “Ben buna Deha Altan etkisi diyorum.” dediğinde cevabım iğneleyeceği bir şekilde, “Çok orijinalmiş gerçekten.” demek olmuştu.

İlay yatağa koyduğu iki kıyafete sonra da bana baktı. Bir an ne yaptığını anlayamadım ama sonra üstümdeki duruşlarını hayal ettiğini fark ettim. Bunu da en sonunda siyah bir korseyi elime verdiğinde anlamış bulundum.

“İyi de bunu bu kadar rahat nasıl yapabiliyorsun?” dedim elime verdiği korseye şöylesine bir baktıktan sonra konuşmaya devam ederken. “Sana az önce kaçmaktan bahsettiğimde şaşırmıştın.”

“Aslına bakarsan kaçtığımız falan yok. Annem biliyor ama biz kendimize macera yaratmak için böyle şeyler yapıyoruz.”

“Manyaksınız yani?”

Deha yerinden kalkıp, “Kronik deliyi tercih ederim.” diye araya girdiğinde artık gerçekten pes etmiş gibi omuzlarımı düşürdüm. Gerçekten anlam veremediğim bir insandı. Eğer bir iki güne ben de onlar gibi olursam burada yaşayan her gencin mutluluk gazı aldığına emin olacaktım.

“Annen nasıl biliyor ben hala anlayamadım.”

“Yani haber vermesem bile buralarda olduğumu biliyor. Biz hiçbir zaman tek dolaşmayız. Benim için endişelenmez.” deyip omuz silkti. “Hadi giyin şunu da çıkalım.”

Uzanan Dehaya şöyle bir baktım. Selenra’nın ciddi olup olmadığını resmen gözlerim soruyordu. Sorduğum kişi Deha olduğu için bu durumu daha absürt bir hale getiriyordu.

“Selenra küçükken de bebek giydirme oyunları oynamayı severdi.”

“Şu an mantıklı bir laf ettiğine inanıyor musun?” deyip ofladım.

Deha suratını buruşturup gülümsedi ve gözlerini birkaç saniye yumup, “Daha tanışalı on beş dakika bile geçmedi ama bana kötü davranması hoşuma gitmeye başladı!” dedi.

“Tamam. Sen gerçekten kronik manyaksın.”

“Kronik deli.” diyerek ikisi de anlaşmış gibi aynı anda konuştuklarında gözlerimi devirdim.

Elimdeki korseye bir kez daha baktım ve üstüme doğru tuttum. “Buraya gelirken aklımda senden pijama ödünç almak vardı. Göğüslerimi meydana çıkaran bir korse değil.”

“O kadar da belli olmazlar yahu.” deyip altımdaki şorttan pek haz etmemiş gibi dolabına doğru gitti ve çok düşünmeden siyah pileli bir şort etek alıp havada yakalamam için attı.

“Hayatta olmaz. Şortla iyiyim.”

“Uçurtma uçurmaya gidiyor gibi görünüyorsun.”

“Uçurtma uçurmaya giderken ayrı kombinlerin mi var?” dediğim anda bu sorumu yanlış bulup hemen ardından yeni bir soru sordum. “Uçurtma mı uçuyorsun?”

“Bazen.” deyip dudaklarını büzdü. “Sen uçurmuyor musun?”

Buna olumlu bir cevap vermem gerektiğini hissettim çünkü bana öyle bir bakıyordu ki eğer daha önce elime uçurtma dahi almadığımı söylersem şüphe çekermişim gibi hissettim.

“İlkokuldan beri hayır.”

Bir an için insani bir yanımı görmüş gibi gülümsedi ve “Anasınıfı konusunda yanılmışım. Demek ki ilkokuldan sonra ruhunu şeytana satmışsın.” dedi. “Hadi giyinsene.”

“O buradayken mi?”

Bu sorumla beraber Deha ile sadece bir defa göz göze gelmem yetmişti. Kirpiklerinin altından bana baktığı anda çenesinin kasıldığını ve gözlerini benden anında kaçırdığını gördüm. Utanmıştı. Normal şartlarda onu utandıracak dünya üzerinde hiçbir şey olmadığını düşündüğüm çocuk ilk defa kızarıp bozarmıştı ve yerinden kalkıp odanın en köşesine gitmişti. Anlını o köşeye dayadığı anda ister istemez gülüşümü bastırmak zorunda kalmıştım. Beni ilk defa güldürmüştü ama bunu görememişti.

XXX

Geldiğimiz mekân alkollü olsa bile kimlik sorulmadan bizi içeri almıştı. Burasını bar sanmıştım ama alkollü bir kafeye benziyordu. Mekânın girişinde iki koruma sayesinde mekânın zararsız olduğu izlenimine kapılmıştım.

Etraf ışıl ışıl sayılırdı ama buna rağmen loş ışık tercih edilmişti. Mekân daha çok camlı bir dekorasyona sahipti ve bir bakıma sanki kumsalın içerisindeymişsiniz gibi hissettiriyordu ama etrafta küçük ışıklar vardı. Yılbaşı ağacının etrafını süsleyen renkli ışıklar neredeyse her taraftaydı. Ama tek fark, renkli değil sarı ışıklardı.

