Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. BÖLÜM - FIRTINA ÖNCESİ

@rana.betb

Hakan Bey ile dün telefonda görüşmüş ve işten ayrılmam gerektiğini söylemiştim. Ay’ın sonunda gideceğimi elbette bildiği için bunu bekliyordu ve sorun etmemişti. Bugün ise anahtarları ona vermem gerekiyordu ama öğleden sonra orada olduğunu ve kapanışa kadar istediği bir zaman diliminde vermemi söylemişti. Ben de çiftlik yoluna çıktığımızdan beri anahtarı şortumun cebine sığmadığı için elimde öylece taşıyordum.

Üç gün sonra sosyeteye tanıtım vardı. Normalde dükkânda çalışmamın sebebi Özgünlerin çatısının altında kalıp yan yanayken pot kırmamak ve kendi düşüncelerime vakit ayırmaktı. Ama tanıtım balosuna o kadar çok gider olmuştum ki eve neredeyse gidemez olmuştum.

Dans provalarının yanı sıra, kaşık, çatal, bıçak nasıl tutulur, peçete nasıl kullanılır ve yerken nasıl oturulur gibi eğitimler veriyorlardı. Her biri buradan gittiğimde hiç işime yaramayacak olsa da dediklerini yapmaya gayret gösteriyordum.

Buradan gideceğim gün yaklaştığı sıralarda Ayça Hanım beni daha sık aramaya başlamıştı. Asım Dede ile para mevzularını hiçbir şekilde konuşmamam için zaten uyarılmıştım ama sanki kafa diye taşıdığım iskeletin içinde beyin yokmuş gibi bana sürekli hatırlatıyordu.

Bana o mesajı atan kişiden hala daha bihaberdim. Kim olduğunu tahmin etmek çok ama çok zordu çünkü herkesin bana hal ve tavırlarında herhangi bir değişme yoktu. Hepsi aynıydı. Ayrıca birine kendi kendime hedef gösterip ona olan tutumumu değiştirmek istemiyordum. Benim hakkımda ne düşündükleri önemli değildi. Son günlerimi sorunsuz geçirmek istiyordum o kadar.

Ayrıca o mesajdan sonra başıma hiçbir şey gelmemişti. Bu gelmeyecek demek elbette ki değildi. Her an tetikte gibi görünüyor olmak istemediğimden mütevellit aynı tutumumu sergilemeye çalışıyordum. Ama o mesajın ardından başıma bir şeyler gelmesini beklemiştim. Ama hiçbir şey olmamıştı ve buradan gitmeme de çok az bir zaman kalmışken olacağını da sanmıyordum. Benimle uğraşmak isteyen böyle bir kozu sadece canımı sıkmak için kullanmazdı. Elinde böyle bir güç varken beni kullanmaya çalışırdı. Ama o sadece birinin kimliğimi bilmesinden dolayı huzursuz olmamı istemiş gibiydi.

İki gün önce eve girdiğimde elimi herkesten gizlemeye çalışmıştım. Bunun pek de mümkün olmayacağını biliyordum ama Selenraya büyük sözler verdirip ancak açıklayabilmiştim. Jale’nin nasıl biri olduğunu az çok tahmin ediyor olması da onu pek şaşırtmışa benzemiyordu. Burada böyle şeylerin çok normal olduğunu pek de memnun olmasa da üstü kapalı bir şekilde anlatmıştı.

Daha önce başına bu tipte şeyler gelmese de kulaktan kulağa yayılan ama bilmelerine rağmen herkesin susan bir tavrı vardı.

Polisler olaylara pek karıştırılmaz ve herkes kendi yoluyla çıkan kaosları ele alır, konu da orada kapatılırmış.

Sanırım Özgün ailesi buranın en masum ailesiydi. Çünkü kardeşlerin geçinememesi haricinde bir olaylarına tanık olmamıştım.

Ya da kendilerini iyi gizliyorlardı… Eğer dahası varsa detayları bilmek istediğimden emin değildim.

Aslına bakılırsa, umurumda da değildi. Ayça Hanım’ın benden istediği gibi ufak tefek ajanlıklar yapmamıştım. Eğer onlar hakkında bir şey öğrenseydim de ona yetiştirmeyi aklımdan bile geçireceğimi düşünmüyordum. Bunu, bana buraya geldiğimden beri iyi davranan Selenraya yapma niyetinde değildim.

Gerçek kuzeni olmadığımı bilse bana vereceği tepkiyi hayal bile edemesem de, ona böyle bir adiliği yapmazdım. Hem kendime yakıştırmazdım, hem de ailesine leke sürmek istemezdim.

“Ben at falan binmem bu arada.” diyen Hafsaya, Selenra gözlerini devirip, “Niye geliyorsun o zaman? İnekleri sevmeye mi?” diye sordu.

“Belki kuzu severdim.”

“Onlar da kollarını açmış Hafsa bizi sevsin diye bekliyorlardı.” dedi. “Yerlerinde dururlarsa seversin.”

Hafsa bir anda aklına gelmiş gibi suratını buruşturdu. “Sevmesem de olur. Nerelerde geziyorlar belli değil.”

“Ne diye geliyorsun hiçbir şey yapmayacaksan?”

“Erdem’in ne yapacağını bilemez hallerinden mahrum mu kalayım?” Kahverengi parlak saçlarını tek bir omzuna doğru attı. Böyle yapınca aynı bir prensese benziyordu. “Kesin eli kolu birbirine dolanmıştır. Anıl ve Deha’nın onunla uğraşmalarını izlemek istiyorum.”

Hafsa olacakları hayal etmiş gibi kendi kendine kıkırdayınca Selenra ona, “Biletini aldın mı?” diye sordu.

“Ne bileti?”

“Gösteriye gidecek gibi anlatıyorsun da. Bilet diyorum. Aldın mı?” diye sordu Selenra.

Hafsa ise omuz silkip önüne dönerken dudaklarını büzdü ve hiçbir şey söylemeden yola devam etti.

Denize kıyı kesimde yaşayanların her yere bu kadar yakın olmasından kaynaklı yürüyor olmasına hep şaşırıyordum. Anıl hariç kimse reşit değildi. O da kimseye şoförlük yapmak istemediği için yürümeyi tercih ediyordu. Ehliyet alacak yaşlara geldikleri vakit hala daha yürümeyi tercih ederler miydi emin değildim ama emirlerine amade olan çalışanlarından bile onları uzun yol haricinde bir yerlere götürmesini istemiyorlardı.

