Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. BÖLÜM - LABİRENT

@rana.betb

Hafsa’nın verdiği partiye dair neredeyse hiçbir şey hatırlamıyordum. Eğer Selenra o günün sabahında bana bazı şeyler anlatmasaydı sadece partiye girdikten sonraki ilk on beş dakikayı anımsadığımı söyleyebilirdim.

Zaman biraz olsun geçtiğinde Anıl ile uğraşılması, Kamer’in kollarındaki yaralara sadece benim şahit olmam, sonrasında verilen kek… Hayal meyal yukarı kata çıktığımı ve orada Deha ile konuştuğumu hatırlıyordum. Bir de Arslan’ı… Ama o tamamen benim hayal gücüm diye düşünmüştüm. Eğer Selenra, Arslan’ın beni ona verdiğini söylemeseydi hayal olarak kalmaya da devam edecekti.

O günü Dehaya sorduğumda ise üzerine kustuğumu söylemişti. Hepsi bu kadar. Başka hiçbir şey anlatmamıştı. İlk başta kusmanın haricinde kötü bir şey yaptığımı sanmıştım çünkü suratıma her zamanki gibi bakamıyordu. Ama bugün daha iyiydi. Yani öyle sanıyordum.

Bugün Erdem’in abisinin düğününe gitmek adına ayarlanan tekneyi kaçırdığımızdan dolayı onların vasat bulduğu bir tekneye binmek zorundaydık. Düğün iki yakanın ortasındaki epey küçük bir adadaydı. O adada büyük partiler, balolar ve düğünler düzenlenirdi. Adanın ortasında sadece bir tane malikâne vardı ve oranın ihtiyaçlarını Alanza’nın önde gelen sakinleri karşılardı. İlk defa gitme şansını elde etmiştim.

“Biz niye her seferinde son dakika bir yerlere yetişiyoruz ya?” diyerek parlayan Anıl saçını geriye doğru sabitlemeye çalışıyordu. Böyle bir isyan etmesine anlam verememiştim çünkü son dakika bir yerlere yetişmelerinin sebebi genelde o oluyordu.

Bugün sabah 06.00’ya kadar dün satışa sunulan bir video oyununu oynadıkları için geç kalmışlardı. Onları uyandıracağız diye kendimiz son anda hazırlanmıştık. Normal şartlarda aile olarak gidilen davete biz dörtlü bir arkadaş grubu olarak gidiyorduk. Deha daha kravatını bile bağlayamamıştı. Ben ise koşturduğumuz için topuklu ayakkabılarımı elimde tutuyordum.

Şansa bak ki, aileleri Deha ve Anıl’ı hiç aramamıştı. Normalde herhangi bir davet ya da parti olduğunda Selenra’nın koordine ettiklerini biliyorlardı. Ona güvendikleri için gençler olarak hep beraber geleceğimizi düşünmüş olmalılardı ki Selenra onları aradıklarında yanımızda olduklarına çok eminlerdi. Selenra da bozuntuya vermeden nerede olabileceklerini düşünüp beni de peşinden koşturmuştu. En sonunda yirmi dört saat açık olan internet kafede uyuduklarına şahit olmuştuk. Normalde kendi evlerinde bu kadar uzun süre oynadıkları takdirde ailelerinden laf geleceğini bildikleri için hiç riske atmadan dışarıda olmayı tercih etmişlerdi.

Burası karşı yakada saati birkaç kuruşa internetini kullanabileceğiz bir kafe değildi. Hayatımda daha önce bu kadar lüks bir eğlence mekânı gördüğümü hatırlamıyordum.

Selenra çatık kaşlarına ek olarak kollarını sinirle önünde birleştirdi ve “Sizin aptallığınız!” dedi. “Erdem’in abisinin düğünü diyorum. Çevresi olarak kendimizi iyi tanıtmalıyız diyorum. Tüm akrabaları orada diyorum. Ama kime diyorum? Sürekli peşinize düşmek zorunda kalıyorum. Sanki ben doğurdum sizi!”

“Allah korusun!” dedi Anıl.

“Ay ben çok bayılıyorum sana çünkü!”

“Benim gibi oğulun olsa öpüp başına koyardın.”

Selenra, Anıl’a hiç bakmadan aynı sinirle söylenemeye devam etti. “Sen ya da bir çuval taş doğurma seçeneğim olsa bir çuval taşı doğurmayı tercih ederim Anıl. O kadar söylüyorum. Gerisini sen anla.”

“Sen kıskanıyorsun beni he.”

Selenra derin bir iç çekti ve doğrudan önüne bakarken çok bıkkın bir sesle konuştu. “Sen olmak istiyorum, Anıl. Gece gündüz dua ediyorum, yemin ederim.”

Anıl onun sesini taklit ederek, “Belli belli.” dediğinde Selenra ona doğru döndü ve elini kaldırıp işaret parmağını havada sallayıp, “Bir daha benimle o ses tonuyla konuş bak ben sana neler yapıyorum sana.” dedi.

Deha güldü. “Bugün yargı dağıtıyorsun Selenra Hanım.”

Selenra tam önüne dönecekken dikkat çekmiş olan Dehaya göz gezdirdi ve zaten çatık olan kaşları olabildiğince daha da çatıldı. “Hala kravatını takmamışsın!” Deha’nın elindeki kravatı buruşturmasını izlerken takmaya pek hevesli olmadığını anladığım sırada Selenra bu sefer Anıl’ı kontrol etmek adına baktı. “E senin de boynunda bir şey yok!”

“Getirmedim.”

“Ne demek getirmedim? Evden çıkmadan tam olduğunu söylemiştin.”

“Kravatsız tam olunmuyor mu?”

“Elbette olmuyor! Gittiğimiz yerin farkındasın değil mi?”

“Ne olmuş yani?”

“Ya adamdaki rahatlığa bak. Sanki sünnet düğünü o adada oldu.”

“Ben böyle tamamım.” diyerek Selenrayı geçiştirmeye çalıştı.

“Bugün bir bitsin de ben seni tamamlayacağım.”

“O nasıl tehdit be?”

“Nasılını da göstereceğim sana!”

Onlar birbirlerine çatarken Selenra’nın daha fazla sinirlenmesini göze almamak adına Deha’nın önüne doğru geçip elimdeki ayakkabıları yere koydum ve “Beceremedin mi?” diye sordum. Bu aslında bir soru değildi.

Elinden alırken bana, “Belki fark etmez de takmam diye düşündüm.” dedi. Bunu duyan Selenra ona öldürücü bakışlarını atarken çantasını kurcalamaya başladı.

Anıl, “Gelsin de İlay yapsın diye yarım saattir kravatla debelenmediyse en adi orospu çocuğuyum.” dediğinde gözlerimi devirip, “Benim kravat bağlayabildiğimi nereden bilsin ki?” diye sordum.

“Altıncı hissi kuvvetli belki.”

Deha kaşlarını havaya kaldırdı ve dalga geçer gibi, “Yok gelmeden çakralarımı açtım. Üçüncü gözüm var benim.” dedi.

Selenra çantasından çıkarttığı şeyi Anıl’ın göğsüne doğru bastırdı ve “Tak şunu. Yedekte vardı.” dedi.

Anıl ucundan tutup havaya kaldırdığında bunun bir papyon olduğunu görmesiyle neye uğradığını şaşırdı. “Bunu bana taktırman için önce beni ters yatırıp sonra da-”

Deha lafını bölmek adına bir an için ne yapacağını bilemeyip, “Hoşt, hoşt!” demeye başladığında bir an için sessizlik oldu. O sırada Selenra, Anıl’ın bileğini yakaladı ve kolundaki saate bakıp ayağıyla yere ritim tutmaya başladı. Sanırsam epey gecikmiştik.

“O çantanda başka neler var?” diye sordu Deha.

“Sana ne lazım?”

Anıl söze girdi. “Partideki keklerden falan varsa tadından yenmezdi. Bugünü ancak kafam güzelken atlatabilirim.”

“Ped var Anıl. İster misin? İkiniz de regl gibi davranıyorsunuz da.” dedi ve hala daha elinde tuttuğu papyonu gösterdi. “Tak şunu!”

“Hayatta olmaz!”

Selenra yumruklarını sıktı. “Ya hepiniz mi aykırısınız? Başlarım bulu çağınızdaki ergen ergen isyanlarınıza! Tak şunu diyorsam takacaksın! İnsanı delirtme! Erdem’in arkadaşları, benim arkadaşlarım demektir. Oraya sizinle gireceğim. Zaten rezil bir adamsın. Bari insana benze!”

Anıl çok eğleniyormuş gibi gülümsedi ve “Kızınca çok seksi oluyorsun.” dedi.

“Yemin ederim seni bu papyonla boğarım Anıl!” dediğinde bunu gerçekten öyle bir ciddiyetle söylemişti ki Anıl onu biraz tiye almak için yakalarını hızlıca kaldırıp papyonu kafasından saçının bozulma pahasına hızlıca geçirdi.