Etraf bana fazla kalabalık gelmişti. Normalde kalabalık ortamlara alışkındım çünkü doğup büyüdüğüm yaka da aynen bu şekildeydi. Ama kendimi pek bir huzursuz hissetmiştim. Kimseyi tanımıyor olmamın etkisi vardı ama asıl gerginliğim Selenra beni arkadaşlarıyla tanıştıracağı içindi.

Deha, “Şuradalar!” diye Selenraya eliyle sahnenin orayı işaret ettiğinde Selenra orayı gözüne kestirip yerinde bir defa zıplarken el sallamaya başladı.

“Hafsa! Buradayız!” diye bağırırken ona doğru dönen kahverengi saçlı kızla göz göze gelmiştim. O sırada Selenra bana doğru kafasını eğdi ve yanında olan oğlanları yanlarına gitmeden bana tanıtmaya başladı. “Yanındakiler birazdan sahneye çıkacak olan Erdem ve Anıl. Kamer diye bir arkadaş daha var ama o biraz fazla mükemmeliyetçidir. Muhtemelen arkada pratik yapıyordur ve bana kalırsa bu grupta olmaktan pek bir mutsuz ama bu başka bir günün dedikodusu olsun.”

Ben tam bir şey diyeceğim sırada sahne için ışık denemeleri yaptıklarını tahmin ettiğim mor renkler ortama yayıldı. Hala ortam loş ışıkla kaplıydı ama mor ışıktan dolayı neredeyse kimsenin yüzünü anlayamıyordum. Ortam fazla kararmıştı ve etrafta mor dışında başka ışıklar da hareket etmeye başlamıştı.

“Hangisi seninki?”

Yanakları neredeyse al al olurken bana yaramaz çocuklar gibi gülümsedi. Elmacık kemikleri belirginleşirken, “Erdem.” dedi.

O tarafa doğru giderken Deha’nın bunu bilip bilmediğini merak ederek onun olduğu tarafa baktım. Selenra’nın dediklerini kalabalık bir ortamın içinde olsak dahi net bir şekilde duymuş olmalıydı. Deha onun yakın arkadaşıydı ve Erdem’i bildiği kesindi. Hatta bana bile bu kadar rahat söylüyorsa Erdem de ondan hoşlanıyor ama birbirlerine bir türlü açılamıyor olmalılardı.

Yanlarına en sonunda vardığımızda yarım çember şeklindeki koltuklara doğru geçtik. Deha önden ilerlememi istemişti ama benim önümden geçmesi için ona izin verdim. Bu tür koltuklardan eğer en köşede oturmuyorsanız kalkmanız zor olurdu. Bu yüzden kimseyi rahatsız etmeden kalkmayı isterdim.

Selenra bir an için yanında olduğumu sanarak Dehaya döndüğünde kafası karışmış şekilde hemen yanındaki bana bakıp eliyle işaret ederek arkadaşlarına tanıtmaya başladı.

“Bu İlay. Kendisi benim tek ve öz kuzenim oluyor. Bahsetmişimdir.” dedikten sonra bu sefer herkesi işaret ederek gösterdi ve isimlerini söyledi. Oturuyor olsalar dahi Erdem’in, Anıl’dan daha uzun boylu olduğu belli oluyordu. Erdem epey güler yüzlü bir tipti. Anıl için aynı şeyi söyleyemezdim. Önyargılı biri olduğumu biliyordum ama bu çocuktan aldığım enerji kötüydü. Her istediğini elde etmeye alışkın olan oğlanlara benziyordu ve siyah camlı güneş gözlüğü takmasına rağmen neredeyse beni baştan aşağı süzdüğüne yemin edebilirdim. Oturduğu yere tamamen yayılmıştı. Bacakları masanın altında yayılmıştı. Rahatına düşkün olduğu barizdi.

Hafsa ise görünüşüyle hayatımda karşılaştığım en asil gençlerden biri olabilirdi. Hatta böyle bir mekânda ne işi olduğu merak ettim çünkü onun gibi tipler gölün etrafında süs köpeğiyle uzun yürüyüşler yapmayı severdi.

“Tanıştığımıza memnun oldum. Selenra seninle görüşmek istediğini çok kez anlatırdı.” diyen Erdem’e bir an için ne diyeceğimi bilemediğimden dolayı kafamı aşağı yukarı sallayıp gülümsemeye çalıştım.

“Biraz çekingeniz sanırım.” diyerek gözlüğünü kafasına doğru kaldıran karşımdaki Anıl’a bakmak zorunda kaldığımda ona da bir şey deme zahmetine girmedim. Hangi ego manyak akşam karanlığında güneş gözlüğüyle dolaşırdı ki?

Selenraya bakarken, “Aile yemeklerinde bizimle görüşme şansın olmazdı.” dedi Hafsa. Suratına daha çok baktığımda bizden bir ya da iki yaş küçük olduğunu söyleyebilirdim. Yine de bu arkadaş grubu içerisinde sırıtmıyordu. Onlardan biriymiş gibi görünüyordu. Ama yakanın her köşesinden tanıdığı arkadaşları varmışçasına bir sosyalliği varmış izlenimine kapılmıştım.

