Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. BÖLÜM - TEHDİT

@rana.betb

Hafta sonunu uzanarak ve düşünerek bitirme kararı almıştım ki gözümü açtıktan sadece beş dakika sonra Selenra’nın yatağıma zıplaması bir olmuştu. Buna şaşırmamam gerekirdi çünkü birkaç gündür bu benim normalim haline gelmişti. Selenra’nın yapmayı en sevdiği şey son günlerde beni bu şekilde rahatsız etmek olmuştu. Gerçi pek de rahatsız olduğum söylenemezdi. Sanırım hoşuma bile gidiyor diyebilirdim.

“Bu bir su yatağı olsaydı çoktan odadaki her şey ıslanmış olurdu.”

“Birkaç sene önce aynen bu sebeple normal yatağa geçiş yaptım.” dediğinde ilk başta ciddi olup olmadığını anlayamadım ama sonra gerçek olduğunu fark edince gülerken gözlerimi devirdim.

Yerimden doğrulurken kollarımı havaya kaldırıp gerildim. Esnerken ağzımı kapattıktan sonra Selenra’nın giydiklerine bakındım. Her Pazar olduğu gibi tenis kıyafetlerini giymişti. Teniste gerçekten iyi olduğunu, konusu geçtiğinde insanlardan duyuyordum ama bu konuda ilerleyip ilerlememek istediğini bilmiyordum. Ne zaman üstüne bu kıyafetleri geçirse heyecanını suratından rahatlıkla okuyabiliyordum.

Bir de at sürmek vardı tabii. Tam zengin faaliyetleri…

İşaret parmağını nevresimimin üzerine koydu ve hayali daire şekilleri yapmaya başladı. Onu izlerken ne düşündüğünü merak ettim çünkü ağzındaki baklayı ne zaman çıkartacağını kestiremiyordum. Bir şey demek istediği çok belliydi. Bu nedenle yerimden kalkıyormuş gibi yapmaya karar verdim. Bu onu, bana her ne diyecekse harekete geçireceğini tahmin ediyordum ki öyle de olmuştu.

“Hep bir yerlere kayboluyorsun. Sebebini bilmiyor gibi davranmaktan da yoruldum.”

Tam bacaklarımı yataktan atmıştım ki bunu demesiyle ellerimi nevresimde sabitleyip suratımı da ona doğru döndürdüm. “Neymiş sebebi?”

“İkimiz de neyden bahsettiğimin farkındayız bence.”

Tatlı tatlı konuşarak istediğini elde edebileceğini sanıyordu ama bunu yapmaya pek niyetli değildim. Elbette neyden bahsettiğini biliyordum ve bunun farkında olması konusunda memnun muydum değil miydim pek emin olamıyordu. Ama bu konunun bir şekilde açılacağını da öngörmüştüm.

“Senden duymak istiyorum.”

Elini nevresimden hışımla çekti ve bıkkınlıkla omuzlarını düşürüp ona hiç yakışmayan bir pozisyonda durarak kamburunu çıkarttı. Gözlerimin içine bakarken bir süre sessiz kaldı ama en sonunda pes ederek, “Arslan Doğan.” dedi. “Gerçekten beni aptal falan mı sanıyorsun? Anlamayacağımı mı düşündün de ismini benden duymak istedin?”

Az önce masumane tavrı kaybolmuştu ve artık bu bir çeşit sorguya dönüşmüştü. “Aptal olduğunu hiçbir zaman kast etmedim.”

“Güzel!” dedi ama sesinde biraz da olsa alıngan bir tavır sezmiştim. “Çünkü canım istediğinde aptal gibi davranmak benim tercihim. İnsanlar karşısındakini küçük gördüğünde ağzından neler kaçırdığını bilsen şaşırırsın.”

Ondan öğrenmem gereken çok şey vardı…

Kendi yöntemini bu şekilde bana deşifre ediyor olması bile bana güvendiğinin bir göstergesiydi. Bu tip durumlarda kendimi kötü hissetmek dışında bir şey yapamıyordum çünkü güvenilmesi gereken son insandım.

“Her neyse, dökül bakalım.”

Omuz silktim. “Ne anlatmam gerektiğinden emin değilim.”

Tam ağzını açacağı sırada önüme dönmüşken telefonu çaldı. İkimizin de odağı zil sesi olduğu sırada ayaklarımı zeminle birleştirdim. O telefonu açtığı sırada ucunda kimin olduğunu sesinden tanımıştım. Deha’dan başkası değildi. Ama bundan sonra Deha’nın ne dediğini duyamamıştım. Sadece Selenra’nın cevaplarını işitmiştim.

“Efendim... İyidir... Belki… Ne yapacaksın?” Dolabımın oraya gidip giyecek bir şeyler seçtikten sonra hızlıca giyindim. “Evet... Evet, yanımda. Neden soruyorsun?” Makyaj masasının önüne doğru adımlayıp saç tokamı elime aldım. Selenra’nın Dehaya karşı soğuk tavrı epey anlaşılır derecedeydi. “Bilmiyorum… Belki sorarım… Bilmiyorum, bakarız. Belki dedim ya.” Saçımı yukarıdan topuz yaptığım sırada Selenra telefonu kapatıp aynadan bana baktı.

“Ne diyor?” diye sorduğum sırada Selenraya arayanın kim olduğunu söylesem mi söylemesem mi diye düşünmeye bile vakit bırakmamıştım. “Sesi telefondan duyulacak kadar gür geliyordu. Ne söyledi?”

Suratı düşmüştü. Bıkkın bir ifadeyle çok uzatmadan beni, “Aranızda olanları biliyorum, İlay.” diye yanıtladı. “Telefonlarını açmadığın için beni arayıp duruyor.”

Gözlerimi ondan kaçırdım çünkü bundan sonra soracağım soruya vereceği yanıtı ne kadar merak etsem de içimde ufak bir korku vardı. “Arkadaşı olarak onu mu savunacaksın?”

“Dalga mı geçiyorsun?” Bu tepkisinden sonra tamamen ona doğru döndüğümde suratının aldığı hal görülmeye değerdi. “Hayır tabii ki! Kuzenim olarak seni savunacağım. Gerçi kuzenim olmasan da seni savunurdum. Doğruya doğru denir. Başka bir şey değil.” dedi. “Bana durumunuzu anlattığı vakit onu öyle bir paraladım ki bir daha karşı cinse yan gözle bakmaya bile bir süre korkar hale gelmiştir herhalde.”

Deha’nın her şeye rağmen iyi biri olduğunu düşünüyordum. Yaralarını gizleyen her genç gibiydi. Ben insanları sevmek konusunda çok seçici biriydim. Dehayı bir arkadaş olarak nitelendirmek başlangıçta benim için çok zordu. Tam ona alışacağımı düşündüğüm zamanda da yaptığı bu şey beni ondan epey uzaklaştırmıştı. Hala daha telefonlarını açmıyor oluşum ismini duyduğum vakit tüylerimin diken diken olmasından kaynaklıydı.

Rızam olmayıp beni öpmeye kalkışması dışında bir bakıma bir şey yaşamamıştık ama kafamın ayık olmamasından yararlanacağını düşünmüş olması kasılmama sebep oluyordu. İnsanlara kolay kolay güvenemiyor oluşumun kısa bir özetiydi bu.

Ne kadar pişman olduğunu ve özür dilediğini söylese de kolay unutabileceğim bir şey değildi. Belki de gerçek yüzünü o gün bana göstermişti… Ama gerçek yüzü böyle bir iğrençlikte olsaydı Selenra onunla arkadaş olmaya devam etmezdi. O zeki bir kızdı.

O halde Deha’nın nesi vardı?

“Burada uçkuruna sahip çıkabilen tanıdığım çok az genç var. Deha’nın onlardan biri olmadığını sanıyordum.” derken sesim kısık çıkmıştı.

“Yaptığının yanlış olduğunun farkında ve dostum olduğu için söylemiyorum, normal şartlarda böyle bir şey yapacak biri değildir.” dediğinde ne demem gerektiğini bilemedim. O da sesindeki hayal kırıklığını gizleyemeden devam etti. “Yanlış anlama, onu savunduğum falan yok. Uzun bir süre ona soğuk yapmaya da devam edeceğim. Ama ona biraz zaman verirsen kafası karışmış bir genç olduğunu anlayacaksın. O da zor günler yaşıyor ve Buket’i unutamadı.”

Ben Buket değildim!

Ben İlay da değildim. Ama o olmak zorundaydım.

Gerçi İlay olurken kendimden o kadar fazla şey katmıştım ki artık Leyal olduğumu bile sanmıyordum.

“Bana her baktığında onu görmeyi beklemesinden yoruldum, Selenra. Gerçekten!”

Dediğimde ciddiydim. Buket’i tanımamış biri olsam da Deha’nın bana bakışları, birini deli gibi arıyor olduğunun niteliğini taşıyordu. Sanki onun öldüğüne inanmıyordu ve bir şekilde insanlarda onu arıyordu. Bir ölüye âşık olduğunu kabullenmesi gerekirdi ama bunu sanırım kimse yüzüne karşı söylemeye cesaret edemiyordu.