“Erdem’in ilk işi mi?” diye sordum.

Selenra, “Babasının yanında arada çalışıyordu ama abisi kendine başka bir iş kurunca babalarının işlerini alacak geriye sadece o kaldı. Bu yüzden sıfırdan başlamasını istiyor.” diye yanıt verdi.

Zorlu ailesi büyük bir tarım işine sahipti. Altlarında çalışan bir sürü işçileri vardı ve ismi tarım işi olsa da takım elbise, kravat takan tiplerdiler. Ama babası, Selenra’nın bana anlattığına göre bu tarım işini neredeyse sıfırdan yaratmıştı.

Erdem’in babası Hikmet Bey de bu işi babasından almış ama çok farklı bir noktaya taşımıştı. Bu nedenle oğlunun da sıfırdan başlamasını ve çiftlikteki tüm işleyişi birebirde görmesini istemişti. Erdem de bir süre çiftlikte çalışacaktı. Bir yandan okula gidip bir yandan da çiftlikte çalışacak olması ekstra zorlu bir durumdu ama babasının ondan istediği de zorluklara göğüs germesiydi. Ancak bu şekilde şirketi zamanı geldiğinde ona gönül rahatlığıyla verebilirdi. Yine de yazın başında başlamasının onun için daha mantıklı olacağını düşünmüş olsam da benim fikrimi soran elbette ki yoktu.

“Herkes orada mı olacak?” diye sorduğumda Selenra yaramaz çocuklar gibi gülümsedi ama bunu Hafsaya fark ettirmeden yaptı. Kast ettiğim kişinin Arslan olduğunu sandığını anladığım anda gözlerimi büyültüp kafamı da iki yana belli belirsiz salladım. “Kamer falan…”

Hafsa anında söze girdi. “Kamer’in sevgilisi var diye biliyorum.”

“Onun için sormadım!”

“Niye? Sorabilirdin. Seni ayıplamazdım. Kamer hoş biri.”

Gözlerimi devirdim. Kimse Kamer’in nasıl olduğuyla ilgilenmiyordu ve arkadaş olduklarını sandığımdan bu sinir bozucu bir hal olmaya başlamıştı.

“Kamer’in sevgilisi olduğunu bilmiyordum.”

Hafsa bilmiş bir tavırla, “Olmasaydı o güzel şarkıları kime yazacaktı?” dedi. “Hangi erkeğin o kadar hayal gücü olur ki? İllaki ilham perisi vardır.”

“Erkeklerden ne kadar işlevsiz canlılar gibi bahsettin sen öyle?” derken gülebilmiştim.

“E öyleler.”

Bu cinsiyetçi tavrına daha fazla prim vermek istemediğim için Selenraya dönmüştüm ki Kamer’i merak ettiğim için, “Onu arada aktivitelere davet etmeye devam ederiz ama gelir mi bilmiyorum.” dedi.

“Sebep?”

“Söylemedim mi ya?” deyip kendini ayıplar gibi ellerini önünde şaklattı. “Grup dağıldı.”

“Nasıl?”

Hafsa, “Zaten bir gün dağılacaktı.” diye bir yorum yapınca sinirlenmeden edemedim. Sesi o kadar umursamaz çıkmıştı ki onu duymamazlıktan gelmeye çalıştım.

Kimse Kamer’in kollarındaki izlerin farkında değil miydi? Sadece ben mi görmüştüm de bu kadar işimin arasında kafamdan çıkartamıyordum?

“Kamer’e ne olacak peki?”

“Ne olmuş ona?” diye sordu Selenra.

“Her şeyini o gruba adamış gibi görünüyordu.”

Selenra, “Gerçekten de kariyerini bu yönde ilerletmek istiyordu ama Anıl ve Erdem’in bir gün grubu bırakacağını biliyordu. Yani, onlara bir baksana…” dedi ve yanlış bir yorumda bulunmamak için bir an duraksadı. “Yanlış anlama. Onların geleceğe dair planları doğmadan önce bile belliydi. Herhangi bir kulüpte çalmak bile onlara yetti. Şimdi de geleceklerine bakıyorlar. Babalarının mesleklerini idare edecekler falan işte.”

“Yani onlar için grup sadece bir hevesti.”

“Anıl ve Kamer anlaşamayan tipler. Ülkede binlerce insan onları tanısa ve işleri iyi gitse bile grup hemen dağılırdı.” diye gerçekçi bir söylemde bulunduğunda diyecek bir şeyim kalmadı.

Görünüşe göre kollarındaki çiziklerden gerçekten de farkında değillerdi. O partide ben farkına vardığımda da hızlıca gizlemeye çalışıp kaçmıştı. Yani onlara bundan öylece bahsedemezdim. Özellikle de Kamer’i yakın arkadaşları olarak görmüyorlarsa ellerine bir dedikodu malzemesi veremezdim.

Çiftliğe yaklaştığımız sırada etrafı şöylesine bir incelemeye koyuldum. Kulağıma erkeklerin sesleri haricinde kuş cıvıltıları geliyordu. Normalde her sabah uyandığımda duyduğum cıvıltılara kıyasla daha belirgindi. Artı olarak inek, tavuk ve koyun sesleri de vardı.

Çiftliğin sadece kulübe kısmına doğru yürürken ve daha hiçbir yerini görememişken bile uzaktan ördekleri fark edebilmiştim. Kulübenin hemen yanında da atlar vardı. Burası filmlerden çıkmış gibiydi. Güneşi bile daha farklı parlıyordu adeta ve öğle vakti ayrı bir dokunuyordu insanların tenine.

“Tavuklar seni bu halinle görse yumurtlamayı bırakır be olum. Bu halin ne?” diyen Anıl’ın ne dediğini anlamak için önce kulübenin iki basamaklı verandasına çıkmam gerekmişti. Hafsa ve Selenra önden ilerlemişlerdi.