“Evet ama bu sefer işler değişti. Yaz’ın son ayı da dâhil olmak üzere lisenin son yılını bizimle okuyacak.” derken sesi sonlara doğru heyecanla inceldi. Kocaman gülümsüyordu.

Anıl, “Bizimle okuyabileceğinden emin misin? Aynı dili konuştuğumuzu bile sanmıyorum. Oturduğundan beri ağzını açmadı hazretleri.” deyip çekik gözlerini benim üzerimden bir an olsun çekmediğinde ona bıkkın bakışlarımı sunup, “Belki de konuşmaya değer olmanı bekliyorumdur.” diye yanıt verdim.

Erdem, “Dakika bir gol bir!” deyip kollarını koltuğa doğru uzatırken çaktırmadan gülüyordu ama arkadaşı Anıl’a bakmamaya çalışıyordu. Aksi takdirde güldüğü için azar işitebilirdi.

Yanımdaki Deha dolu dolu gülmeye başladığında elini yumruk yapıp ağzını örtmeye çalıştı. O sırada Hafsa elini göğsüne koydu ve “Alınmalı mıyım?” diye sordu.

Kafamı iki yana salladım ve “Hayır. Siz ikiniz harikasınız. Ama ben diyalog kurmadan önce genellikle etrafın nabzını yoklarım.” diye yanıt verdim.

“Kimin kuzeni?” diyen Erdem, Selenraya yandan bir bakış attığında o da dirseğini onun karnına geçmişti. Kan bağımız olmadığını öğrense ne tepki verirdi diye merak etmeden edemedim.

Anıl, “Önyargının kötü bir şey olduğunu öğretmediler mi sana?” deyip göz kırptı.

“Önyargının çok ekmeğini yedim ben. Sen rahat ol.”

“Çattık ya!” deyip kafasını başka tarafa çevirdi ve gözüyle birini kesmeye başladı. Çok geçmeden baktığı yere doğru ıslık çaldığında ortam kalabalık olmasına rağmen duyması gereken kişi duymuş olmalı ki ayağa kalkmıştı. Bir an için yanımızdan geçerken kumral bir kızın belinden tutup koridora doğru geçtiğini anladım.

“Aslında hepimiz neden onunla arkadaş olduğumuzu ara ara sorgularız. Anıl’la iyi geçinmen şart değil yani.” dedi Selenra beni rahatlatmak ister gibi ki buna ihtiyacım olduğunu nereden çıkartmıştı anlayamadım. Ben ona karşı olan bu tutumumdan memnundum. Hala haklı olduğumu düşünüyordum.

“Ben Anıl’ı zorbalamamıza bayılıyorum.” dedi Deha.

Selenra ona, “Dayak yeme de.” diyerek omzundan vurdu.

“Umurunda olmuyor ki. O da bize yapıyor.” dedi ve öndeki üç düğmesinden ikisi açık olan tişörtünün kısa kollarını omuzlarına kadar çıkartıp kaslarını göstermeye başladı. Oturduğu yerden mayo mankeni gibi hareketler yapmaya başladığında Hafsa bu görüntüden hoşlanmamış gibi gözlerini tek eliyle kapattı. “Hem kim kimden dayak yer sence?”

“Şimdi kusacağım.” dedi Selenra.

Erdem, “Ben yorum yapmayacağım.” dedi. “Ama Anıl’ın bu aralar üstüne gitmeyin. Fazla garip davranıyor. Sahneye çıkacağımız için sevinemiyorum bile.”

“Yine ne yaptı?”

“Provalara geç geliyor. Bagetleri elinden sürekli düşürüyor. Pratik yapacağımız günlerde garaja yanına birkaç kızla geliyor. Kamer ile araları hiçbir zaman iyi olmamıştı zaten ama sürekli bir tartışma halindeler. Ben taraf tutmamaya çalışıyorum ama Kamer ne zaman Anıl’a bir şey söylese bilerek daha fazla hoşumuza gitmeyecek şeyler yapıyormuş gibi gelmeye başladı.”

Bunları adeta tek nefeste söylediğinde dolduğunu ve şu an patladığını anlamıştık. Bu da Anıl hakkındaki önyargımı açıklığa kavurmuştu.

“Konuşmaya çalışsanız.”

“Denedik. Umurunda olmuyor. Grubun hali ne olacak bilmiyorum.” deyip elini ensesine atıp bıkkınlıkla kaşıma başladı. “Kamer için bu grup tek geleceği gibi bir şey. Çocuk diğer yakada harcanıyor.”

Kamer dedikleri çocuğun benim gibi diğer yakadan geldiğini duyduğum anda şaşırmıştım. Anıl haricinde kimsenin onunla sorunu varmış gibi görünmüyordu ve diğer yakadan olduğu için dışlanmıyordu. Aksine, arkadaşları olduğu için geleceği adına endişe duyuluyordu. Bu insanlar sandığımdan daha iyi olabilir miydi sahiden?

