Yeni Üyelik
16.
Bölüm

16. BÖLÜM - TOLERANS

@rana.betb

“Tüm ailenin aşağıda olmasını istiyorum İlay. Lütfen.” derken beni merdivenlere doğru çekiştiren Selenrayı durdurdum. Bana holde sadece iki adım attırabilmişti.

“Regl olacağım. Karnım çok ağrıyor. İlaç alıp yatmak istiyorum.”

Bu bir yalan sayılmazdı. Karnım gerçekten ağrıyordu ama regl olmadan bir ya da iki gün önce karnımda ağrı olurdu ama dayanılmayacak gibi değildi. Yine de aşağıda Erdem’in ailesiyle yemek yemek istediğimden pek emin değildim. Depresif durumum haricinde sosyalleşmek adına bir adım atmak istemiyordum. En azından şimdilik zamanı olmadığını düşünüyordum ama Selenra farklı insanlar tanıyıp sohbetler edersem havamın değişeceğini düşünüyordu. Belki haklıydı, belki de değil. Tek bildiğim yemekte onlara katılmak istemediğimdi.

“İyi ama en azından sadece yemek yeseydin. Sohbetlere katılma-”

“Akşam yemeğine uygun da giyinmedim.” diyerek kafamı aşağıya eğip üstümdekilere baktım. Ahu Teyze’nin bana buraya ilk geldiğimde aldığı ve kalçalarımı sarıp belime tam anlamıyla oturan şortu her fırsatta giyiyordum. Üstümde ise askılı sarı bir crop vardı. Normalde sarı benim rengim değildi. Ama Selenra bana yakıştırdığı için çekinmeden giyiyordum. Gerçi şu iki gündür de üstüme ne giydiğimi pek umursamadan elime aldığımı kafamdan geçiriyor gibi bir şeydim.

Elimi bırakıp tam odama doğru gideceği sırada dolabımı açacağını anlamıştım ki bu sefer kolunu yakalayan ben olmuştum.

“Bir elbiseye ve şık bir taca bakar.” dediğinde kafamı iki yana salladım.

“Mehtap’a ve,” dedim ama Erdem’in babasının adını bilmediğimi fark edince duraksadım. Pek de bilmeme gerek yoktu fakat cümlemi devam ettirememiştim.

“Kadir Amca.”

Omuz silktim ve bileğini sakince bıraktım. “İşte ikisine de özürlerimi iletirsin.”

Bana doğru bir adım atarken dudaklarını büzdü. Giydiği bembeyaz elbiseyle aynı bir melek gibi görünüyordu. “Hepimiz aşağıdayken seni burada yalnız bırakmak hiç içimden gelmiyor.”

“Niye Selenra? Bakıcıya mı ihtiyacım var benim?” diye sorarken suratıma bir gülüş eklemeyi ihmal etmedim. Yeterince samimi görünürsem aklı kalmazdı. “Alt tarafı tek başıma uzanırım ve sabah yaptığım gibi kafa dinlerim. Bir müzik açarım. Sonra da odana uğrar bir tane kitabını ödünç alırım.”

Yanaklarını şişirip ofladı ve kafasını kısa süreliğine isyan edercesine geri attı. “Peki tamam. Anlaşılan seni ikna edemeyeceğim.”

“Evet. Bu sefer değil.”

Ben odama doğru geri geri giderken o da merdivenlerden aşağıya doğru indi. Odanın kapısı kapattıktan sonra yatağa öylece uzandım. Bir süre tavanı seyretmekten başka hiçbir şey yapmadım. Gözümü bile kapatmadım. Bazen kırptığıma bile şüphe duyuyordum.

Göğsümün orta yerinde koca yara vardı sanki. Dikiş tutmayan cinsten. Üşütüyordu beni. Acı vermiyordu. Ama orada olduğunu ara ara iliklerime kadar yayılan soğukluğuyla belli ediyordu. Belki de bu fiziksel acıdan daha kötüydü.

Tavanı ne kadar izlediğimi bilmiyordum ama güneşin batmaya yakın olduğunu odamın turuncu oluşundan anlayabilmiştim. Dikkatimi aşağıdaki sesler bozduğunda farkına varabilmiştim. Ne konuştuklarını duyamıyordum ama odanın hangi tarafında olduklarını az çok tahmin etmeye çalışıyordum. Ama bu bir yerden sonra can sıkıcı bir hale geldiğinde sağıma doğru döndüm. Güneş sanki odamın içinde batıyormuş gibi gözümü aldı.

