@rana.betb
|
Uyandığımda yaptığım ilk şey hiçbir şey olmamış gibi aşağıya inip bir şeyler atıştırmak ve sonra da verandaya çıkıp bir süre orada oturmak olmuştu. Bu kadar erken uyanmayı beklemiyordum ama kimseye veda etmeden karşı yakaya geçmeyi bile düşünmüştüm çünkü artık burada ne yaptığım konusunda bir fikrim yoktu. Karşı yakaya gitme fikri bile ayaklarımın geri geri gitmesine sebep olurken yaşadıklarımdan sonra bunu nasıl isteyebiliyordum anlayamıyordum. Aklımdan o kadar fazla şey geçiyordu ki uçlarını birbirine bağlamak ve tek bir fikir haline getirmek çok zordu. Kinlenmiş miydim? Evet. İntikam mı istiyordum? Belki. Cevaplanmamış çok mu sorum vardı? Çok ama çok fazla. Peki sorularımın cevapları suratına bakmak istemediğim iki insanda mıydı? Kesinlikle. Öğrenmek adına da yapmam gereken tek şey vardı. O da burada kalmak. Sesine bile katlanamadığım insanların suratına bakacak ve her ne olursa olsun cevaplarımı onlardan almam gerekecekti. Haftaya okulun açılacağını biliyordum. Hala daha burada okumak istediğimden emin değildim ki bunu başarmak için daha çok yalan dolan çevirmem gerekirdi. Bu bir hafta içinde kendimi toparlayıp tüm cevaplarımı öğrenmemin imkânı olup olmadığından emin değildim. Ama istediğim tek şey cevaplarımı almadan ve bana yapılanın üzerine on katını yaşatmadan buradan gitmek istemediğimdi. Bu bir hafta içinde istediklerimi alamazsam olacak olanın son senemi burada okumam olduğunu biliyordum. Orasına sonra bakacaktım. İşler istediğim gibi gitmese de ve bu yolda yapacağım yanlışların haddi hesabı kalmayacak raddeye gelse de mühim değildi. Sonucunda cevaplarımı alacaksam artık hiçbir şeyi umursamıyordum. Eğer bu kararları dün vermiş olsaydım muhtemelen şimdi evime gitmiş olurdum. Ama dün, dünde kalmıştı. Bugün yeni bir gündü ve yeni bir ben vardım. İlay değildim. Eski Leyal hiç değildim. En azından öyle ümit ediyordum. Eski Leyal için çoktan açık bir mezar inşa etmiştim. Duygularıma yenik düşüp gardımı düşürecek olursam eğer tabutuma gidecek ve beni ne hale getirdiklerini yeniden hatırlayacaktım. Şimdi olduğum ya da olmaya çalıştığım kişiyle de gurur duymaya çalışacaktım. Belki ağlayacaktım. Belki geçmişte ağladığımdan daha fazla gözyaşı dökecektim. Ama dönüştüğüm kişiyle gurur duymak adına elimden geleni yapacaktım. Beni aşan tüm umutlarım ve kurmaya çalıştığım tüm hayallerimin üstünü kendi isteğimle dün karalamıştım. Daha doğrusu, mecbur kalmıştım. Üstüme basıp beni çiğnememeleri için bunu yapmam şarttı. O verandada daha ne kadar kaldığımı bilmiyordum ama sabahın erken saatlerinde esen meltem durmuş ve yerine daha tatlı bir hava kalmıştı. Güneş bulutların arasından tamamen çıktığında kaldırım taşlarındaki dünkü yağmuru saniyeler içinde kurumuştu. Ve ben artık içeri girmem gerektiğini düşündüğüm vakit ileriden Ayça Hanım’ın geldiğini görmüştüm. Gözlerimi kırpıştırdım ve emin olmak adına kafamı iki yana salladım. Buraya bana