Ufak bir sessizliğin ve öneri ya da çözüm bulunmamasının ardından Hafsa araya girdi ve “Neyse ne,” dedi. Tek elini çenesinin altına koyarak destek alıp doğrudan bana baktı. “bildiğim kadarıyla sen de Kamer gibi yaşamını yakanın diğer tarafında geçirdin. Senin için liseyi burada okumak zor olmayacak mı?”

Kafamı aşağı yukarı sallayarak onu onayladım ve “Öyle.” diyerek mırıldandım.

“Bu masadakilerin her biri aynı sınıfta değil. Kiminle aynı sınıfa düşersin bilemem ama yalnızlık çekmemen adına yardımcı olurlar. Ben onlardan bir yaş küçüğüm tabii ama beni de okulda bulabilirsin.”

Hafsa’nın garip bir enerjisi vardı. Selenra gibi tatlı bela bir havası olsa da bunları sadece ona bakarak tahmin edebilmiştim. Mimikleri ve kimi zaman göz kontağı kurma becerisinden dolayı özgüvenli bir kız olduğunu söyleyebilirdim ama Selenradan tek farkı oturmasına kalkmasına daha dikkat etmesiydi. Selenra arkasını yaslayıp bu, onlara göre salaş denebilecek ortamın keyfini çıkartsa da Hafsa bizden bir yaş küçük olmasına rağmen dik duruşuna daha önem gösteriyordu.

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve “Teşekkürler.” dedim. “Hayat bize ne gösterir bilinmez. Belki de kalmam.”

Selenra sırtını yasladığı yerden doğruldu ve “Bu da ne demek şimdi?” diye sordu.

Deha hemen yanımda olduğu için kısık mavi gözlerini tamamen açtı ve üstüme dikti. Neden böyle bir tepki verdiğini merak ediyordum çünkü Selenradan daha endişeli gibi görünüyordu. Muhtemelen bunun farkında bile değildi ama tuhaf görünüyordu. Hatta sanırsam aniden bana döndüğü anda Hafsa buna şahit olmuştu.

“Üç senedir aynı lisede okuyorum. Arkadaşlarımla mezun olmak isterim.”

Bu kocaman bir yalandı. Birkaç arkadaş edindiğim vakit beni okul dışı aktivitelere çağırdıklarında müsait olamadığım ve çalıştığımdan dolayı kabul edememiştim. Bunu birkaç sefer yaptığımda artık sormayı bırakmışlardı. Sıra arkadaşım bile yanımda olmasına rağmen arka ve ön sıradakilerle konuşuyordu.

Aslına bakılırsa, yaz tatillerinden çalıştığım ve daha çok yorulduğum için nefret etmem gerekirdi ama ben okulda olmaktan huzursuz olurdum. İnsanlar kötüydü. Hatta birçoğu şeytana pabucunu ters giydirirdi.

“Ben de kuzenimle mezun olmak istiyorum. Onu ne yapacağız?” deyip elini masanın oradan bana doğru uzattığında görmemiş gibi yaparak derin bir iç geçirdim ve başka tarafa baktım. Elimde olmadan gerilmemi sağlamıştı. Planım Asım Dedeyi bunları söyleyip ikna etmekti. Ama Selenra böyle bir tepki verdikten sonra Asım Dede üzüntüsünü görürse beni yollamayabilirdi.

Ben düşüncelerime dalmış ve daralmaya başlamışken yanımıza doğru geri gelen Anıl fermuarını kapattığından emin oldu ve önünden giden, az önce takıldıkları belli olan kızın kalçasına vurdu. Kız gülüp ona göz kırptığında Deha kafasını geriye atıp, “Onunla yattın mı?” diye sordu.

Anıl’ın suratında memnuniyetini belli eden bir gülümseme belirdiğinde Selenra öğürürmüş gibi ses çıkardı ve “İğrençsin Anıl. Bazı bakterilerden bile daha hızlısın!” dedi.

Anıl tam oturacağı sırada Erdem yerinden kalktı ve “Hiç oturma. Birazdan sahneye çıkacağız. Hadi!” deyip omzundan tuttuğu gibi onu bir yere doğru iteklemeye başladı.

Ben ise hala nefes alamıyormuş gibi hissediyordum. Bir anda sıcaklamaya başladığım için yerimden hızlıca doğruldum ve “Elimi yüzümü yıkamaya gidiyorum.” dedim. Normal şartlarda kızlar beraber lavaboya giderdi ve bu arkadaşlar arasında sözsüz bir kuraldı. Buna hep özendiğim gerçeğini içime gömsem de onlardan biraz bile olsa uzaklaşmak istedim ve Selenra’nın peşimden seslenmesini engelleyerek hızlı adımlarla zaten gözüme kestirdiğim ikinci kattaki lavaboya doğru yol aldım. Aklım hala Deha’nın bana olan bakışlarındaydı. O koca cam gibi mavi gözler sanki sırrımı biliyormuş gibi içimi görüyordu.

Kalabalık lavabonun içine adeta yararak girdim. Makyajlarını düzelten ve aşağıda kimlerle göz göze geldiğinin dedikodusunu yapan kızları duymamazlıktan gelip suratıma su çarptım. Gözümde koyu far vardı. Normalde göz ve dudak haricinde makyaj yapan biri değildim. Bazen hiç yapmadığım günler olurdu ama o zamanda ben kendim gibi hissetmezdim. Yine de koyu göz makyajımı umursamadan akmamasına biraz da olsa özen göstererek yüzüme su gezdirdim.

