Yeni Üyelik
13.
Bölüm

13. BÖLÜM - GÜNEŞİ SÖNDÜRMEK

@rana.betb

Son bir dans provasından sonra günler önce alınan beyaz elbisem dün akşam elime ulaşmıştı. Sabah kalktığım anda ise Selenra beni ona uzun süre bakarken bulmuştu. Birazdan elbiseyi ardından da onunla beraber kendimi de balkondan atacakmışım gibi göründüğümü düşündüğünü söylemişti. Haksız sayılmazdı. Düşünmüştüm. Ama birinin yüksek bir yere çıkıp oradan anlarsa ne olur diye düşünmesi gibi kaotik ama bir o kadar da yapmayacağı için masumane bir düşünceydi. Ana fikir meraktı. Sadece merak. Şu an yapsam ne olurdu düşüncesi…

Yalnız kalmak adına çiçekçi dükkânında çalışmasam ne olurdu?

Peki, Arslan’ın yanında olma istediğim nüksetmeseydi ne olurdu?

Bu iki soru bizi asıl sorumuza yönlendiriyor.

Ayça Hanım’ın teklifini kabul etmesem ne olurdu?

Ben söyleyeyim. Hiçbir şey. Şu zamana kadar yaşadığım hiçbir şey yaşanmazdı. Züppelerin arasına girmez, onlarla arkadaşlık etmek, özlerinde iyi insanlar olduğunu öğrenemezdim.

Yaptığım her şeyi isteksiz bir biçimde yapmıyormuş gibi görünmeye gayret gösteriyordum ama en son Arslan ile olanlardan sonra kafam o kadar allak bullak olmuştu ki ne düşünmem gerektiğini bilemiyordum. Sanki bir kuyunun içine düşmüştüm ve merdiven uzatabilecekken yukarıya çıkarsam daha çok zarar göreceğime inandığından çıkmama yardım etmiyor gibiydi.

Buraya adım attığım günden beri sanki yalanlarım ve sırlarım kanımda akan kanı zehirliyordu. Sırlar, yalanı, yalanlar da daha nicelerinin doğmasını sağlarken her yutkunuşumda ve her soluk verişim de daha da zehirle kaplanıyordu etrafım.

Kendimi o kadar karanlıktaymışım gibi hissediyordum ki buranın güneşli havasına bile layık değildim. Çıplak ayak toprağa bassam etrafımdaki çimenler kaybolacak, çiçekler ise oracıkta solacaktı adeta.

Kahvaltıya indiğimde herkesin suratı ayrı bir gülücükler saçıyordu. Sosyeteye tanıtımın bu kadar önemli bir şey olduğundan haberim yoktu. Ama bu gülücüklerin bugünün kutlu gün olarak ilan edilmesinden kaynaklı olduğunu düşünüyordum.

Öğleden sonra saç ve makyaj için eve ayrı insanlar geldi. Malzemelerinin her birini odama kurduktan sonra aynanı karşısına geçip beni baştan yaratmalarını izledim.

Selenra benden önce hazırlanmıştı. Son dakika ikimiz de elbiselerimizi giydikten sonra gitmeye hazır olacaktık ama hala daha saçımı yaparlarken o da Hafsa ile görüntülü konuşuyordu. Tek elinde kamerasıyla arada beni çekiyor ve bugünü ölümsüzleştiriyordu.

Elbiselerimizi giydikten sonra Deha buraya gelmiş ve arabaya binip yol boyunca bana iltifatlar etmişti. Selenra susması için ona para bile vereceğini söylediğince umurunda bile olmamıştı. Zaten bu mantıklı bir ödül değildi. Burada yaşayan hiç kimse için…

Ormanlık alana vardıktan sadece on dakika sonra kadar etrafı yeşilliklerle çevrili mekâna varmıştık. Provalar ve pratikler de burada gerçekleşmişti ve hava kararmaya yüz tutmuşken burası gerçekten de en iyi ressamın bir eseri gibi görünüyordu.

Merdivenden çıkıp içeri girmeden önce Deha elini bana uzattı. Böylece bende elbisemin önünden yakalayıp topuklularımı basamaklara yerleştirdiğimden emin oldum.

Selenra etrafı bolca fotoğraflarken kapının orada ismimiz bile sorulmamıştı. Bunun sebebinin bir an için yanımda Selenra olduğundan kaynaklı olduğunu düşünsem de girişteki kadının beni tanıdığı kafama dank etmişti. Haftalardır burada pratik yapıyordum ve tanıtılacak kızlardan biriydim.

Bu garip bir histi. İlk defa biri sadece suratımı bildiği için beni içeri hiçbir şey sormadan almıştı. Tabii bunun sebebi Özgün ailesinden olduğum düşüncesiydi…

İçeri çok rahat bir şekilde giriş yaptığımız sırada dışarıda bir hareketlenme fark etmiştim. Göz ucuyla baktığımda Hafsa’nın da şimdi vardığını gördüm. Şoför koltuğundan Arslan’ı görür gibi olduğum anda Selenra beni kolumdan çekiştirdi.

“Seninle geleceğim. İçeridekileri yoklamak istiyorum. Bakalım ne giymişler!”

Kolumdan girip beni sadece tanıtımda yer alacak kızların girdiği odaya doğru götürürken Deha, “Seni merdivenin altında bekliyor olacağım.” dedi. Elimi bırakmadan önce dudaklarına götürüp öptüğünde arkasından orta yaşlı ve epey öfkeli görünen bir adamın geldiğini gördüm. Doğrudan Dehaya kitlenmesi ve elimi bıraktığı gibi yanında bitmesiyle tanışıklıkları olduğunu anlamam kısa sürmüştü.

Adamın Dehaya, “Benimle gel.” dediğini duyduğum anda Selenraya döndüm ve uzun koridora geçmeden önce, “O kim?” diye sordum.

Beni içeriye götürmeye çok meraklı olsa da kafasını hatırım için arkaya çevirdi. Sorduğum sorunun cevabını zaten biliyormuş olduğunu ancak yanıtından sonra anlayabilmiştim çünkü adama tam bakmamış olsa bile, “Babası Timur.” diye yanıt vermişti.

“Neden öfkeli bir şekilde Dehayı çıkışa doğru götürüyor?”

Omuz silkti. “Bir şey olduğunu sanmıyorum. Aralarındaki ilişki hep bu şekilde. O her zaman öfkeli. İnsanları yasal olarak kesebildiği için şanslı. Yoksa muhtemelen katil olurdu. Korkunç bir imajı var. Deha hiç babasına çekmemiş.”

Adamın cerrah olduğunu bu şekilde söylediğinde anlamam kısa sürmüştü. Suratını sadece iki saniyeden kısa bir süre içinde görsem de oğlu ile belirgin özelliğinin gözleri ve saçlarının şekli olduğunu anladım.

Biz koridorun sonuna gelip varmamız gereken kapının önüne geçtiğimiz sırada Hafsa’nın ileriden bize seslendiğini duyduk. Kapıdan geçmek adına onu bekledikten sonra içeri girdiğimizde kimin geldiğini görmek adına suratlar bize dönmüştü. Ama bu çok kısa sürmüştü çünkü herkes o kadar heyecanlıydı ki önlerindeki aynalara bakıp iyi görünüp görünmediklerini yüzüncü kez kontrol etmekle meşgullerdi. Bir kız, biz boş bulduğumuz yere oturduğumuz sırada o kadar çok kendini pudralamıştı ki yanındaki bir diğer kız birkaç defa hapşırmıştı.

Selenra, “Anıl’ı göremedim.” dedi Hafsaya doğru bakarak.

“Abimle gelmek istediğim için o da ailesiyle geldi. İçeride bir yerdedir.”

“Jaleyle baban nerede?” diye sormamla onların gelmediğini hangi ara gördüğüme şaşırmış olacak ki güldü.

“Tam zamanında varırlar diye tahmin ediyorum.”

Bazı kızlar elbiselerini burada giyerken, bazıları saçlarındaki süslemeleri yolda gelirken bozulmasın diye şimdi takıyordu. Bazılarının makyözleriyle buraya geldiğine şaşırırcasına gözlerimi dikip bakarken Selenra elini dizime koyup dikkatimi ona vermemi sağladı.

“Bu yoğunlukta kalma diye her şeyi evde hallettik.”

Bir an burada hazırlanıp hazırlanmama gibi bir şansım olduğunu ve bana sormadıklarını düşündüğümü sanmış olmalıydı ki bana bunu söylemişti. Ben buradaki kargaşaya uyum sağlayamaz ve muhtemelen o merdivenlerden aşağıya hazırlanamadığım için el yapımı bir dağınık topuzla inerdim.