Hafsa gözüne kestirdiği ilk rahat sandalyeye geçerken Selenra ise sevgilisinin hemen yanına doğru adımladı. Erdem sadece askılı bir çiftlik tulumu giymişti ve üstü çıplaktı. Saçları karışmıştı. Ellerinde de koca koca eldivenler vardı. Üstünün belirli kısımlarına saman yapışmıştı ve terden teni parlıyordu. Yani bir çiftlik çocuğundan farkı yoktu.

“Seni kümese koyarım yumurtlayana kadar da çıkartmam Anıl.” dedi Erdem.

Anıl arkasını yasladığı yerden hafifçe doğrulurken bacağının üstüne koyduğu ayak bileğini yere doğru indirdi ve “Dost acı söyler kardeşim. Çiçek gibi mi kokuyorsun deseydim?” diye sordu.

Üstündeki samanları yere dökmeye çalışırken çok yorulduğu her halinden belli oluyordu çünkü konuşurken bile sesi nefes nefeseydi. “Beyaz yalana hayır demem şu an.”

Anıl, “Sevgilin bile geldiği andan beri sarılmadı sana. Pembesinden yalan söylesem bile işlemez şu an.” dediğinde Selenra kaşlarını çattı ve parmak uçlarında yükselip Erdem’in yanağına sulu bir öpücük bıraktı.

Erdem büyük bir gururla gülümserken Anıl’a doğru baktı ve “Öpücüğü kaptım.” dedi. “Ama ne yazık ki sarılmadı. Gel sen sarıl o zaman kardeşine bu kollarım boş kalmasın ha. Ne dersin?”

Erdem kollarını açmış Anıl’ın yanına doğru ilerlerken hemen yerinden doğrulup koltuktan kalktı ve ondan uzak bir yere doğru adımlarken ellerini gelmesin diye önünde siper etti. “Yok, istemem. Onu da sevgilin yapsın.”

“Yok be oğlum. Ben seninle sarılmak istiyorum. Az önce ahırdaydım. Mis gibi kokuyorumdur şimdi.”

Erdem, Anıl’a epey yaklaşınca ne yapacağını bilemeyip verandanın kısa çitlerinin üzerinden atladı ve adeta isyan ederek, “Siktir git! Yeminim olsun tüm atlara müshil veririm.” dedi. “Tüm kanıtların da seni göstermesini sağlarım. İki güne kovdururum seni.”

“Yap da odanı tezekle kaplamayan şerefsiz olsun!”

Deha’nın yanında oturan Hafsaya baktım. Deha’nın göz ucuyla bana bakmasına takılmadan ona, “Bahsettiğin gösteri bu muydu?” diye sordum.

Hafsa güldü ve bacak bacak üstüne atarken, “Evet. Bir mısırım eksik.” dedi.

Deha ile göz göze gelmemeye çalışıyordum. O günden beri hem mesaj atıyor, hem de arıyordu. Ama yüz yüze gelebileceğimiz yerlerde beni rahatsız etmiyordu. Ne zaman mesajlarına ya da aramalarına geri dönüş yaparsam o zaman onu affetmeye hazır olacağımı düşünüyor olmalıydı. Yine de geldiğimden beri gözümün içine öyle bir bakıyordu ki artık ona herhangi bir şey dememi bekliyor gibiydi. Bunu fark etmemek mümkün değildi.

Hala aralarında sadece bir veranda olan Anıl kollarını çitin üstüne koymuş bizim olduğumuz tarafa bakarken bir yanda da krem pantolonunu pisletmemeye çalışıyor gibi görünüyordu. Bizim aksimize o toprak zemine basıyordu ve ufak bir denge problemi yaşarsa pislenmekten daha fazlasını yaşayabilirdi.

“Erdem işten bir hafta içinde kovulursa Deha bana 1000 lira keş verecek.”

Erdem bir saniyeliğine Dehaya döndüğünde onun gazabından korunmak adına suratına bakmaktan kaçındı ve “Söylemezsen ölürdün!” dedi.

“Benim üstüme iddiaya mı girdiniz lan?”

“Arkadaşlar ne içindir?”

Selenra yalandan kaşlarını çattı. “Ona biraz inancınız olsun.”

Erdem sevgilisine dönerek dudaklarını büzdü ve onu tam öpmeye yeltenecekken, “Teşekkürler bebeğim.” dedi ama Selenra’nın ona söylediği şeyle duvara çarpmış gibi yerinde durdu.

“En az iki hafta dayanır.”

Erdem hayal kırıklığına uğramış gibi geri geri adımlar atarken ellerindeki eldivenleri çıkartıp Anıl’a isabet etmek ister gibi tek gözünü kapatıp nişan aldı.

“Bana olan güveniniz gözlerimi yaşartıyor.”

Selenra dudaklarını büzüp sevgilisine şirinlik yapmaya çalışırken bir yandan da gülüşünü bastırmaya çabalıyordu. “Ben güveniyorum sana. Şaka yapıyordum. Aşk olsun.”

“Olsun, olsun. Aşk olsun.”

Anıl ani gelecek eldiven saldırısından kurtulmak amacıyla geri geri yürürken bize doğru seslendi ve “Biraz abartıp dört gün dersem bana ne verirsiniz?” diye sordu.

Erdem’in cevabı gecikmemişti. “Sağ yumruğumu?”

Eldiveni top haline getirip Anıl’a attıktan sonra kaçmayı başarmış olmasına karşın ağzından bir küfür çıktı. Kafasını geriye atıp derin bir iç geçirdikten sonra bir şansı daha olduğu için diğer eldiveni de top haline getirdi.

“Sana hiç inançları yok.” dedim gülmeye devam ederken. Tüm bu çatışmanın başlangıcından beri, yani neredeyse geldiğim andan beri suratımda aptal bir gülümseme vardı. Buradaki hayvanların sesleri haricinde bir de bizim gülüşlerimiz duyuluyordu etrafta.

“Senin var mı?”

Dudak kenarlarımı aşağıya doğru kıvırdım. “Sahiden cevap vermemi ister misin?”

“Hayır sanırım. Sen zaten hepimizin şımarık veletler olduğumuzu düşünüyorsun.” dedi ama suratında herhangi bir ayıplama ya da hayal kırıklığı yoktu. Sanki böyle düşünmemin normal olduğunu düşünüyor, hatta katılıyordu.

“Bunu hiç sesli söylemedim!” diyerek savunmaya geçsem de nafileydi. Onları tanıdığımda uzun bir süre düşündüğüm buydu ve bir şekilde anlamıştı.