Bu gerginliği atmanın hiçbir yolu olmadığını biliyordum. Burada bir yıl bile geçirsem diken üstünde olmaya devam edecektim. Başkasının hayatını çalmışım hissi asla geçmeyecekti.

Peçete bulup suratımdaki ıslaklığı alıp akan göz makyajımı da en azından biraz toparladığımda çöpe atıp dışarı çıktım.

Elimi göğsümün ortasına doğru bastırdım ve kalp atışımı yoklarken merdivenlere doğru adım attığım anda hızımı alamayıp birinin göğsüne hızla çarptım. Yaşıtlarım arasında boyu epey kısa sayılan biriydim ve bundan hiç hoşlanmazdım. Ama çarptığım sert beden benden bir basamak aşağıda olmasına rağmen yüz yüze bile gelememiştim.

Ondan uzaklaşmak adına geriye doğru hamle yaptığım sırada ucunda güneş sembolü olan kolyemin karşımdakinin gömleğinin düğmesine dolandığına şahit oldum. O kadar yakınımda duruyordu ki uzun merdivenlerden çıkarken soluklarının düzensizleştiğini suratımda hissediyordum.

Elimi ondan uzaklaşmak için omuzlarına koyup ne kadar geri çekilebilirsem çekildiğim sırada avucumu dolduran kaslarından dolayı sanki yanlış bir şey yapıyormuşum hissi kaşlarımı çattı.

Kan beynime sıçrarken ellerimi hızlıca çektim ve kolyemi düğmesinden kurtarmak için çekiştirmeye başlarken, “Daha yürürken bile önüne bakamıyorsun!” diye söyledim.

“Bana çarpan sensin. Ben yolumdan gidiyordum.”

“Ben kendime diyordum zaten!”

Gözlerimi hafifçe yukarıya doğru kaldırdığımda en sonunda renkli gözleriyle benimkiler birleşmişti ama anında kaçırmış ve yeniden kolyemi kurtarmaya odaklanmıştım. Bunu yaparken fazla öfkeli davranıyor olduğumu fark ettiğinde elleri iki yanında bekleyen çocuk kollarını en sonunda kaldırdı ve “Bana izin ver.” dedi. Bunu derken sesinin gür çıkmasına bile gerek duymadı çünkü zaten o kadar yakınımdaydı ki fısıltısı bile irkilmeme sebep olmuştu. Resmen nefesi yanağımı okşamıştı.

Elleri benimkilerin üzerine doğru yerleştiğinde, “Bekle. Ben yaparım.” deyip onları geriye doğru ittim.

“Şu ana kadar iyi idare etmiş gibi görünmüyorsun.”

“Çünkü çok yakınımdasın. Kolyeyi göremiyorum.”

“Rahatsız olmanı anlıyorum ama yardımcı olmaya çalışıyorum. Bu kadar aksi olman şart değil.”

Gözlerinin üstüne düşen kumral saçlarıyla bana yukarıdan bakarken inatla ellerini müdahale etmek adına yukarıda tutuyordu ki arkasından gelen sesle bedenini otomatik olarak o tarafa doğru çevirdi. Böylece ben yine onun göğsüne çarpış, düşmemek için omuzlarından destek almak zorunda kalmıştım. Bu sırada da teninden gelen bergamot kokusunu daha net alabilmiştim.

“Yolu tamamen kapattınız ha! Film mi çekiyorsunuz?”

Bir şey diyeceğim sırada benim yerime kararlı bir şekilde cevap verdi. “Kenardan geç.”

“Kenarda benim göremediğim bir yer mi var? Kolaysa gel sen geç.”

Tam o bir şey diyeceği sırada ben iki büklüm bir şekilde, “İki dakika bekle ölmezsin!” diye söyledim. Beklediği için haklı taraf o olsa da üslubundan dolayı o kadar sinirlenmiştim ki yumruğumu suratına geçirebilirdim.

“İpe dizdiniz insanları amına koyayım!” diye suratıma doğru bağırdığında kumral çocuk öfkeyle suratını kırıştırdı ve gömleğinin düğmesinden kolyemi kurtarmak adına o da çabalamaya başladı. Ama bu sadece daha da karmaşık bir hale getirmesine sebep olmuştu.

“Sesini yükseltme!”

“Bağırma bana!”

Kumralla aynı anda konuştuğumuz da aldığım cevap öfkeden delirmeme sebep olmuştu çünkü bana kondurulan üstü kapalı ima şu zamana kadar annemden dolayı bana yakıştırılmasını istemediğim ve korktuğum bir imaydı.

“Git başka yerde sevgilini tatmin et o zaman. Burası yeri mi?”

Bundan sonra her şey o kadar hızlı gelişmişti ki ben bile tam olarak takip edememiştim.