“Sorun etmedim ki.”

“Emin misin? Buradaki atmosferle hazırlanmak isteyip istemediğini düşünemedim de.” dedi. “Geçen sene burada hazırlanmıştım. Ama herkes o kadar stresliydi ki birinin kafasına maşa atmak istemiştim. Aynı şeyi yaşamanı istemedim.”

Kafamı iki yana salladım. “Böylesi daha iyi gerçekten. İyi düşünmüşsün.”

“Güzel.” deyip memnun olmuş ifadesiyle gülümsedikten sonra sırtını koltuğa yasladı.

Öylece etrafı ve kızların hazırlanmasını izledikten sonra bir süre daha onların etrafta stresten yürüyüşlerini izlemek durumunda kaldım. Ben onlar kadar stresli olsam o ince topuklularla etrafta yürüyerek huzur bulmamın imkânı yoktu. Ayaklarım su toplar ve dans ederken muhtemelen Deha’nın beni taşımasını isterdim. Daha doğrusu, buna mecbur kalırdım.

“Ben lavaboya uğrayacağım.”

“Senin için orada yer var mıdır sanmam.”

İşaret ettiği bu odadaki lavaboya baktığımda iki kişinin dışarıda sıra olduğunu fark ettim ve ben de koridorda gördüğüm herkesin kullanabileceği lavaboya doğru adımladım. O ortamda klima vardı elbette ama on beşten fazla kızın bulunduğu ve hızlı nefes aldıkları bir ortamda oksijen bana yetmez olmuştu. Terlememek adına en azından ellerimi soğuk suya basıp enseme soğuk elimi değdirebilirim diye düşünürken en sonunda lavaboya girmiş ve isteğimi yerine getirmeyi başarmıştım.

Ben elimi enseme koyup bir de kâküllerimin altına elimi değdirdikten sonra kapıdan içeri biri girdi. Koyu kızıl saçlarıyla göz kamaştırıyordu. Aurası o kadar güçlüydü ki yanımda kimse olmamasına rağmen elini yıkaması için ona daha fazla yer açmak istedim.

Yana doğru kayarken beni sanki tanımamış olması epey imkânsız bir vaziyetmiş gibi suratımı birkaç saniyeliğine süzdü ve ellerini yıkadıktan hemen sonra çantasını açtı. İçinden transparan bir kağıt çıkarttıktan sonra bana doğru uzattı.

“T bölgen parlamış. Bunu kullanmak isteyebilirsin.”

Ona doğru şaşkınlığımı fark ettirmeden dönerken bana uzattığı avucum kadar kâğıdı elime aldım ve bir süre ne yapacağımdan emin olamayıp bakmaya devam ettim. Hemen ardından onun açıklamasıyla bunun ne olduğunu ancak anladım. Reklamlarda gördüğümü anımsıyordum.

“Burnundan anlına kadar bunu sür ki fotoğraflarda parlamasın.”

“Teşekkür ederim.” dedikten hemen sonra aynaya bakıp dediğini yaptığımda şimdiden parlak görünen burnumdaki tüm yağı emmiş olan kâğıda şok içinde bakakaldım. Bunun bu kadar işe yarayacağını tahmin etmemiştim. “Hangi bilim adamının buluşu bu?”

“Harika, değil mi?”

Ona gülümsedikten sonra kâğıdı çöpe attığımda hala daha bana baktığını gördüm. Bedenini tümüyle saran uzun bir elbise giymişti. Saçına yakın bir tona sahip olan elbisenin dizinin biraz üstüne kadar yırtmacı vardı ve büyük bir özgüvenle taşıyor olduğu her halinden belli oluyordu. Normalde kızıl saçlı insanların kırmızı ya da onların tonlarını giymemeleri gereken bir algı olduğunu, bir Selenra olmasam dahi ben bile biliyordum ama kendi yargılarını kendi dağıtıyor gibi görünüyordu.

Çantasından elbisesiyle aynı renk rujunu tazelemek için çıkartırken aynaya doğru biraz eğildi ama göz ucuyla bana bakmayı ihmal etmeyerek, “Bu yıl tanıtılacak kızlardansın, değil mi?” diye sordu. Üzerimdeki beyaz elbiseden bunu anlamak zor değildi. Bugün tanıtılacak kızlar haricinde kimse beyaz giyemezdi. Bir kıyafet kuralıydı.

“Evet ama işler biraz karışık. Normalde bu yıl tanıtılacak kızlardan bir yaş büyüyüm.”

Kaşlarını şaşkınlıkla havaya kaldırdı. Kafasının hemen üstünde parlayan hayali ampulü görmüştüm bile. “Ah, sen Selenra’nın kuzenisin!”

“Arkadaş mısınız?”

“Evet ama ondan duymadım.”

“Kimden duydun?”

Dudaklarını büzdükten sonra suratına esrarengiz bir gülümseme yerleştirdi ve “Benim burada bilmediğim pek bir şey olmaz tatlım.” dedi.

Bu gülümsemesi tehdit olarak algılamamıştım. Aksine komik geldiği ve onun da bu şekilde bir muziplikle gülümsediğini düşündüğümden ben de o şekilde karşılık vermiştim.

Dışarıdan adımın seslenildiğini duyduğum anda bunun Selenra olduğunu anladım ve kafamı o tarafa çevirip, “İyi insan.” diyerek mırıldandım.

Beni başıyla onayladı ve “Gitmen gerek. Muhtemelen tanıtım başlıyor.” dedi.

“Haklısın.” deyip bir anda o şekilde çıkmak istemediğim için yeniden aklıma bana verdiği jesti getirdim. “Tekrar teşekkür ederim. Sonra görüşürüz, sanırım.”

“Evet. Sanırım.”

Kapıdan çıktığım anda Selenrayı gördüğümde koridorun diğer ucuna doğru giden kızların hemen arkasında sıra olduğunu fark ettim. Bir merdiven vardı ve kızlar yavaş yavaş oraya çıkmaya çalışıyorlardı. Ama yeterince kız merdivene sığmadığı için diğerleri ismi okunup salona inene kadar burada beklemek zorunda kalmışlardı.

Hızla Selenraya doğru adımladım. Anında koluma girdi ve ağırlığımı ona vermemi sağladı. “Sen on üçüncü sıradasın.”

“O zaman niye beni koşturuyorsun? Bana sıra gelene kadar çok fazla kişi var!”

“Seni göremeyince korktum!”

“Başıma ne gelebilir ki?”

“Bilemiyorum artık. Tuvalete düşmüşsündür belki.”

“Abart!” diyerek sesimdeki kısık isyanı bastırdım.

“Belki de kaçmak için Çin’e kazı yapıyorsundur. Belli olmaz.”

“Devam et abartmaya aynen böyle. Stresimi hiç yatıştıracak şeyler söyleme sakın!”

Birkaç kızın önüne geçtim. Selenra önümdekileri saydı ve beni tam on üçüncü sıraya soktu. Hemen sonra karşıma geçti ve ellerimi omuzlarıma koydu. “Harika görünüyorsun. Dans ederken kendini gergin hissetsen de bir kuğudan farkın yok, yemin ederim!” Kulağıma doğru eğildi. “Kuzenimsin diye söylemiyorum, buradaki herkesten daha iyi görünüyorsun. Ayrıca senin elbisen de daha güzel.”

Elimi omzuna koyup onu hafifçe ittirdim. Gülümsüyordum ve bunu kimsenin duymadığından emin olmaya çalışıyordum. “Abartıyorsun.”

“Sen de bu kelimeyi çok kullanıyorsun.”

“Ne yapabilirim? Abartma o zaman.”

Elini son kez saçlarımdan narince geçirdi ve “Ben şimdi salona gidiyorum. Masamda değil de salonun en köşesinde olacağım ki merdivenin en başından inene kadar seni görebileyim.” dedi. “İçeri geçmeden Hafsaya da bakacağım sonra da diğer tarafa geçip Dehayla Anıl ne âlemde diye kontrol edeceğim. Şeytanın bacağını kırın!”

“Kuğu gölü balesi yapmayacağım, Selenra. Alt tarafı dans.”

“Bu tip durumlarda ne dememi bekliyorsun? Dansınız mübarek olsun mu?”

Kaşlarımı çatıp gülmemek için kendimi zor tutarken elini tuttum. “Tamam, git artık. Teşekkür ederim.”

Havadan bana öpücük gönderdiğinde ön sıralarda olan Hafsaya bakındı. Benden beş ya da altı sıra önceydi ve buradaki kızlara kıyasla hiç gergin görünmüyordu. Sanki bunu yapmak için doğmuştu.