O an en azından biraz rahatlamış gibi görünen Selenra’nın gözleri bizi bulduğunda yutkunup Deha’ya döndüm ve “Yakalarını kaldır.” dedim. O dediğimi yaparken elimde bir ucunu kısaltıp boynundan geçirdim. “Harbi nereden biliyorsun bağlamayı?”

“Yarı zamanlı bir işte çalışırken kız erkek fark etmeksizin kravat kuralı vardı.” dedim. Doğrudan kravata odaklanmıştım ama o suratımın her bir santimini inceliyor gibi kirpikleri oradan oraya savruluyordu. “Kımıldama!”

“Kımıldamıyorum.”

Çok geçmeden en sonunda bağladığımda geri çekildim ve “Yakalarını indirebilirsin.” dedim.

Yarım ağız sırıttı. “Onu da sen yap.”

Gözlerimi devirip önüme döndüğümde Selenra Dehaya baktı ve “Yakalarını indir. Serserilere benziyorsun.”

“Bir anne gibi konuştun.”

Birkaç dakika sonra tekne geldiği vakit iskelenin çok aşağısında kaldığını fark etmiştik. Benim üstümde elbise tekneye kolay atlamaya fırsat vermeyen türdendi. Bu nedenle nasıl bineceğimi kara kara düşünürken Deha ve Anıl tekneye atladı. Ardından Selenra bir yerinin açılmasından gram korkmadan ayakkabılarını çıkartıp tekneye atladığında bunu yapmasına benim elbiseme kıyasla uzun bir eteği olsa da şaşırmıştım.

Önce yerdeki topuklularımı teknenin boş kısmına doğru attım. Daha sonra da ayağımı basabileceğim bir yer aradım. Önce yere çömelerek binmeyi düşündüm ama kumaşın tahtalara takılmasından korktum.

Deha kollarını kaldırdı ve “Atla.” dedi.

Önce idrak edemediğim için, “Ne yapayım?” diye sorduğumda yeniden aynı şeyi söyledi.

“Atla. Tutacağım.”

“Eğer atlarsam ve tutamazsan tekne öne doğru kayar! Bu tekne epey küçük. Suya düşerim.”

Selenra daha çok öfkelendi ve söylenmeye başlarken elleriyle şakaklarını tuttu. Başına ağrı girmiş gibi ovuşturmaya başlarken sesi sonlara doğru inceldi. “Bu küçük boka tekne demeyi bırakın. Bu bir kayık. Lanet olsun ki kayık!”

Herkes oraya tekneyle gittiği için sinirlenmişti. Geç kaldığımızdan kaynaklı olarak ancak kayığa binmek zorunda olduğumuzun altını bir kez daha çizdiğinde Deha elini çabuk tutmak adına yeniden bana baktı. Gözleriyle eğer acele etmezsem Selenra’nın gerçekten de hepimizi boğacağını söylüyordu.

Deha, “Kaymaz. Anıl ve Selenra diğer köşede dengeyi sağlıyorlar.” dedi.

“Risk alıyoruz!”

“Bana güvenmiyor musun?”

“Hayır!” diyerek isyan ettiğimde asla bozuntuya vermeden derin bir iç çekti ve kaşlarını çattı.

“Yemin ederim seni almadan gideriz, İlay!”

“Blöf yapıyorsun.”

“Yapmıyorum!” dedi ama ciddi görünmediği suratından o kadar barizdi ki inanasım gelmedi. En sonunda teknenin daha da ucuna yaklaşmaya çalışıp elleriyle atlamamı işaret ederken sesini daha nazik tutmaya çalıştı. “Atlar mısın? Bak rica ediyorum.”

Anıl arkasından güldü. “Yalvarırken ne kadar da sevimli oluyorsun sen öyle.”

Deha gözlerini devirip, “Vazgeçtim.” dedi. “Doğrudan Anıl’ın üstüne atla. Hem yumuşak bir düşüş de sağlarsın.”

Yanaklarımı şişirip oflarken Anıl gözlerini devirdi. “Sadece elimden tut, tamam mı? Kimsenin üstüne falan atlamayacağım.”

“Tüh!” dedi Anıl sanki buna çok üzülmüş gibi. Selenra da acele etmemiz adına elini havada sallıyordu ki en sonunda teknenin bir köşesine şal gibi bir şey bulup bana kelimenin tam anlamıyla attı. Belime sardıktan sonra Deha’nın tek elini kavrayıp mindere gerçekten atladım. Dengemi sağlamak adına Deha boşta kalan eliyle belimi kavradığında kayık hafifçe salladı ama iyi idare ettiğimiz vakit hemen yerime oturmuştum.

Kayığı bize getiren adam nasıl kullanmamız gerektiğini söylediği sırada Anıl ukalalık taslayarak zaten bildiğini iddia etti ve adamı susturdu. Kayığın iki kolundan tuttu ve var gücüyle küçük adaya doğru bizi götürmeye başladı. Yaklaşık beş dakika sonra kolları neredeyse bitmiş olacak ki nefes nefese kalmıştı ve sıra Dehaya gelmişti.

Selenra olduğu yerde ayağıyla ritim tutarken topuğu tahtada ses çıkarıyordu. Hiçbirimiz bir şey demeyi tercih etmediğimizi sanırken oluşan sessizliği Deha bozdu.

“Eğer biraz daha topuğunu yere vurursan teknede delik açacaksın. Dur artık.”

Yeniden, “Bu bir kayık!” diye isyan etti. “Biraz daha hızlı kullan şunu.”

“Sen denemek ister misin?”

“O kasları boşuna yapmadıysanız hızlı kullanmanız gerekiyor.”

“Ben bu kasları kayık kullanayım diye yapmadım.”

“Ne için yaptın peki?” deyip tek kaşını kaldırdı. “Kızları etkilemek için deme çünkü o konuda da bir yere varabildiğini görmedim.”

Deha utanmış gibi önce gözü bana değdi. Sonra ise hemen kafasını başka tarafa çevirip yalan olduğu çok bariz olan o cümleyi kurdu. “Sana anlatmadığım şeyler de var.”

“Tabii. Kesin öyledir.”

Anıl yorulduğu için adeta olduğu yerde yayılırken cebinden bir şey çıkarttı ve Selenraya bitkin bir şekilde bakarak, “Sigara vereyim mi? Sakinleşirsin.” diye bir öneri ortaya attı.

Selenra şaşkın şaşkın dudaklarını araladı ve kaşlarını çattı. Hayrete düşmüş gibi onu süzerken bunu ciddi anlamda sorup sormadığına emin olmaya çalışmıştı ki anlaması uzun sürmedi çünkü Anıl’ın suratı her şeyi açıklıyordu. Söylediğinin arkasındaydı.

“Sigara mı kokayım? Senin amacın ne?”

“Bu sefer niyetim iyiydi.” deyip suratını buruşturdu.

“Niyetin iyi bile olsa sonuç kötü!”

Anıl o kadar umursamaz bir şekilde Dehaya döndüğünde Deha sanki Selenra’nın dediğini açıklaması gerektiğini düşünmüş olmalı ki tercüman edasıyla, “Yani tekniğin iyi ama pratikte geliştirmen lazım diyor.” dedi.

Selenra, “Ben sana pratikte göstereceğim bir şey o olacak.” diyerek yine aynı tehdidi kullandığında gülmemek için elimle ağzımı kapatıp başka tarafa döndüm.

“Ben ne alaka ya şimdi?” diye bağırdı.

Anıl gülerken tuhaf bir ses çıkarttı ve hayretle elinin tersini öbür eline vurarak şaklattı. “Ağzını açan arada kaynıyor.”

O öyle gülerken ben de kendimi tutamadığım için bana dönen Selenraya bakındım ve “Gerçekten sigara falan mı içsen? Sinirlerin yatışır belki.” dedim.

“Bakın çok samimi söylüyorum, o sigarayı size yediririm.” dedi.

“Bence biraz daha konuşursak o sigarayı bize fitil yapacak. Haberiniz olsun.”

Deha’nın bu söyleminin ardından gülmemek için kendimi o kadar kasmıştım ki daha sonra başıma ağrı gireceğine emin olmuştum. Elmacık kemiklerim yaptığım mimiklerden dolayı uyuşmuştu.

Anıl yapay bir şaşkınlıkla ve hepimizi yadırgamış gibi bir ifadede bulundu. “Ben hayatımda bu kadar küfür duymadım.”

“Yalana bak! Beş lafının dördü küfür, biri şüpheli.” dedim.

“Sen bir karışma. Ben ortamı şey yapmaya çalışıyorum.”

Selenra yine araya girdi ve “Şey yapacağım ben. Yapacağım şey. Göreceksiniz birazdan.” dedi. Cümlelerini bu kadar karıştırmasına rağmen bu sefer o kadar büyük bir ciddiyetle bunu söylemişti ki korkmadık desek yalan olurdu. “Ağrı kesicisi olan var mı?”

“O çantanda bir ağrı kesici mi yok gerçekten?” diye sordum.

Selenra gözlerini devirdi ve sakin kalmak adına derin bir nefes alıp, “Ben de hata yapabilirim!” diye kendini savunmaya geçti. “Şapkadaki Kedi miyim ben? Ne sandınız beni?”