Hemen yanına doğru geçip kalçamı yatağa doğru dayadıktan sonra, “Ona zaman vermen gerektiğini düşünüyorum ama aksini yaparsan da seni suçlayamam.” deyip elimden tuttu. Kısa bir süre düşündüm. Selenra’nın bana güvenmemesi gerektiğini düşünsem bile ben ona nedenini bilmediğim bir şekilde güveniyordum. Bu güveni hiç de zorlanmadan kazanması da ayrı bir konuydu.

Dediğini yapabilirdim ama hemen olmazdı.

“Her neyse. Arslan nasıl?”

Bir anda konuyu değiştirmesiyle kaşlarımı çattım. “Neden ona sormuyorsun?”

Tepkime gülerken yatağa doğru uzanıp tek elini başının altına koyup destek yaptı. “Kız kardeşinden bile halini hatırına daha çok hâkim olduğuna eminim.”

Omuz silktim. “O da Hafsa’nın problemi.”

Suratındaki gülümseme söndü ve daha çok düşünceli bir hale büründü. “Sizi izliyordum İlay.”

Tek kaşımı kaldırırken suratını şöylesine bir süzdüm ve “Ne demek istiyorsun?” diye sordum. Ne demek istediğini elbette biliyordum. Ortadan kaybolduğumda onunla olduğumuz gayet tabii farkındaydı.

“Sorularımdan kaçınma! Benimle ikinci kez bu oyunu oynama!” dediğinde bacaklarımı yukarı çekip bağdaş kurdum. “Gittiğimiz yardım davetinden beridir sizi görüyorum. Bir başkası değil belki ama dikkat eden fark edebilir.”

“Neden bu kadar dikkat ettin ki?”

Dudaklarını büzdü ve kaşları hafifçe çatıldı. “Sizi fark ettiğim için beni mi suçluyorsun?”

“Hayır… Bilmiyorum. Kendimi biraz garip hissettim.”

“İlişkinizi gizli mi tutuyorsunuz?”

“Bizim bir ilişkimiz yok.”

“Ne yani arkadaş da mı değilsiniz?”

“Sanmıyorum.”

“Beraber ne halt yiyorsunuz o zaman?” dediğinde suratımın düştüğünü gördü. Ben bir süre sessizleşince o da suskunlaştı ama sonra yeniden konuyu ele almaya geri döndü.

“Fark etmemem imkânsızdı, İlay. Sadece siz körsünüz. Etrafınızdakiler değil.” dediğinde daha çok dikkat kesildim. “Seni denizden çıkarttığında nefes almadığını görünce akılını kaçıracak hale gelmesini, düğünde seninle ne kadar dans etmek istediğini, dans provasında Dehayla sana bakışını ve evlerindeki partide seni bana emanet ederken ki öfkesini… Sana o keklere dair uyarı yapmayı nasıl akıl edemezmişiz gibi baktı her birimize. O kadar kızmıştı ki… Hepsini gördüm.”

“Gerçekten mi?”

Bunu sorduğum anda çok bariz bir şeyi göremediğim için beni azarlar gibi bakmaya başladı. Ama bunun haricinde suratında adlandıramadığım başka ifadeler de vardı. Arslan hakkındaki düşüncelerinden kaynaklı olabilirdi.

“Dürüst olma mı ister misin?”

“Elbette.” dedim.

“Hiçbir zaman Buket ve Arslan’ın arasındaki hikâyeyi tam anlamıyla öğrenemedik. Buket onu ne kadar sevdiğini ve karşılık alamadığını söyleyip dururdu. Deha ise Buket’in mutlu olmasını istiyordu ama hiçbir zaman Arslan’ı dinleyen bir taraf olmadı. O da anlatmadı.”

“Kimse ona söz hakkı vermedi mi?”

Kafasını iki yana sallarken suçluluk duygusunun onun sarıp sarmaladığını görebiliyordum. Hatta biraz da utanmıştı. Sanki kendine yakıştıramadığı bir şey yapmış gibi göz temasını kaçırmıştı. “Telefonu açmış olsaydı hastaneye daha erken ulaşır ve ölmezdi diye düşünüp onu suçladık. O da böyle düşünmemizde sakınca görmedi ama şimdi o sana böyle bakınca…”

“Nasıl?”

Kelimeleri doğru seçmek adına bir süre düşündü. “Deha sana bakarken Buket’i arıyordu. Arslan ise Buket olmadığın için yanında olmak istiyor gibi görünüyordu. Ne demek istediğimi anlıyor musun?”

“Pek sayılmaz.”

“Güzel. Çünkü ben de ne demek istediğimi anlamıyorum.” dedi ve gözlerini devirdi. “Bu konu senin için bile karmaşık olduğundan ve ben sadece uzaktan gören bir göz olduğumdan dolayı aklıma gelen her şeyi söylüyorum. Mantıklı olsun ya da olmasın…”

“Devam et.”

“Arslan’ın hayatında Buket gibi birine ihtiyacı yok ama Deha, Buket’in yarattığı boşluğu seninle kapatmaya çalışıyordu.” dedi. “Arslan eminim ki bir noktada kendini, telefonu açmadığı için suçluyordur ama onunla bağını çok önceden kendi isteğiyle koparmıştı. Buket hakkında kötü bir şey söylemek istemiyorum ama öncesinde aralarında bilmediğimiz bir şey olmuş olmalı ve bunu Deha bile bilmiyor.”

Bir süre düşündüm. Selenra da bu söyledikleriyle nereye varmak istediğine emin değildi. Sadece ortada kocaman bir soru işareti vardı ve bildiklerimizi sesli bir şekilde söyleyip bir cevap arıyor gibi görünüyordu. Bu nedenle aklıma ilk gelen şeyi söylemekten çekinmedim.

“İlk tanıştığımızda beni Buket’e benzetmiş ve ondan daha kötü olduğumu söylemişti.”

Kaşları çatılırken uyuştuğu için kolunu indirip yatağa tamamen uzandı ve bana yan gözle bakıp, “Ona bir şey mi yapmıştın?” diye sordu. Kafası iyice karışmışa benziyordu ve bu konuda yalnız değildi.

“Pek sayılmaz.”

“Belki yarasına tuz basmışsındır.”

“Bilemiyorum.”

Düşünürken dudaklarını büzdü. “Her şekilde ölen birinin arkasından kötü olduğunu söylemek için vicdan yoksunu olmak gerekir.”

Bunu söylediği anda kendimi onu savunmaya geçerken buldum. “O öyle biri değil! Yemin ederim.”

Yerinden doğrulurken, “Ben de bunu söylemeye çalışıyorum.” dedi. Olabildiğinde anlaşmacı olmaya çaba gösteriyordu. Çünkü benim Arslan’da gördüğümü görmek istiyordu. “Onu benden daha iyi tanıyorsun. Eğer söylediğin gibi vicdanlı biriyse ve buna kefilsen, Buket ona gerçekten kötü bir şey yapmış olmalı ama bahsini bile geçirmeyecek bir şeyse, bu şey ailesine kadar uzanan bir sır falan da olabilir.”

Sır dediği anda duruşumu dikleştirdim. Tüyleri diken diken olmuştu. Tek bir saniye gözümü kaçırdığım anda bunu yapmamam gerektiğini kendime hatırlattım ve yeniden ona baktım.

“Sır olduğuna ne kadar eminsin?” Sesim az kalsın titreyecekti.

Omuz silkti ve “Bu yakada tüm ailelerin sırları vardır İlay.” dedi. “Burada soylu tüm aileler şimdiki konumlarına gelebilmek için ne entrikalar döndürmüştür kim bilir?”

Bir süre daha konuştuk. Arslan hakkında birçok kez yanılmak istediğini içinden geçirdiğini söyledi. Bu ben gelmeden önce de aklından geçirdiği bir şeymiş.

Onunla aramın tam olarak nasıl olduğunu merak ediyordu. Tahmin ettiği şeylerin ne olduğunu biliyordum ama ben bile daha aramızın nasıl olduğunu bilmezken ona nasıl açıklayabilirdim emin değildim.

Beni çoğu zaman mutlu ediyordu. Aklıma kazıdığı soru işaretleri beni küçük çıkmazlara soktuğunda bile yanımda olmasını istiyordum çünkü onun da benim gibi olması yalnız olmadığımı bilmemi sağlıyordu. Sadece varlığı yetiyordu.

Onunla yan yanayken hakkımda her şeyi bilmesini istediğimi düşünüyordum. Bana sorular sorsun ve özelime insin istiyordum. Bir şekilde buradan gitmeye hevesli olan tarafım zamanın adeta geçmesi adına canını dişine takmışken, onunlayken zamanı geriye sarmaya çalışıyordum.