en azından küçük bir mesaj atmadan geleceğini düşünmediğim için kolumu cimciklemeyi bile düşünürken arkamı döndüm. Benim dışımda birinin olup olmadığına baktığım sırada çıplak ayaklarımda verandadan indim. Kaldırıma hızlıca çıktıktan sonra ona doğru koşar adım gidip karşısında durdum. “Beni neden aramadın?” Büyük çantasını omzunda düzeltirken kaşları hafifçe çatıldı ve “Aramam mı gerekiyordu?” diye sordu. Bir an için Ahu Teyze’nin ona dün başıma gelenler hakkında bir şeyler söylediğinden şüphelenmiştim ki başımı dikleştirip, “Neden geldin?” diye sordum. “Bugün buradaki son günün. Annen olarak seni alıp götürmem en mantıklısı.” dediğinde gözlerimi devirmiştim ki sanki bir şey gizliyormuşum gibi suratıma daha dikkatli baktı. “Gözaltların niye şişmiş senin?” “Bugün uyuyamadım da ondan. Gelmek için çok erken bir saati seçmişsin. Eminim herkes yeni yeni uyanıyordur.” dediğimde yanıtımı hemen kabul etmişe benziyordu ki daha fazla sorgulamaya niyeti olmadığı suratından anlaşılıyordu. Ahu Teyze dün olanlar hakkında hiçbir şey söylememişti. “Senin burada olmaman lazımdı.” Tek kaşını kaldırdı. Sorumu sanki biraz gülünç bulmuştu. “Sebep?” Bunu gerçekten soruyor olduğuna şaşırarak suratına baktım. “Baban en son seni buradan pek de iyi bir şekilde yollamadı. Hiçbir şey olmamış gibi gelip gözüne mi batmak istiyorsun?” “Tam tersi. Burada yeniden görünürsem babamın hoşuna gider ve parayı daha rahat verir.” “Hiç zannetmiyorum.” “Sen cici torun rolünü iyi üstlendiysen yolumu gözlediğine eminim.” “Nasıl?” “Çünkü seni görünce kendi kızını hatırlıyor. Yani beni. Bana benziyorsun derken şaka yapmıyordum. Çocukluğumdan pek farkın yok. Özellikle seninle karşılaştığım ilk gün gözlerindeki o koyu makyajla cep boy halime benziyordun.” diye yanıt verdi. Ardından eve doğru adımlamadan önce bana son bir bakış attı. “Bilmem gereken bir şey var mı?” “Yok.” Sesli bir iç çekti ve gözlerini devirip, “Neden şaşırmadım acaba?” dedi. “Ne zaman telefonda konuşsak işime yarayacak hiçbir şey anlatmıyordun.” “Beni belki de bu bir ay içinde sadece beş kere aramışsındır.” “Daha fazla arasam işime yarayacak mıydın ki?” dediğinde sinirlendiğimi hissediyordum. “İşine buradaki vasfım ile emin ol ki çok yaradım. Nefes almam bile yetti.” “Yine de elle tutulur hiçbir bilgi edinmedin.” “Belki de iyi insanlar oldukları içindir.” Bir anda dudaklarından samimiyetten uzak bir kahkaha duyuldu. Öyle ki kendini durdurmak için elini karnına doğru bastırması gerekmişti. “Sen sevdin sanki bunları.” Bunlar dediği ailesiydi… Benden ne duymayı umduğunu bilmiyordum ama omuz silkip, “Olabilir.” diye yanıt vermekte bir sakınca görmedim. Yüzü bir anda düştü ve sanki suratıma gerçekleri vurmak ister gibi kafasını biraz bana doğru eğip sesinin volümünü biraz daha düşürdü. “Onlar senin ailen değil, Leyal. Bunu biliyorsun, öyle değil mi?” Önümde kavuşturduğum kollarımı açtım ve yumruklarımı sıkarken görmemesi adına