Anıl ceplerini kontrol ederken Deha da o sırada, “Başın mı ağrıyor?” diye sordu.

“Hayır. Tadını seviyorum, Deha. Bu ne çeşit bir soru böyle? Yarım saattir boş boş konuşuyorsunuz. Elbette başım ağrıyor.” deyip kollarını önünde birleştirmeden önce çantasını kucağına düşmesin diye bir güzel oturttu.

“Senin tehditlerin kadar içi dolu konuşamadık prenses. Çok özür dileriz.”

Elini havaya kaldırıp Anıl’a tam vuracağı sırada aniden yer değiştirince kayık sallandığı için Selenra çığlık attı. Ben ise tutunabileceğim yerlere tutunup dengede kalmaya çalıştım ama başımıza bir şey gelmemişti. Nitekim gelmiş olsaydı ve suya düşmüş olsaydım geri geri yüzmeyi unutup nefes almak adına birine tutunur ve onu da kendimle beraber boğabilirdim.

“Hangi günahın cezası bu ya! Bayılacağım şimdi!”

Selenra’nın bu ve buna benzer isyanlarıyla zor bela adaya vardığımızda aynı zorlukla iskeleye çıkmak durumunda kalmıştık. Selenra o kadar hızlı kendine çekidüzen vermiş ve kolumu tutup beni koca malikâneye sokmuştu ki arkamızda kalan Dehayla Anıl’a bakamamıştım bile. Ayakkabılarımı bir şekilde giydiğimde insanların bize baktığına emindim çünkü girişimiz biraz sesli olmuştu. İçeriden gelen keman, çello ve piyano sesleri bile bunu bastıramamıştı.

Selenrayı kapıda gördükleri vakit davetiye göstermesine gerek kalmamıştı. Gözleriyle etrafı tararken annesini görüp bana orayı işaret ettikten hemen sonra Erdem’i görmüş ve onun yanına doğru tüm bu kaos hiç yaşanmamış gibi kıvırta kıvırta ilerlemişti.

Beni salonun ortasında öylece bıraktığı sırada afallamış halde öylece duruyordum ki arkamdan Deha ve Anıl’ın girdiğini gördüm. Onların da yanlarına gitmesi gereken insanlar olduklarını bana işaret ettiklerinde kafamı sallayıp etrafta öylece salındım. Sonra da yapacak bir şey bulamadığımdan kaynaklı straplez elbisemin göğüs kısmını biraz yukarıya doğru çekip Ahu Teyze’nin yanına doğru gittim. Bana hemen Selenra’nın nerede olduğunu sorduktan sonra ona Erdem’in akrabalarıyla tanışıyor olmalı diye bir cevap verdim. Ardından dudak kenarlarının memnuniyet ile kıvrılmasına tanık oldum.

Yan gözle bana bakarken Selenra’nın bana Erdem ile olan durumlarını anlatıp anlatmadığını anlamaya çalıştığını fark ettim. Biliyor olmalıydı ama emin olmaya çalışıyordu. Yoksa kendisi anlatmaya hazır görünüyordu ama sanırım suratımdan her şeyi bildiğim anlaşılıyordu. Bu nedenle açıklama gereği duymadı.

Ardından Asım Dede beni tanıştırmak istediği birkaç kişinin yanına doğru götürdüğünde Ahu Teyze belime doğru elini yerleştirdi ve kulağıma doğru, “Dik dur.” diye fısıldadı. “Ve elbisene de dokunma. Bu seni iyi göstermez.”

Tam Asım Dedeyle beraber giderken arkamı dönüp surat ifadesine bakındım. Gülümsediğini görünce ben de karşılık verdim. Bu kadının kendine göre disiplinleri vardı ama yıllardır burada büyümüş biri olarak bana yardımcı olmaya çalıştığının farkındaydım. Yine de ona karşı tutumumun hala daha nasıl olması gerektiğine karar veremiyordum.

Önceleri sadece beni karşı yakadan geldiğimden dolayı küçük gördüğünü sanırdım ama herkese karşı burnu havada bir ifadesi vardı. Güzeldi, akıllıydı ve girdiği ortamlarda göze çarpıyordu. En önemlisi de bunun farkındaydı. Bu nedenle her şeyi ben bilirim havalarına sahipti. Onu suçlayamazdım. Onun yerinde ben olsaydım bu şekilde büyültüldüğümden dolayı ben de böyle olurdum. Ama bazen yeterli bir egoya mı sahipti yoksa gereğinden fazlası mı vardı emin olamıyordum.

Asım Dede’nin beni tanıştırdığı insanlara selam verip sordukları birkaç soruya tipik yanıtlarımı verdim. Ayça Hanım beni aramadıkça onu aramamam gerektiğini söylediği için sadece ara ara mesajlaşıyorduk. Bazen mesajlarıma cevap dahi vermiyordu. Sanki beni bu hayata koyup giden bir yabancı gibiydi. Adeta tüm görevi hayatımı değiştirmek ama bunu sadece kendi çıkarı için yapan biriydi. Hal böyleyken benimle her daim irtibatta olması gerektiğini sanıyordum ama şu anki durumumuzu batırıp batırmadığımı kontrol etmek adına beni yoklamıyordu bile.

Aradan yarım saat geçtikten sonra gelen anonsla beraber gelin ve damat salona teşvik etmişlerdi. Koca malikânenin orta yerine geldikleri vakit adeta bir peri masalını yaşadıklarına şahit oldum. İkisi de o kadar güzel ve birbirlerine öylesine uyumlu görünüyorlardı ki uzaktan izleyen biri olarak onlara hayran kaldım.

Derin bir nefes alıp omuzlarımı kaldırıp indirdiğim sırada göz ucuyla şöylesine bir etrafı izliyordum ki önce salonun orta yerine doğru giden Hafsa ve Anıl’ı gördüm. Daha sonra gelin ve damadın etrafına serpişen çiftler artmaya başlamıştı. Erdem ve Selenrayı da gördüğüm sırada gözlerim Arslan ile birleşti. Oysa nerede olduğunu bile bilmiyordum ama bulmuştum işte.

Yutkundum. İkram edilen ve dakikalardır tek bir yudum bile almadığım şampanyayı parmaklarıma sararken gözlerimi kaçırıp kaçırmama konusunda kararsız kaldım ama o bana öyle bakarken kafamı başka tarafa döndürmem imkânsızdı.

Beni baştan aşağı süzerken rahatsız olduğum hiçbir saniye yoktu. Beni böyle görmeye alışkın olmadığından kaynaklı mı yoksa gördüğü şeyden hoşnut olduğundan mı bu kadar uzun süre bakınıyordu bilmiyordum ama bana doğru bir adım atacağı sırada Deha önüme geçerek göz temasımızı ne yazık ki kesmişti.

Refleks olarak kafamı yana doğru götürüp Arslan’a bakacağım sırada Deha daha da yakınıma girdiği için suratımı aşağıya eğdim. O sırada elini uzatmış masmavi gözleriyle bana bakan Dehaya nasıl dans etmek istediğimi söylerim diyen düşünmeye başladım ama ben hiçbir şey demeye kalkmadan elimdeki şampanya bardağını alıp masaya yerleştirdi.

Bugün her zamanki gibi davransa da bana karşı ruh halinde farklı bir değişim seziyordum ve sanki bunu anladığımı o da fark etmiş gibi eskisi gibi davranmaya gayret gösteriyordu. Ama sanırsam az önce Arslan’a baktığımı anlamış olduğu için tek gözünün seğirdiğini yakalamıştım.

“Deha, lütfen. İstemiyorum.”

“Sosyeteye tanıtıma kadar pratik yapmış oluruz.”

“Zaten haftanın neredeyse her günü yapıyoruz.”

“İlk defa kalabalık bir ortamda pratik yapmış olacağız.”

Beni dinlemedi ve elimden tuttuğu gibi beni çekiştirmeye başladı. Herkesin ortasında elimi hızlıca çekip başka tarafa doğru yönelmek ve gözlerin garip bir şekilde bizim üzerimizde dolaşmasını istemediğim için mecbur kaldım.

O sırada gözlerim Arslan’ı aradığında bana doğru gelmediğini, aslında çıkış kapısına adımlar attığını gördüm. Küçük bir saniyede olsa beni dansa kaldıracağını aklımdan geçirdiğim için içimden kendime küfürler ettim.

Deha bana dans boyunca bir şeyler sorduğu zaman onu geçiştirdim. Gözlerimi kaçırdım ve müzik sesinden dolayı onu duymadığımı söyleyip sorularına yanıt vermedim. İçimde ona karşı biriken kötü bir his vardı. Nedenini bilmediğim bir şekilde o partide olanlar hakkında olduğunu düşünüyordum ama kendimi suçlu hissetmesi gereken bendim. Sonuçta ayakkabılarına kusmuştum. O bana karşı hala iyiyken ben neden ona sinirli hissediyordum bilemiyordum.

Onu çoğu zaman yapışkan, benden bile daha vurdumduymaz ve ara ara rahatsız edici olarak tasvir edebilirdim. Ama şu anda ona karşı olan hislerimden bağımsız olarak içimde biriken his, dans ederken bana yakın olmasından dolayı daha çok artıyordu.