Selenra onunla da konuştuktan sonra yanımdan geçip bana göz kırptı ve koridorun diğer ucuna varıp oğlanlara bakmaya gitti. Yaklaşık beş dakika sonra da isimler okunmaya başlamıştı. Kızların adı, ikinci adı varsa ikinci adı, üçüncü adı varsa üçüncü adı, ardından da soyadı okunuyordu. Ailenin en büyüğü ya da adını kanıtlamış olan aile ferdinin neyi oluyorsa onu da söyledikten sonra ona eşlik eden kavalyesinin adı okunuyordu. Herkesin arasında bir dakika ya da kırk saniye olacak şekilde kızlar bir bir aşağıya iniyordu.

En sonunda Hafsa aşağıya indiğinde ben de en sonunda merdivene çıkmış ve ortalarına geçmiştim. Benim önümdeki kız da tanıtıldıktan sonra merdivenden iki adım çıktım. Artık en üstündeydim.

Kalbim deli gibi atıyordu. Bir anda herkesin bana bakacak olması ve dansımı eleştirir gözlerle süzmelerini aklıma getirmemeye çalışıyordum ki derin bir nefes alıp çenemi yukarıya doğru kaldırdığımda Selenrayı söylediği gibi tam buradan gördüğümü fark ettim. Ona tam gerginliğimi belli etmeden gülümseyecekken bana endişeli gözlerle bakması kalbimi daha da hızlı atmasını sağlamıştı ve bu hiç de iyiye işaret değildi.

Benimle gözleriyle konuşmaya çalışırken son bir defa kesin bir şey belli etmemek adına etrafına bakındı ve en sonunda büyük bir hayal kırıklığıyla gözlerini benimkilerle hizalayıp kafasını iki yana salladı. Ne demek istediğini bir süre anlamak istemedim. Ama kaçışım da yoktu.

Deha aşağıda değildi.

Aşağıda beni bekleyen kimse yoktu.

İsmim tanıtılacaktı ama aşağıda beni alan kimse olmayacaktı.

Selenra şaşkın şaşkın ortalığa bakmaya devam ederken bir elinde fotoğraf makinesi bir elinde de telefonuyla harıl harıl tuşlara dokunuyordu.

Yutkundum. Ama boğazımın tam ortasında adeta taş oturdu. Hızlı nefes alışlarım da şu an için bana hiç yardımcı olmuyordu. Göğsüm hararetle kalkıp inerken panik yapmamaya çalışıyordum ama beynimin bir köşesi bunun imkânsız olduğunu bana söyleyip duruyordu.

Perdenin hemen arkasındaydım ve ismim okunduğu anda iki basamak inmem demek beni herkesin görmesi demek oluyordu. Aşağıya yalnız inersem eğer ne yapmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim de yoktu.

Sadece ben değil, Özgün ailesini de rezil etmiş olacaktım.

Merdivenin kol kısmına elimi koymuş sıkarken ismimi duydum. Vücudumun her bir kısmına adeta yankılanırken her bir tarafıma resmen kesikler atıyordu. Bu bir kâbus olmalıydı. Belki de fazla stres yaptığım için tanıtımın bir önceki gecesi böyle bir rüya görmüştüm.

Bir an önce uyansam iyi olurdu.

“İlay Özgün! Asım Özgün’ün torunu. Bir istisna olarak bu sene genç kızlarımızla tanıtılmasını uygun gördük. Şimdi onu alkışlamanızı istiyorum çünkü doğma büyüme buralı olmamasına rağmen eğitimlerimize çok iyi uyum sağladı.”

Eldivenlerimin ardından tırnaklarımı avucuma batıramazken tam arkamı dönüp inecektim ki inmem için hiçbir yol yoktu. Arkamdaki kız, “Ne yapıyorsun sen? Aşağıya ineceksin!” diye söylenip beni ileriye doğru iterken dengemi çok hızlı kavrayabildiğim için şükrediyordum.

Evet. Bu kesinlikle kâbus olmaktan çok uzaktı.

Suratımın aldığı hal içler acısı olacak ki bunu fark ettiğim anda elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışarak öğrendiğim gibi merdivenlerden usulca indim. Her adımım da biraz daha yok olmak istiyordum.

O sırada beni tanıtan kadın kavalyemin kim olduğunu bilmesine rağmen elindeki kâğıdını yeniden kontrol etti. Sonra da sıraya dizilmiş oğlanlara gözlerini kısarak bakıp hiçbirinin Deha olmadığını fark etti.

Sadece son birkaç adımım kalmışken kadınla göz göze geldim. İsmi okuyamıyordu çünkü burada olmadığını biliyordum. O da bilmemi istiyordu. Ama onun da yapacak hiçbir şeyi yoktu. Etrafına donuk bakışlar atıp olası bir çözüm aramaya çalıştığının farkındaydım ama elinden hiçbir şey gelmezdi.

Çaresizce son adımımı attığım anda sağımdan gelen adım seslerini işittim. Bir anda tam karşımda durup elini bana uzatan Arslan’ı görmem ile merdivenlerden inene kadar ilk defa nefes aldım. O ana kadar tuttuğumun bile farkında değildim.

Kadın onun kim olduğunu elbette biliyordu ki ismini büyük bir rahatlıkla söyleyiverdi. “Ona, Doğan ailesinden Arslan Doğan eşlik edecek.”

Bu durumda beni kurtarmış olmasına minnettar olmuşken elimi ona doğru uzattım. Kalbim yerinden çıkacak gibi hissettiğim anda etraftaki uğuldamaların hepsi onun elini tuttuğum an kesilmişti sanki. İnsanlardan morluğu geçmemiş olan suratını gizlemekle uğraşmadan beni dans pistine doğru götürürken hala daha anın şokunu atlatamamış bir şekilde ona dikmiştim gözlerimi.

Ağır aurası adeta enseme doğru vurdu. Sadece varlığıyla bile yer çekimini birkaç kat arttırmış gibi yavaş çekimde ilerliyorduk. Hal böyleyken etrafımızdaki her şey çok hızlı ilerliyor, sadece biz ağırlaşan bizmişiz gibi hissediyordum.

Hiçbir şey demese bile avucunun içine aldığı elim o kadar rahattı ki bu bir dalgalanma yaratıp tüm vücuduma yayılmasına sebep olmuştu. Sanki beni dünyanın en huzurlu yerine doğru götürüyordu ama ben ona bakarken hiçbir şeye odaklanamıyordum.

Şu ana bile.

O an yine aklıma buradan gideceğim ve ardımda onu koca bir sır denizinin ortasında bırakacağım geldi.

Vedalaşması gerekmeyen insanlar olmamızı o kadar isterdim ki bu istek kalbimi ağırlaştırmaya yetti. Sanki kalbim vücuduma sığmıyordu artık. Onu taşımak için iki kişi gerekiyordu. Ama ikisinin de eli doluydu.

Biri kendi sırlarını arkasına saklıyordu. Diğeri de yalanlarına sarılıyordu. Öyleyse bu yükü kim taşıyacaktı?

Titrek bir iç geçirdim ve saniyeler içinde gerçek dünyaya dönerek, “Deha nerede?” diye fısıldadım.

Bana uyum sağlayarak aynı şekilde fısıldadı. “Bilmiyorum.”

“Yoksa ona-”

“Kıskançlık krizi geçirip ona bir şey yapıp yapmadığımı mı soruyorsun?” diye sormasıyla sıraya dizilmiş çiftlerin önüne doğru geçtik. Ellerimiz birbirlerinden ayrılmıştı. Dansı Hafsa ile pratiğe geldiğinden ötürü biliyor olmalıydı ama aklında ne kadarı kalmıştı emin değildim.

“Kıskançlık krizinden yaptığını sanmıyorum.”

Benim suratım tamamen ona dönükken o profesyonel olmaya çalışarak kafasını önüne doğru döndürdü ve dudaklarını belli belirsiz aralarken, “Ona bir şey yaptığıma eminsin yani?” diye sordu.

“Emin olduğum söylenemez. Sadece ihtimaller dâhilinde.”

Bir an için hemen onun soluna doğru bizim gibi sıralanmış çiftleri gördüğümde bunlardan birinin Hafsa ve Anıl olduğunu fark etmiştim. Anıl kafası karışmış bir şekilde tek kaşını kaldırmışken, Hafsa abisine şaşkınlıkla bakıyordu. Benimle göz göze gelmesiyle ona verecek bir cevabım olmadığı için yeniden Arslan’a bakındım. Çaktırmadan gülüyordu. Ama nasıl oluyorsa suratı hala soğuktu.