Ne zaman dile getirmemesi gereken soruları sorsa bile beni rahatsız etmiyordu çünkü bir şekilde kendine çözüm üretemeyen bu adam, tüm hayatını benim sorunlarımın çözümüne adayacakmış gibi bir güven veriyordu. Bu nedenle hiçbir sorusu yersiz gelmiyordu. Zaten her şeye rağmen beni tanımasını istediğim birinin soruları bana yersiz gelemezdi. Yine de bir şekilde cevaplarını vermekten kaçınmam gerekiyordu. Onun gibi…

Ona söyleyeceğim her şeyi anlayabilirmişim gibi hissettiğim her saniye bana bu güveni nasıl verdiğini çözmek mümkün değildi.

Selenra tenis oynamaya gitmeden önce aklına gelen bir diğer konuyu da açtı. Eğer Deha ile barışmazsam kavalyemin kim olacağı hakkında düşündük. Selenra illaki birini ayarlayabileceğini ama son dakikada ayarlandığı için benim tanımadığım biri olabileceğini söyledi. Bunu sorun edip etmeyeceğimden emin değildim. Alt tarafı bir dans!

Sosyeteye tanıtıma tam olarak bir hafta kalmıştı. Tanımadığım biriyle mi yoksa Dehayla mı gitmenin daha iyi bir fikir olacağını kafamda tartmaya çalışırken bunun şu an için düşünülmesinin bile saçmalık olduğu kanısına vardım. Üzerinde düşünülmesi gereken ilk şey bu olmamalıydı.

Aklımdan çıkartamadığım onca soru işaretinin ucunda tek bir insanı görüyordum. O da tek bir telefon uzağımdaydı.

Sessizce bir şeyler planladığım sırada Selenra yerinden kalkmış ve tenis antrenmanına giderken benimle vedalaşmıştı. İstersem onunla gelebileceğimi söylemişti ama benim planladığım farklı şeyler vardı.

O kapıdan çıktığı vakit yerimden kalktığım gibi bana alınan telefonu masanın üzerinden aldım. Rehbere girdim ve Arslan Doğan yazısının üzerine tıkladım. Aramak, anksiyetemi şu an için fena halde tetikleyici bir unsur olduğu için mesaj atma ihtiyacı hissettim. Neden acele ettiğimi bile bilmiyordum ama ilk sorduğum şey nerede olduğuydu. Ben bir süre ekrana bakarken yerimde öylece durdum. Sonra da telefonu kilitleyip pencereye doğru gittim. Mesajın gelmesini beklerken dudaklarımı kemiriyordum.

Çok geçmeden mesaj sesi geldi ama yanıtı nerede olduğunu bildirmiyordu. Ona ilk defa mesaj attığımdan kaynaklı olarak endişeyle attığını tahmin ettiğim mesaj ekranımda öylece parlıyordu.

Arslan Doğan: iyi misin?

 

elbette iyiyim.

 

sadece nerede olduğunu sordum.

Arslan Doğan: evdeyim.

bir sorun olmadığına emin misin?

 

eminim.

 

bugün dışarı çıkmayı planlıyor musun?

Arslan Doğan: bir saate kadar kitabevine geçmeyi planlıyordum.

Dudaklarımı kemirirken terleyen avucumu kotumun üstüne sildim ve kuruyan dudaklarımı dilim yardımıyla ıslatırken daha fazla uzatmak istemediğim için mesajı gönderdim.

 

seninle orada buluşalım mı?

Mesajı gördüğüne ve yazmaya başladığına dair ibareyi gördüğüm vakit telefonu elimin içerisinde gergince sıktım. Tek ayağım ile yerde ritim tutarken mesaj bana her ne kadar uzun bir sürede atılmış gibi gelse de saniyeler içinde ekrana düşmüştü.

Arslan Doğan: on beş dakikaya oradayım.

Sanki hiç düşünmeden cevap vermişti.

Sebebini sormamıştı bile.

XXX

Telefonu cebime attıktan sonra yola koyulmuştum. Aynı anda orada olacağımızı tahmin ediyordum ki yanılmamıştım da. Vardığımda kitabevinin kepenklerini açıyordu. Normalde Pazar günleri kitabevi açık değildi ama buna rağmen benim için açmıştı.

Beni hala görmemişti ama adımlarımdan beni nasıl tanıdıysa kilidi açtığı anda, “İçeri buyur.” dedi ve kafasını omzunun üstünden yarım tur döndürdü. Dudaklarını birbirine bastırıp çok hafif sırıtmıştı.

Üç basamağı çıkıp yanından geçtikten sonra göz göze gelmiştik ki ilk defa kitabevinin toplu haliyle karşılaştım. Anlaşılan burayı epey temiz bırakıyordu. Sadece bir günlüğüne kapalı olmasına rağmen koltukların üzerinde örtüler vardı. Sandalyeler masalara doğru ters çevrilmişti.

Ben içeri girdiğim sırada ona doğru döndüm. Kitabevinin giriş kısmının ortasında öylece dururken kollarımı arkamda birleştirdim. Anahtarı parmağının içinde döndürüp avucunda tutuşunu ardında da cebine atışını izledim.

Beni süzdü ve bunu biraz uzun yaptı. Sanki daha dikkatli bakarsa vücudumda bir hasar görecekmiş gibi endişeliydi.

“İyi görünüyorsun.”

“Efendim?”

“Yani, iyisin.” dedi ve elini ensesine doğru götürüp kısa saçlarını çekiştirdi.

Elimi refleks olarak kalbimin üstüne doğru koyarken suratımı başka tarafa doğru döndürüp kafamı olumlu anlamda salladım.

“Bir sorun yok ya?”

“Yok.” dedim bir çırpıda.

Kafasını biraz eğdi ve kaşlarını kıvırırken bana doğru bir adım attı. “Emin misin?”

Omuz silktim. “Sorun yok.”

Konuya nasıl girmem gerektiğinden emin değildim. Ortada o kadar çok sır vardı ki önceliğim hangisi olmalıydı bilemiyordum. Hangisini ilk olarak sorarsam yanıt vermekte tereddütte kalmasına rağmen cevap verirdi ve devamı da çorap söküğü gibi gelirdi?

“Beni mi özledin?”

Düşüncelerimin arasında dalıp gitmişken bir anda bunu sormasıyla yeniden ona bakındım. Suratım boş kalmasın diye öylesine bir mimik yaparken kafamı iki yana salladım. Kollarımı aşağıya doğru indirdim ve ellerimi önümde birleştirip oynamaya başladım. Buraya gelirken kafamda bir plan vardı. O plan da ondan en azından birkaç cevap almaktı. Ama planın nasıl işleyeceğini düşünmemiştim.

Bu sırada Arslan’ın suratı ılımlı olmaktan çıktı. Yerini dakikalardır gizlediği endişe aldı. “Suyun üzerine er ya da geç çıkacak gerçeklerden bahsediyorduk ya?”

“Evet?”

Ayakkabımın ucuyla yerdeki halının üzerinde bir şeyi eziyormuş gibi yapıyordum. “Buna ben de katılıyorum ama benim öyle bir zamanım yok. Bu yüzden düşündüm ki-”

Telefonu çaldığında dikkatim dağılmıştı. İlk başta devam etmemi bekleyip kimin aradığına bakmadan sessize aldı. Ardından tam konuşacağım sırada yeniden telefon çaldığında bu sefer arayanın Hafsa olduğunu gördü.

“Lafını unutma.” dedi ve geri geri yürümeye başladı. “Burada çekmiyor. Köşeye gidip geliyorum.”

Kafamı olumlu anlamda salladıktan sonra gidişini izledim. Kapıdan çıkana kadar da göz kontağını inatla kesmedi. Köşe diye kast ettiği yer sağında kalan ahşap boyama kursunun yanıydı. Yani, sanırım yirmi ya da yirmi beş adımlık yerdi.

Ellerimi yeniden arkamda birleştirdim. Elimi, kolumu nereye koyacağımı bilemeyen bir sersem gibi göründüğüme emindim ama elimden bir şey gelmiyordu. Hangi birini sorsam diye düşünürken rafların oraya doğru adımladım. Ama o sırada gözüm aşağı kata inen kapıya iliştiği için tüm odağım bozulmuştu.

Elbette kapıyı zorlamayı falan planlamıyordum. Her ne kadar meraktan öleceğimi düşünsem de bunu Arslan’a yapacak halim yoktu. Her ne kadar bazı sırlarının cevaplarının orada olduğunu düşünsem de böyle bir şeyi yapmazdım.

Yeniden raflara doğru döndüğüm sırada kapıdan içeri girildiği anda çalan zil sesi kulağımı doldurdu. Tekrardan kafamı oraya çevireceğim sırada tam da, “Ne çabuk geldin!” diyecektim ki cümlemi adeta yutmama sebep olan o kişiyi gördüm.

Suratı tanıdık değildi. Fakat giydiği turuncu kapüşonlusundan onu hemen tanımıştım. Uzun ve muhtemelen haftalardır kendi isteğiyle yıkamamış olan saçlarıyla karşımda duruyordu. Suratı sirke satıyordu ve kolunun içinde taşıdığı sivri şeyin ucunu görebiliyordum.