arkama doğru sakladım. Dilimi bir süre yanağıma doğru bastırırken kafamı aşağı yukarı onu onaylarcasına salladım. Bunu elbette biliyordum ama bilmemeyi tercih edeceğim bir gerçekmiş gibi dillendirmesini istememiştim. O ana kadar da bunun farkında değildim. “Biliyorum.” “Güzel. Çünkü inan bana gerçek ailen olmasını istemezsin.” deyip yanımdan geçerken bedenimi ona doğru döndürdüm ve arkasından seslendim. “Bunu bilemezsin.” Bu iki kelime ağzımdan öylece kaçmıştı. Aniden savunmaya geçtiğim için ben bile şaşırmıştım. Vücudunu bana yarım tur döndürdü ve omzunun üstünden bakarken tek kaşını kaldırdı. “Pardon?” “Onlarla bir ay geçirdim.” Dudaklarını büzdü ve yanıt vermeden önce yanağının içini ısırırken gözleri kısıldı. “Ne sanıyorsun? Onları bir ayda tanıdığını mı?” “Bana uslu durmak, baban görmediği sürece somurtmak ve ona karşı iyi olmam dışında hiçbir söylemeyip sen aramadığın takdirde de seni aramamı söyledin.” deyip yeniden karşısına geçmek adına iki adım attım. “Neler yaşadığım umurunda değil ki zaten anlatmaya da niyetim yok. Ama bu süre zarfında iyi ve kötü anlarım oldu. Sonrasında bil bakalım ne oldu? Nefret ettiğin kız kardeşin benimle sadece kötü olduğum zamanlarda ilgilendi.” Yalandan güldü. Açıkça benimle dalga geçiyordu. “Bir ay daha kalıp iyi olduğun zamanlarda da nasıl biri olduğunu mu öğrenmek istiyorsun?” Kaşlarımı çatıp kafamı iki yana salladım. Ne demek istediğimi gayet iyi anlayıp anlamamazlıktan geldiğini çok iyi biliyordum. Hayatını inkâr etmek üzere kurduğu o kadar barizdi ki… “Bunu demeye çalışmıyorum.” “Ne anlamamı bekliyorsun?” “Laflarımı çarpıtıyorsun!” Gözlerini devirip derin bir iç çekerken, “Seninle şu anda neden konuştuğumu bile bilmiyorum.” diye kendi kendine söylendi. Tam yeniden evin bahçesine girmek adına yolunu değiştirdiğinde kolundan tuttum. “Onlar sana ne yapmış olabilirler?” Kolunu hışımla benden kurtardı. “Bu durum seni ilgilendirmiyor.” Derin bir iç geçirdim ve hala sıktığım yumruklarımı sakinleşmek adına zorla açtım ve iki yanımda sarkıtırken kafamı yukarı kaldırdım. Gözlerimi birkaç saniyeliğine yumduktan sonra umurumda olan şeylere dil dökmem gerektiğini ancak fark edebilmiştim. Ona doğru kafamı eğdim ve “Peki.” dedim. “Beni ilgilendiren konulara dönelim.” “Para mı?” Sorusu o kadar küçümseyici çıkmıştı ki dudaklarından karşısında ezilmemi bekledi ama sözü bir kulağımdan girip diğerinden anında çıkmıştı. “Burada okuyacağım.” Hiç kale almamıştı ama söylediğim şeyi doğru anlayıp anlamadığına emin olmak için suratını gayri ihtiyari bana doğru eğdi. Aynı küçümseyici ses tonu ve bakışları devam ediyordu. “Pardon, ne?” Bunu söylemek için bile kendimi öncesinde hazırlamadığım için gözlerimi ondan bir an olsun kaçırdım ama bu ciddiyetimden ödün vermek demek oluyordu. Bu yüzden omuzlarımı dikleştirdim ve kollarımı önümde birleştirdim. Gerisi kendiliğinden gelmişti çünkü söylediğimin arkasında durmanın kolay yolu