“Onu, seninle dans edecek diye kıskanıp bir şey yapmam neden ihtimaller dâhilinde değil?” diye sormasıyla kaşlarım şaşkınlıkla çatıldı. Resmen dalga geçiyordu.

“Sen söyle. Neden olsun? Neden beni kıskanasın ki?”

“Soruya soruyla karşılık, ha?”

Hem bizim hem de yanımıza doğru birkaç çift daha yavaş yavaş yerleşmeye başlarken, “Egon o kadar büyük ki kimseyi sahip olduklarıyla kıskanmazsın sen.” diye söylendim.

En sonunda kendini tutamayıp profesyonelliğini bozdu ve kafasını bana doğru hışımla döndürdü. “O sana sahip mi?”

Kirpiklerimi kırpıştırıp bir cevap ararken, “Onu demek istemedim.” diye ağzımda geveledim.

Suratımı beni merdivenden aldığından beri ilk defa bu kadar net süzdü. Öyle ki kirpiklerime kadar cevabımdan emin olmak adına adeta bakışlarıyla dokundu.

Yeniden önüne dönerken, “Doğru noktaya parmak bastın.” dedi. Sesi bu sefer o kadar buz gibi çıkmıştı ki eklemlerime kadar üşüdüm. “Ben kimseye sahip olduklarından dolayı kıskanmam. Ama sana her temas ettiğinde avuçlarım dirseklerime kadar öyle bir kaşınıyor ki kendimi çok zor tutuyorum.”

Derin bir nefes aldım ve aynı onun gibi önüme doğru dönüp bana bağırdığı günü kast ederek, “Yaptığın ve söylediğin her şey iyi ya da kötü beni etkiliyor. Bunun farkında mısın?” diye sordum.

“Farkındayım.”

“O zaman neden yapıyorsun?”

“Benden nefret etmen için uğraşsam da beceremiyorum.” dedi. “Çünkü yanında olmayı o kadar istiyorum ki bencilliğim gözümü kör ediyor.”

Araya bir anda şarkı girmesiyle adeta nerede olduğumu bir saniyeliğine de olsa unuttum. Ben neredeyim, ne yapmam gerek, dans mı? O da ne? Bacaklarımı hareket ettirmem lazımdı. Ama nasıl?

Şarkının ritmiyle erkekler kızlara doğru döndü. Ardından reverans yaptıklarında kızlar da iki saniye bekleyip eteklerinden tutup bacaklarını kırdı. Erkekler yer değiştirip kızların arkasından geçtikten sonra kızlar da onların tarafına doğru tek adımda kayarak süzüldü ve aynı reverans yeniden yapıldı. Erkekler tek dizlerinin üzerine çöktükten sonra kızlar onların etrafında döndüler ve ardından onlarla dans etmeyi kabul ediyorlarmış gibi ellerini onlara uzattı.

Şu ana kadar hiçbir hareketi kaçırmadığım için kendimle gurur duydum. Arslan Doğan ile dans edeceğim düşünülecek olursa eğer bu bir mucize sayılabilirdi.

Arslan elimi tutup yerinden doğrulduğu gibi tek elini belime doğru yerleştirip bedenlerimizi birbirlerine yapıştırınca belim daha çok dikleşti. Kafamı onun suratına doğru hizalarcasına kaldırınca zaten bildiğim şeyi emin olmak için diğerlerine bakındım.

Her birinin arasında birkaç santim boşluk vardı. Bu dansın amacı mesafeydi. Bu yüzden kadınların ellerinde eldiven vardı ve el ele tutuşsalar bile birbirlerine değemiyorlardı. Ama şimdi o bana böylesine yakınken burnundan verdiği sıcak soluklar açıkta kalan göğsüme doğru yanıklar bırakıyordu.

Dansın amacı bu değildi.

Kesinlikle değildi.

Derin bir nefes aldığımda buranın biraz fazla sıcak olduğunu hissetmeye başlamıştım. “Aramızda biraz mesafe olması gerekiyordu.”

Dudağının sol kenarı belli belirsiz havalandı. “Dansı pek iyi öğrenememişim demek.”

Etrafımızda dönüp diğerleri gibi dansa ayak uydururken sadece iki provada yer almasına rağmen dansı ezberlemiş olmasına hayret ettim. Salonun ortasında dönerken tek elimden tutup beni çevirmiş ve ardından yeniden bedenlerimizi birleştirmişti. Bunu dans gereği iki kere daha yaptıktan sonra yeniden etrafından döndüm ve bana uzattığı eli tutup ona doğru dönerek yaklaşıp sırtımı göğsüne doğru çarptım. Bu sefer bunu bilerek yapan bendim ki istediğime de ulaşmıştım. Biraz olsun yerinde sarsılmıştı. Boğazından geldiğine emin olduğum hırıltı gülmemi sağlasa da etkilenmemiş gibi yaptım.

Dudağı neredeyse kulağıma doğru değecekken, “O gün sana bağırdığım için özür dilerim.” dedi.

Dans gereği yeniden suratına doğru döndüm. Konuyu açtığında hazırlıksız olduğum için gözlerimi ondan kaçırdım ve dansa odaklanmaya çalışırken bir yandan da kendimi savunmaya geçme ihtiyacı hissettim.

“Sana yardım etmeye çalışıyordum.”

“Yanımda olmanı bile o kadar hak etmiyorum ki ilgili olmana katlanamıyorum.”

Beni yeniden döndürdü ve karşısına geçmemi sağladı. Yeniden herkes gibi salonun ortasında bir daire yaparak saat yönünde dans ederek yol alırken sırada erkeklerin kızları havalandırması gelmişti.

“Yanılıyorsun. İçini gördüm ben senin.” dediğimde gözleri koyulaştı ve şakağından aldığı yarayla aynı renge büründü. “Sen bahsettiğin gibi hiçbir şeyi hak etmeyen birisi değilsin.”

“Yanlış görmüşsün.”

“Bunu danstan sonra konuşalım.” dediğimde bir şey demiyor olmasından dolayı ikilemek zorunda kaldım. Beni acilen onaylaması gerekiyordu. Danstan sonra bir yerlere kaçmasını istemiyordum. “Konuşacağız. Tamam mı?”

Arslan tek elimi bırakmadan belimdeki elini sıkılaştırdı. Ona yardımcı olmak adına tuttuğu elimin parmaklarını onun boğumlarına geçirdim ve kolumu da düz tuttum. Bir anda havalandığımda bu duyguyu nasıl tarif edeceğimi bilemedim ama göğsümden yanaklarıma doğru büyük bir sızı olmuştu. Deha ile bunu provada yaparken böyle bir hisse kapılmamıştım.

Bunu iki kere daha yaptıktan sonra yeniden kolunu bana doğru uzattı. Tuttuktan sonra ona doğru döndüm. Beni aşağıya doğru eğerken bir dizimi kırmış diğerini de uzatmıştım. Bir elim elindeyken, omzunda olan elimi provada yaptığım gibi yere doğru usulca indirdim. Sanki nehre parmaklarımı daldırır gibi havaya doğru usulca dokundum ve alkışların ardından Arslan’ın beni kaldırması için yeniden omzuna doğru elimi koydum.

Herkes alkışları tadarken herkes yavaşça salonun ortasından dağılmaya başlamışlardı. Ailelerinin yanına doğru giderken Arslan yanımdan ayrıldı ve görebildiğim bir yere doğru gitti. O sırada Selenra dibimde bittiğinde ben de etrafa bakınıyordum.

“Dehayı hiçbir yerde bulamadım!”

“En son babasıyla değil miydi?”

“Acil bir şey çıksa yazardı. O böyle bir ihmalkârlığı yapmaz. Üstelik böyle bir günde.” dediğinde sesi endişeli çıkıyordu ki sonra yeniden koluma girdi ve beni Özgünlerin masasına doğru yürütmeye başladı.

“Arslan’a sen mi söyledin?”

“Hayır. Deha’nın gelmeyeceğini anladığında fırtına gibi sıraya geçti. Ben de anlamadım.” dedi. “Ama ben bile minnet duydum.”

“Abim ne alaka ya?” diyerek arkamızdan gelen sese kulak verdiğimizde yerimizde durduk. Hafsa şaşkın şaşkın bize bakarken bizim de ondan kalır yanımız yoktu tabii. “Son anda kavalye değiştirdin ve o abim miydi yani? Başka insan mı kalmadı?”

Kafamı iki yana salladım ve onu düzeltmek ister gibi, “Son anda değil, son saniye.” diye yanıt verdim.