Belki benden birkaç yaş büyük olduğunu tahmin ettiğim bu adam sürekli olarak burnunu kırıştırıp duruyordu. Buraya on beş saniye önce girdiğini ve bunu çok sık yaptığını gördüğümü düşünecek olursak tiki olduğunu anlamıştım.

Yutkundum. Öylece donakalmışken beni süzüşünü izledim. O bana bir şey demedikçe hiçbir şey söylemeye niyetli değildim. Neden burada olduğunu ve Arslan ile ne gibi bir tanışıklıkları olduğunu bilemiyordum. Herhangi bir tahminim de yoktu ama öfkeli olduğundan ve burada Arslan’ı görmeyi beklediğinden dolayı beni korkutmuştu çünkü çok öfkeli görünüyordu. Bu nedenle konuşmayı başlatan kişi olup onu kışkırtmak istemiyordum. Her şeyden nem kapan biri gibi görünüyordu.

“Nerede o?”

Dişlerinin arasından konuştu. Göğsü hızla inip kalkarken nefes alışını çok net duyabiliyordum. Öyle ki neredeyse tüm kitabevi içerisinde duyulan tek şey buydu.

Sakin görünmeye çalıştım çünkü onun kim olduğunu bilmeyen normal bir insandım. Belki de buraya sadece kitap almak için gelmiş bir yabancıydım. Bir anda bir başka yabancının bana böyle bir soruyla gelmesinden sonraki yanıtım ne olabilirdi ki?

“Kim nerede?”

“Seni onun yanında gördüm. Kimi kast ettiğimi biliyorsun!” diye parladı.

Tüm bedenim kasılmıştı. Ne demem ya da yapmam gerektiğini bilmiyordum ama balataları sıyırdığı belliydi. Göz bebekleri büyüktü ve bir şey kullandığı ya da deli gibi ihtiyaç duyduğu çok barizdi.

Bir anda etrafta gezinmeye başladı. Kitaplıkların aralarına göz gezdiriyor ve kasanın arkasına doğru giriyordu. Bu sırada da onun bile neden yaptığından emin olamadığım sebeplerle elinin değdiği şeyleri yere doğru ittiriyordu. Az önce bir çerçeveyi yüz üstü düşürmüş ve camını kırmasına sebep olmuştu.

“Ben gerçekten bilmi-”

“Bana yalan söyleme!” diyerek bağırdığı anda gözlerimi korkuyla yumarken yerimden biraz olsun sıçradım. Ayaklarım yere çivilenmiş gibiydi. Yerimden kımıldayamıyordum ve ne yapacağını kestiremiyordum. Önümde sanki ayakları tek bir saniye yerinde dursa ölecekmiş gibi hareket eden bir adam vardı. Kafası sağa sola dönüyor ve etrafa bakınıyordu.

Sessiz kaldım çünkü doğruyu söylesem dahi yalan söylediğimi düşüneceğini hemen anlamıştım. Ama hiçbir şey söylemediğim için onu daha çok kızdırmışa benziyordum. O halde ne yapmalıydım?

Bileğindeki bıçağı görünür hale getirdi ve eline sarıp ucunu bana doğru gösterdi. Zaman zaman bana doğru yaklaşıyor ve hiçbir şey yapmıyordu. Onun da ne yaptığının farkında olmadığını anladım. Bu bir çeşit istediğini alana kadar ki gövde gösterisiydi. Peki, istediği neydi?

Sadece kafası yerinde değildi ve emin olduğu şey ne istediğini bilmesiydi. Ama durum böyleyken birine zarar vermesi de an meselesiydi. Sadece bana değil, onu buradan dışarı çıkartmayı başarırsam herhangi birini…

“Eğer o elindekini bırakırsan daha sağlıklı iletişim kurabiliriz diye düşünüyorum.”

“Ya! Siktir oradan!” diye bağırdı yeniden.

“Kimi arıyorsan yardımcı olurum ama beni korkutu-”

“Nerede amına koyayım, nerede?” diyerek boğazı çıkana kadar bağırdı ve etrafında ne varsa yıktı. Büyük saksıya tekme atıp toprakları yere saçıldığında titrediğimi fark ettim.

Ona ters psikoloji uygulayıp ondan korkmadığımı göstermeyi bile düşündüm. Belki sesi ondan daha çok çıkan birini gördüğünde geri çekilebilirdi. Şu anda samanyolu olmuş kafasının içerisinde neler döndüğünü bilmediğim için bu planı rafa kaldırdım. Ama onunla burada daha fazla nasıl vakit geçirebilirdim bilemiyordum. Bana zarar vermesinden korkuyordum.

Gözüm kapıya doğru kaydı. Belki Arslan’ın yukarıdaki koltukların orada olduğunu söylersem onu kapıdan uzaklaştırabilirdim ve ben de kaçabilirdim. Peki ya benden daha hızlı hareket etseydi?

Şansımı denemem gerekti çünkü sokakta hala daha insanların karşı kaldırımdan geçtiğini görebiliyordum. Tek yapmam gereken adımımı dışarı attığım anda çığlık atmaktı.

Tam ağzımı açacağım sırada bana doğru yaklaştı ve avucunun içini çeneme doğru bastırdı. Böylece tüm planım alt üst oldu çünkü rol kesemeyecek kadar çok korkuyordum.

Suratımı kavrarken bıçağın ucunu suratıma doğru tuttu. O sırada ağlamaklı bir ses tonuyla, “Bilmiyorum! Yemin ederim, bilmiyorum!” diyerek yalan söylemeye devam ettim.

“Yalan söyleme!” deyip beni suratımdan itip alt katın kapısına doğru itince düşmemek için kenarlarını tuttum. O sırada her şey o kadar hızlı gelişmeye başlamıştı ki hayatım gözlerimin önünden film şeridi gibi aktı klişesini bizzat tatmıştım.

Bıçağı genzinden çıkarttığı hırıltılı bir sesin ardından bana doğru fırlattı. Kafamın hemen yanına isabet eden bıçakla çığlık atmam bir olduğunda göz ucuyla sağıma doğru baktım. Bıçağın yansımasından kendimi görünce neye uğradığımı şaşırdım. Gerçekten bir kâbusu yaşadığıma neredeyse emindim.

O sırada çığlığımı duyan Arslan’ı kapının dışında basamakların önünde gördüm. Adam bana doğru yaklaşıp bıçağı kapının oradan çıkartmak için yelteneceği sırada aklıma ilk gelen şeyi yaptım.

Bıçağın ucunu çıplak elimle tuttum.

Eğer bunu yapmasaydım Arslan içeri girer girmez bıçağı ikimizden birinin üzerinde kullanabilirdi. Bunun yerine ben bıçağı kendi üzerimde kullanmayı seçtim.

O bıçağın diğer ucundan tutup benden almaya çalışırken böyle bir şeyi yaptığıma şaşırmadığını fark ettim. Şaşıramayacak kadar kafası güzeldi. Şu anda tek düşünebildiği şey bıçağını geri istediği olmalıydı.

Kapı açıldı. Üstündeki zil titredi ve Arslan bize doğru üç büyük adım attı. İlk adımını attığı anda adam ona doğru kafasını döndürdü. İkinci adımında bıçağı benden kurtarmak için elinden geleni yaptı. Ve üçüncü adımda denemeyi bırakıp bıçağı bıraktı.

Arslan onun karşısına geçtiği anda yumruğunu suratına geçirdiği vakit adam bu darbeden kaçınmaya çalıştığı ama başarılı olmadı. Eğer yumruğundan kaçınmak istiyorsa bıçağı daha erken bırakmalıydı. Şimdi ise hiç şansı yoktu.

Ben kasasının arkasına doğru adımlar atarken avucumun içine ve parmak boğumlarıma batan bıçağa baktım. Ona sarılan yumruğumu açmak isterken bıçağın derimden çıkarken ki hissiyatı mide bulandırıcıydı.

İnleyerek bıçağı en sonunda elimden çıkartırken az önce olduğum yerden buraya gelene kadar etrafı kanla iz yaptığıma şahit oldum.

Gözlerimin karardığını hissediyordum. Bu kadar kan kaybettiğimden haberim yoktu ve kan tutan biri hiçbir zaman olmamıştım. Ama bir anda kaybettiğim o kadar kandan dolayı dengemi şaşırmıştım.

Bıçağı kasanın altına doğru atarken boşta kalan elimle devrilmemek adına bir yere tutundum. O sırada Arslan, turuncu kapüşonlunun yakasından tutmuş duvara yapıştırmıştı. Kolu tamamen boğazında duruyordu ve az önce ben bıçağı avucumdan çıkartmaya o kadar odaklanmıştım ki art arda kaç defa suratını yumrukladığını kaçırmıştım. Adamın suratı şimdiden mor ve yeşil renklerle kaplanmıştı. Dudağının ve kaşının patladığını bulanık görüşümle bile fark edebilmiştim.