karşımdakinin hayır demesini engelleyen bir kozumun olmasıydı. “Doğru duydun. Dördüncü yılımı burada bitireceğim.” dedim ve her kelimeme birer birer vurgu yaptım. “Bugün. Buradan. Gitmiyorum.” Dudakları şaşkınca aralanırken alayla gülümsemekle sinirini göstermemeye çalışmak arasında kalmıştı. Daha ne kadar saçmalayacağımı ölçmek ister gibi bakışlar atarken, “Nerede okuyacakmışsın?” diye sordu. Sanki bilmiyormuş gibi bir anda söyleyiverdim. “Turna kolejinde.” Bir anda kahkaha atmaya başladığında düz bir ifadeyle ona bakmayı sürdürdüm. Ta ki gülüşü sönene ve olumsuz tavrını suratına giydirene kadar. “Hayatta olmaz.” Güldüm. “Ah, öyle bir olur ki!” “Bana bak,” diyerek mesafeyi rahatsız edici bir boyuta getirdiğinde onun yerine ben konuştum ve bu sefer ben ona doğru bir adım attım. Aramızdaki mesafe tamamen kapanacak boyuta geldiğinde yaptığı şey ters tepmişti ve geri adım atması gereken o olmuştu. “Bakıyorum ama beni tam olarak anlamamışa benziyorsun.” dedim. “Kendini bana karşı rezil etmekte hiçbir çekincen yoksa burada kaldığın süre zarfında neler yaptığını hayal bile edemiyorum.” dedi ve kafasını başka tarafa çevirdi. “Sen orasını dert etme.” derken sırıtıyordum. Hiç hoşuna gitmemişti. “Sana olması gereken şeyi söyledim. Şimdiden ne yapacağını düşünmeye başlasan iyi olur. Ne yazık ki bir haftamız kaldı.” Dişlerini sıkarken konuştu. “Burada her ne yaşadıysan gram ilgilenmiyorum. Beni anladın mı? Seninle anlaşmamız bu değildi. Bacak kadar boyunla beni korkutacağını düşünüyorsan eğer çok yanılıyorsun.” “Bence yanılan sensin.” Bu sefer gerçekten sinirlenmiş gibi sesinin tonunu ayarlayamadı ve ellerini hışımla kaldırıp indirirken, “Bu saçmalıklarını daha fazla dinleyemeyeceğim.” dedi. Tam yanımdan geçmek için bir adım atacağı sırada buna izin vermeden kolunu sıkıca tuttum. “Baban böylesine büyük bir yalan çevirdiğin için sana ne yapar hiç düşündün mü?” Suratı bu noktada görülmeye değerdi. Tedirgin olduğunu göstermemek adına bir süre aynı ifadesiyle beni süzmeye devam ederken sakin kalmaya gayret gösterdi ve “Biz aynı gemideyiz Leyal. Amacın ne senin?” diye sordu. Kolunu bıraktım. “Aynen öyle. Aynı gemideyiz. Ben senin düşmanın değilim. Ama bir anlaşmaya varabilmek adına şantaj yapmam gerektiğini bilecek kadar seni iyi tanıyorum. Sence sana benim burada bitmemiş bir mevzum var ve kalmaya devam etmem gerekiyor desem bana ne der-” Bana açıkça beni dinlemediğini söylemek yerine sözümü kesip, “Paranı alamazsın.” diye tehdit edince gözlerimi devirdim. “Sence artık para ne kadar umurumdadır?” “Seni kimlik hırsızlığından-” Sinirden gülmemek için kendimi zor tutarken elimle ağzımı kapattım ve bir süre acınacak haline baktıktan sonra bu sefer sözünü kesen ben olmuştum. “Beni zorladığını söylerim.” dedim. “Ayrıca, baban benim İlay olmadığımı öğrendiğinde eminim ki gerçeğini tanımayı çok ama çok isteyecektir. O zaman ne yapacaksın? Kızını oynaması için oyuncu