Parmaklarımın arasına sardığım kolyemi alıp ağzımdan çıkan küfürle beraber çekiştirip kopardığımda onun gömleğindeki düğmede asılı kalmıştı. Ben o sırada bana laf atan çocuğun üstüne atlayacağım sırada benden kurtulan çocuk daha hızlı bir hamle yapmış ve onun yakasından tuttuğu gibi duvara yapıştırmıştı.

“İki saattir ötüp duruyorsun, ya sabır çekiyorum.” dedi ve boynuna daha çok baskı yaptı. “Sesin anca kıza mı çıkıyor? Bana da sesini yükseltsene!”

Yakasını öyle sıkı tutuyordu ki nefes almakta zorlanan çocuk anında süt dökmüş kedi misali onun suyuna gitmeye çalışıyordu. “Dur be aslanım! Çek elini de konuşalım.”

“Yolu kaplayan benim. Bana neden sesin çıkmıyor?”

“Çok konuşuyordu. Sussa mıydım?” diyerekten yandan bana baktı. Ben ise şaşkınlıkla olanları izliyordum.

Tek kolunu çocuğun boynuna doğru daha çok bastırdığında çocuğun gözleri bir an için geriye doğru gitmişti ki merdivenlerin oradan başkaları gelip yardımcı olup onları ayırmaya çalıştı. Ben ise etrafıma bakınıp adeta kaçacak bir yer aradım. Artık burada olmak istemiyordum. Her yer dar geliyordu. Nefes almak bile zordu.

Boşluk bulduğum ilk fırsatta merdivenleri adeta ikişer ikişer inip korkuluklardan yardım aldım. Önüme düşen saçlarımdan dolayı onları geride tutarak en sonunda ilk kata indiğimde arkama son bir kez baktım. Onları ayırmayı başarmışlardı ki kumral çocukla göz göze geldim. O an kafasını eğip gömleğindeki düğmede asılı kalıp sallanan kolyeyi fark etti.

Ben kendimi çıkışa doğru adeta attığım sırada sahnenin oradan ses geldiğini duydum ama dönüp oraya bakamadan çıkışa doğru adımladım. Kimsenin beni fark etmemesini umarak en sonunda kumsala ayak bastığımda ayakkabılarımın kumlanmasını umursamadım. Kollarımı bedenime sardım ve ay ışığı yüzüme gülerken meltemin tenime dokunmasına izin verdim.

Tek bir gün içinde yaşadığım tüm bu şeyler çok fazlaydı ve köprünün neredeyse tam ağzını buradan görebilirken düşünebildiğim şey buydu. Köprünün diğer tarafında asıl hayatım bana sanki göz kırpıyordu. Adeta buraya ait olmadığımı ve ne işimin olduğunu soruyordu. Kulak asmalıydım. Dinlememem gerekiyordu. Planım da bundan ibaretti. Ama gerçekleri düşünmeden duramıyordum.

Arkamdan gelen adım seslerine kulak kabartmamış olsam da o adımlar bir süre sonra sol tarafımda bittiğinde benim gibi önüne bakan çocuk düğmesinden kurtardığı kolyeyi eliyle bana doğru uzatmıştı.

Göz ucuyla eline baktım. Kopmuştu. Bu da artık işlevsiz demek oluyordu. Keyfime göre aldığım tek takı diyebilirdim. O kadar ucuzdu ki kararmaması adına neredeyse iki yıl önce almama rağmen üç defa bile takmamış olabilirdim.

“Çöpe atabilirsin.”

“Kolayca tamir olabilir.”

“Uğraşacağımı sanmıyorum.”

Elini kendine çekip kolyeye baktı ve “Haklısın.” dedi. “Yenisini almaktansa uğraşmaya ne gerek var, değil mi?”

Bunu söylemekten hoşnut değilmiş gibi alaycı konuşmuştu. Beni buradan biri sanmış olmalıydı ama burası küçük bir yerdi. Herkes herkesi tanırdı diye düşünüyordum. Benimle ilk kez tanışmasına rağmen onlardan biri olarak düşünmesi bu mekânın içinde olmamdan dolayı olmalıydı. Hâlbuki kolyeyi biraz daha incelerse ne kadar ucuz biri olduğumu anlayabilirdi.

Kollarımla hala kendime sarılırken tüm bedenimle ona doğru döndüm ve kafamı iki yana salladım. Bir yandan da önüme düşen saçlarımı geriye doğru taramaya çalışıyordum ama rüzgâr arkamdan esiyordu.

“Yeni bir tane almayı da planlamıyorum.”

Aynı benim gibi tamamen tüm bedenini bana döndürdükten sonra, “O halde bir anlamı olmasa gerek.” dedi ve sanki anlamayacağımı var sayarak kolyeyi kast ettiğini belirtmek adına hafifçe yukarı kaldırıp indirdi.

“Olsaydı atmanı istemezdim. Eşyalara anlam yükleyen biri değilim.”

Uzun altın sarısı saçları ve hala daha düzgün bir ışıkta bakamadığım için hangi renkte olduğunu anlayamadığım renkli gözleri var. Benim için herkes uzun sayılırdı ama benim için ayrıca uzundu. Şekilli bir burnu ve güzel bir çene hattına sahipti. Buradaki herkes gibi kusursuzdu. Eğer avucumun içini dolduran kaslarını hissetmeseydim yapılı bir vücudu olduğunu söyleyemezdim. Ama giydiği şeyle iyi saklanıyordu. Küçükken hayalini kurduğunuz beyaz atlı prenslere benziyordu.