Danstan sonra yeniden masamıza doğru gittiğim sırada Selenra koluma girdi ve suratını buruşturup, “Burada boğulacağım.” dedi. “Her yerde Erdem’in akrabaları var. Ne ara bu kadar üremişler bilmiyorum her biriyle tanıştığımı sandığım anda yeni birileri ortaya çıkıyor. Sanırım ileride bir aşirete gelin gideceğim.”

Gelin gitme tabirinı duyunca suratımı buruşturdum. Şu anda yaşını baz aldığımızda bu tür esprileri kaldırabileceğimden pek emin değildim. Yine de o sorun etmiyorsa benim de etmemem gerektiğini düşünerek şakasına içimden gelmese bile karşılık verdim. “Töre, namus, intikam diye gezersin ortalıkla. Sana da aksiyon olur.”

Dudaklarını büzüp kolumu çekiştirdi ve kafasını yavru bir köpekmiş gibi yana yatırdı. “Kurtar beni.”

“Sevgilinin abisinin düğünü olmasaydı belki yardım edebilirdim ama sonra benden nefret ederdin.”

Derin bir iç geçirdi ve salona doğru şöylesine bir göz attı. “Zaten yapmamanı tercih ederim.”

“Biliyorum.” dedim. “İsyan ederek söylediğin şeyler genelde yorulsan da severek uyum sağladığın şeyler oluyor.”

Gülümsedi ve kolumu bırakıp salona doğru yürümeden önce, “Beni tanımaya başladın. Tebrik ediyorum.” dedi.

Yeniden yalnız kaldığımda burası ne kadar geniş olursa olsun daraldığımı hissettim ve biraz dışarı çıkıp nefes almak istediğime karar verdiğim sırada Asım Dede beni yeniden birileriyle tanıştırma kararı aldı. Neredeyse yarım saatim öyle geçtiği sırada tam arkamı döndüğümde Dehayla çarpıştım. Anında ellerini omuzlarıma koydu ve dengemi kurmamı sağladı ama ben ellerinin üzerine ellerimi koyup sakince onu kendimden uzaklaştırdım. Teni her tenime değdiğinde bilinçaltımdaki bir şeyler onu kendimden uzak tutmam gerektiğini söylüyordu.

“Nereye?”

Pek donuk bir sesle, “Lavaboya.” dedim çünkü hava alacağımı söyleseydim benimle gelmeyi teklif edeceğini biliyordum.

Yalandan dudaklarını büzdü ve üzülmüş gibi elini kalbinin üzerine koyarak, “Ben de beni aradığını sanmıştım.” dedi ama eli yanlış taraftaydı.

“Kalbin diğer tarafta geri zekâlı.”

Söylediğim hakaret ağzımdan öylesine çıkmıştı ki gram gücenmediğini suratından görebiliyordum. Yine de böyle bir ortamda ağzımdan çıkanlara dikkat etmem gerektiğini düşündüğümden dolayı etrafa şöylesine bir bakındım. Kimsenin duymasını istemiyordum.

“Ama beni buldun. Sence de bu kader değil mi?”

Kaşlarımı çattım. “Aynı tekneyle geldik ve az önce beni dans etmeye zorladın, Deha.”

Dudaklarını büzüp gözlerini yumdu ve sanki beni duymuyormuş gibi kafasını iki yana sallamaya başladı. “Kader!”

“Bir saat bile olmadı.”

“Kadeeer.” diyerek sesli harfi çocuk gibi uzattı.

“Sen buna kader diyorsan Newton'ın kafasına düşen elmaya ne dersin acaba?” deyip gözlerimi devirip başka tarafa doğru bakındım ve küçük adımlar atmaya başladım. Arkamdan geldiğini ne yazık ki biliyordum.

“Ne yapalım biliyor musun?” dedi. Sanki üzerinde muzip bir fikir ortaya koyacakmış gibi bir hava vardı. “Sen bana Newton ve yerçekimi hakkında saatlerce konuş, ben de senin kişisel alanına girerken dinleyeyim.”

Tek kaşımı kaldırdım. “Efendim?”

“Dans edelim diyorum. Yeniden.”

“Az önce ettik. Zaten birazdan yemek yenecek.”

“Olsun.” dediğinde aklıma gelen şeyle adımlarımı durdurdum ve hızlıca ona doğru döndüm. Kaşlarımı çatıp suratını baştan aşağı süzdüm. Sonra da yüzümü ona doğru yaklaştırıp kokladım. “Alkol kokuyorsun. Şimdiden ne kadar içtin?”

“Bilmem. Bir ya da sekiz kadeh kadar. Sayan kim?”

“Deha, geleli sadece bir buçuk saat falan oldu! Sorun mu çıkartmaya çalışıyorsun?” Kafasını iki yana salladı. “Selenraya, insanlara iyi bir imaj gösterme konusunda söz vermediniz mi siz?”

“Kim her zaman sözünü tutabilecek kadar iradelidir biliyor musun?” diye sordu ve sonra da işaret parmağını havaya kaldırıp bana ders verir gibi kendi sorusunu kendi yanıtladı. “Gandi. O da öldü zaten. O yüzden benden beklentin olmasın.”

“Benim senden herhangi bir beklentim yok. Selenra’nın var.”

“İyi. Onun da olmasın.”

Dayanamayıp elimle omzuna şöylesine bir vurdum. “Senin derdin ne?”

“Sana her baktığımda Arslan’a bakıyorsun. Ben sana bakıyorum ama sen hep ona bakıyorsun.” dedi. “Üstelik burada bile değil. Az önce dışarı çıktığını gördün ve belki gelir umuduyla oraya bakıyorsun.” Elimdeki şampanya bardağını biraz daha sıkarsam eğer kıracağıma emin olduğum için onunla göz temasımı kesip yanımızdan geçen garsonun tepsisine yerleştirdim. “Beni dinlemiyorsun bile.”

“Ne dememi istiyorsun Deha?”

“Yanıldığımı söyle.”

“Yanılmıyorsun. Ona bakıyordum.”

Önce yarım ağız gülümsedi. Ama bu hayatım boyunca gördüğüm en çirkin gülüşlerden biri olabilirdi. Öyle ki boynum kasılmıştı.

“O da sana bakıyor! Sen ona bakmadığın zaman bile.” dedi ve kafasını eğip siniri bozulmuş gibi gülerken sessizce küfür etti. “Kaderimi sikeyim!”

“Garsonlardan birinden kahve istediğini söyle, Deha. Seninle daha fazla bu haldeyken görünmek istemiyor-” Lafımı kolumu avucunun içine hızla alıp sıkmasından dolayı bitiremedim.

“Çok üzüleceksin, İlay. Çok fazla.”

Avucunun içinde saniyeler içinde daha çok sıkışan koluma göz ucuyla baktıktan sonra dişlerimin arasından her kelimemi bastırarak söyledim. “Kolumu. Bırak. Deha.”

“Seni uyarıyorum. Bilmediğin o kadar çok şey var ki pişman olacaksın.”

“Eğer kolumu sıkmaya devam edersen pişman olacak kişi ben olmayacağım.”

Ben kendimi ondan kurtarmaya çalışırken onun gücü koluma daha fazla baskı yapıyordu. Elinin izinin çıktığına yemin edebilirdim. “Eskiden babamdan yediğim her dayak sonrası kaya tırmanışı yaptığımı ve kayalıklara çarptığım için morarıklara sahip olduğumu söylerdim. Sonrasında gerçekten de profesyonelleştim. Ama senin Arslan’dan alacağın darbeler fiziksel olmayacak. Üretebileceğim bir bahanenin ardından profesyonelleşeceğin bir şey olmayacağın gibi…”

“Ne saçmalıyorsun? Bırak kolumu!”

“Burada kötü olan ben değilim. Seni uyarmaya çalışıyorum.”

“Hangi konuda?” diye sorarken burnumdan soluyordum.

“Arslan sandığın gibi hayallerini süsleyen bir adam değil.”

“Hah!” Histerik bir şekilde gülerken kolumu var gücümle ondan çektiğimde sarsılmasını sağladım. “Sen kafanda ne güzel şeyler kuruyorsun öyle.” Güldüğümü görünce kaşlarını çattı. “Diyelim ki öyle, Deha. Bundan sana ne? Ben sana tanıştığımızdan beri açık kapı mı bıraktım? Bir ümit mi verdim? Derdin ne senin benimle?”

Bir an için gözleri az önce tuttuğu koluma gittiğinde göz bebekleri büyüdü. Kaşları yukarıya doğru kıvrılırken suratındaki pişmanlığı gördüm ama çok geçti. “Üzgünüm. Benim neyim var bilmiyorum.”

Gözüm koluma gittiğinde sahiden de elinin izinin oluştuğunu hatta parmaklarını sardığı yerde yeşilliklerin yavaş yavaş belirdiğini gördüm. Anında bakmaması adına elimi üstüne koyarken, “Ben de bilmiyorum ama bunu kendi içinde çözsen iyi olur. Beni sorunlarına dâhil etme.” dedim.