Başucumdaki kaleme doğru uzandım. Avucumun içine bir güneş resmi çizdikten sonra bir süre öylece ona baktım. Bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum.

Kalemi aldığım yere bırakıp uzandığım yerden doğrulduktan sonra bir ışık huzmesi gözüme çarptı. Öyle ki elimi gözüme siper etmem gerekmişti.

Kafamı yana çevirip ışığın geldiği yöne bakmak istediğimde ise iki gün önceki geceden masanın altına doğru attığım kolyenin yansıması olduğunu fark etmiştim.

Penceremin iki kanadı da tamamen açıktı ve perdeleri sırf üşendiğimden dolayı kapatmamıştım ama güneşin normalde fırlatıp attığım noktadan bihaber olduğum kolyemi bulup gözüme çarpması olasılığı ne olabilirdi ki?

Elimde olmadan sinirlenip yerimden hışımla kalktım ve masanın altına doğru eğilip elimi uzattım. Bileğimin bir kısmını geçirdikten sonra az önce güneş çizdiğim avucumun içine doğru bastırdım. Kolyeye bakamıyordum ve sanki şimdi elimdeyken tenimi yakıyormuş gibi hissediyordum. Peki o zaman neden bırakamıyordum?

Derin bir nefes aldım ama sanki yetmiyormuş gibi geldiğinde boşta kalan elimi kalbimin üzerine doğru koydum. Yumruk alan elim birkaç defa göğsüme hafif yumruklar attığında pencerenin kenarına doğru ilerledim. Pencereler sonuna kadar açık değilmiş gibi elimle iki kanadını da daha da geriye itmeye çalıştım.

Nefes al ve ver. Nefes al ve ver. Nefes al ve ver!

Nefes al.

Ve ver.

Kocaman odaya sığamadığımı hissederken kulaklarım uğuldadı. Gözlerimi kapatıp başka şeyler düşünmek istediğim sırada bahçenin ilerisindeki kaldırımda tanıdık bir sima gördüğümü sandım ama sonra önümden geçen minik arazi arabalarından biri dikkatimi dağıtmıştı ve o sima anında kaybolmuştu.

Kaşlarımı çattım ve dudaklarımı aralayıp yeterince oksijeni içime çektiğimden emin oldum. Havayı burnumdan ya da ağzımdan almamın herhangi bir önemi yoktu artık. Yeter ki nefes alayım.

En son bu hale kitabevinde aldığım mesajdan sonra geldiğimi hatırladığım anda daha çok panikledim ve göğsüme doğru bastırdığım elimin titrediğini fark ettim. O an ayaklarım benden bağımsız olarak odadan çıkmış ve merdivenlere doğru ilerlemeye başlamıştı bile.

Aşağıya indiğim anda kimseyle karşılaşmamıştım. Sesleri bile zar zor geliyordu ya da belki de ben onları duyamıyordum. Görebileceğim bir noktada da değillerdi ki zaten bu holdeyken yemek masası görünecek bir yerde de değildi.

Dış kapıyı açtım. Ayağıma herhangi bir terlik geçirmeye bile zaman bulamıyormuşum gibi yalın ayak çıkmıştım. Önce bahçeden geçtim. Küçük taşlarla sıkıştırılmış yok tabanımda izler bırakıyordu ama acıdığını söylemek kafamın içinde dönen katliama ayıp olurdu.

Asfalt yola çıktım. Güneş batarken normal şartlarda hafif serinleyen Alanza şimdi sanki aksine tenimi kavururcasına yakıyordu. Eğer utanmasa ay bile güneşe bu konuda yardım edebilirdi.

Birkaç bozuk saniyenin ardından ayaklarım artık sıcak kumların üzerindeydi. Bastığım her adımda yere batıyormuşum gibi hissetmem tam bana uygun bir metafor olurdu.

Ne yapıyordum bilmiyordum ama denize doğru adımlarımı hızlandırdım. O an dalgaların sesi kulağıma o kadar huzur verici gelmişti ki tenime değmesine ihtiyaç duyuyordum. Normalden daha haşin olan dalgalar ben daha ona ulaşamadan ayakucuma gelmişti zaten.

Suyu tenimde hissettiğim anda sanki dakikalardır nefesimi tutuyormuşum gibi derin bir iç çektim. Yutkundum ve dudaklarımın arasından sesli bir nefes verdim. Göz kapaklarım büyük bir ağırlık taşıyormuşçasına yavaşça kapanırken ellerim hala daha titriyordu. Bir elim kalbimin üstündeydi ve diğer elimde de hala daha kolye vardı.