mu tutacaksın? Bunun için para gerekli değil mi? Hani sende olmayan.” Suratına sakin ve kazanan bir ifade koyup beni manipüle etmek adına o kadar çok çaba harcıyordu ki başarılı olamayacağını anladığı anda gözü seyirdi. “Sen burada ne yaşamış olabilirsin de kalmak isteyecek kadar bana şantaj yapıyorsun?” “Bir takım soru işaretlerim var.” “Ney-” Bıkkınlıkla iç çektim ve “Artık soruları ben soruyorum. Yanıtları da sen veriyorsun.” dedim. O anda suskunluğunu gözler önüne serdiğinde gülümsedim. “Anlaştığımıza sevindim.” Önüme düşen saçlarımı geriye doğru ellerimle ittirdikten sonra, “Beni okula kaydettireceksin.” dedim. “Onu çoktan yapmışlardır.” “Elbette yapmışlardır ama resmileştirilmedi. Herhangi bir kayıdım mevcut değildir. Takdir edersin ki İlay Özgün kimliğim yok.” Burnundan sesli bir nefes verdi ve “Senin gitmen gereken başka okulun yok mu?” diye sordu. İşaret parmağımı havaya kaldırdım ve parmak ucumu göğsüne doğru bastırdım. “Burada sen devreye giriyorsun. Kaydımı koleje aldıracaksın ama ismim sınıf defterinde İlay Özgün olarak geçecek.” “Onu nasıl yapacakmışım?” “Orası senin bileceğin iş. Bir haftan var.” “Benim böyle bir şey yapmamın imkânı-” “Her ne kadar inkâr etsen de sen de onlar gibi bir Özgünsün. İsteyip de başaramayacağın bir şey olmadığını biliyorum.” dedim. Amacımın iltifat olmadığını biliyordu. “Zamanı geldiğinde paranı alıp seni bulamayacağım bir yere saklansan iyi edersin.” dedi. “Sen söyledin. Senin aksine ben bir Özgünüm. Canımı yakarsan on mislini sana yaşatmadan ölmem.” “Buradaki işim bittiğinde bana ne yapacağın umurumda değil.” Az önce bariz tehdidi nefes alış şeklimi bile değiştirmediği için şaşırmışa benziyordu. Ondan korkmadığıma anlam verememişken suratımı şöylesine bir süzdü. “Sen gemileri yakmışsın.” “İşte bu yüzden buradan ayrılamam.” Nedenini anlamadığım bir şekilde çatık kaşları yavaşça düzeldi ve dişlerini sıkmayı bıraktı. Gergin omuzları düştü ve kollarını önünde birleştirdi. Tüm bunları yaparken beni süzmesini gram umursamadan ona bakmayı sürdürdüm. Herhangi bir şey demesini bekledim ama sanki bende kendinde bir şey görmüş gibi biraz olsun rahatladı. Yine de gözlerindeki öfke aynı kaldı. Burada işim bittiğinde başıma onun tarafından bir şey gelip gelmeyeceği şimdilik muallak gibi görünüyordu. Ama bir şekilde ortak bir paydada buluşmuşuz gibi suratındaki azıcık yumuşamayı gözden hemen kaybolsa da yakalayabilmiştim. Aramızda dönen sessizliğin ardından boğazını temizledi ve hiçbir şey demeden dış kapıya doğru ilerledi. Melike Abla’nın açmasıyla beraber ikimiz de içeri girdiğimizde tedirgin olmadığımı söylesem yalan söylemiş olurdum. Aklından ne geçtiğinden şüpheliydim. Belki de o da benim gibi gemileri yakıp her şeyi bir anda açıklayabilirdi diye düşünüp kendimi yiyip bitirirken Asım Dede ile salonun ortasında karşılaştığımız anda söylediği ilk şey düşüncelerimi tam tersine çevirmişti. “Senin burada ne işin