“Arslan!” dedim ve yutkundum. Suratını bana doğru döndüren Arslan dişlerini sıktığı için çenesi kasılmıştı ama gözleri beni bulduğunda iyi görünmediğimi anlamış olacak ki endişeli ifadesi geri gelmişti. “O nefes alamıyor.”

Boynuna koluyla baskı yapıp nefes almasını engellediğinin sanki o ana kadar farkında değilmiş gibi yaptığı şeye baktı. Emin olana kadar onu bırakmadı ve en sonunda sadece tek bir adım çekilip ayakucuna doğru düşmesini izledi. Bayıldığına emindi.

Tiksinerek suratına son bir kez baktıktan sonra bana doğru adımladı. Yanına daha kısa sürede ulaşmak adına tutunduğum yeri bırakıp öne doğru bir adım atacağım sırada etraf saniyelik dilimde karardı. Kendi adımıma takılıp düşeceğim sırada göğsüne doğru kapaklanmıştım.

Önce eli, sonrasında tüm kolu çok rahat bir şekilde belime doğru dolandı. Sanki yerini ezbere biliyormuş gibi profesyoneldi. Boşta kalan eliyle sağlam olan elimi tuttu ve tekrardan ayaklarımın üzerine doğru kalkmamı sağladı.

Etraf bir süre dönerken ona değil aşağıya doğru inen kapıya doğru baktım ve “Kapıda bıçak izi var.” dedim.

“Siktir et.”

“Yerler hep kan oldu.”

“Dert etme. Hallederim.”

O an çok yakınımda olan suratına, oradan da yere düşmemek adına göğsüne doğru koyduğum kanlı elime baktım. Gömleğimde elinin izi vardı.

Kaşlarım çatılırken isyan eder gibi inledim ve elim sanki hiç acımıyormuş gibi, “Bu leke kolay kolay çıkmaz ki!” dedim.

Bıkkınla bir nefes aldı ve sırtımı kasanın oraya doğru dayadı. Ayakta durabildiğimi anladığı vakit ellerini suratıma doğru yerleştirdi. Önüme düşen saçlarımı geriye doğru parmaklarıyla tararken gözlerimin içine baktı. Sanki her bir saç telimi kulağımın arkasına özenle yerleştirirken, “Hiçbir şey senden önemli değil.” dedi.

“Ama… Burası çok dağıldı.”

Kafam epey bulanmış ve elimin ağrısı düşüncelerimi fena bozarken bana benim dilimden bir şeyleri kanıtlamak ister gibi bana doğru yaklaştı. Kolları etrafımı sardığı sırada kasanın üzerinde her ne varsa hepsini yere doğru itti. Çenem onun göğsüne doğru değiyordu ve kokusunu da burnumun ucundaydı.

“Gördün mü? Önemi yok!” dedi ve ellerini belimin iki yanına doğru koydu. Beni havalandırdı sırtım duvara değecek şekilde kasanın üzerinde oturtturdu.

Kasa L şeklindeydi ve bir ucu duvara dayalıydı. Öbür tarafı tamamen açıktaydı. Beni ilerideki sandalyelerden birine de oturtabilirdi ama ondan önce masaların üzerinden indirmesi gerekirdi ve hazır şimdi buradayken bacaklarımı da uzatmamı istemişti. Üstteki koltuklara doğru götürmenin de zaman kaybı olduğunu düşünmüş olacak ki şimdi burada öylece oturuyordum.

Üstündeki gömleğin bir ucunu hiç dert etmeden yırttı ve elime doğru hiç düşünmeden bastırdı. Ben oracıkta inlerken bana, “İki dakika bekle.” dedi ve kasasın önüne doğru atladı.

Perdeleri çekti ve kapıyı kilitledi. Ardından yanıma doğru geldikten sonra bilgisayarı kısa sürede açıp birine mesaj yazdı. Telefonlar burada çekmiyordu ama ilginçtir ki sadece buranın bilgisayarı sağlamdı.

Bayık bir sesle yerde baygın olan adamı kast ederek, “Onu tanıyor musun?” diye sordum.

Bilgisayarı kapatıp bana doğru dönmeden önce, “Evet.” dedi. Pek yanıtlamaya hevesli gibi görünmüyordu.

“Kim?”

“Müşteri.”

“Uyanmaz mı? Polisi arasak mı?”

“Ben çağırmam gereken insanı çağırdım.”

Tüylerim diken diken olmuştu ama bunda rağmen hiçbir şey sormadan sustum ve onu izledim. İlkyardım çantasını aldı. İçini açtı ve elime sardığı gömleğinin bir parçasını çekti. Acıyla inlerken gözlerimi yumdum ve yaramı incelemesine izin verdim.

“Dikişlik bir durum olduğunu sanmıyorum.”

“İyi.” dedim dişlerimin arasından. Canım o kadar acıyordu ki dikişin gerekli olup olmadığına nasıl bu kadar emin olduğunu bile soracak mecalim yoktu.

“Ah be güzelim.” deyip iç geçirdi. “İzi kalacak bunun.”

Kafamı önemi yokmuşçasına iki yana sallarken ilkyardım çantasından birkaç bir şey aldı ve kanı durdurmaya çalıştı.

“Sorun değil.” deyip titrek bir nefes aldım. “Zaten ilk değil.”

Ve o da bunu biliyordu.

Bana kirpiklerinin altından bakarken dünya üzerindeki en önemli şey benmişim gibi ilgiliydi. Acımı daha da katlamamak adına narin hamleler yapıyordu ama ben avucumu sadece biraz içeriye doğru kıvırsam bile acı çekiyordum.

“Ona verdiğin kitabın sayfaları yırtık mı çıktı da sana bu kadar öfkeli?” diye sordum.

“Hm?” dedi sanki soruyu anlamamış gibi odağını bozmadan.

“Müşterin.” diye tekrarladım. “Neden seni arıyordu? Ve neden elinde bir bıçak vardı?”

“Değersiz bir piç olduğum için.”

Beni bu hale getirenin kendisi olduğuna çok eminmiş gibi kendine kolayca hakaret edebilmiş olmasına kaşlarımı çattım. Acıdan dolayı anlımdan birkaç damla ter damlıyordu ve ondan duymak istediğim cevap bu değildi.

“Sorularımdan bu tip yanıtlarla kaçamazsın.” dedim. “Artık bazı soru işaretlerinin cevaplanmasını hak etmedim mi sence?”

Tek kaşını kaldırdı. “Yanıtlar için bıçak tutmanın iyi bir fikir olduğunu mu düşündün?”

“Planlamamıştım.”

“Ah, lütfen.” dedi ve yalandan güldü. Ama öfkesi gözlerinden okunuyordu. “Bir dahaki bıçak tutuşun planlı olsun ki ben de yanıma ona göre sağlık kiti getireyim.”

“Bana bu halimdeyken kızamazsın. Az önce bıçak tuttum ben!”

“Evet, İlay. Farkındayım!” derken sesi yükseldi. “Bıçak tuttun. Benim yüzümden ve bunu o kadar gelişigüzel söylüyorsun ki sinirlenmeme sebep oluyor. Sanki canının bir kıymeti yokmuş gibi.”

“Çok kıymetliyse anlat o zaman! Ben kar yağmasını falan bekleyemem!” diye bir anda bağırdığımda surat ifadesi biraz olsun yumuşadı ve düşünceli bir hal aldı. “Kumsala kar tutarsa beni nereden tanıdığını söyleyecektin. Bekleyemem, Arslan.”

Kafasını iki yana sallarken, “Neden gitmeye bu kadar meraklısın?” diye sordu ve elimi sarmaya başladı. “Buradan bu kadar çok mu nefret ediyorsun?”

“Pek sayılmaz.” derken sesim normalden biraz daha kısık çıkmıştı. Sanki kendime bir şeyleri itiraf ediyormuşum gibi gelmişti. “Sevmeye bile başladım denilebilir sanırım.”

“O halde?”

Duraksadım ama kirpiklerinin altından bana attığı kaçamak bakışlarından dolayı sessizliği devam ettiremeyeceğimi anlayıp bahanelerimi sundum. “Düzenim var… Arkadaşlarım da. Okulum…”

Kaşları çatıldı ve beni düzeltmek ister gibi, “Annen.” dedi.

“Tabii! Annem! Onu söylememe bile gerek yok.” derken sesimin inandırıcı çıkmasına epey gayret gösterdim ama kendime inanmıyor oluşumun belli olup olmadığını bilmiyordum.

Kan pek durmuş sayılmazdı. Bu sebeple bandajı biraz sıktı. Ağzımdan ister istemez küçük bir inleme çıkmıştı. Elimi sararken kolumu bir şekilde çekiştirdiği için yaslandığım yerden biraz olsun doğruldum. Sağ yanağı neredeyse göğsümün oradaydı artık.

“Gitmeni gerektirecek başka bir sebep olduğu çok bariz.”