Şu an ile alakasız bir şeyler düşünmek ve güzel anıları aklıma getirmek istiyordum ama içimi kıpır kıpır eden tüm hatıraların sonu kötü bitiyordu. Özellikle yakın zamanda yaşadığım tüm mutluluklar ve ufacık kıkırdamalar da buna dâhildi.

“İlay.”

Tanıdık ses.

Suratını göremesem bile o tanıdık sima.

Az önce kaldırımın orada gördüğüm surat.

Arslan. Arslan Doğan.

Hayır. Hayal görüyor ve duyuyordum.

“Yaklaşma.” deyiverdim ve biraz daha ilerledim.

Onun burada olmasına imkân vermemiştim. Olmaması gerekirdi. Az önce aklıma iyi şeyler getirmek için çırpındığım sırada bilinçaltımda tek düşünebildiğim kişi o olsa gerekti.

Hayatımın ortasına bir şekilde dalan Arslan’ın hala daha yaralarımı saracak en mantıklı olasılık olarak görmemem gerekiyordu. Ama durum bundan ibaretti. O yüzden onu düşünmüştüm ve şimdi o burada değildi. İlkinde olduğu gibi ikinci panik atağımda da burada olmasının olasılığı neydi ki?

Ben kesinlikle hayal görüyordum.

Ve kendime çok fena acıyordum.

Hâlbuki kendime verdiğim söz bu değildi. Uzaktan yakından hiçbir alakası da yoktu.

“Dalgalar bu saatlerde daha çok artıyor. Eğer biraz daha ilerlersen-”

Kafamı aşağıya eğip hala yumruk halinde olan ellerimi kulaklarıma örttüm ve gözlerimi yumup, “Siktir git Arslan!” diye bağırdım. O burada değildi ve onu zihnimden kovmam gerekiyordu.

Birkaç saniye boğuk duyulan dalgalar haricinde herhangi bir ses işitmediğimde yumduğum gözlerimi sakince açtım. Ne ara denize bu kadar girmiştim bilmiyordum ama su belime kadar geliyordu. Eğer biraz daha ilerleseydim boyumu epey aşacaktı ve ben bu noktada geri geri yüzmeyi bile unuttuğumu rahatlıkla söyleyebilirdim.

“Dengeni kaybedersen-”

“Boğulur muyum?” diye sözünü kestiğimde arkama doğru döndüm ve en sonunda onunla yüzleştim.

İşte oradaydı.

Tam karşımdaydı.

Ve olabildiğince gerçekti.

Hayal görmüyordum.

Uydurmuyordum.

Elini biraz kaldırdı ve kolumu tutmak için yeltendi ama vereceğim tepkiden emin olamadığı için beni rahatsız etmek istemedi. Yine de arkamdan gelen dalgayla beraber suya batarsam diye istifini hiç bozmamıştı.

Saniyeler içinde gelen dalgayla beraber dengemi öyle kaybetmiştim ki kuru kalmayan hiçbir yerim kalmamıştı. Yine de karşımda durduğu için ona doğru ilerlemeyi reddediyordum. Sanki ikimizde tek bir mıknatıstık ve orta yerimizden kırıldığımız için birbirimizi istiyorduk. Ona doğru ilerlemem imkânsızdı. Ortada buluşamazdık. Bu yüzden tek yapmam gereken geri gitmekti.

Göğsümün ortasındaki koca yara yeniden kendini belli ederken buz kesmemi sağlıyordu ve bunun tamamen suyun içinde olmamla hiçbir alakası yoktu. Yara sanki Arslan’a baktığım süre zarfında giderek büyüyor ve koca bir delik oluşturuyordu.

Gözle görülüyormuş gibi utandım o yaradan. Kollarımla kendimi sarmak istedim. Sanki karşısında çırılçıplak olsam bu kadar yerin dibine girmezmişim gibi gelmişti.

Gözlerimin içine baktı. Ve bu canımı yemin ederim ki avucumun içindeki kolyeden ve tenime değen güneşten daha çok yaktı. Sadece gözlerini görüyordum. Ne ağzını, ne burnunu, ne iyileşmekte olan morarıklarını… Sadece gözlerini.

Islanmak umurunda değilmiş gibi arkamdan gelmişti. Dizinin biraz üstüne kadar suyun içindeydi ama dalgalardan dolayı gömleğine kadar ıslanmıştı.