Tam arkamı dönüp dışarıya doğru çıkacakken hızlı adımlarla karşıma geçti ve ellerini önüne doğru kaldırıp hiç bana bakmadan mahcup bir ses tonuyla, “Özür dilerim.” dedi. “Gerçekten böyle olsun istemedim.”

Her hareket ettiğinde alkol kokusu burnuma kadar giriyordu. Gerçekten hangi ara bu kadar sarhoş olmuştu bilinmez ama içinde çözemediği soru işaretleri olduğu vakit alkolün ona iyi gelmediğini anlamıştım.

“Çekil önümden Deha.”

“Hayır, gerçekten. Özür dilerim.” Kafasını iki yana hızlıca sallarken etrafa bize bakan var mı yok mu diye göz gezdiriyordum. “Eğer dün seni öpmek istediğimde beni reddetmeseydin-”

“Ne?”

Gözlerim hayretle büyürken geriye doğru bir adım attım. Bana daha fazla yaklaşmasını istemezken kollarımı vücuduma daha sıkı sardım. O günü hatırlamaya çalışırken bilinçaltım bu anı özellikle silmiş olmalıydı. Bu nedenle bugünün erken saatlerinde bana farklı davranmıştı. Bu nedenle ondan rahatsızlık duyuyordum.

İçten içe titredim ve titrek bir soluk verdim. Kendimi bir an için çok pis bir şeye maruz kalmışım gibi hissetmiştim. Su ve sabunun giderebileceği bir kirlilik de söz konusu değildi.

Şimdi ise onu öpmediğim için beni suçlarken bir yandan da özrünü kabul etmemi bekliyordu. O anı hafızamdan silmiş olsam da Dehayı öpmeyi düşündüğüm hiçbir an olmamıştı. Bilincim yerinde değilken beni öpmeye kalkması da ayrı bir rezillikti.

“Bu yüzden mi farklı davranıyordun? Sana karşılık vermediğim için mi?” Hiçbir şey söylemedi ama suratından sebebinin bu olduğu açıkça belli oluyordu. “Ayık bile değildim! Çok adisin! Seni çok yanlış tanımışım.”

Sesim biraz gür çıkmış olacak ki etrafa baktı. Birkaç kişinin bize doğru döndüğünün farkına vardığım sırada hiç umursamadan yanından dolandım ve onu orada bırakarak çıkışa ilerledim. Buradan tek başıma gitme gibi bir lüksüm yoktu. Bu nedenle, sadece tek başıma nefes alacağım bir yer aramak adına mermer merdivenlerden inmeye koyuldum.

Koşar adım merdivenlerden inerken topuklularımın çıkardığı ses kulaklarımı dolduruyordu. Buradaki asilzadelere kıyasla hiçbir hanımefendiye yakışacak şekilde nazik adımlar atmadığım için dışarıdaki davetliler bana göz ucuyla bakarken koşmaya devam ettim. Topukluların hiç bu kadar gürültü çıkarabileceğini sanmazdım ama başarmıştım.

Elimde olmadan yeniden titredim ama bunun soğukla da bir alakası yoktu. Kendimi kötü hissediyordum. Mümkün olsaydı denize, içimde biriktiğini hissettiğim kirden boğulmayı göze alarak atlardım.

Adımlarım beni ilerideki labirente götürdüğünde büyük çalılıklarla şekil almış yola adımladım. Elimi sol çalılığa koyup yol ayrımlarından sadece sol dönerek ilerlemeye çalıştım. Eğer sola açılan bir yol yoksa sağ yaptım ama her zaman ilk tercih sola doğru gitmek olmuştu. Bu şekilde labirent her nereye ulaşıyorsa varabilirdim. Yeter ki bir süre kafa dinlemek adına yalnız kalayım…

En sonunda labirentin çıkış noktasını bulduğumu düşündüğüm sırada ortasında çıkan mermer fıskiyeyi gördüğümde onun da etrafının labirent çalılarıyla çevrildiğini fark ettim. Bazı noktalarda kaybolmamak adına koyulmuş lambaların ışıkları çok loştu. Tüm bunlara ay ışığı da eklendiğinde korkunç bir görüntü oluşturmuyordu.

En sonunda çalılıklardan çıktıktan sonra fıskiyenin bir noktasına sırtını dayamış elinde viski bardağı ile karşımda duran Arslan’ı görmeyi elbette ki beklemediğim için kaşlarım yay gibi yukarıya doğru kalkmıştı.

“Her yol sana çıkıyor.”

Bu ağzımdan çıkan bir çeşit isyan, belki de haykırıştı. Bıkkınlıkla söylemiş, omuzlarımı düşürmüştüm. Gözlerim benden habersiz sulanırken sesin kaynağının kime ait olduğunu öğrenmek adına kafasını bana çevirmek zorunda kalmıştı. Zaten sesimin rengini biliyordu ama o da en az benim gibi, beni burada görmeyi beklemiyordu. O nedenle netleştirmek ister gibi gözleri kısılarak beni süzmüştü.

O kadar insan varken o ve ben bu labirentin içine girip her şeyden uzaklaşmak istemiştik. Ama bir şekilde birbirimizi bulmuştuk.

Bu yakanın sevilmeyen ve dışlanmış çocuğu olarak yolumun her daim ona çıkması kadar acayipti bu. Belki de aramızdaki ilişkinin metaforuydu labirent.

Uzun bir bakışma ve ardından gelen sessizliğin ardından, “Neden buradasın?” diye sordum.

“Sen neden buradasın?”

“Önce ben sordum.”

“Önce ben geldim.”

Kaşlarım ister istemez çatıldı. “Çocuklaşma!”

Yarım ağız ve hiç de inandırıcı olmayan bir gülüşle başını eğdi. “Çocuk olmak yapamayacağım tek şey, İlay. Onda bir hemfikir olalım da.”

Biraz daha ona bakındım. Takım elbisenin ona yakıştığına bir kez daha emin oldum. İçinde o kadar iyi görünüyordu ki bir daha giymemesi adına anlaşma imzalamasını istedim. Sonsuza kadar.

Birkaç adım atıp yaslandığı yere doğru gittim ve tam dudağına doğru götüreceği büyük viski bardağını ondan çalıp ihtiyacım olduğuna karar verdiğim için tekte kafama diktim. Bunu yapmak büyük bir hataydı çünkü düzgün içmeyi beceremediğim için boğazımda derin bir acılık hissetmiştim. Burnuma kadar gelen sızıyla suratımı ekşittiğimde histerik bir şekilde gülmesini işittim.

“İstediğini söyleseydin vermekten çekinmezdim.”

“Elinden alana kadar istediğimin farkında değildim.”

Sesli bir şekilde nefes aldı ve sırttı. “Bazen bilmece gibi konuşuyorsun.”

Söylediği şeye şaşırsam da belli etmedim. Büyük bir umursamazlık ve ciddiyetsizlikle söylediği şeyin doğru olmadığını kanıtlamaya çalıştım. “Bunu bana söyleyecek en son kişisin, Arslan Doğan.”

Dudağının iki kenarı aşağıya doğru kıvrılırken gülümsedi. “Öyle diyorsan öyle olsun.”

Elimdeki bardağı yeniden avucuna bıraktığımda, “Seni partiden beri görmedim.” dedim.

Kafasını yeniden havaya kaldırırken bana doğru baktı ve “Benimle karşılaştığını hatırlıyor musun?” diye sordu.

Omuz silktim. Cevabını bilmeme rağmen sorusunun hatırına düşünmeye çalıştım ama yine de cevap aynı kaldı. “Tam değil. Anımsıyorum.”

“Neler yaptığımızı hatırlıyor musun?”

Sesi derinden ve etkili çıktığından bir an için ürperdim. Bu az önce Deha’nın bana o gün partide yaptığı şeyi itiraf etmesi gibi bir ürperme değildi. Devamını merak ettiğimden kaynaklı sessiz bir heyecandı.

Onunlayken kendimi savunmasız ama aynı zamanda korunmuş hissediyordum. Aklımdan hiç ama hiç kötü bir şey geçmiyordu. Yine de kendisinden ve benden bahsederken çoğul konuşmuş olması hoşuma gitmişti.

“Yaptığımız mı?”

Kaşlarımın masumca havalanışını görmesiyle gözleri suratımı baştan aşağı inceledi. Bunu her yaptığımda nefes almayı adeta unutuyordum. Çünkü, sanki bana ilk sayfasındaki cümleyi okuduğu anda favori kitabı olacağını anlamış gibi bakıyordu.

Yanaklarım kızarırken gözlerimi başka tarafa kaçırdım ve “Seni zorla havuza itip ikinci bir yüzme dersi almak istediğim hakkında saçmalamadıysam duymak istemiyorum.” dedim.

“Peki, söylemem.” demesiyle kollarını önünde birleştirdi. Bunu yaparken keyfinin yerinde olduğu çıkarımını yapmak istemiştim ama tam tersiydi. Bu muhabbetin hoşuna gitmesini önlemek adına elinden geleni yapıyordu. Bir şekilde kendini suçladığı noktalar vardı ve ben bunun sebebini hala daha bilmiyordum. Daha tuttuğum sırrın ne olduğunu bilmediğim gibi bunu da bilmiyordum ama ikisinin ortak bir kesişim noktası olduğunu tahmin etmek zor değildi.