“Ayrıca onun fikri değildi. Arslan kendi girdi sıraya.”

Selenra’nın verdiği yanıtı duymamış ve ortada büyük bir gizem varmış gibi bana bakmaya devam etti ve “Siz arkadaş mıydınız ki? Niye sana böyle bir iyilik yaptı?” diye artarda sordu.

Gözlerimi devirdim ve söylemeden edemedim. “Belki de abin iyi biridir Hafsa. Hiç düşündün mü bunu? İnsanlar bazen arkadaşı olmasa bile diğerlerine karşılık vermeden iyilik yapabilir.”

Anıl araya girdi. “Arslan yapmaz.”

İçimden onun hakkında hiçbir şey bilmediklerini sayıklarken daha fazla bu muhabbete dâhil olmak istemediğime karar verdim. Tam Arslan’ın gideceği yoldan gidecekken Ahu Teyze ile göz göze geldim. Hemen yanındaki masada Asım Dede neredeyse gözleri dolmuş bir şekilde beni izliyordu.

Selenra diğerlerini bırakıp yanıma doğru geldi ve beraber masaya giderken, “Dedem aslında çok duygusal bir adam ama ancak bu tip etkinliklerde kendini göstermekten çekinmiyor.” dedi.

“Sende de mi ağladı?”

“Pek sayılmaz.” deyip omuz silkti. Sesinden bu duruma üzülmüşe benzemediği anlaşılıyordu. “Sana bir bakıma yıllar sonra ilk defa kavuştu. Hak etmediğin bir hayatı yaşadığını düşünüyordu ve kendini suçluyordu. Duygusallaşması çok normal. Eğer Dehanın nerede olduğuna endişe etmeseydim ben de ağlamaya hazırdım.”

Gülüp yanlarına gittiğimde Ahu Teyze bana yanaştı ve ilk defa ondan beklenildiği gibi nazikçe sarıldı. Ardından yanaklarımızı birleştirip dudaklarını değdirmeden beni öptüğünde, “Orada çok zarif görünüyordun.” dedi.

Benden uzaklaşırken şaka yollu, “İtiraf et. Beklemiyordun, değil mi?” diye sorduğumda elini omzuma götürüp beni biraz cimcikledi.

“Beni iyice kötü biri sanmaya başladın.”

Kafamı iki yana salladım. “Asla. Kendine özgü biri olduğunu kabullendim.”

Kaşlarını çattı. Bunu pek de iltifat olarak kabul etmediği belli olsa da idare eder bulup suratındaki gülümsemeyi soldurmadı. Sonra elini cimciklediği yere koyup sıvazlarken, “Annenin burada olmaması kötü oldu.” dedi.

Bundan bir hafta öncesine kadar Ayça Hanım’ı benim arayıp tanıtımdan bahsetmem istenmişti. Bu bir bakıma davetti ve eğer kızı olarak ben yaparsam kabul edeceğini düşünmüşlerdi. Elbette yanıtı olumsuz olmuştu. Eğer gerçek kızı orada olsaydı da gelmeyi bile aklından geçirmeyeceğini eklemişti.

Kızının bu hayata bir şekilde adım atacağı hayali bir tüylerini diken diken ediyor, hatta midesini bulandırıyordu.

“Burada olmasını ister miydin?”

“Senin için isterdim. Çok şey kaçırdı.”

Ona gülümsedikten sonra Asım Dede tekerlekli sandalyesini hareket ettirince zahmet etmemesi adına karşısına doğru geçtim. Ellerini kaldırdığı anda elimi uzattım ve “Adeta melek gibi süzüldün kızım. Harikaydın.” dedi.

“Emin misin? Birkaç defa ritmi kaçırdım.”

Kafasını iki yana yavaşça salladı. “Kimsenin fark ettiğini düşünmüyorum.”

“Sahiden mi?”

“Yüzde yüz eminim.”

Elimi avucunun içine alıp birkaç defa sıvazladıktan sonra suratındaki gurur ifadesi kalbimin birkaç köşesini kırmaya yetmişti. Yine de bozuntuya vermeden derin bir iç çekip yanlarından ayrılmak adına bahane uydurmam gerektiğini anladım.

“İzniniz olursa eğer bir arkadaşımın yanına uğrayıp geleceğim.”

“İyi ama birazdan yemek başlayacak.”

“Kaçırmam.” deyip elimi mideme götürdüğümde gülümsedim.

Selenra tam ben onlara arkama döndüğüm sırada, “Ben de geleyim.” deyip durmamı sağladı.

Ona doğru baktığımda suratımın aldığı hal ile saniyesinde hangi arkadaşın yanına gideceğimi anlamış olmalı ki suratında küçük bir gülümseme belirdi. Anında dudaklarını büzüp gülüşünü gizlemeye çalıştıktan sonra bakışlarını yere değdirdi ve kafasını sallayıp masaya geri döndü.

Çıkışa doğru ilerledikten sonra burada hiç kimsenin olmadığını görmek beni mutlu etmişti çünkü binanın balkon kısmı tüm yapıyı sarıyordu. Balkonun sonunda Arslan ile göz göze geldiğimde sağa doğru yürüdüğünü gördüm. Beni gördüğü an bunu yapmıştı. Beni bir yere çekmeye çalışıyordu. Sanırım kimsenin gelmeyeceği bir noktaya.

Avuçlarımdan düşen eteklerime daha çok sarıldım ve hızlandım. Ben oraya gidene kadar balkonun diğer ucuna doğru gitmişti bile.

Yanına doğru en sonunda yetiştiğimde eteklerimi bıraktım ve gölgede olan onu baştan sona süzdüm. Elleri cebindeydi ve balkonun bu tarafına doğru uzanan ağacın dalları bulunduğumuz yeri epey bir gölge yapıyordu. Tenha olması da cabasıydı.

Sağıma soluma bakındım. Kimseyi göremeyince tam karşısına geçtim. Sırtı bana dönüktü ama arkasında olduğumu bildiği için koluna doğru dokunup bana doğru dönmesi için çekiştirdim. Şimdi sağından gelen ay ışığı profilini güzel bir şekilde aydınlatıyordu. Öyle garip bir ruh halindeydi ki gergin sakinliği bana geçti.

“Sana karşı birçok şey hissettim, Arslan.” deyip alt dudağımı ısırdım. “Ve senin istediğin bu olsa bile hiçbiri nefret değildi. Peki ben şimdi ne yapmalıyım?”

Neden duygusallaştığımı bilmiyordum ama kelimeleri birleştirmek bir an için çok zor gelmişti. Belki son günüm olduğundan, belki de sırların ve yalanların ağırlığından ya da belki de aramızdaki zorlu duvarlara rağmen sadece tek kelimesiyle kalabileceğimi bilmemdendi.

Elleri ceplerinde kafasını eğmiş ayakuçlarına bakarken sanki burada değildi. Uzanıp ona dokunsam görüntüsü bir anda dağılacakmış gibi görünüyordu. Sanki gözle görünen bir sis gibi yok olacaktı. Merdivenden beni alıp salonun ortasına doğru çıkartırken ki verdiği güveni kaybolmuştu.

Ben ise rüzgârdaki bir mum gibi hissediyordum. Onun söyledikleriyle şekil alacak ve bana hissettirdikleriyle ya alevlenecek ya da sönecektim.

Kara kara düşünürken derin bir iç çekti ve “Keşke bilseydim.” dedi.

“Bana cevap gerek. Hem de birden fazla.”

“Ben de bilmiyorum.” deyip ellerini ceplerinden hışımla çıkarttı. “Bana yaşattıklarınla nasıl başa çıkarım bilmiyorum.”

“Ne yaşatmışım ben sana ya?” dediğimde gözleri bu sefer doğal olmayan bir şekilde bakıyordu.

Zorla yutkundu. “Eğer seni ne kadar sık düşündüğümü ve üzerimde yarattığın etkiyi bilseydin senden kopabilmek için hiç şansım kalmazdı.”

Bu sözleri beni ezici ve umulmadık bir arzuyla doldurmuştu. Beni kendinden soğutmak istercesine ağzından isyan ederek çıkan sözleri beni geri dönülemez bir şekilde ona daha da bağlıyordu.

Elimde olmadan kekeledim. “K-Kopmak mı?”

Bu asla ama asla duymak istemediğim bir kelimeydi. O kadar ağır gelmişti ki adeta acısıyla kavruluyordum. Aşk bu demek miydi? Birinden kopmayı hayal bile edememek ve bahsi geçtiğinde de yok olmak istemek?