Onların hala daha dünyaya adapte olması zor şımarık züppeler olduklarını düşünsem de bundan fazlası olduklarını da biliyordum. Onlara ilk başta çok yüzeysel yaklaşmıştım. Ama her birinin katmanları vardı. Tabii benim tüm katmanlarına erişmek gibi bir şansım yoktu. Çünkü bunun için zamanım yoktu.

“Söylemene gerek yok canım. Suratından okunuyor zaten.”

Omuz silktim. “Tamam ama öyle değil misiniz?”

Güldü ve omuz silkip, “Ara ara.” dedikten sonra ikinci denemsinde Anıl’ın gömleğine isabet ettirdi. Anıl’ın feryadı görülmeye değerdi.

“Lan, sikik herif! Gucci’dendi bu!”

“Eldivenin üstündeki çamurda Beneklidendi. Birkaç gündür karın ağrısı çeken ineğimizden.” dediği anda bu sefer kaçması gereken o olmuştu. Karnıma gülmekten ağrı girerken neredeyse iki büklüm olmuştum. Gözlerimden hafif hafif yaşlar geliyordu.

Peçete almak adına içerideki lavaboya gitmem gerekince hızlı adımlarla nerede olduğunu aradım. Burası bir kulübeden daha çok küçük bir toplantı noktasıydı. Muhtemelen çiftliği tanıtmak adına gelen olası müşterilerini burada ağırlıyorlardı ve çiftliği gezmek ya da atlarının burada durması için kira veren insanların da dinlenme yeriydi. Hem büyük bir mutfak ve oturma köşeleri vardı, hem de kadınla erkeğin ayrı ayrı gireceği lavabolar. Şu anda da bir çekirdek ailenin yanı sıra tekli masanın orada orta yaşlı bir kadın oturuyordu.

Kadınlar tuvaletine girip yaralı elime dikkat ederek yüzümü şöylesine bir yıkadıktan sonra elime bir peçete alıp tam dışarı çıkıyordum ki öndeki erkekler tuvaletiyle kapı aynı anda açıldı ve Deha ile yüz yüze gelmem bir oldu.

Neredeyse çarpışıyorduk ki ilk kim kapıyı kapatsa da içeriye doğru girse diye bakışırken birkaç garip saniye geçmişti. Gözlerimi her ne kadar kaçırsam da bir şekilde yine ona bakarken buluyordum kendimi.

Kaçamak ve tedirgin bakışları benim üzerimde gezerken ona doğru iki adım atıp biraz yakınına girdim. Bu sayede arkamdaki kapıyı kapatmış ve soluma doğru yürümeyi başarmıştım.

Tam o sırada Deha bana doğru seslendi. “Ah, beni yakaladın!”

Kaşlarım bir an için çatılırken ona biraz döndüm ve ne demeye çalıştığını çözmek adına, “Ne yaparken?” diye sordum.

“Az önce ne kadar büyük bir öküz olduğumu kendi kendime tekrar ediyordum da.” deyince kaşlarımı hafifçe yukarı doğru kaldırdım. “Bunun için ayna lazım ki kendimle baş başa kalayım.”

Yapmaya çalıştığı şeyi anlamıştım ama ona kızgın olduğumdan kollarımı önümde birleştirirken, “Ben hiçbir şey duymadım.” dedim.

“Sahiden mi? Bağıra çağıra söylediğime emindim.” Çocuksu masumiyetini kullanmaya özen gösteriyordu.

“Çiftliğe adapte olmanın bir süreci falan mı bu?”

“Hayır.” deyip bana doğru iki adım attı. “Gün içerisinde bunu elli kez tekrar ediyorum. Selenra ceza verdi de.”

Suratında endişeli bir gülümseme beni affet diyen bakışlarıyla el sıkışmış gibi öylece karşımda dikiliyordu ve ben ona nasıl karşılık vermem gerektiğini bilmiyordum. Yaptığının yanlış olduğunun bu kadar farkında olması ve ışıl ışıl bakan gözleriyle ona daha fazla nasıl eziyet edebilirdim emin değildim.

Gözlerimi devirip, “Güzel espriymiş.” deyip önüme döndüğümde yürümeye başladım ve oturma noktasına doğru ulaştım. Tam o anda yeniden yanıma doğru geçti ve konuşmaya devam etti.

Uzun zamandır ilk defa benimle yüz yüze bir şekilde konuşuyor olmasından ve hatasının farkında olmasından kaynaklı olarak elini kolunu adeta nereye koyacağını bilemez bir şekilde, “Olmayabilir. Yani eğer istersen olmaz.” dedi. “Eğer beni affedeceksen tek bir defterin tüm sayfalarına öküz olduğumu yazabilirim. Yanımızdan geçen herkese de söyleyebilirim. Elime megafon alıp da bağırabilirim. Sen seç.”

“Kendini rezil etmen mi beni mutlu edecek yani?”

Omuz silkti. “Bilmem. Sen söyle. Affedilmek için ne olursa yaparım.”

Kafamı onu ayıplar gibi iki yana sallayıp yeniden verandaya çıkmaya niyetlenmişken bir anda, “Ben bir öküzüm!” diye olduğu yerde öylece bağırmasına şahit oldum. Bir anda herkes ona doğru dönünce göz göze geldiği yaşlı adama doğru ilerledi. “Amca, duydun mu?”

“Anlamadım?”

“Öküzüm! Çok büyük dangalaklık etmiş bir öküzüm ben.”

Hemen karşısına doğru geçtim ve iki parmağımla tişörtünü çekiştirip, “Yapma!” dedim.

Elimden kurtulduğu gibi kulaklığıyla dizisini izleyen orta yaşlı kadının yanına doğru gitti ve masasını yumruğuyla tıklatıp dikkatini ona vermesini sağladı.

“Merhaba Teyzecim. Çok kısa vaktini alacağım.” dedi. Kadın ona güler yüzüyle döndüğü anda pişman olmuştu bile. “Ben bir öküzüm.” Beni işaret etti. “Şu kıza büyük bir yanlış yaptım ve beni affetmemekle çok haklı ama elimden geleni yapmaya çalışıyorum.”