Buraya onun soru işaretlerini öğrenmeye gelmiş ve bu uğurda bıçak tutmuş biri olarak şimdi bana sorular soruyor olması canımı sıkmış olmalı ki elimin acısını da hesaba katarsak, “Sana ne ki bundan?” diye isyan ettim.

“Sen benden cevaplar isterken sana sorular sorulunca beni geçiştiriyor olman haksızlık değil mi?” diye sordu. “Her şey karşılıklı.”

Kafasını kaldırmasıyla yüz yüze geldik. Her nasıl oluyorsa birbirimize bir şekilde bu kadar yakınlaşıyor olmamız gerçek bir haksızlıktı. Evet, asıl haksızlık buydu. Çünkü ne olursa olsun ona olan ilgimin farkındaydı. Bunu artık saklayamıyordum. Çabalasam da olmuyordu.

Bir şekilde elimin etrafından bandajı her döndürüşünde ve ardından sıkışında birbirimize daha çok yaklaşıyorduk. Nefes alışverişlerimizi ara ara birbirimizin teninde hissediyorduk. Konuşmadığımız zamanlardaki oluşan sessizlikte bu mesafeden kalp ritmini bile duyabiliyordum.

Şimdi suratı bana bu kadar yakınken yaramla ilgileniyor olması ve yüzünde benim için endişelenen ifadesi heyecanlanmama sebep oluyordu.

Biçimli burnu, simetrik ince dudakları ve maviyle grinin mükemmel uyumunu içeren gözleri o kadar davetkârdı ki her bir hareketi kafamı bulandırıyordu. Ve sanırım bu iyi bir şeydi çünkü ona bakarken acımı unutuyordum.

Göğsüm inip kalkarken, “Asıl haksızlık olan aramızdaki mesafe.” dedim.

Sesimdeki bıkkınlığı, küçük heyecan kırıntılarını ve acıyı kolayca seçtiğinde sağ dudak kıvrımının belli belirsiz hareket ettiğini gördüm. Ama bunu öyle bir saniyelik dilimde yapmıştı ki hayal ettiğimi sandım.

“Mesafe,” deyip bandajı tamamen bağladıktan sonra elini bacaklarımın üzerinden atıp masaya elini koydu. Bana değmiyordu. Kolu sadece bacağımın üzerinde bir köprü işlevi görüyordu ama elini bacağımın üzerine koysaydı, sanırım bu kadar heyecanlanmazdım. “çok yaklaşmaktan korkan birinin uydurduğu bir kelimedir. Sen korkuyor musun?”

Sanki ondan etkilenmememi istiyormuş gibi gelen tavrı bana karşılıksız bir meydan okumayı başlatmış gibi gelmişti. Belki de bir savaştı. İki türlü de başlatanın kim olduğu mühim değildi. Sonucunda ikimizin de kaybedeceği bir savaşı kim umursardı ki?

“Belki.”

Sorusunda verdiğim yanıt onu dumura uğratmış gibi kaşları yukarı doğru hafifçe kalktığında gözlerim dudaklarına kaydı. Bunu fark etmiş olacak ki kafasını aşağıya doğru eğdi. Kalbimin göğsümden çıkarcasına atmasını istemiyorsa eğer bu kadar yakınımda başından beri durmamalıydı zaten.

“Bence planların suya düşecek.”

“Hangi planlar?”

“Buradan gitme planların.”

Kafamı iki yana salladım. “Bunu çok söylemeye başladın.”

“Öngörülüyüm.”

Alt dudağımı dişlerimin arasına alırken gözlerimi hafifçe kıstım ve ona sessizce bakmayı bir süre sürdürdükten sonra, “Neden sadece burada kalmamı istediğini söyleyemiyorsun?” diye sordum.

Doğrudan bunu söyleyebildiğim için ufak çaplı bir şok yaşasa da gözlerimin içine bakmaya devam etti. İkimizin de bildiği ama dile getiremediği şeylerin bir şekilde suratımıza vurulmasıydı şaşırdığı…

Hiçbir şey demediği için yeniden ipleri elime alarak onu ittiğim kuyudan çıkartmak ister gibi, “Korkma, Arslan. Bana umut vermezsin. Eğer endişelendiğin buysa.” diye söylendim.

Acı vermişim gibi suratıma bakmaya devam ederken bir an için az önce benim yaptığım gibi gözleri dudaklarıma kaydı. Boşta kalan elim masanın kenarını tutup sıkarken elimin acısını bakışlarından dolayı unutmuştum resmen.

Kuruyan dudaklarını dili yardımıyla ıslatırken gözlerimin içine bakmakta zorlandı ve “Hissetmem gerekenin yarısı kadar bile suçlu hissetmemekten korkuyorum.” dedi.

“Ne konuda?”

Sesi daha derinden gelirken, “Sana umut vermek konusunda.” dedi. “Çünkü istiyorum. Ne kadar istediğimi bilemezsin. Şu an ne yapmak istediğimi de…”

Derin bir iç çekiş, ardından onu takip eden titrek bir soluk… Arslan ile karşı karşıya kaldığımda bu iki şeyi çok fazla yapıyordum.

“Yap o zaman!”

“Kurallar var.” deyip kafasını eğdiğinde burnumun ucu neredeyse kısacık saçlarına değecekti. Aynı benim gibi masanın ucunu avucunun içine alarak sıkmaya başladı. Sanki dayak yiyormuş da katlanmak adına bir şeye sıkıca tutunması gerekiyormuş gibi görünüyordu.

“Kural mı?”

“Kendime koyduğum kurallar ve uymamı söyledikleri kurallar...” Sesli bir şekilde yutkunurken sanki ona eziyet ediyormuşum gibi gözlerime bakmayı inkâr etti. “Ama en dürüst insanı bile kuralları çiğnemeye ikna edebilirsin sen. Korkum bu yüzden.”

Bir insan hem nasıl bu kadar kapalı kutu ve sır küpüyken, bir yandan da apaçık olabilirdi? Aklım almıyordu.

Ağzını kilitli tutan zehir gözlerinden akmasın diye gözlerini başka taraflara çevirirken duyduklarım içimi titretiyordu ve onun açık sözlülüğü göğsümde acı verici bir karıncalanma hissi yaratıyordu.

Benden itinayla kaçırdığı gözlerinin içinde ne kadar başını eğse de kararlılık görüyordum. Aynı zamanda sabırsızlık ve çaresiz bir arzuyla doluydu grilikleri.

Kokusunu içime çektiğim vakit birdenbire artık benden her şeyi isteyebileceğini idrak ettim.

“Bana gitmemi istemediğini söyle.” dediğimde hiçbir şey demedi. Suskunluğu ise sağır etti. “Arslan.”

Çaresizce ismini dudaklarımın arasından çıktığını işittiğinde kafasını kaldırdı ve “Seni özlemek istemiyorum.” dedi.

Bu yetmezdi.

Yetmedi de.

İstediğim şey bu değildi. Bana ihtiyaç duyduğunu bilmem gerekiyordu. Çünkü birini sonsuza kadar özlemeniz mümkün değildi. Birini tanır ve hayatınızdaki varlığından memnun kalırsanız onu severdiniz. Eğer hayat sizin için adil davranmazsa yollarınız bir şekilde ayrılmak zorunda olurdu. Geriye sadece acıklı bir özlem kalırdı.

Ölümün acısı bile birkaç aya unutulan bir şeyken özlemek zavallı bir fani davranışıydı.

Beni özlemeyi düşünmesini değil, gitmememi istediğini itiraf etmesine ihtiyacım vardı.

Yutkundum ve alt dudağımı kısa süre dişleyip sesimin titrememesi konusunda çaba harcayarak, “Zamanla geçer.” dedim.

Ardından elime baktım ve bacaklarımı sağa doğru sarkıttım. Tam kapıya doğru yöneleceğim sırada arkamdan hareketlenmesini duydum. İsmimi söyleyeceği sırada kapı biri tarafından kibarca yumruklandı ve ben yerimde öylece kalakaldım.

Kafamı Arslan’a doğru döndürmeyi düşündüğüm an o hemen yanımdan geçti. Kimin geldiğine emin olduğu için hiç düşünmeden kapının kilidini açtı ve geri geri adımlar atarken önüme geçti. Bir elini arkasına doğru atıp kapıdan uzaklaşmam için beni yönlendirdi.

İçeri nereden tanıdığımı bilmediğimi düşündüğüm kadın girdi. Arkasından iki cüsseli adam da ortama giriş yaptığında neye uğradığımı şaşırdım.

Kadın hedefine kilitlenmiş gibi etrafa şöylesine bir bakış atarken anında yerde uzanan turuncu kapüşonluyu gördü. Eliyle tek bir hareket yapmasıyla arkasında emrini bekleyen iki adam birkaç büyük adımla yanına gitti.

Kadın yerinde dururken etrafa şöylesine bir bakmaya devam etti ve dağılmış eşyalarla yerdeki kanı inceledi. Biraz suratını incelediğimde gittiğimiz davette onu gördüğüme emin oldum. Bu Jaleydi. Arslan’ın üvey annesiydi.