Bana doğru iki adım attı. Taş kesmiş yüzündeki her bir mimik kımıldadığında anda parçalanıyordu sanki. “Her şeyimi alırdın benden, İlay. Her şeyimi! Aklımı, gururumu, göğsümün içinde atan kalp dedikleri organı. Beni yok ederdin!”

Böyle çaresizce konuştuğunda onu duymak istemiyordum. Bu nedenle söylediklerine odaklanmak zordu. Ama sözcükleri bir şekilde beynimi saran tuhaf sisi geçmeyi başardılar.

“İstiyor musun?” dedim. “Benden kopmayı bu kadar istiyor musun?”

Aramızdaki mesafeyi kapatıp ellerini omuzlarıma koyduktan sonra bana doğru yürüdü. O her adımında ben de geri adımlar atıyordum ki sırtım duvara değdiğinde ikimiz de durmak zorunda kaldık. Bu sırada elleri omuzlarımdan kollarıma doğru bir yol izlemiştim. Tenimi avuç içine iyice almıştı.

“Görmüyor musun?” diye sordu ve çenesiyle kendini gösterdi. “Bak bana! Bitik haldeyim. O gün başıma geleni gördün. Sana sonrasında bok gibi davrandım ve senin umurunda bile değil! Değil yanında olmak, seni düşünmem bile zarar.”

Kafamı inkâr eder gibi iki yana salladım. “O adamlardan bahsediyorsan bir yolunu buluruz! Jale-”

“O kadar kolay değil!”

Ellerimi en sonunda göğsüne koyup onu kendimden ittim ve sesimi yükselterek, “Zor olmasını sen istiyorsun!” dedim. Kolları iki yanına doğru düşmüştü ama benden uzak durmasına o kadar tahammül edemiyordum ki yeniden ona doğru bir adım atıp gömleğinin kumaşına sarıldım. “Bak, yaşadıkların hakkında en ufak bir fikrim yok. Söylediğine bakılırsa yalanlar ve sırlar üzerine kurduğunuz dümenin ne olduğunu bilmesem bile bu kadarını bilen tek kişiyim.” Onu biraz sarstım. “Anlat bana! Gitmemi istemediğini söyle. Yemin ederim kalırım. Bu içine düştüğün sorunlar her neyse çözüm yolu ararız. Atlatırsın. Beraber atlatırız.”

Ellerini bileklerime koyup tutundu. “Yapamam! Bilmen demek seni de bu duruma alet etmem demek. Neden Hafsa’nın hiçbir şey bilmediğini sanıyorsun? Onu korumaya çalışıyorum. Ben çok…”

Devamını getiremedi.

“Söyle!”

Kafasını başka tarafa çevirdi. “Karanlıktayım.”

Gözlerimi yumdum. Avucumdaki kumaşı daha çok ezerken sakince nefes almaya gayret gösteriyor ve söylediklerini hazmetmeye çalışıyordum. Kendini benim gözlerimden görmesinin bir yolunu bulmam gerekiyordu. Onu ikna etmeliydim.

Kirpiklerimi havalandırıp yeniden ona bakarken usulca, “Sen yansıtmaya çalıştığın o karanlıktan daha fazlasısın. Kötü biri değilsin!” dedim.

Suratını yeniden bana çevirdi. Öylesine karanlıkta olmamıza rağmen yaralarını buradan ne yazık ki seçebiliyordum. Eğer öperek iyileştirme şansım olsaydı hiç düşünmeden yapardım.

“Öyleyim! Anla şunu!”

“Hayır!”

Sanki nesnel bir yargıyı bana kabul ettiremediği için isyan etti. “İlay!”

“Bana kötü olduğunu kanıtlayacak en ufak bir şey yapamazsın sen!”

“Öyle mi?”

“Öyle!”

Elleri bir anda yanaklarımı bulduğunda ne yapacağımı bilemeyerek yumruklarımı sıktım. Ama o en ufak bir tereddütte bulunmayarak dudaklarını dudaklarımla buluşturdu. O an kalbim patlayacak sandım ama yaşıyordum. Hatta sanırım, yeniden can bulmuştum.

Öpücüğü ilk başta sadece dudaklarını dudaklarımın üstüne kapatmasından ibaretti ama daha sonra alt dudağımı yavaş bir öpücükle esir almıştı.

Serçe ve yüzük parmağı boynumun orada hassas bir noktayı sanki yerini öncesinde biliyormuş gibi bulup parmağıyla okşamaya başlarken dudaklarına doğru titredim. Ona karşılık vermemek için verdiğim çaresiz çabanın sebebini bilemez bir şekilde kendimi tutuyordum ama aynı zamanda da geri çekilecek gücü kendimde bulamıyordum.

Boğazından gelen hırıltıyı adeta yutarken dudaklarımı en sonunda araladım. Gözlerim, onun dudaklarının tadını aldığı vakit kapandığında artık açılmasının imkânsız bir hale geleceğini biliyordum.

Titreyen ellerimi yumruk haline getirdikten sonra yavaşça havaya doğru kaldırdım. Sonrada kısacık saçlarına doğru götürdüm. Kısa saçları avuç içlerimi gıdıklarken tek düşünebildiğim dudaklarının sıcaklığıydı. Baş döndürücüydü. Daha önce hiç bu şekilde öpüldüğümü hatırlamıyordum.

Sıcacık ve masumane.

Öpüşme derinleştikçe içimi zevk ve panik dolu küçük ürpertiler sardı. Topuklu giymeme rağmen suratımı ona kaldırmam ve onun da eğilmesi gerektiği için parmak uçlarımda havalanıp kendimi ona bastırdım.

Ben bunu yaptığım anda tek elini belime doğru koydu ve beni olasılığı varmış gibi beni kendine daha çok bastırdı. Sonra da hala yanağımda olan diğer elini enseme doğru usulca götürdü. Oradan yukarı çıkartıp saçlarımı kavradığında üstüme doğru yürüdü ve duvara yaslanmamı sağlarken bunu kafamı çarpmayayım diye yaptığını anladım. Onun yerine elini duvarla ortama koymuştu.

Alt dudağımı yavaşça emdiğinde neye uğradığımı şaşırıp sessizce inledim. İçimde söndürülmesi imkânsız bir yangın başlatmıştı. Gerilen kaslarımı adeta anlamış gibi gevşetmek adına belimde duran eliyle tenimi kumaşın üzerinden okşuyordu.

Yanaklarımın al al olduğuna emindim çünkü aklımı kaçırmak üzereydim.

Ellerimi kısa saçlarından indirip kollarımı boynuna doğru sardım. O da yukarıda olan elini aşağıya indirmişti. Artık iki eli de belimdeydi. Ellerini her oraya koyuşunda oyuncak bir bebekten farkım yokmuş gibi hissediyordum çünkü elleri o kadar büyüktü ki belimi çok rahat kavrayabiliyorlardı.

Dakikalardır nefes alamadığımı ancak kısık bir soluk aldığımda fark etmemle o da bunu anlamış gibi nefes almam adına dudaklarımızı ayırmıştı. Ama bunun bitmesini istemediğim için elimi ensesine doğru bastırıp onu boynuma doğru bastırdım. Bana ne oluyordu hiçbir fikrim yoktu. Önce ona ayak uydurmaya çalışırken şimdi o bana ayak uyduruyordu ve ikimiz de bu durumdan şikâyetçi değildik. Aylardır bu ana doğru yol almıştık ve her şeye değmişti.

Göz kapaklarım o kadar ağırlaşmıştı ki boynuma bastırdığı öpücüklerle açmam mümkün değildi. Ben derin nefesler alıp kendimi kontrol etmeye çalışırken bir süre boynumda oyalanmaya devam etti. Öpücükleri kulağıma güzel bir melodi gibi geliyordu.

İkimiz de hem aceleci gibi görünsek de onun hamleleri çoğu zaman yavaş ve öldürücüydü. Beni ürkütmek istemiyor, kaçıp gitmemden korkuyordu sanki.

Öpücüklerini daha rahat kondurabilmesi adına boynumu yana doğru yatırdım. Yanlış bir şey yapma konusunda tedirgin olsa da iz bıraktığı köprücük kemiklerime bir an için dişleri değdiğinde öyle bir sarsıldım ki ensesinde çekiştirdiğim küçük saçlarına tırnaklarımı batırmak zorunda kaldım. Neyse ki eldivenlerimden dolayı acı vermemişti.

O an suratını göremesem dahi öpücüklerinin durmasından ve dudaklarından çıkan sıcak havanın kısa bir süre şiddetlenmesinden dolayı gülümsediğini anladım.