Yaşlı kadın kaşlarını çattı ve etrafına bakındı. Sonra da rahatsız olmuş gibi başka tarafa geçmek adına yerinden doğrulduğunda, “Hasta mıdır nedir?” diye söylendi.

“Dur artık!” dedim dişlerimin arasından. “Daha kendini ne kadar rezil edeceksin?”

“Ne kadar gerekliyse.” diye yanıt verdi ve ardından, “Affetmen için en yapmam gerektiğini söyle.” dedi. Gözleri adeta yalvarıyordu.

“Deha…”

“Çiçek almayı düşündüm ama kafama atardın.” Elini önüne düşen buklelerine doğru geçirip geriye doğru attı. “Gerçi bu seni rahatlatacaksa alabilirim. Sırf kafama atman için.”

Artık durması için ne yapmam gerektiğine emindim ve bu emrivakiye girerdi ama bundan rahatsızlık duymamıştım. Pişman olduğuna inanıyordum.

Ona bakmayıp kafamı başka tarafa çevirdim ve isteksiz görünmeye çalışarak, “Dans ederken yanlışlarımı örtersen seni affederim.” dedim.

Göz ucuyla ona bakarken yavaş yavaş gülümsediğine şahit oldum. Öyle ki, ağzı kulaklarında değiminin kanlı canlı kanıtı gibi karşımda dikiliyordu.

“Hala benimle gitmek istiyor musun?”

Omuz silktim. “Başka çarem yok.”

“Demek ben son çareyim.”

“Aynen. Mecburiyetten yani. Maalesef.”

Gülümsemeye devam etti. “O kadar iyi bir kavalye olacağım ki beni iki kere affedeceksin.”

Tek kaşımı kaldırıp en sonunda ona baktığımda, “Neden iki?” diye sordum.

“Yedekte dursun. Belki ikinci bir hata yaparım.” dediğinde ona çaktırmadan sırıttım ve arkama doğru dönüp verandaya doğru yürümeye başladım. Arkamdan geleceğini biliyordum.

Dış kapıya doğru beş ya da altı adım kalmışken bir şey fark etmiş gibi kafasını bana doğru eğdi ve “Eline ne oldu senin?” diye sordu.

Elimi anında arka cebime doğru atıp, “Düştüm.” diye geçiştirdim.

Kaşları çatıldı. “Nasıl?”

Omuz silktim ve kafamı daha fazla soru sormaması adına iki yana salladım. “Ayrıntıya gerek yok. Düştüm işte. Hepsi bu kadar.”

İçeriden geldiğimizi gören Selenra anında yanlış görüp görmediğine emin olmak adına kafasını hem bana hem de Dehaya çevirirken gözlerini kıstı ve “Siz ikiniz içeride tek miydiniz?” diye sordu. “Lütfen bana bunun kıyamet haricinde bir açıklaması olduğunu söyledin.”

“Abartma.”

“Ne abartması? Deha’nın içeriden sağ çıkması bile mucize.”

Deha huzursuz bir şekilde güldü. “Kavalyesi olacağım. Bana ihtiyacı var.”

İsteksiz görünerek, “Mecburen.” dedim. Bu şekilde rol yapmak benim uzmanlık alanım sayılabilirdi. O kadar fazla istemeyerek ama mecbur kalarak yaptığım şey vardı ki mimiklerim otomatik olarak suratıma yerleşiyordu artık.

Deha kafasını olumlu anlamda salladı ve beni onayladı. Yalandan ciddi kalmaya çalışıyordu ama suratındaki zafer kazanmış ifadesini gizleyemiyordu. Yine de bir yandan rahatsızlık duyabileceğim bir şey der korkusuyla yan gözle nabzımı da yoklamayı ihmal etmiyordu.

“Evet. Mecburen. Yoksa suratıma bakmazdı.”

“Evet. Tek sebep bu. Yoksa onu hala affetmiş değilim.”

Selenra gülümsedi. “Sana kavalye bulmama gerek kalmadığı için memnunum. Elimde kısıtlı insan vardı ve çoğu senden küçüktü.”

“Yaş olarak mı boy olarak mı?”

“İkisi de.”

Verandanın orada bir süre daha takıldıktan sonra kalkıp gezmeye başladık. İlk başta bize Erdem eşlik ederken daha sonra işi çıktığı için Selenra durumu ele almıştı. Buraya ilk gelişi değildi ve bu da kovboy çizmelerinden belli oluyordu. Hafsa ve ben hariç diğerleri de buraya daha önce gelmiş ama bu kadar ayrıntılı dolaşmamışlardı.

Selenra’nın atı burada olduğu ve hazır gelmişken bir tur atmak istediğini söylediğinde Hafsa da ona katıldı. Anıl sadece onları izlemek adına çitlerin oraya çıktığında bana da at ayarlayabileceklerini söylemişti. Ben ise o sırada telefonumu çıkartıp saate bakmıştım. Ona saati hatırlatmak istediğimi anlayınca beni yine de ikna etmeye çalıştı. Ona başka sefere desem de ne kadar at sürmek istediğimin farkındaydım. Yine de buradaki tüm atları önce biraz tedirgin olarak sonra da hemen kaynaşarak sevmek yetmişti.

Bana sadece on beş dakika sonra beraber dükkana inebileceğimizi söylediği zaman ona inandım ama atın üzerindeki halini gördüğümde onu attan nasıl indirebileceğimi düşünemedim bile.

Çitlerin ardında dururken elimdeki anahtarı salladığımı fark eden Deha, “O anahtar ne sürekli elinde tutuyorsun?” diye sordu.

“Buradan sonra dükkâna gidip anahtarı Hakan Bey’e vermem lazım.”

Kaşları yukarıya doğru havalandı. “Ayrıldın mı?”

“Evet.”

“Doğru. Okulla zor idare edersin.” dedi ve sonra Selenraya baktı. “İstersen seninle gelirim. Selenra ile gitmeyi planlıyorsan o ata binince zamanın nasıl geçtiğini unutuyor.”

Haklıydı. Şimdiden yarım saat geçmişti ve bazen atıyla gözden uzağa doğru gidiyor ve Hafsanın çitlerin içinde giden atına eşlik ediyordu. Onunla göz teması kurmaya çalışsam da atın üzerindeyken tüm dünyayı unutuyordu ve beni görmüyordu.