var?” “Kızımın okula kaydını tamamlamaya geldim.” XXX Herkes uyandıktan sonra Ayça Hanım ile babası bahçede konuşmuş ve daha sonra hiçbir şey olmamış gibi gitmişti. Ahu Teyze ile hiçbir şekilde göz göze gelmemişlerdi. Kahvaltı faslını es geçtiğimizden dolayı öylesine bir şeyler atıştırmak zorunda kalmıştık ki Ahu Teyzeyle Selenra’nın bana çaktırmadan bakışarak anlaşmaya çalıştıklarını fark etmiştim. Arada dudaklarını kımıldatıyor ve bana çaktırmamaya gayret gösteriyorlardı. Ben hiçbir şey olmamış ve hiç zarar görmemişim gibi davrandığım için onlar bana karşı nasıl davranacaklarını bilememiş olmalılar ki şaşırmışlardı. En iyisi düne bir perde çekmekti ve bunu hal ve tavırlarımdan belli ettiğimi düşünüyordum ama onlar bana çaktırmadıklarını düşünerek ağızlarını kımıldatıp konuşmaya çalıştıklarında yanlarından ayrılmam gerektiğini düşünmüştüm. Ama ben tam bunu yapacakken Selenra beni durdurup mutfağa doğru çekmişti. Melikle Ablaya müsaade vermiş ve mutfakta takılacağımızı söylemişti. Bundan benim de şimdi haberim oluyordu. Üçüncü kâsesini yediği mısır gevreğinin üzerine biraz daha süt ekleyip kaşıkla ağzına atmadan önce ortadaki masaya geçti ve oturmadan sadece dirseklerini oraya koyup eğilerek, “Annenin geleceğini biliyor muydun?” diye sordu. Kafamı iki yana sallarken kirpiklerinin altından bana bakıyordu. “Haberim yoktu.” “Bir an sen çağırdın sandım.” “Neden?” Bir an duraksadı. “Dün olanlardan sonra ona ihtiyacın olur diye düşünmüştüm.” Dudaklarımın arasından tch sesi çıkarttıktan sonra yukarı çıkamayacağımı fark edip kalçamı tezgâha koydum ve ellerimden güç olarak oraya oturdum. Bana bakmak için kâseyi eline almak zorunda kalmıştı. “Siz yeterince yanımda oldunuz. Ona gerek kalmadı.” Vücudunu bana doğru döndürdü ve bir kaşık daha aldıktan sonra, “Sizin aranız sanki pek de iyi değil gibi.” dedi. Soru sormadan onay almaya çalışması yeni bir şey değildi. Suratımda pek bir mimik yoktu. Onu annem sandığı ve benim de bu yalanı devam ettirmem gerektiğinden dolayı, “Çok mu anlaşılıyor?” diye sordum. Omuz silkti. “Pek değil. Sadece bir tahmindi. Sizi çok yan yana görmedim zaten.” Derin bir nefes alıp ellerimi kucağıma yerleştirdim ve oynamaya başlarken, “Aramız kötü değil. Annemi seviyorum.” dedim. Gerçek annemi düşünerek cevap verdiğimden haberi yoktu. Pot kırmamak adına kendimi kaptırmamam lazımdı. “Onu az çok tanıyorsun… Annen de anlatmıştır. Bu yüzden aramızdaki ilişkiyi tahmin etmek zor değil. Çoğu zaman o bana annelik yapması gerekirken ben ona yapıyormuşum gibi hissediyorum.” Yanıtımı verdikten sonra yeniden ona baktım. Yalan söylemek günden güne kolaylaşsa da uzun cümleler kurarken suratımdaki herhangi bir ifadeden bir şeyler anlaşılır diyerek kimseyle göz göze gelemiyordum. Kâsesindeki kaşığı öylece tutmaya devam ederken ağzına atmasını beklemiştim ki hiçbir şey yapmadan bana bakıyor olmasından dolayı kendimi garip hissedip, “Neden öyle bakıyorsun?” diye