Boynumdaki dudaklarını bulmak için birkaç kısa saniyeliğine gözlerimi açtım ve onu öpmek için dudaklarını hedef aldım. Bu onun yaptığının aksine pek sakin bir hamle değildi. Hatta fazlasıyla yoğundu.

Dudaklarına özgü o karamel tadına bağımlısı olacağım konusunda hiç şüphem yoktu. Üstelik şu an dudaklarımız beraberken bile sanki hiç yetmiyormuş gibi hissediyordum.

Saniyeler, dakika olduğunda daha fazla ne kadar ileri gidebileceğimi adına endişe etmiştim ki nefes nefese bir şekilde alınlarımızı birbirlerine bastırdık. Kalbim ağzımda atıyordu. Onun da benden bir farkı yokmuş gibi görünürken dudaklarını son bir kez elmacık kemiğimin hemen üzerinde olan iki çile bastırdı ve “Kanıtladım.” dedi.

Elimi suratına doğru götürüp rujumun izini silmek için başparmağım ile dudağını ve kenarlarını ovuştururken, “Arslan!” diye bir gürültü koptu. Ardından gelen topuk sesleriyle ikimiz de birbirimizden ayrılırken sesin geldiği yöne doğru bakmamız gerekmişti. Tüylerim diken diken olurken yanlış bir şey yapmışım gibi hissetmekten kendimi alıkoyamadım. Ama o kadar doğru geliyordu ki başımı umursamazsa dik tuttum ve dirseklerimden düşen eldivenleri yukarıya doğru sıyırdım.

Bizim buraya geldiğimiz yoldan gelen kızıl saçlı bir kadın yavaş adımlarla elinde kadehi ile adımlarken gözleriyle beni süzmeye bile tenezzül etmeyip doğrudan Arslan’a baktı. Bu kadını daha önce bir yerde gördüğümü düşünüyordum ama çıkartamıyordum.

Göz ucuyla Arslan’a baktım. Benim aksime buz kesmişti. Az önce benimle eriyen adamdan eser yoktu ki hala ikimizin de nabızları normal bir hızda attığı söylenemezdi. Tam yanımda olduğu ve şu an için kadının topuk sesleri haricinde hiçbir ses çıkmadığı için ritmini duyabiliyordum. Benimkiyle aynı anda atıyordu.

Tam karşımızda duran kadın hiç hayal kırıklığına uğramamış, hatta böyle bir şeyi eninde sonunda bekliyormuş gibi dudaklarını büzdü. Bayık bakan gözlerinden dolayı elindekinden birkaç bardak içtiği belli oluyordu.

“Kızımın seni bu halde görmesini istemezsin, değil mi?” diye sormasıyla kast etmeye çalıştığı şeyle afalladım. Dik tutmaya çalıştığım duruşum bir anda bozuluverdi. Omuzlarım düştü ve bakışlarım yeri boyladı.

Arslan’a baktım. Bakışları tamamen kadına kilitlenmişti. Hiçbir şey demiyordu ya da yeltenmiyordu.

Bakışlarımla yalvardım. Eğer bana baksaydı görebilirdi ama bakmadı. Bakamadı.

Kadın kadehiyle bana bakmasa da beni işaret etti ve “Bu küçük sırrı aile huzurumuz için saklayacağım ama bir daha olursa affetmem, bunu bil.” diye uyardı.

Anlamak istemedim. Ama ne kadar reddedebilirdim.

Dünya sanki ayaklarımın altından kayıyordu ve ben büyük bir denge sorunu yaşıyordum. O kadar güçsüz hissediyordum ki dizlerimin üzerine çökebilir ve birkaç gün orada öylece kalabilirdim.

Birkaç gün mü? Belki de haftalar.

Ya da kim bilir? Aylar…

Kadın sırtını dönüp giderken sormak istedim. Kadının sarhoş bir çatlak olduğunu düşünmek istedim. Bana o kadının deli olduğunu ve hayali şeyler saçmaladığını söylemesini istedim.

“Arslan,” dedim ve zorla yutkundum. “o kadın neyden söz ediyor?”

Bana bakamıyordu. Utanıyor muydu? Foyası açığa çıktığı için pişman mı olmuştu. Bir sevgilisi olduğu halde bana karşı beslediği duyguların yalan olduğumu doğrudan yüzüme karşı söyleyemiyor muydu? Numarasını ancak bu kadar mı sürdürebilmişti?

Titreyen ellerimi saran eldivenler sanki zincirmiş gibi bir anda çıkartıp kenara attığımda elimi şakağımın üzerine koydum. O bana bakamıyordu ve ben de artık ona bakamıyordum.

“O kadının saçmaladığını söyler misin?”

“Söyleyemem.”

O an içimde onun şeklinde ağır bir çukur oluştu ve varlığını her bir saniyesi o çukur daha da derinleşti. Giderek büyüyordu ve benden geriye hiçbir şey kalmayana kadar büyümeye de devam edecekti.

Boşta kalan elimi her zamanki gibi göğsüme attım. Bana öyle geliyor olmalıydı ama attığını hissetmiyordum.

Ağlamamak için kendimi zor tuttuğumdan dolayı dişlerimi sıkıyordum ki verdiğim bu savaştan yenilerek çıkacağım için hışımla geldiğim yolda geri dönmek için ona sırtımı döndüm. Eteğimi tutmadığım için topuğum kumaşa takılmıştı ki kolumdan tutup düşmemi engelledi.

Kolumu ondan hızlıca çektim ve suratına bile bakmadan, “Dokunma bana!” diye bağırdım.

“Açıklamama izin ver.”

“Kes sesini!”

“İlay!”

Bana daha gerçek ismimle bile hitap etmiyor olması ayarlarımla fena oynamışken çığlık çığlığa bağırmak istedim ama bunun yerine ona doğru sertçe dönüp işaretparmağımı uyarırcasına kaldırdım ve “Sesini bile duymak istemiyorum. Bana yaklaşma!” dedim.

Eteklerimde tutup balkonun en ucuna doğru giderken alt dudağımı öyle bir dişlemiştim ki kanatacağıma emindim. Dışarıdaki oksijen bana yetmiyordu. Aksine, bir zehir gibi geliyordu. Beni hemen şu an öldürmesine razıydım.

Ellerimi balkonun korkuluklarına doğru koydum. Kusmak istiyordum. Burnumun ucu öyle bir sızlıyordu ki dökülmesin diye uğraştığım gözyaşlarım gözlerimde birikmişti. Artık önümü bile göremiyordum.

Bu halimle içeri giremezdim. Bu yüzden merdivenlerden indim ve kendime kimsenin olmadığı yalnız bir yer bulmak adına çaba gösterdim. Önümü bile göremezken merdivenlerden inmek epey zorlu olmuştu ama düşmekten korkmayan adımlar atıyordum. Artık kaybedecek bir şeyim olmadığını hissediyordum. Hâlbuki annem öldüğünde bu duyguya kapılmıştım. Bu his hep benimle olmalıydı. Peki neden şimdi çaresizce Arslan’ı kaybettiğimi hissediyordum?

Merdivenlerden aşağıya inerken binanın içinden çatal bıçak seslerinin geldiğini duyabiliyordum ki basamaklardan inip biraz yürüdüğümde o sesler biraz olsun kesilmişti. Ama kapının oradan birinin çıktığını topuklularından duyabilmiştim. Bunlar az önce duyduğum topuklular gibi değildi.

Bir kız sesi sesini duyurmak için yüksek volümde konuşurken, “Ben de her yerde seni arıyordum!” dedi ve hızlı adımlar atmaya başladı. O an arkamı döndüğümde Arslan’ın bir uçta kızın da bir uçta olduğunu fark ettim.

O kız bugün lavaboda karşılaştığım kızdı…

Arslan ile bir an için göz göze geldiğimde kızın ona yaklaştığını ve kollarını açtığını gördüğüm an elbisemin eteklerini daha çok sıktım ve hızlıca önüme döndüm. Kavuşma anlarını görmek istemiyordum.

Çakıl taşlı yoldan adımlarımı düzenli atmaya çalışırken nereye gittiğimi bilmiyordum ki ilerideki banklarda dirseklerini dizlerine dayamış kafasını da yere eğmiş olan birine rastladım. Bunun Deha olduğunu görmem ile öfkem biraz daha artınca bacaklarım sanki benden bağımsız olarak onun olduğu tarafa doğru yol aldı.

“Deha!”

Kafasını anında kaldırınca suratının halini gördüm. İsmini refleks olarak duyunca kafasını kaldırmasıyla indirmesi bir olmuştu çünkü suratının halini görmemi istemiyordu. Gözü morarmıştı. O an anında ona biriktirdiğim öfke eriyip giderken avuçlarımdaki etekler kaydı.