Benim onu incelediğim gibi beni inceliyor olmasından herhangi bir rahatsızlık duymuyordum. Az önce mecburen haşır neşir olduğun insanın kim olduğunu en azından fiziki açıdan nasıl göründüğünü bilmek istememde bir sakınca yoktu. Ama onun bana olan bakışlarında bir farklılık vardı. Deha gibi bakıyordu. Bir şey arıyor gibiydi.

Ya da çoktan bir şey bulmuştu.

Ama aradığı şeyin bende olmadığına yüzde yüz emindim. Birinin bende bulmak isteyeceği ne olabilirdi ki?

“Bana neden öyle bakıyorsun?”

Kafasını eğdi ve kolyemi parmaklarının arasında dolaştırırken, “Eskiden tanıdığım birine benziyorsun.” dedi. Sorumu havada kapmıştı. Sanki bunu sormamı bekliyormuş ve yanıtını dakikalar önce hazırlamış gibiydi. Onu tanımıyorum ama yine de bunu başkası söylese flört etme başlangıcı yaratmaya çalıştığını düşünürdüm.

“Demek o yüzden Deha da…” diye kendi kendime mırıldanıp bakışlarımı kaçırmama rağmen suratını bana biraz olsun eğdi. Beni daha dikkatli duymak için çaba harcıyormuş gibi görünüyordu ki çatık kaşlarından dolayı ne düşündüğünü bir an için merak ettim.

“Kim?”

“Kim, kim?”

“İsim söyledin.” dedi ama suratındaki bir şey yemin ederim ki az önce söylediğim ismi duyduğunu bağırıyordu. Sadece tek bir sefer daha emin olmak adına ismin dudaklarımdan çıkmasını istemişti. Ama pek hoşnut olduğu da söylenemezdi.

“Tanır mısın ki?”

“Burada herkes birbirini tanır.”

Omuz silktim. “Ben hariç.”

“Bu da seni ilginç biri yapıyor.” derken bana doğru bir adım attı. Aramızda epey fazla mesafe vardı ve bunu tek bir adımla ortalama bir mesafeye indirmeye çalışmıştı. Benimle neden bu kadar ilgileniyor anlam verememiştim.

“O neden?”

“Buradasın.” dedi ama gözü diğer yakaya uzanan köprüye bir an için kayıp yine beni buldu. “Buralı olmaya çabalıyor gibi bir halin var ama buralı olmadığın çok açık.”

“Ne kadar çok?”

Düşünceli bir tavra büründüğünde kafasını birkaç saniyeliğine havaya kaldırdı ve “Güneş nasıl diğer yıldızlarla karşılaştırıldığında farklı görünüyorsa o kadar çok.” dedi.

“Bana güneş mi demeye çalıştın?” derken tek kaşımı kaldırdım.

“Aykırı bir yıldızsın demeye çalıştım.”

Söyledikleri kulağa kötü gelmiyordu ama söyleyiş tarzı… Bana yalnız olduğumu hatırlatıyordu. Yıldız olduğumu söylerken amacı iltifat etmek değildi. Bu suratından da bariz bir şekilde okunuyordu.

“Nereden anladın?”

“Bazı şeyler gizlenemeyecek kadar barizdir.” Kaşları bir an için havalanıp indi. “Leoparlara lekelerini gizlemesini söyleyebilir misin?”

Benim buralı olmadığımı anlamasına rağmen yeni bir tane kolye alabileceğim imasını yapması benimle eğleniyor olduğunu gösteriyordu. Güzel suratının ardında yatan itici adamı görmeyi çok istedim ama bunun için çok iyi bir hayal gücü gerekirdi çünkü ay ışığı suratının bir kısmını yoklarken tam bir yunan tanrılarına benziyordu.

Gözlerimi kısarak bakışlarımı onda kilitledim ve kendimden emin bir şekilde, “Herkesi tanımıyor olabilirim ama insan analizlerim iyidir ve genelde doğru çıkar.” dedim.

“Öyle mi?”

“Öyle.” derken bu sefer bir adım atan ben olmuştum.

“Benim hakkımda analiz yap o halde.”

Bu açıkça bir meydan okumaydı. Aramızda oluşan gerilimi tek hisseden ben miydim bilmiyordum ama adlandıramadığım birçok his barındırıyordu. Yoğun bakışları bir şeyler anlatmaya çalışıyordu sanki ama ben onu anlayacak kadar tanımıyordum.

Anlamak istiyor muydum?

Orası büyük bir soru işaretiydi.

“Bunu istediğine emin misin? Acıtabilir.”

Sol gözünü kırptı. “Yolla gelsin.”

“Muhtemelen öfke problemlerinin sebebi koca bir hiçten ibaret olan, koruma içgüdüsünün sadece kendi erkeklik egosunu tatmin etmekten geçen, parlak saçlarından vazgeçemeyecek kadar çok seven o züppelerdensin. Eminim şu ana kadar ki en büyük sorunun yaz tatilini hangi ülkede geçirmek olduğudur.” dedim ve sanki oymuşum gibi konuşmaya devam ettim. “İtalya yağışlıymış. Tüh! Fransa’ya da gidesim yoktu ama işte, ne yaparsın?”