sordum. “Annem de bir zamanlar onun hakkında bahsederken aynı cümleyi kurmuştu.” Oturduğum tezgâhın biraz ilerisinde uzanırsam yetişeceğim meyve kâsesini fark ettiğimde kolumu kaldırdım. En sonunda bir tane muzu elime aldığımda soyarken kendi kendime söylendim. “Geçmişte bu kadar kötü olacak ne yaşadılar biliyor musun?” O sanki beni bekle der gibi bana bakıp kâsesini dudaklarına doğru götürdü ve sütü hızlı hızlı içmeye başladı. Sesli sesli yutkunurken beni güldürmüştü. Kâseyi lavabonun içine koyduktan sonra, “Benim de bildiklerim kısıtlı.” diye yanıt verdi ve yakınlarda birileri var mı diye kontrol edip yanıma doğru geldi ama oturmadı. “Dedem ve Ninem geçmişte başarıya çok önem veren insanlarmış. Ayça Teyze de epey çalışkanmış. Etrafında da pek dengi de yokmuş.” Bu dediğine inanmakta zorlanıyordum. “Sonra annem yaş aldıkça girdiği herhangi bir yarışmada derece yapmadan çıkmayan biri haline gelmiş ve çalışmasına bile gerek yokmuş. Anne babasının da ona olan ilgisi artmış. Ayça Teyze de bunu bir meydan okuma haline getirmiş. Ama son noktayı münazara takımında karşı karşıya geldiklerinde koymuş.” dediğinde meraklanmadan edemedim. “Teyzem onu hep rakip olarak görmüş ve ailesinden alamadığı ilgi konusunda hep onu suçlamış. Annem, ablası ondan nefret etti diye ondan nefret etmiş ve onu anlamaya çalışmamış. Tek suçu bu.” “Sonra?” “Sonra normal bir ailenin bile kabul etmeyeceği şeyler yapmaya başlamış. İlk başta zihin açıcı ilaçlar almış ama bağımlı haline gelmiş. Dedem bu hallere geldiğinde de onu suçlamış. Onu dinlemek ya da sağlığı konusunda üstüne pek düşmemiş. O da bir daha eskisi gibi sevilmeyeceğini düşünüp evden kaçmalara başlamış. Dedem ilk başta epey tolerans gösterse de sonrasında ipin ucu kaçmış ki zaten sen bunları ve gerisini biliyorsundur.” dediğinde bilmediğimi gram belli etmeden, “Senden de dinlemek istiyorum.” dedim. Aldırış etmeden devam etti. “Bir grup tiyatro sanatları ekibiyle arkadaşlık kurmuş ve dekor konusunda onlara yardım etmiş falan filan. Beraber turne yapmışlar. Her gösteriden sonra içip partilemesi de cabası ve aramızda kalsın bence epey havalı. Ama gel gör ki sonuç bu.” İç geçirirken daldığın noktadan gözlerimi ayırdım. Bu sırada o da un, yumurta ve birkaç malzemeyi tezgâha koymaya başlamıştı. “Ne yapıyorsun?” “Tatlı yapacağız.” “Neden?” “Tatlı iyidir.” “Senin mutfağa girdiğini bilmiyordum.” derken tezgâhtan kayarak indim. “Tatlı yapmak hoşuma gidiyor.” Omuz silkti. “Hem yarın Erdem ve ailesi bize akşam yemeğine gelecek. Onlara çayın yanında ikram etmek için kurabiye de yaparım. Mehtap Abla benim kurabiyelerimi seviyor.” “Mehtap Abla?” “Kayınvalidem olacak kişi.” derken sesi biraz kısık ve utandığını belli edercesine çıkmıştı. Gülerken elmacık kemikleri şişmiş ve yumurtayı kırarken bana kaçamak bir bakış atmıştı. “Ben hala bu duruma alışamadım.” “Alışsan iyi olur. Onu sahiden seviyorum.” “Nasıl?” “Ne nasıl?” “Onu