“Duymak istemeyeceğim şeyler mi yaşandı demek bu?”

“Belki.”

Kolumu hırçın bir şekilde havaya kaldırıp indirdim ve derin bir iç geçirirken, “O kelimeden gerçekten nefret ediyorum. Özellikle senin ağzından çıktığında.” dedim.

Ufak bir sessizliğin ardından kafamı havaya doğru kaldırdım. Bana gösterdiği takımyıldızlarını elimle koymuş gibi bulduğum anda gözlerimle onları takip ettim. Bu sırada malikânenin içinden gelen keman sesleri artmış ve buraya kadar ulaşmaya başlamıştı. Sanırım yeniden dans etmek adına herkesi salonun ortasına doğru çağırmaya çalışıyorlardı.

Bu sırada Arslan ve ben kimi zaman yan yana geldiğimizde yaptığımız şeyi yapıyorduk. Beraber sessiz oluyorduk. İkimizin de buna ne kadar ihtiyacı olduğunu anladığını saatlere geçmiş bulunuyorduk.

Tek başına sessiz olmak kolaydı. İki kişilik bir sessizlik ise huzur vericiydi. Çünkü yalnız olmadığınızı bilirdiniz.

Yavaşça kafamı eğip ona doğru bakınırken, “Gerçekten Arslan. Neden burada tek başınasın? Herkes içeride.” diye mırıldandım.

“Kimse yokluğumu fark etmez.”

“Ben ettim.”

“O zaman bir ilksin demektir.” Bana bakmıyordu. “Sen neden burada olmak istedin?”

“Kalabalıktan hoşlanmam.” deyip omuz silktim. Az önce Deha ile atışmamızdan bahsetmek istediğimden emin değildim.

Derin bir nefes aldım ve malikânenin olduğu yola doğru bakındım. Suratımı buruşturduğum sırada bunu fark etmiş olacak ki sormadan edemedi. “Müzikten hoşlanmadın mı?”

Yaslandığım yerden kendimi iterek doğruldum ve topuklulara daha fazla katlanamayıp ayağımdan çıkartırken, “Hayır.” dedim. “Aslına bakarsan sözsüz müzikleri severim. Düşünmeme yardımcı oluyorlar… Ama şimdi aklıma takdim balosunun yaklaştığını getiriyor ve bu beni strese sokuyor.”

“Sana hala Deha mı eşlik edecek?”

Bu soruyu sanki konu açıldığı anda sormak adına tetikte bekliyormuş gibi söylediğinde kafamı kaldırıp suratının aldığı hale bakındım. Benim hakkımdaki şeylerle ilgili gibi görünmemek adına çok çaba harcıyordu. Sanki yasak bir meyveymişim gibi davranılmayı hak edecek ne yapmıştım bilmiyordum ama yanındayken kendimi iyi hissettiğimden dolayı bunu bozacak herhangi bir şeye sebep olmak istemiyordum. Bu nedenle ağzımı kapalı tutuyordum ama nereye kadar sessiz kalabilirdim emin değildim.

Günden güne ondaki hal ve tavırların daha da farkına varıyordum. Yaptığı, hatta söylediği şeylerin altındaki anlamları aramak biraz daha kolaylaşıyordu. Ya ben anlamları kendime göre şekillendiriyor ve kendimi kandırıyordum, ya da birbirimize benzediğimiz konusunda haklıydım.

Aynaya bakıyormuşum gibi geliyordu.

“Bunu zaten bildiğini sanıyordum.” dedim. “Başka benimle gidecek kimseyi tanımıyorum. Maalesef.”

Alt dudağını ağzına doğru yuvarlarken kaşları çatıldı. Ses rengimdeki değişimi fark ettiğinde endişeli gibi görünüyordu.

“Neden öyle söyledin?” diye sordu ve ardından son kelimemi sessiz bir şekilde tekrar etti. “Maalesef.”

Omuz silktim. Bahsetmek istediğimden emin değildim. “Çünkü artık onunla gitmek istemiyorum.”

Yaslandığı yerden doğrulduğu sırada adımları önümde bitti. Bu şekilde adımlarımı durdurmayı başardığı anda kafamı ona doğru kaldırmak zorunda kalmıştım. Suratımı yeniden tam da sevdiğim türden incelerken en sonunda gözlerini kısıp, “Partide olanları hatırlamışsın.” dedi.

Kaşlarım çatılırken irkildim. Suratını daha net görebilmek adına geriye doğru bir adım attım. İfademden kafamın karıştığının anlaşıldığına emindim.

“Ben hiçbir şey- Hayır. Hatırlamıyorum.” Kafamı iki yana sallarken kelimelerimi iyi seçemez hale gelmiştim. “Deha beni öpe- Sen- Sen- Bizi mi gördün?”

Suratı epey ciddileşti. Sanki ona Dehaya yönelik bir komut versem anında harekete geçmek üzere gibi görünüyordu. Yumruğunu ağzına geçirmek konusunda hevesli olduğunu bu kadar belli edebileceğini düşünmemiştim ama dünden razı olduğu her halinden belli oluyordu.

“Hayır.” derken suratını buruşturdu ve kafasını başka tarafa çevirdi. Sanki bu konu hakkında konuşurken gözlerimin içine bakmasından rahatsız olacağımı düşünmüştü. Bu nedenle beni rahat ettirmeye çabalıyordu. “Sen bana anlattın. Tam da onun iyiliğini düşündüğüm hakkında şeyler söyledikten sonra, evet. Beni pişman ettin.”

Birden bire yumruğum göğüs boşluğuma doğru giderken, “Üzgünüm.” deyiverdim. Bunu neden söylediğimi bile bilmiyordum. Üzgün olduğum doğruydu ama sebebi onunla alakalı değildi. Sadece söyleyivermiştim.

Bu daha çok ezberden söylenen bir kelimeydi ve söyleyiş tarzımdan memnun olmadığı aşikârdı.

Üzgünüm. Özür dilerim. Bir daha olmayacak. Ben hatalıydım.

Bunlar haklı olan taraf ben olsam dahi herhangi bir tartışmanın başlangıcını önleyen cümlelerdi. Bu yüzden söylemeye o kadar alışmıştım ki dilimin ucuna varması kolaydı.

Kalbimin üzerinde duran yumruğuma bakarken, “Olma.” dedi. “Üzgün olması gereken kişi sen değilsin. Pislik gibi davranmayı o seçti. Buna maruz kalmayı hak edecek biri değilsin.”

Daha önce Eray’ın bedenime hatta ruhuma söz geçirebildiği ne yazık ki doğruydu. Bunu çok geç fark etmiştim. Ne kadar maruz kalmak istemediğim şeyler başıma geldiyse de ona hayır diyemezdim. Ama şimdi Deha’nın kafam yerinde değilken beni öpmeye çalışması canımı ayrıca acıtmıştı. Çünkü, artık eskisi gibi kullanılmayacağıma dair ant içmiştim. Korkmadan hayır diyebiliyordum. Ama bilincim yerinde değilken Deha’nın beni öpme girişimine normalde vereceğim tepkileri verememek çok canımı sıkmıştı. Beni eski günlere götürmüştü.

Eski, yıkık ve dilsiz kendimle karşı karşıya gelmiştim.

Ancak bir şeylerin farkına vardığımda ve herkesin Eray gibi olmadığını kendime ikna etmeye çalıştığımda başıma bunun gelmiş olması içimde zaten kırık olan şeylerin yeniden etime kesikler açmasına sebebiyet vermişti.

Arslan ise sanki tüm bunları biliyormuş gibi sakinliğini ne kadar korumak istese de sıktığı yumruklarını gizlemeye çalışıyordu. Öfkeli olma hakkının bende olduğunu düşünüyor ve kendini zapt ediyordu. Deha ile aralarında geçen tam olarak her ne ise, bu yaşadığım ona olan sinirini tetiklemiş, hatta belki de körüklemişti.

“Nereden biliyorsun?”

Tek bir noktaya dalıp gitmişken gözlerimi kırpmadan bunu sormamla bende olan gözleri kısıldı ve insanlık haliyle, “Efendim?” diye sordu.

“Belki de asıl pislik benimdir ve başıma tüm bu kötülüklerin gelmesini hak ediyorumdur.” Suratımda buruk bir gülümseme oluştu. “Beni ne kadar iyi tanıdığını düşünüyorsun ki?”

Sonuçta biz arkadaş bile değiliz, öyle değil mi?

Donuk ifademle karşılaşınca bir an için sessizliğe büründü ve suratım yavaşça yere doğru düşerken öne doğru bir adım attı. Gözlerim ayakuçlarımız arasındaki küçücük mesafeyi fark ettiği anda sanki yapması gereken otomatik bir hareketmiş gibi işaret ve başparmağıyla çenemin ucunu kavradı.

“Böyle düşünmeni sağlayacak kadar kim yaraladı seni?”

Herkes.