Hakan Bey’i daha fazla bekletmek istemediğimden dolayı omuz silkip, “Peki tamam.” dedim.

Anıl nereye gittiğimizi sorduğunda cevap verdim ve bize katılıp katılmayacağını sordum. İki güzel kızın at binme macerasını gözlemlemenin onun için daha iyi bir aktivite olacağını söylediğinde gözlerimi devirip yoluma baktım. Buradan dükkân biraz daha uzun sürse de yolun çoğunu konuşarak atlatmayı başarmıştık.

“Sen daha önce ata binmiş miydin?”

“Hayır.” dedim. “Belki bir sonraki sefere.”

Bu tabii ki de bir yalandı. Nasıl olsa buraya bir daha gelmeyecektim.

“Buraya geldiğinden beri pek bir şey yapmadın gibi hissediyorum. Çalışmaktan başka.”

“Sizinle takıldım. Daha ne yapabilirdim ki?”

“Bilmiyorum.” dedi. “Yazın keyfini çıkartabilirdin. Çalıştığın için bize de çok takılamadın. Golf kulübüne gelmedin, ata binmedin, tenis oynamadın… Yüzmeyi hala öğrenebildin mi?”

“Pek sayılmaz.”

“Gördün mü? Hiçbir şey yapmış sayılmazsın.”

“Zaten yapabildiğim şeyler değildi.”

“Yeni şeyler denemekten kaçınmamalısın.” diyerek adeta öğüt verdi. “Okul başladıktan sonra hafta sonlarında bize katılmama gibi bir şansın olmayacak. Nasıl olsa çalışmayacaksın.”

Hiçbir şey demeden başka konulara geçiş yaptıktan sonra bir süre yolda sessizliğe büründük. Bana Arslan hakkında herhangi bir şey söyler diye korkmuştum. Ama o gün yaptıklarından sonra Arslan ile olan ilişkimin nasıl bir boyutta olduğunu merak etse de sormamıştı. Sanki öyle birinin varlığını bilmiyormuşum gibi konusunu açmamış olması iyi bir şeydi. Yarım saat öncesinde barıştığımızı düşünürsek eğer…

Birkaç dakika sonra dükkâna vardığımızda Hakan Bey’e anahtarını teslim ettim. Deha kapıda beklemeyi tercih ettiğinde onunla ufak bir sohbete daldık. Gerçekten iyi bir adam ve aile babasıydı. Tüm bunların dışında bir de kolejin müdür olması vardı. Okul başlayınca buraya kim bakacaktı merak ediyordum.

Dışarı çıkıp kendimi Dehaya göstermeden önce kitabevine şöyle bir baktığımda kapalı olduğunu gördüm. Kepenkler aşağıya inmiş vaziyette öylece duruyordu.

Oraya bakınca tek isteyim Arslan’ı görmek olsa da tüylerimin diken diken olmasını engelleyemedim. Elimdeki acı adeta geri gelmiş ve sızını hissettirmişti. Resmen travmam tetiklendiğinde Deha’nın beni fark etmesi adına boğazımı temizledim ve geldiğimiz yoldan geri dönmek adına yola koyuldum. Bir süre düşüncelerimde boğulduğumu fark etmeden derin nefesler alıp verdikten sonra Deha’nın sorusuyla kendime geldim.

“Seni eve mi bırakayım yoksa yine çiftliğe mi dönelim?”

“Hala oradalar mıdır ki?”

“Selenra atın üstündeyken gerçekten zaman kavramını unutuyor derken şaka yapmıyordum. Ama arayıp bir sorayım. Belki başka planlar yapmışlardır.” deyip güldü ve bir sokak arasına doğru girerken telefonuyla onu aradı. Yokuş aşağı bir sokak arasıydı bu ve öyle dikti ki insanlar dengesini kaybedip yuvarlanmasın diye uzun aralıklarla merdiven basamakları yapılmıştı.

Ben dikkatli bir şekilde basamaklardan inmeye çalışırken dikkatimi dağıtan sesle kafamı kaldırdım. Sokağın köşesinde iki kişinin tek bir adama saldırdığını gördüğüm sırada ağzım şaşkınlıkla açıldı. Dehaya hızlıca döndüm ve fark edip etmediğine baktım. O telefonla konuşmaya devam ederken suratımın halini gördüğü anda neye şahit olduğuma bakmak için gözlerini kıstı.

“Durun!” diye bağırıp köşeden elime bir taş alıp yokuş aşağı olan yola güvenerek var gücümle attım. Bir adamın koluna isabet ettiği anda tekmeledikleri adamın tanıdık bir sima olduğunu fark ettim. Başımdan aşağı kaynar su dökülse şu an hissettiklerimi hissedemezdim.

“Arslan!”

İki adam da işleri bitmiş gibi geri çekilip sokağın köşesine koşarak uzaklaştıklarında ben de o sırada basamakları öyle hızlı iniyordum ki ara ara dengemi kaybetmemek adına duvarlara tutunmak zorunda kalmıştım.

Yerde uzanan Arslan doğrulmaya çalışıp sırtını duvara dayamıştı ki en sonunda karşısına doğru geçtim. Yere doğru dizlerimi koyup çömeldikten sonra haline bakmak adına ellerimi omuzlarına koydum. Eğmiş olduğu suratını görmek için bir elimi yanağına doğru koyduğumda kaşından süzülen kanı gördüm.

“Sana ne yaptılar böyle?” derken sesim o kadar titrek çıkmıştı ki bir an zarar görüp görmediğime emin olmak ister gibi bana kısaca baktı. Nefes nefese kalmıştı ama bilinci açıktı. Onu fena darp etmişlerdi ve ellerindeki kanlara bakılırsa o da geri durmamıştı. “Onlar kimdi? Yoksa?”

Aklıma Jale ile beraber kitabevine giren adamlar geldiğini anlamış olacak ki kafasını iki yana salladı ve “Onlar değildi.” diyerek geçiştirdi. Dudakları aralıktı ve olabildiğince derin nefesler almaya çalışıyordu.

“O zaman polisi-”

“Hayır!” diye net bir şekilde konuştuğunda cebime attığım elim havada öylece asılı kalmıştı. Onu bu halde görüp hiçbir şey yapamıyor olmak kendimi o kadar vasıfsız hissettiriyordu ki bununla bir an nasıl başa çıkacağımı bilemedim.