“Kapı.” demesiyle Arslan cebindeki anahtarı çıkarttı ve aşağıya giden kapıyı açtı. Ne olup ne bittiğini bir sinema perdesinden izler gibi izlerken donup kalmıştım.

Jale gözlüklerini indirdi ve kafasını nazikçe bana doğru döndürdü. Dudaklarında hiç de samimi olmayan ve bunun için pek de çabalamayan bir gülümseme vardı. Bana doğru elini uzattı ve tutmamı bekledi. Kendini çok yüce gördüğü belli oluyordu ve korkulan biri olmak istediği de aşikârdı.

Başarıyordu da. Korkuyordum.

Bir an için gözlerim hem eli hem de yüzünde mekik dokurken fazla beklettiğimi düşünmüş olacak ki elini biraz havada salladı. Bu hareketiyle elimi kaldırıp tuttuğumda yalandan tanışmış olduk.

Çok işi varmışçasına, “Seni tanıyorum. Özgün’ün torunusun. Annen kim senin?” diye sordu çabucak.

Onu pek de bekletme gibi bir lüksüm olmadığını düşündüğümden anında, “Ayça.” diye yanıt verdim.

“Tüh!” deyip kafasını adamlarına çevirdi. “Hiç tanışma fırsatımız olmadı.”

Yerden kaldırdıkları adamı paldır küldür taşıdıkları sırada uyanmasına sebep olmuş olacaklar ki adam ellerinden bir an için kayıp gitti. Ama sonra onu merdivenlerden zorla indirirken bağırışlarını duydum. Sonra da bağrışmaların kesilmesini…

Bugün daha fazla korkabileceğim başka bir şey olabilir miydi?

“Burada neler olduğunun farkında mısın tatlım?”

Yutkundum. “Efendim?”

“Az önce gördüklerin hakkında.”

“Ne gördüğüm önemli değil.”

Yanıtım onu tatmin etmiş gibi hafif kıkırdarken melodik bir ses tonuyla, “Haklısın.” dedi ve çantasından yelpazesini çıkartıp suratına doğru sallamaya başladı. “Ne görmediğin daha önemli.”

O an korkunun verdiği merakla sormamam gereken bir şeyi sordum. “Daha fazlası da mı var?”

“Bilemiyorum. Arslan sana-”

“O bana hiçbir şey anlatmıyor.”

Tek kaşını kaldırırken dudağının üzerindeki ben adeta titredi. “Ama sen bir şeyler gizlediğimizin farkındasın demek.”

Yeniden yutkundum. Bu sefer sesli. “Herkesin gizlediği şeyler vardır.”

“Bizim kadar değil.”

Sesimin tonunu zorla ayarlıyordum. Korkumu gizlemeye çalışsam da tırsak tavrım onu mutlu ediyormuş gibi görünüyordu. Bu yüzden kendimi sadece titrememeye odaklamıştım.

Gözlerimi kaçırıp kafamı ondan eğerken yelpazesini kapattı ve çenemin altına koyup yeniden ona doğru bakmamı sağladı. Kapının oraya doğru dönmek ve Arslan’a seslenmek istiyordum. Ama orası hakkında herhangi bir şeyi düşünmeyi geçtim, göz ucuyla bile bakmanın şu anda iyi bir fikir olmadığına karar vermiştim.

“Demek hiçbir şey bilmiyorsun.”

“Bugün gördüklerim haricinde, hiçbir şey.”

“Ne gördün?” derken yelpazenin çenemin altındaki baskısı arttı.

“Kafayı yemiş bir bağımlı üvey oğlunuza zarar vermeye kalktı.”

“Ve?”

“Siz de onu korumak istediniz.”

“Neden?”

Bu soruya verecek bir cevabım yoktu. Bu yüzden suratım büzülürken burnumdan sesli bir soluk verdim. Ama o yeniden sorusunu tekrarladı.

“Neden diye sordum.”

“Polislerle uğraşmamak için mi?” diye sorduğumda yanıtım hoşuma gitmemişti. Cümlemin içinde polis kelimesinin geçmesi bile kaşlarını çatmasına sebep olmuştu. Bu nedenle hemen toparlamam gerekiyordu. Sanki onlardan biriymişim ve daha önce ailem birçok defa polisle uğraşmış gibi empati kurmaya çalıştım. “Onlar çok soru sorar. Biri sizin kadar güç sahibiyken neden o kadar prosedürle uğraşsın ki, değil mi?”

Dudakları hafifçe büzüldü ve gözleri memnuniyetle kısıldı. “Güç sahibi olduğumu nereden biliyorsun?”

“Belli oluyor.”

Yelpazesini benden çekerken son bir kez hala ucu çenemdeyken suratımı yukarıya doğru biraz sertçe kaldırdı. Onu mutlu mu etmiştim yoksa kızdırmış mıydım emin değildim ve şimdi bunu düşünecek kadar da çok korkuyordum. Tek istediğim gitmekti. Neye bulaştığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

Yelpazesini tekrardan açtı ve yanağına doğru bastırıp sanki sır veriyormuş gibi kafasını bana doğru eğdi. Benim gibi ufak tefek bir kadın sayılabilirdi ama vücudu iriydi. Giydiği topuklular sayesinde ona yukarıdan bakmamı sağlıyordu.

“Alt katı bilen son kıza ne olduğunu biliyor musun?”

Bugün daha fazla korkabileceğim başka bir şey olabilirmiş.

Mesela bu soru cümlesi gibi…

Tüylerim diken diken olurken içimden çığlık attığımı duyabiliyor mu diye düşündüm. İşte o an aklıma Buket geldi. Onun bir parmağı olabilir miydi? Ya da Buket’i bildiğimi düşündüğü için aklıma bir bit yeniği mi sokmak istemişti?

“H-Hayır. Bilmiyorum.”

“Öğrenmek ister misin?”

“Pek sanmıyorum.”

“O halde oğlumun etrafında dolanma ve burada bildiklerin hakkında da ağzını açma.” dedi. “Bu senin iyiliğine olur.”

Üvey oğlu olduğuna dair onu düzeltmek istedim ama kanım çekilmiş gibiydi. Duyduklarım kulaklarımın uğuldamasına sebep olmuşken ellerimi önümde birleştirip titrememeleri adına çabaladım.

Önümden tek bir adım atarak çekildiğinde arkamdan gelen sesle göz ucuyla oraya baktım. Arslan ile kısaca göz göze geldiğimde şu an yanında bile olmak istemediğime karar kılıp koştum.

Çiçekçiden eve doğru dönerken ki yolu artık ezbere bildiğim için sokak arasından geçtim ama saniyeler sonra arkamdan gelen adım sesleri beni daha da hızlandırmaya yetmişti.

“İlay!”

Arslan’ın ağzından yine bana ait olmayan ismim çıktığında durmadım. Sadece koşmak ve gerçek olmayan aileme, hak etmediğim odamdaki yumuşacık yatağa kendimi atmak istiyordum.

Bollaşan atkuyruğum tamamen açılırken tokam yere düştü ve onu geri almak adına herhangi bir hamle bile yapamadım.

“Dur, lütfen!”

Sağa doğru saptım ama adımları bana doğru yaklaşmaya devam ediyordu. Bugün, diğer günlere kıyasla biraz daha rüzgârlıydı ve rüzgâra doğru koşmadığım için arkamdan esen hava saçlarımın suratıma doğru gelmesine sebep oluyordu. Elimle itsem de nafileydi.

Saptığım sokaktan tam çıkacağım sırada yaklaşan adım sesleriyle beraber kolumu tutan el beni kendine doğru çekmeyi başarmıştı. Anında bedenlerimiz birbirine serçe çarptığında, “Bırak!” diye bağırıp üzerinde benim kanım olan gömleğine boşta kalan elimle ittirdim.

“Sana ne söyledi?” diye aynı şekilde bağırdı.

Onu yeniden ittirmeye çalıştım ama tam elinden kurtulduğumu düşündüğüm sırada beni yeniden yakalıyordu. “Bırak, dedim! Bırak!”

“Kaçma benden!”

“Bırak!”

“Bilmem gerek!”

“Hayır!”

Bu sefer iki kolumu da tuttu ve sırtımı sokağın duvarına doğru dayadı. Bedeniyle üzerime kafes olduktan sonra ellerini iki yanıma doğru koydu ve kafasını suratıma doğru eğerek, “Jale sana ne söyledi, İlay?” diye yeniden sordu.

Sessizce, “Gitmek istiyorum.” deyiverdim. Sesim o kadar yorgun çıkmıştı ki kafasını yere doğru umutsuzca eğdi.

“Sana aptalca bir şey dediyse bunu bilip onunla yüzleşmeliyim.”

Dudaklarımı birbirine bastırıp inledim çünkü nefes alamadığımı hissediyordum. “Gitmek istiyorum.”