Parmaklarının değdiği yer uyuşurken tırnak uçlarıma kadar irkildim. Gözlerine bakarken dengemin kaybolacağını bile düşünmüştüm.

Daha önce ten temasından ya da ileri seviye yakınlaşmalardan korkan bir insan olmamıştım. Beni buna pişman eden sonrasında Eray olmuştu.

Şimdi ise bu yaşadığım korku değildi. Bir çeşit heyecandı. Karnımda zararsız kelebeklerin uçuşmasını sağlıyordu. Bana dokunuyor olması beni mutlu ediyordu ve bunu ilk kez yaşıyor olmam tepkilerimin de öngörülememesini sağlıyordu.

Bunu ona hissettirebiliyor muydum bilmiyordum ama ona olan ilgimin her gün biraz daha artıyor olması gözle görünen bir gerçek olsa gerekti.

Uzaktan izleyen biri dikkatli baktığında fark edebilirdi. Nitekim Deha buna şahit olmuştu. Peki ya Arslan farkında mıydı?

Biliyordu ama rol mü yapıyordu?

Belki de ağaç evde olanlar bunun hakkındaydı.

Ben cevap vermeyince sessizliği bozan o olmuş ve gözleri birkaç saniyeliğine olsa da dudaklarıma kaymıştı. “Böyle bir gülümsemeye sahip biri başına gelecek kötülükleri hak etmemeli.”

O an gülümsemiyordum bile. Ama öncekilere şahit olmuştu ve dudaklarıma bakarken bunu kendine hatırlatmıştı.

Kalbim kelimenin tam anlamıyla ısındı. Utanacağım ya da gözlerimi kaçıracağım tek bir an bile oluşmadı çünkü dediği şey romantizmden uzaktı. Bir çıkarımda bulunmuyor ya da beni analiz etmiyordu. Sanki nesnel bir yargıyı diretmeye çalışıyordu.

Kelimelerinin ve sesinin samimiyeti gözlerine vurmuştu. Söyledikleriyle beni ikna etmesi için daha fazla konuşmasına bile gerek yoktu. O zaten gözleriyle konuşabiliyordu. Buna birçok defa tanıklık etmiştim ama bu sefer ki çok farklıydı. İlk kez dediği şeylerden dolayı mutluluktan ağlamak istemiştim.

“Beni kaç defa gülümserken gördün ki?”

“Birkaç defa.”

“Kaçının gerçek olduğunu düşünüyorsun?”

“Güneşe benzediklerinde.”

Gözlerim şaşkınlıkla büyürken dediği şeyi idrak etmeye çabaladım. “Nasıl yani?”

Dudaklarını birbirine bastırdı ve kısaca düşündü. Elmacık kemikleri hafifçe titremişti. Gözlerinin rengi ezberimde olduğu için bu loşlukta bile hayal etmesi kolaydı.

Elini ensesine koyup kısa saçlarını çekiştirdi ve “Sen… Şey yapınca… Yani, gülümseyince… Güneş gibi oluyorsun. Parlıyorsun.” derken göz bebeklerinin yerinde duramadığına şahit oldum. Benim aksime nereye gideceklerini bilemez bir şekilde suratımda dolanıyordu. Sanki kız kardeşi haricinde birine uzun zaman sonra ilk defa iltifat ediyordu.

Parmak uçlarımla tuttuğum ayakkabının uçlarını avucuma doğru bastırıp sıktım. Şu an hissettiğim duyguları nasıl ifade etmem gerektiğini bilemezken gerçekten merak ettiği bir şeyi dile getirirmiş gibi dudaklarını bir kez daha araladı.

“Kahkaha atsan kim bilir neler olur.”

Cümlesinin altını çizermiş gibi tüm kelimelere baskı yaparken çenemdeki parmakları açıldı. Ardından boşta kalan parmakları boynuma doğru bir yol izledi. Başparmağı dudağımın hemen üzerinde dururken ona doğru bir adım attım. Ayakuçlarımız birbirlerine tamamen değdiği anda durdum. Gözlerim, sanki az önce güzel bir ninni duymuşum gibi usulca kapanırken dudağımın üzerinde belli belirsiz parmağını hissetmiştim. Tenim cayır cayır yanıyordu. Bana ne yaptığının farkında mıydı?

Kendimi eline doğru bastırmak için kafamı biraz öne doğru eğdiğim vakit titrek bir soluk verişimle nefesimi elinde hissetti.

Yutkundum ve adını fısıldadım. “Arslan...”

İsmini ilk defa bu şekilde duyarmışçasına kaslarının gerilişine gözlerimin önünde şahit olurken tüm hücrelerime kadar beni sarmasının nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalışıyordum ama o tam karşımda dururken onun hayalini kurmak çok zordu.

“Bana aklından geçenleri söyle.” Sesi hem otoriter hem de cevabını hemen almak istiyormuş gibi sert çıkmıştı. Bu nedenle bir an bile düşünmeden yanıt vermekten çekinmedim.

“Dudakların dudaklarımdayken nasıl hissederdim diye düşünüyorum.”

Fısıltım çok yüksekti. O kadar yüksekti ki ağzımdan benden bağımsız çıkan bu cümle beni sağır etme noktasına getirmişti. Yine de pişman değildim. Çünkü artık boğazından gelen hırıltılı sesin ardından aynı şeyi düşünüp düşünmediğimizi merak etmeye başlamıştım. Düşündüğümüze neredeyse emindim.

“Ağaç evde olanları da mı hatırlamıyorsun?”

Bu sorusundan ne çıkartmam gerekiyordu?

Ağaç evde olanlar hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama bilinçaltımın nasıl işlediğinden habersiz olarak içimde garip bir his oluşmuştu. Ağaç ev kelimesi beni bir şekilde tetiklemişti ama iyi mi yoksa kötü yönde mi belirsizdi. Belki de ikisi de. Belki de birisi daha ağır basıyordu.

Kafamı usulca iki yana salladım. “Bilmem gerekiyor mu?”

“Emin değilim.”

“Hangi konuda?”

“Olanlar ve söylediklerim konusunda.”

Elimi kaldırıp boynumda dolaşan parmaklarının üzerine koymak istiyordum. Ama o bunu öyle bir refleksle yapıyordu ki sanki elinin hala tenimin üzerinde olduğunu hatırlatırsam pişmanlıkla benden uzaklaşabilirdi. Bu riski göze alamazdım. Ondan uzak durmak istemiyordum. Daha yakın olmak istiyordum.

“Olanlar neydi?”

Çok şey.”

“Söylediklerin neydi?”

Hiçbir şey.”

Ah bu iki cümle!

“Söylemek zorunda kaldığın şeyler mi söyledin?” diye mırıldandım. Sesim artık neredeyse çıkmıyordu.

Kafasını aşağı yukarı olumlu anlamda salladı.

“Söylemek istemiyor muydun?”

Yeniden salladı.

“Aramızdaki bu şey her neyse onu bitirmekle mi alakalıydı peki?”

Gözlerini yumdu. Bu da evet demekti.

Derin bir iç çektim ama yetmedi. Öyle ki sanki tüm evreni yutsam da hiçbir oksijen ciğerlerimi doyuramaz gibi hissediyordum.

Elim bir anda hiç umursamadan tenimde gezen parmaklarını yakaladı. Kirpiklerim titreyip dururken elini avucuma doğru bastırıp sıktım. Bu hareketlerimin hiçbiri planlı değildi. Öylece yapıyordum.

Ona bakamıyordum çünkü canımı yakıyordu. Onunla olmak istediğimi bile kendimi itiraf edememişken onun aramıza koyduğu bu belirsizlik beni yiyip bitiriyordu.

Ama onu suçlayabilecek bir konumda değildim. İki haftadan daha az bir zaman sonra gidecek ve bir daha geri gelmeyecektim. Bizim olmamız imkânsızdı. Ben yalan bir hayatı yaşarken mutlu olamazdık.

Yine de çok kızgındım. Ama ona değil. Sırlarımıza, omuzlarımızdaki yüklere ve oynamamız gereken rollere kızgındım. Mutlu olması gereken bir hayatın içine doğmuşken artık iyiymiş gibi rol yapamıyor olmasındaki altında yatan sebeplere kızgındım. Gözlerimin içine bakarken söylemek için yanıp tutuştuğu sırları söyleyememesindeki nedenlere kızgındım.

Ama en çok da kendime kızgındım. Ne kadar mecbur kalsam da büyük bir yalanın ortasındaydım ve içimdeki küçük, kart tanesi kadarki umut ışığı bu yalanla beraber mutlu olmak istiyordu. Arslan, kendi hayatıma geri dönmek istemememe sebep oluyordu.

Zaten geride bıraktığım hayatta beni bekleyen kimsem yoktu.

Sıktığım elini kendimden uzaklaştırdığım sırada suratı öne doğru düştü. Ben sağıma doğru bakarken onun anlı benim şakağımla bir bütün oldu. Sanki yeri orasıymış gibi kesik kesik gelen nefesi yanağımı okşuyordu.

“Bu kadar,” Titrek ama uzun bir nefes alışın ardından cümlemi zorla bitirdim. “mesafe iyi değil.”

“Biliyorum.”