Elimi boynuna doğru götürdüm ve bakmak için kafamı eğdim. Boynunun sağ kısmı morarmıştı. Üstündeki tişört biraz yukarıya doğru sıyrıldığı için eteklerinden tutup yukarıya doğru biraz daha sıyırdım. Asıl morlukları burada taşıyordu. Nerdeyse her renk vardı.

Alt dudağım titremesin diye ısırırken içimde o iki adama duyduğum öfkeyle ne yapmam gerektiğini bilemez haleydim.

“İyi misin? Kalkabilir misin?”

Arkamdaki adımlar kesildiğinde Deha, “İyi, iyi. Turp gibi.” diye onun yerine cevap verdi.

Sesin geldiği yere bakmak için kafasını kaldıran Arslan suratını anında ekşidi. Deha ile göz göze gelmekten hiç de memnun değilmiş gibi görünüyordu. Bir bacağını kendisine doğru katlayıp kolunu da dizinin üzerine koyduğu eli yumruk şeklini aldığında parmak boğumlarının mor ve yeşil renkleri daha belirginleşmişti. Kısaca bir bana sonra da onunla aynı ortamda olduğuma hayret edermiş gibi Dehaya bakmıştı.

Deha’nın hala burada olmasına anlam veremezmiş gibi kafasını geriye doğru attı ve alayla gülerken göz ucuyla bana bakıp, “Onunla mısın?” dedi. Bu haldeyken merakına yenik düştüğü şey sahiden bu muydu?

“Ben-”

Lafımı Deha kestiğinde sorusuna soruyla karşılık verdi ve pişmiş pişmiş, “Niye sordun?” dedi.

Yalandan gülüşü hemen soldu ve kafasını ona doğru döndürüp en ufak bir duygu göstermeyen gözleriyle, “Sana söz hakkı vermedim.” dedi. “Ben onunla konuşuyorum.”

Az önce yaşadıklarından dolayı epey öfke duyan Arslan kime çatacağını şaşırmış bir halde olmasının yanı sıra ona yukarıdan bakan Deha hiçbir şekilde yardımcı olmuyordu. Kollarını önünde birleştirmiş üç adım önünde öylece dururken suratında belli belirsiz bir gülümseme vardı. Sanki Arslan’ın bu halde olmasından zevk alıyor gibiydi.

“Ne bok yediğin belli değil. Gözün dönmüş. Daha kendinin farkında değilsin.” dedi. “Aynaya bak da ne halde olduğunu bir gör önce. Sonra söz hakkım olup olmadığını tartışırız.”

Dişlerinin arasından konuşurken sakin kalmaya çalışarak gözlerini yumdu. “Ötüp durma başımın dibinde. Sana bu son uyarım.”

Anında araya girip ayağa fırladım ve “Şimdi bunun sırası değil.” dedim. Tam eğilip Arslan’ın kolundan tutacağım sırada sözüm elimi itmesiyle kesilmişti. “Seni hastaneye götürmemiz-”

“Gerek yok!”

Elimi itmesiyle beraber Deha kolumun altından tuttu. Tüm avucunu bana sarıp tamamen doğrulmamı sağladı ve beni Arslan’dan bir adım geriye doğru götürdü.

“Evet, bak. Aslan gibi çocuk. Hiçbir şey olmaz ona.”

Arslan, Deha’nın hala daha koluma sarılı olan eline kitlenmiş vaziyette öylece kalırken yeniden Dehaya baktı ve “Ağzını yaya konuşma benimle. Muhatabın değilim ben senin.” dedi ve çenesini hafifçe kaldırıp elini işaret ederek ekledi. “İki dakika yerini bil.”

Deha suratını büzüp eğlenceli bir tınıyla, “Ben biliyorum yerimi. Sen rahat ol.” dedi. Resmen damarına basmaya çalışıyordu.

Dehaya bakıp kafamı iki yana sus anlamında sallarken kaş göz hareketlerimi hiçe sayıp tamamen Arslan’a odaklandı.

Arslan yerinden kalmaya çalışırken ona yardım etmek istemiştim ki Deha beni yeniden ona doğru gitmemem için uyarı niteliğinde ellerini belime doğru yerleştirdi.

Aynı zaman diliminde Arslan’ın ağzından, “Lan!” kelimesi çıktığında ve elini Deha’nın göğsüne koyup onu benden itti. Artık tam ortalarında kalakalmıştım ki ona doğru bir adım atmasını engellemek için ellerimi havaya kaldırdım.

“Çok ayıp. Hiç yakıştı mı sana?” dedi Deha sanki hiç küfür bilmezmiş gibi.

“Zırt pırt dokunup duruyorsun ya sabır çekiyorum. Rahat dur artık!”

“Çok yardıma ihtiyacın varsa tutunsaydın bana. Ben kaldırırdım seni yerden.”

“Yemin ederim var ya!” deyip kafasını yana doğru kütürdetti ve sabır çeker gibi başka tarafa yüzünü dönüp yeniden gözlerini bir süre yumdu.

“Gözün dönmüş derken bunu kast ediyordum.” deyip elini kaldırıp onu işaret etti. “Ben burada olmasam sen bu öfkeyle kim bilir kıza neler yaparsın?”

Bunu demesiyle bana hiç değmeden yanımdan geçtiği gibi Deha’nın yakasından tutup ona kafa attı. O kadar hızlı gerçekleşmişti ki arkama döndüğümde Deha çoktan yerdeydi.

“Öfkeli halimi daha görmedin bile!”

Deha yerde eliyle burnunu tutarken ona ölümcül bakışlarını atıyordu ki yerden doğrulmak için öbür elini zemine bastırdı. Yerden kalkması için onun yanına doğru giderken bir yandan da susması için ona telkinlerde bulunuyordum.

“Bizzat kanıtladın işte! Mağarana geri dön. Senin yerin burası değil!”

“Lan oğlum!” deyip tekrardan ona doğru bir adım atacaktı ki yerimden kalkıp önüne geçtim. Yumruğunu havaya kaldırmış bir halde öylece dururken beni aşamadı. “Kıza ayık değilken sulanıyorsun sonra bana burada ders vermeye çalışıyorsun. Boşuna adamlık taslama bana!”