sevdiğini nasıl anlıyorsun?” “Çünkü beni seviyor.” “Bu kadar kolay mı?” Dudak büzdü. “Neden zor olsun ki?” “Benim için bu şeyler… Hala biraz karmaşık.” Eliyle tuzu işaret ettiğinde hemen yanımda olduğu için ona uzattım. O bir çimdik tuzu bir kaba koyup çırpma teliyle karıştırmaya başladığında yerine koymam için bana geri vermişti. “Herkes aşkı farklı yaşar.” “On yedi yaşında olduğunu biliyorsun değil mi? Felsefe yapmana gerek yok.” “Neredeyse on sekiz yaşındayım ve istediğim zaman felsefe yaparım.” dediğinde güldüm. “Beni her konuda destekliyor. Sevgisini her zaman göstermeye çalışıyor. İstemediğinde bile komik olabiliyor. İyi öpüşüyor ve bahçe tulumunun içinde bile iyi görünüyor. Ona âşık olmam için başka sebebe gerek yok.” “Sorunlarınızı nasıl çözüyorsunuz?” Duraksadı ve çırpmayı bırakıp kafasını bana kaldırdı. Suratına giderek büyüyen bir gülümseme yerleşirken cevap vermesine bile gerek kalmamıştı. “Tamam. Anladım.” “Yine de açıklayabilirim.” “Yok. Teşekkür ederim.” “Ama hiçbir şey söylemedim. Hayal gücüne mi bırakmamı istersin?” “Bilemiyorum. 1’den 10’a kadar puanlarsan sence libidon kaçtır?” “11.” “Ben anlayacağımı anladım.” “Yani sadece öpüşmekle kalmıyoruz.” “Anladım diyorum!” deyip geri adım attığımda kahkaha atmaya başlamıştı ki istediği malzemeyi bana yine işaret ederken gülmekten eli titrediği için yanlış şeyi gösterdi. En sonunda tarif kitabında işaret ettiği yeri okuduğumda kabartma tozuyla vanilyayı vermem gerektiğini anladım. O çırpmaya devam ederken ben de onun yerine kaba dökmeye başladım. En sonunda gülmeyi kesti ve çırparken aynı anda kalçasını da yuvarlayarak yaramaz bir surat ifadesiyle, “O en ufak sorunu oturup çözmekten yana. Ben biraz biriktirip ortalığı karıştırmayı seviyorum.” dedi. “Eğlence anlayışın bir tık garip.” “Bence seksi.” “Libidon Anıl’ınkisiyle yarışır sanırım.” Omuz silkti. “Onu bile geçebilirim. Ben ulu orta göstermiyorum o kadar. Sen benim damarlarımda ne akıyor sanıyorsun?” “Üçüncü kâseden sonra mısır gevreği yanıtını verirdim ama şimdi cevap vermeme hakkımı kullanıyorum.” dediğimde gülmüştü. Mutfakta oyalanmak gerçekten kafamı biraz olsun toparlamaya ve düşüncelerimden beni uzak tutmaya yardımcı olmuşken yarım saat sonra fırının başında beklerken okul konusunu açmıştı. “Sana üniforma almamız lazım.” “Her şeyi son dakikaya bıraktık.” “Dalga mı geçiyorsun? Bir hafta var. Yeter de artar.” “Emin misin?” Kafasını olumlu anlamda salladı. “Hatta tek bir günde her şeyi hallederiz. Benim de alacaklarım var.” “Ne gibi?” “Duş jeli, şampuan-” diye saymaya başladığında sözünü kestim. “Nasıl yani?” “Yedekte kalmadı.” diye normal bir şekilde yanıt verdiğinde gözlerin fırından çekip bana yönlendirdi. Benim kafası karışmış ifademle karşılaştığı anda neyi anlamadığım hemen fark etmişti. “Okulun yatılı olduğunu biliyorsun, değil mi?” Gözlerim büyüdü. “Hayır.” “Eh, peki. Bir hafta kala öğrenmen iyi oldu o zaman.” |
0% |