“Bu kadar belirsizlik de iyi değil.”

Bu sefer sesi onu suçladığımı sanır gibi çıkmıştı. Bu canımı yaktı. “Biliyorum, İlay.”

Bana bir kez daha bana ait olmayan ismimle hitap ettiği anda suratımı buruşturdum. “Hayır, bilmiyorsun.”

Sadece onun değil, benim de sırlarım vardı. Sadece onun yarattığı belirsizlik haricinde benim de belirsizliklerim hat safhadaydı. En az onun kadar ben de sıkı bir kilit ve çözülemez bir bilmeceydim. Aramızdaki tek fark, benim kilidimin onunkine kıyasla kaotik görünmemesiydi.

Göğsümde her saniye biraz daha büyüyen ezilmenin ardından can havliyle ellerimi göğsüne bastırıp onu kendimden ittim. Geri geri birkaç adım attıktan sonra ona arkamı doğru döndüm. Burnumun ucu sızlarken gözlerimin dolduğunu hissediyordum.

“Gitme.”

Bu kelimenin onun ağzından çıkana kadar ne kadar etkili olduğunu bilmezdim.

Kafamı iki yana sallarken dişlerimin arasından konuştum. “Bana bu kadar yakın dururken aynı zamanda uzak olmana dayanamıyorum.”

Bilinmezlik beni mutlak bir üzüntüye doğru çekerken zaman geçtikçe derin bir öfkeyle karşı karşıya getiriyordu. Gün yüzünde olduğuna emin olduğum sırlarımızın gözümüze çarpmayışı da ayrı bir sinir bozuyordu.

Bana doğru adımladı. “Benim nasıl bir halde olduğumu düşünüyorsun?” Elini havaya kaldırdığını hissettim ama bana dokunmadı.

“Seni anlayamıyorum.” Kendimi de öyle.

“Anlamak zorunda da değilsin.”

“O halde böyle davranma!” dediğimde burnunun ucu saçlarıma değdi.

“Nasıl?” diye fısıldadı.

“Gitmemi gerçekten istemiyormuşsun gibi.” Yutkundum. “Tüm dünya umurunda değilmiş gibi davranırken gözlerin bana değdiğinde aynı rolü oynamakta zorlanıyormuşsun gibi davranma. Bana da herkes gibi davran ki kendimi özel hissetmeyeyim.”

“Sana baktığımda rolümü oynamak zorlaşmaya başladığı doğru.”

Burnumu hafifçe yukarıya doğru çektiğim anda gözümden bir damla yaş aktı ve zemini boyladı. Ona arkam dönük olsa da ağladığımı anlamıştı ve homurdanarak, “Ağlama.” diye fısıldamıştı. “Gözyaşına değecek biri değilim.”

Korkarak dokunur gibi parmakları bu sefer çıplak koluma sürtündüğünde iç geçirdim. Göğsüm hızla inip kalkarken kafamı iki yana salladım ve “Ağlıyorum çünkü…” diye geveledim. “Tek sırrı olan sen değilsin, Arslan. Birbirimize bu kadar uzak kalmamızın bir diğer sebebi benim.”

Karşıma doğru geçip yüzümü görmek için boynunu eğdiğinde mıknatısımmış gibi kafamı ona doğru kaldırmak zorunda kaldım. “Ne demek istiyorsun?”

“Sana söylersem benden nefret edeceğin bir gerçeğe sahibim.”

Kafasını iki yana salladı. Suratındaki her bir mimik alaycı bir küçümsemeye sahipti. Bana adeta sessiz bir şekilde, ‘Eğer ben sana sırlarımı anlatırsam benden nefret edersin.’ diyordu.

“Eğer beni birazcık zorlasan boğazımda tuttuğum lavları tüm gerçekliğiyle anlatabilirim.” deyip titreyen elimi boğazıma doğru çıkarttım. “Dilimin ucunda biriken her bir cümleyi suratına bakarken geri yutmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsun.”

Yanıldığımı kanıtlamak istercesine keskin bir şekilde, “Biliyorum.” dedi. “Herkesin sırları var-”

“Herkesin bizim gibi sırrı yoktur.” Kuruyan dudaklarımı dilim yardımıyla ıslatırken burnumu çektim ve omuz silktim. Gözlerim öyle dolmuştu ki suratını göremez hale gelmiştim. “Sorun değil, Arslan. Bizden her türlü olmayacağını biliyordum zaten. Çabalamak gereksizdi. Ne arkadaş, ne de herhangi bir şey. Sadece yanında olmanın iyi hissettirdiğini biliyordum ve buna uzun süre tutunmak istedim çünkü burada kendimi yalnız hissediyordum. Hala da öyle… Ama bir yere varamayacaksak ve her seferinde bu hale geleceksek yan yana olmamızın bir anlamı yok. Senden vazgeçmem gerek.”

Kafasını iki yana salladı. Bir an için ne yapacağını bilemez bir şekilde suratıma öylece bakarken, “Vazgeçme.” dedi.

Acıyla güldüm. “Doğru. Vazgeçmeme gerek yok. Zaten benim olmamıştın ki.”

Tam geriye doğru bir adım atıp ona arkamı dönmüştüm ki bileğimden yakaladı ve beni kendine doğru çekti. Bedenlerimiz birbiriyle çarpıştığı anda kokusunu içime rahatlıkla çekeceğim kadar yakınımda duruyordu. Yağmurdan sonraki toprak kokusu burnumun ucuna geldiği anda vücudumdaki tüm o elektrik akımı en üst seviyeye ulaşmıştı.

“Ne yapıyorsun?”

“Dudakların dudaklarımın üzerindeyken nasıl hissederdin diye düşünmüştün, değil mi?” diye sordu ve doğrudan dudaklarıma doğru yöneldi. Nefesi dudaklarımı okşarken birazdan ne olacağını bilemediğimin gerginliği ile inip kalkan göğsüm dikkatini bir an için dağıttı. “Benim düşünmeme de merak etmeme de gerek yok. Çünkü biliyorum.”

O an dank etti. Ağaç evde olanlardan bahsediyordu.

“Elmacık kemiğinin üzerindeki belli belirsiz ama benim sürekli gözümün kaydığı iki çili de biliyorum. Kalbinin orada olduğunu bilmene rağmen attığına emin olmak istercesine elini göğsüne ara ara koyduğunu da biliyorum. En önemlisi de seninleyken uzun zamandır kimsenin yanında hissetmediğim kadar iyi hissettiğimi de biliyorum.” Kalbim artık kulaklarımda atıyordu. Böyle bir şey mümkün olabilir miydi bilmiyordum ama ilk defa istekle nefes aldığımı hissediyordum. “Belirsiz davrandığımı biliyorum ama aramızdaki bu bilinmezliği kafanda kurmuyorsun. Böyle düşünmen benim de suçum ve her ne kadar pişman olmak istesem de bencilliğim gözümü kör etmiş durumda.”

Şu zamana kadar içinde biriktirdiklerinin bir kısmını söylerken acelesi varmış gibi davranıyordu. Birbirimize daha sahip olmamışken sanki beni kaybedebilirmiş gibi tedirgin olduğunu hissediyordum.

“Gerçek dediğin bir şekilde suyun üstüne çıkar.” dedi. “Öğrendiklerinden sonra hal ve tavırlarımdan bir şekilde anlam çıkartabilmen mümkün ama buna rağmen yüzüme bir daha bakmak ister misin bilmiyorum.”

“Sana inanmıyorum.”

“Ama inanacaksın! İnanmak zorunda kalacaksın!” dedi ve iki elini de omuzlarıma doğru koyup beni biraz sarstı. “Şu zamana kadar seni kendimden uzaklaştırmak istediğim zamanda bile yanımda kalman için çırpındım. Yaşadıklarımla büyüyen öfkem ve kinim sana bulaşmasın istedim ama buraya kadarmış. Kafanda kurduğun ve sana yansıtmaya gayret gösterdiğim Arslan, ben değilim. Öğreneceğin gün de yakındır çünkü herkesler sikimde değil ama senden saklanmaktan yoruldum.”

Kafamı iki yana sallarken sesini biraz olsun kendine kızıyormuş gibi yükseltti. “Öğreneceksin. Öğrendiğin zaman da benden öyle bir nefret edeceksin ki seni öpmeyi düşlediğim her günü bana zehir edeceksin çünkü hak edeceğim.”

“Arslan.” dediğim anda ellerini benden çekti ve kuruyan boğazını ıslatmak adına güçlükle yutkundu. Bundan sonra hiçbir şey dememe fırsat vermeden geldiğim labirentin girişine baktı. Gitmemi istediğini sandım ama suratından öyle olmadığı anlaşılıyordu.

İkimiz yan yanayken yüzlerimize belirli bir süreden fazla bakmak bize zarar veriyordu. Sırlar ve yalanlar biz her yaklaştığımızda harmanlanıyor, ardından kavruluyordu. Dönüştüğü şey ise zehirdi. Panzehiri de yoktu.

Geldiğim yoldan usulca gittim. Selenra’nın yanına gidene kadar ardımdan beni takip ettiğini adım seslerinden duymuştum.

Loading...
0%