Ellerimi göğsüne koyup bu konuyu açtığı için onu ittim. Bir an için darbe aldığı yerlere bastırıp bastırmadığımı bile düşünemeden bunu yapmıştım. Ama o sanki hiç yaralanmamış gibi davranıyordu. Öfkesi onu kolayca ayaklandırabilen bir etkendi.

“Arslan, git!”

“Seni onunla-”

“Git dedim! Geliyorum!” diye bağırdığım anda merdivenlerin yukarısını gösterdim. O da suratımı sanki ilk kez görüyormuş gibi bir süre bana baktı. Ardından gözleri yerdeki Dehaya kaydı. Ona tiksinerek baktıktan sonra yukarıya doğru adımlamaya başladı. Ben de hemen yere çömeldim. Deha tişörtüyle burnuna baskı yapmaya çalışıyordu.

“Çok kanıyor mu?”

“Çok değil. Geçti bile.” derken bana bakmıyordu. Sanki aramızda geçen olayı Arslan’a anlattığım için bana kızmıştı.

“Beni burada bekler misin?”

“Peşinden mi gideceksin?” diyerek hararetlenip biraz doğruldu ve gözlerini büyülttü. Ona herhangi bir açıklama yapmak istemedim ve yerimden kalkıp son bir bakış attıktan sonra merdivenlerden adımladım. Eğer yanında daha fazla kalırsam beni durdurmaya çalışacağını biliyordum.

Çoktan yolun çeyreğini tamamlamışken sol bacağına tam basamadığını gördüm. Ona en sonunda yetiştiğimde kolundan tutup kendime doğru çevirdim. “Ne yaptın sen?”

Derin ve hırıltılı bir iç geçirdiğinde bana bakmadan kafasını yana eğdi ve “Üstüme gidilecek bir noktada değilim.” dedi.

“Peki sonucu bu mu olmalıydı?”

Bir yanlışı düzeltmek ister gibi dişlerinin arasından konuştu. “O beni kışkırttı.”

“Belki de öyle bir karşılık vermemeliydin.”

“Belki de kendine daha iyi bir sevgili bulmalıydın.”

Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken bu dediğini gerçekten söylediğine inanamayarak ona hayretle baktım. “O benim sevgilim değil! Saçmalıyorsun şu an!”

“O öyle sanıyor belli ki.”

“Ne alaka şimdi?”

İki adım geriledi ve suratını ellerinin içine alıp birkaç saniye ovuşturdu. Cümleye hala elleri oradayken başladığı için sesi kısa bir süre boğuk çıkmıştı ki en sonunda indirmişti. “Ben sana dokunmadan önce üç kere düşünüyorum. Herifin eli kolu rahat durmuyor! Üstelik vukuatı tazeyken nereden alabiliyor bu cesareti?”

Sinirini yatıştırmak için ne söyleyebilirim diye çok kısa bir süre düşündüğümde şu an hiçbir düşüncenin bu anı düzeltemeyeceğini anladım ama denemekten zarar gelmezdi…

“Benden özür diledi. Arkadaşım olmaya çalışıyor.”

Alayla güldü. “Arkadaş mı?”

Bu şekilde güldüğü için dışarıya doğru sesli bir soluk verdiğimde kurduğum cümleyi sinirle karışık dalgaya alışını izledim.

“Evet, arkadaş! Senin aksine!”

Gözlerini büyülttü. Şakağından akan kurumuş kan ve çenesinin altındaki yemyeşil izle doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. “Benim aksime mi?”

“Evet. Neyimsin ki sen benim?”

Gözlerini devirirken kafasını iki yana salladı. “Şu an bunu konuşmamızın sırası değil.”

“Değil!” diye bağırdım ve hızımı alamayıp kollarımı iki yana açıp indirdim. “Elbette değil! Ama şu an haline bakıldığında bile doktora gitmeye tenezzül etmeyen bir adam olduğun için hangi konuyu ne zaman konuşacağımızı şaşırmış durumdayım artık! Hiçbir şeyi algılamıyorum. Kimdi onlar, Arslan? Doğru düzgün bir cevap ver artık bana! Bir şey söyle!”

Kafasını iki yana salladığında bu cevabın da tek başına kaldığında beni büyük bir çıkmaza sürükleyeceğini anladığım için derin bir iç çektim ve sesimin volümünü ayarlamaya özen göstererek, “Gel, polise gitmeyeceksen bile hastaneye gidelim!” dedim. “Şu an saman alevi gibi öfkenden dolayı ağrını hissetmiyorsun ama normal insanlar bu hale geldiklerinde ikinci kez düşünmez, direkt doktora giderler.”

Ona doğru bir adım atıp elimi onun elinin tersine doğru götürdüğüm anda yeniden geri adım attı. Ama bu sefer sanki sarhoş gibi yalpalanıp dengesini zor kurdu. Hışımla elini sanki yanıcı bir maddeye sürmüş gibi benden çektiğinde kaşlarım otomatik olarak çatıldı.

“Bırak!”

Çaresizce ona yeniden seslendim. “Arslan!”

O kadar öfkeliydi ki vücudunun yaydığı yangını buradan hissedebiliyordum. Ama bakışlarındaki yorgunluğu ve bitkinliği görmemek de imkânsızdı.

Birden bire sanki bana olan tüm ilgisini yitirmiş gibi sırtını döndü. Bu hareketiyle içimdeki fırtınanın ondan gizlemeye yönelik tüm acınası girişimlerimi yıktı geçti. Sanki çırılçıplak kalmıştım karşısında.

“Deha'nın yanına git. Benim aksime sana ihtiyacı var!”

O an bedenim duvarlar kadar soğumuştu sanki. Benimle bu kadar mesafeli konuştuğu anda kapıldığım umutsuzluk tarif edilemezdi. Biri göğsüme tekme atmış gibi hissediyordum. Ağzımı araladım ama hiçbir ses çıkartamadım. İçimdeki dehşet dalgası yavaşça yükselirken ona yeniden tutunmak istedim. Tek elim hafifçe havaya kalkarken kendi kendine yanıma geri düştü.

Göz ucuyla bu halimi öylece izlerken sanki yaptığı hareketler canımı yakmak için programlanmış gibi görünüyordu. O, onu her gördüğümde içimde bir şeylerin harekete geçmesine sebep olan adam değildi.12

Loading...
0%