Dediklerimin tümünü yuttu ve cümlemi bitirene kadar hiçbir şey dinlemeden sabırlı bir şekilde karşımda dikildi. Ona her ne desem yaralayamazmışım gibi görünüyordu. Sanki kocaman bir duvara konuşuyormuşum gibiydi.

Sakince ellerini arkasında bağladı ve “Bitti mi?” diye sordu. Kurduğum cümleler ağzımdan art arda ve neredeyse hiç düşünmeden çıkmıştı. Kulağa, zaten bunları söylemeye dünden hazırmışım gibi gelmişti çünkü tek nefeste çıkmıştı.

“Bitti.”

“Sıra bende mi?”

Onun da bir şeyler söylemek adına zaman kolladığının farkında değildim ama en az benim kadar acımasız olacağını tahmin edebiliyordum. Ona olumsuz bir yanıt veremezdim. Beni nasıl analiz ettiğini merak etmediğimi ya da onu dinlemek istemediğimi söyleyemezdim çünkü o beni dinlemişti ama bunu isteyen oydu. Bu yüzden ona arkamı dönüp rahatlıkla uzaklaşabilirdim ama yapamıyordum. Benim hakkımdaki çıkarımlarını merak ediyordum. Aksini istesem bile sanki ayaklarım yere çivilenmiş gibiydi. Kaçamazdım.

“Kimse görmüyor değil mi?” diye sordu ama bir cevap beklemeden bana doğru bir adım attı. Aramızda sadece tek bir adımlık yer kalmıştı. “Birileriyle bağ kurmaktan korktuğun için verdiğin sessiz savaşı kimse görmüyor.” Yeniden bir adım daha attı. “Bahse varım herkese karşı, hatta kendine karşı dürüst olmaktan bile korkuyorsundur.”

“Ne diyorsun sen?” dediğimde ister istemez geri adım attım.

“Seni içeride izledim. Bir şeyler arıyorsun ve muhtemelen etrafındaki insanların bir şeye sahip olmak için çok kolay hayatlar yaşadıklarını düşünüyorsun. Sen ararken onların saniyesinde sahip olması seni delirtiyor.” deyip bana doğru bir adım daha attığında yeniden geri adım attım. Her attığım adımda kumlara gömülmemek adına epey çaba harcıyordum. “Kendinde gördüğün eksiklikleri başkalarında arıyorsun ve bunlara tutunuyorsun. Tutunmak istemenin sebebi de, nefret etmek. Çünkü nefretin seni diri tuttuğunu düşünüyorsun. Bu kadar öfkeyi içinde tutman sağlıklı değil. İnsanları sahip olduğu ya da olamadığı şeyler konusun yargılaman da öyle. Aksini iddia etme derim çünkü suratın açık bir kitap gibiydi.” Burnumun ucu sızlıyordu. “Bilmediğin o kadar fazla şey var ki olduğun konuma şükredecek hale gelirsin. Işıl ışıl sandığın hayatlar bir çuval boktan ibaret.”

“Sen…” derken cümlemin devamını getiremedim çünkü çenem kasılmıştı ve bunun sebebi üşüdüğüm için değildi.

“Nasıl mı bu kadar iyi tespitler yaptım?” Alt dudağını ağzının içine aldı ve elleri arkasındayken aya doğru kafasını kaldırdı. “Söylediğim şeylerin yarısı kendim için geçerliydi. Sen merdivende ilk çarpıştığımızda nasıl kendine söylenirken bana bağırıyorsan, ben de aynısını sana yaptım. Ama diğer yarısı tamamen senin için geçerliydi. Hangilerini duymak istersen onu duydun.”

Burnumun karıncalanması en sonunda amacına ulaşmış gibi gözlerimi doldururken kafasını bana döndürmemesi için içimden adeta yalvarıyordum çünkü yerimde donakalmıştım. Kımıldayamıyordum. Bu çocuk çok tehlikeliydi. Eğer yanında yarım saat geçirseydim tüm gerçekleri yüzümden okurdu. Belki de daha kısa bir zamanını bile alabilirdi.

“Ama yanıldığım tek bir nokta var.” derken bu kadar yakınıma girdiğinin ancak geri adımlar attığında farkına varabilmiştim. Suratını suratımla hizaladığını fark edemeyecek kadar söyledikleriyle boğuşuyordum.

Sesimi çıkaramadım. Bana doğru kafasını çevirdiğinde otomatik olarak dolan gözlerimi görmemesi için ben başka tarafa döndüm ama yan gözle ona bakmadan edemiyordum. Geri adımlar atarken benden uzaklaşıyordu. Gidiyordu.

“Sen ona benzemiyorsun. Ondan daha kötüsün.”

Ve gitti. Ama bana arkasını dönerken hala yumruğunun içinde sakladığı kopmuş olan kolyemi cebine sokuşturduğunu gördüm.

Loading...
0%