Yalan söylüyordum. Yanında olmak ve tüm gerçekleri hıçkırarak ağlarken bağırmak istiyordum. O da sadece yalan söylediğimi biliyormuş gibi gitmeme izin vermiyordu. Benim ise söylediklerimle düşündüklerim ters düşüyordu.

“Benden kaçmanı istemiyorum.”

“Başlangıçta senden nefret etmemi isteyen sendin. Bırak da kaçayım.”

Boğazımdan yumru ve gözlerimin dolmasına sebep olurken karışan saçlarıma elini geçirmek istedi ama havada öylece kaldı. Sonra da parmaklarını yeniden avucuna doğru bastırıp yumruğunu da duvara geri dayadı.

“Arslan… Ben çok yoruldum.” dedim kısık çıkan sesimle. “Kaçtığım sen değilsin. O kadın ne söylediğini bilmiyor. Ama şimdilik bırak da gideyim.”

Son anlara doğru titreyen sesimin ardından gelen tek damla gözyaşını çeneme doğru akana kadar seyretti. “Seni bu hale getirecek ne söyledi güzelim. Söyle bana, bileyim.”

Kafamı geriye doğru atıp gelmeye çalışan yaşları geri itmeye çalışırken, “Sizin, her ne yapıyorsanız artık, tüm olanları bilen son kızın başına ne geldiğini bilmek ister miyim diye sordu.” dedim. Sonra da kafamı eğip başka tarafa çevirsem de göz ucuyla onu seyrettim.

Burnunu kırıştırdı ve dilini yanağında gezdirdi. Kaşları öyle bir çatılmıştı ki ardından başının ağrıyacağını tahmin etmek zor değildi.

Kafasını inkâr eder gibi iki yana sallarken, “Seni korkutmak istemiş.” dedi.

Ona inanıyordum. Onun tarafından bir zarar gelmeyeceğini tahmin edebiliyordum ama Jale’nin yerine konuşabilir miydi?

Titrek bir iç geçirirken aynı sessizlikle, “Yani böyle bir şey yok mu?” diye sordum.

İğrenir gibi gözlerini yumdu ve “Yok.” dedi. “Az önce olanlar hakkında… Hepsi için özür dilerim. Başına hiçbirinin gelmesini hak etmiyordun.”

Kafamı olumlu anlamda salladıktan sonra duvardan destek alarak kendini geriye itişini izledim. Gitmem için hiçbir engel yoktu artık. Onun da yapmak istediği buydu aslında. Ama şimdi neden gidemiyordum?

Geri geri adımlar atıp o da karşı duvara sırtını dayadıktan sonra bana bakmayı sürdürdü. Ellerini ceplerine yerleştirdi ve suratındaki acıyı gizlemeye çalıştı.

“Arslan.” Adını söylediğimde daha da dikkat kesildi. “Kar yağmasını bekleyemem.”

Bunu benden ikinci defa duyduğunda dudaklarını bir süre birbirine bastırdı. Âdemelması yukarı aşağı inerken düşüncelerini sessizce toparlamasını izledim.

“Karşı yakada işim vardı. Sen buraya gelmeden birkaç hafta önce… İşlerimi hallettikten sonra biraz oturup dinlenmek için kendime içecek bir şeyler alırken bulunduğum dükkânın önünde gördüm seni. Kaldırımda suratında büyük bir öfkeyle yürüyordun. Ama suratına öyle oturmuş bir ifadeydi ki normalde de etrafa öyle bakındığını düşündüm.” dedi. Hala gözleri gözlerimin içine bakarken anlatıyordu ama gördüğü ben değildim. Sanki geçmişe gidip o anıları yeniden yaşıyordu. “Bir yere yetişiyormuş gibi görünüyordun. Hızla hareket ederken küçük bir kız sana çarptı ve düşmemek için kolundan tuttu. O sırada bilekliğine asılmış olmalı ki koptu ve tüm boncukları parçalara ayrıldı. Küçük kız hala dengesini koruyamamışken onu ittin ve yere düşmesine sebep oldun. O yerde ne olduğunu bile anlayamazken üstüne bir de azarladın. Kız artık ağlıyordu.” Artık ben de ona bakarken gördüğüm şey o değil, geçmişteki yaşananlardı. Epey netti. Sebebi de açıktı. “O an suratını ezberledim. Şansa bak ki haftalar sonra burada karşıma çıktın. İlk başta kolyen düğmeme dolandığında seni tanıyamadım. Ne zamanki dışarı çıktın ve ay suratına doğru parladı, o gün aklıma yazılan öfkeli suratınla karşı karşıya kaldım.”

Ona gerçekleri anlatmam lazımdı. O anki öfkemin sebebini bir şekilde açıklamam ve bana o gün oluşan önyargısını yok etmem gerekiyordu. Ama gerçek annemden bahsedemezdim.

O gün onun ölüm haberini aldıktan sonra cenaze işlemlerini halletmek adına koşturduğumu nasıl anlatabilirdim bilemiyordum. Bu yüzden yalan söyledim.

Yine.

“O gün bana çok yakın birini kaybetmiştim.” dedim ve hemen ardından yutkundum. Boğazım öyle bir kurumuştu ki ancak cümleye başlayınca fark etmiştim. “Geçimini pek de hoş olmayan yollardan kazanıyordu. Tek yakını da bendim. Sahip olduğu tek şey de o bileklikti.” Yaralı olan sargılı elimi diğer elimle tuttum ve kafamı aşağıya doğru eğdim. “O gün dünya üzerindeki her canlıya kızgındım. Onu bu hale düşüren tüm düzene kızgındım. Bağıra çağıra ağlamak istiyordum ama kendimi tutmuştum. O ana kadar. Sanırım o küçük kız yaptığı en ufak şeyle beni deliye döndürmüştü.” Omuz silktim. “Etrafa nasıl bir imaj verdiğim umurumda bile değildi. Eline benden nefret etmen için çok güzel bir malzeme verdiğimin de farkında değildim.”

Ne ara sırtını dayadığı duvardan çekilip yeniden bana doğru adımladığını bilmiyordum ama şimdi aramızda iki adımlık mesafe vardı. “Ben o kızı sonra buldum biliyor musun?” diye sorduğumda kaşları ortada yay gibi kıvrıldı.

“Öyle mi?”

Kafamı olumlu anlamda salladım. “İnsanları mutlu etmek çok zor ama çocukları değil. Hemen her şeyi unutuyorlar. Beni gördüğünde suratımı hatırlayıp kaçmayı düşündü ama sonra özür dilemem yeterli olmuşa benziyordu. Ona neden o gün öyle olduğuma dair açıklama yapmaya çalıştım ama sanırım çocuklara ölüm hakkında konuşmak pek de uzmanlık alanım değilmiş… Ona o zamanlar çalıştığım hamburgerciye götürdüm. Bana bir daha kimseye bağırmayacağım hakkında söz verdirtti.”

“Tutabiliyor musun sözünü?”

“Pek sayılmaz galiba.”

“İdare edersin.”

“Öyle mi dersin?”

Kafasını olumlu anlamda sallarken sağıma doğru geldiğim sokağa baktım. Geri dönmesi gerektiğini tahmin edebiliyordum. “Jale etrafında olmamamı istiyor.”

“Benim senin etrafında olmamam hakkında bir şey söylemedi.” Gözlerimi devirip hafif sırıttığımda kolunu kaldırdı ve elini kolumda gezdirdi. “Ben hallederim.”

“Emin misin?”

“Güven bana. O kadın gerçekleşmeyi bekleyen bir sinir krizi ve bence daha zamanı var.”

Gülümsedim. “Bana az önce olanlar hakkında uyarıda bulunmayacak mısın?”

“Birine söyleyecek misin diye endişelendiğimi mi sanıyorsun?” diye sorduğunda omuz silktim ve başka tarafa baktım. “Sana güveniyorum.”

“Sanırım bir yerlere varabiliyoruz.”

“Bir sonraki sefer senin bana bir sırrını söylemen gerekiyor.”

Kafamı iki yana salladım. “Beni nereden tanıdığın bir sır değildi. Söylemeyi geciktirdiğin benim içinde olduğunun farkında bile olmadığım bir anındı.”

“Yani?”

“Yani, sayılmaz.”

Derin bir iç çekti ve geldiğimiz yola doğru bir şey görmüş gibi baktı. “Sen eve git.”

“Neden?” dediğim sırada beni omuzlarımdan tuttu ve sokağın ucuna doğru yürüttü. Arkamı dönmeme fırsat vermeden sola doğru saptığımızda bu sefer yeniden ona bakabildim.

“Ne oldu? Kimi gördün?”

“Eve git, İlay. Ben sana her şeyi anlatmanın bir yolunu bulacağım.”

“Neden risk alıyormuş gibi konuşuyorsun?”

Çünkü alıyordu. Ama buna değer miydi?

Ve o an sanki düşüncelerimi okuduğunu kanıtlayacak o cümleyi kurdu. “Buna değer bir risksin.”

Loading...
0%