“Ne oldu sana?”

Bana bakamıyordu. Bu nedenle onu görebilmek için elimi çenesinin altına koydum. O çenesini benden kurtarınca bunu inatla bir daha yaptım. Suratını en sonunda net bir şekilde görmüştüm. Ama gözleri bende değildi.

“Kim yaptı?”

“Özür dilerim.” dedi. “Seni aşağıya bekleyeceğime söz vermiştim.”

“Önemli değil. Sana ne oldu?”

Elimi ondan usulca çekince kafasını iki yana salladı. “Neden burada oturup beklediğimi bile bilmiyorum.”

O an gözleri tepkime bakmak için suratıma kaydığında o da az önce benim ona baktığım gibi bana baktı ve dudakları usulca aralandı. “Neden ağlıyorsun?”

Elimi refleks olarak yanağıma doğru götürdüğümde yaşlı yanaklarımı hissettim. Bunun nasıl farkında olamadığıma şaşırmaya bile vakit bulamadan, “Bilmiyorum.” dedim. “Sen neden burada öylece oturup bekliyorsun?”

“Tek başıma utanıyordum.”

“Beraber utanalım.”

Ayağa kalktı ve etrafına bakındı. “Seni kim ağlattı?”

“Önemli biri değil.”

“Eceyi mi öğrendin?”

Ece diye bahsettikleri kızın bu olduğunu ancak anlayabildiğimde alt dudağım anında titrediği için sadece kafamı aşağı yukarı kısaca sallayarak cevap verdim. Sonra da aklıma gelen ilk şeyi sordum.

“Neden bana söylemedin?”

“Onların aile meseleleri bana düşmezdi.” dediğinde ona inandım. Kasten canımı yakmak için bekleyip gizlemeyeceğine inandım. “Zaten kimse de bilmiyordu.”

“Nasıl?”

“Ben buradaki insanların verdiği kararları sorgulamayı uzun zaman önce bıraktım.”

Derin bir iç çektim. Dahasını sormak gibi bir niyetim yoktu. Bu yüzden doğrudan moraran gözüne bakıp, “Baban mı?” diye sordum.

Gözlerini başka tarafa kaçırarak benim gibi sessizce kafasını aşağı yukarı sallayarak sorumu onayladı. “Çiftlikte bağıra çağıra kendimi rezil ettiğim insanlardan biri müşterisiymiş. Onu küçük düşürdüğümü sandı.”

“Baban cerrah değil mi?”

“Aynı zamanda buradaki hastanenin de sahibi. Yüklü bir bağış yapacağını düşündüğü adamdan benim yüzümden para koparamadığını düşündü.”

Elimle gözündeki morarıklığı gösterdim. “Sonra da bunu mu yaptı.”

“İlk defa suratımı hedef aldı.” derken boğazı düğümlendi. “Özellikle böyle bir günde yaptığı için kendimi çok suçlu hissediyorum.”

İkimiz de acınacak halde görünüyorduk. Bunu bir kör bile rahatlıkla söyleyebilirdi. “Beni beraber suçlu hissedeceğimiz bir yere götürür müsün?”

Buna çok ihtiyacı varmış gibi bana baktı ve hiç düşünmeden ya da ikiletmeden, “Nereye?” diye sordu.

“Burası hariç her yere.”

Beklemem için bana bir dakika işareti yaptıktan sonra biraz ileriye doğru gitti. Nereye gittiğine baktığımda siyah takım elbiseli adamların olduğu bir alana gittiğini fark ettim. Çok geçmeden içlerinden birinden araba anahtarı aldıktan sonra yanıma doğru geldiğinde bu insanların şoför olduğunu anlamıştım.

Beni kafasıyla gittiği yöne doğru çağırınca peşinden yürüdüm ve “Baban neyle dönecek?” diye sordum.

Bana bakmadan şoför koltuğuna geçti ve “Çok da sikimde!” dedi.

Ön koltuğa geçip kemerimi taktıktan sonra, “Ehliyet almak için bir senen var.” dedim.

“Bu kullanmayı bilmiyorum demek değil.” Arabayı çalıştırdı. “Hem gideceğimiz yer uzak değil.”

“Neresi?

“Anıl’ın babasının oteline.”

Parayla uğraşmak istemediği ve muhtemelen onu orada tanıdıkları için beni oraya rahatlıkla götüreceğini anladığımda sesimi çıkartmadım.

Yol boyunca yanaklarımdan usulca dökülen gözyaşlarını çeneme geldiği anda elimi tersiyle silmekten yorulmuştum. Suratım pek bir şey söylemiyordu. Artık hiçbir şey bana herhangi bir ifade vermiyormuş gibi hissetsem de gözyaşlarım aksini söylüyordu. Donuktum.

Yalanlar ve sırların ardından mutlu olabileceğimi nereden çıkartmıştım bilmiyordum. Ama ilk defa bir şeye bu kadar umutla sarıldığım için o kadar hızlı yere çakılmıştım ki olanların etkisinden uzun bir süre çıkamayacağımı biliyordum.

Yolu sessiz bir şekilde tamamladıktan sonra arabayı girişteki görevliye verdi. Biz otele vardıktan hemen sonra Deha Bey diye karşılandı. Benim ismim pek de mühim değildi.

Ona bir oda numarasıyla anahtar verdikten sonra Deha elini belime götürüp sol taraftaki bar kısmını gösterdi.

“İkimize de birkaç kadeh alkol gerekiyormuş gibi hissediyorum.”

Sırf suratımda mimik belirsiz diye öylesine gülümsemeye çalıştım. Muhtemelen rimelim gözlerimin altında birikmişti ve korkunç görünüyordum. “Kaç tane mesela?”

“Bir ya da on tane kadar.”

Omuz silktim. “Hadi o zaman.”

XXX

Gözlerimi kırpıştırarak açtım. Beni uyandıran neydi bilmiyordum çünkü hava hala karanlıktı. Pencere kendi kendine biraz daha aralanmıştı ve yağmur biraz çiseliyordu. Bunu sesinden anladığımı farz ediyordum. Belki de uyduruyordum.

Vücudumdaki yorgunluğun tarifi imkânsıza yakındı. Kirpiklerimin ucunda ağırlıklar varmış gibi açtığım an kapatabiliyordum. Ellerimin tutunduğu yere doğru bakındım. Yumuşak doku anında yorgana temas ettiğimi anlamamı sağlamıştı.

Yutkundum. Boğazım çok kuruydu ve nedense midem bulanıyordu. En son ne yaşanmıştı?

Yerimden doğrulduğumda üstümdeki yorgan karnıma doğru kayınca pencereden gelen rüzgâr tenimi üşüttü. Kafamı aşağıya eğdiğimde çıplak olduğumu fark etmemle neye uğradığımı şaşırdım. Panik içinde yorganı kaldırıp altıma da baktığımda kusacağım sandım.

Avuç içlerim terler aynı anda hem üşüyor hem de terliyordum. Yanaklarıma yapışan saçlarımı geriye doğru iterken titrediğim için zorlanmıştım.

Yorgana yeniden sarıldım ve sağ tarafıma bakındım. Deha uyuyordu. Üstü çıplaktı ve yorganı kaldırırsam benden bir farkı olmadığını anlamaktan korkuyordum.

Odaya baktım. Buraya ne zaman geldiğimi hatırlamıyordum. Ne zaman elbiselerimi iç çamaşırlarıma kadar çıkarttığım hakkında da en ufak bir fikrim yoktu.

Kendimi beyni yıkanmış ve kirlenmiş gibi hissederken en son hatırladığım şey otele varmamızdı. Bara gitmiş ve dertleşirken içmiştik. Konuşmalarımızın çoğu aklımda bile değildi.

Çaresizce ve sessizce ayaklarımı yataktan sarkıttım. Onu uyandırmadan iç çamaşırlarımı ve kıyafetlerimi giymeyi başardığımda kapının oradaki boy aynasıyla karşılaştım. Bitik görünüyordum. Sönmüş gibiydim. Ruhsuz bir canlıdan farkım yoktu. Kendimden hiç bu kadar iğrenmemiştim.

Kapıyı yavaşça açıp koridora çıktıktan ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yokken duvarlara tutunarak ve midemdeki bulantıyı bastırmaya çalışarak koridorun en ucuna kadar vardım. Asansörü beklerken duvara sırtımı dayayıp aşağıya doğru kaydım. Ellerimi suratıma doğru örttüm ve tüm bunların bir kâbus olmasını diledim.

Loading...
0%