Kafasını hafifçe yana doğru eğdi. Bakışları adeta delip geçiyordu. Ne istediğini anlayamıyordum. Onu şu noktada okuması zordu. Dudaklarını araladı ama diyecek bir şey bulamadı. Halime bakıp herhangi bir cümle kurmak çok zor olmalıydı. Bu yüzden iki gündür aynaya bakamıyordum. Acınası görüntümü görmemek için.

Dalgalar biraz olsun yatışır ve ben dengemi kurabilecek hale geldiğimde, “Ne fark eder ki?” diye sordum. Bunun bir soru olmadığını ikimiz de biliyorduk. “Ben suyun üstünde de boğuluyorum zaten!”

Bana doğru biraz daha yaklaştığında suyun altında olan tek elimi kaldırdım ve aramızda bir mesafe yarattım. Dalga sırtıma doğru her çarptığında zaten ister istemez ona doğru gidiyordum.

Tam bir şey diyeceği sırada, “Neden buradasın?” diye sordum.

Boğazındaki hırıltıdan kurtulamayarak, “Seninle konuşmam gerekli.” diye yanıt verdi. Gözlerine daha dikkatli baktığımda ince damarların kırmızıya büründüğünü görmüştüm.

Alayla gülerken suyun altında sakladığım ellerim yeniden yumruk şekline bürünmüştü. Titremelerini ancak bu şekilde önleyebilirdim. “Özrünü kabul edecek birilerine sakla.”

Âdemelması yukarı çıkıp indi ve “Senden özür dilemeyeceğim.” dediğinde çenemi biraz daha dikleştirip doğrudan gözlerine baktım. “Çünkü beni affetmeni istemiyorum.”

Alt dudağımı dişlerimin arasına alırken suratımı buruşturdum ve bir sonraki dalga yine sırtımı vurmadan önce kumsalı doğru gösterip, “Gerçekten siktir git Arslan.” deyiverdim.

Avucumun içindeki kolyenin elime olan eziyetini tuzlu su daha da belirgin hale getirdiğinde yumruğumun arasında onu fazla sıkıştırdığımı anladım. Kanıyor olmalıydı ama şimdi bu dert edeceğim en son şeydi.

“Hiç mi merak etmiyorsun?”

“Git dedim, git!” Bu sefer dalgayla baş edemedim ve ona doğru düştüm. O anında kolumu yakaladığında diğer eliyle de belimi destekledi. Ben ise tek elimi göğsüne bastırıp onu kendimden ittim ve aynı yerime dönerken, “Bana sakın bir daha dokunma!” dedim.

Ellerini havaya kaldırdı ve kafasını birkaç saniyeliğine eğdi. Az önceki dalgadan dolayı suratından damlalar akıyordu. Kıyafetleri artık ona tamamen yapışıyordu.

“Dinle beni. Lütfen.”

“Senin neyini dinleyeceğim ben-”

Sözümü kesti. “Seni bu hale getirmeyi istemezdim.”

Tam bir şeyler diyeceği sırada ona doğru bir adım attım ve işaret parmağımı havaya kaldırdım. Avucumun arasından ipleri sarkan kolyeye gözü takılsa da saniyelik bir sürede yeniden gözleri gözlerimi bulmuştu.

“Bu başarıyı sadece kendin üstlenme, Arslan Doğan.” Kafamı iki yana birkaç defa salladım. “Tek başına değildin.”

“Ne demek-”

Elimde olmadan titrek bir iç çekerken elimi indirdim ve kendimi gösterirken, “Sadece senin eserim değilim, demek.” diye yanıt verdim.

Kaşları çatıldı. Aklından şu anda bir sürü şey geçtiğinin farkındaydım ama yanıtları bende değildi. Amacımın kafasına soru işaretleri tıkıştırmak ve ne yapacağını gözlemlemek de değildi. Amacımın ne olduğunu ben bile bilmiyordum. Öylesine ağzımdan çıkmıştı.

Yeniden bana doğru bir adım attığında yaklaşmaması için az önce yaptığım sessiz uyarıyı dinlemiyor olmasından kaynaklı sesimin volümü arttı ve “Kafayı yiyorum ben, kafayı!” diye bağırmama sebep oldu. “Neden bana böyle bir adiliği yaptığını bilmediğim için aklımı kaçırmak üzereyim.”

Sor o zaman! Sor ki anlatayım.”

Kafamı onun hala karşımda olmasını inkâr eder gibi iki yana salladım. “Şimdi olmaz. Şimdi değil! Yüzünü görmeye, sesini duymaya bile katlanamıyorken değil!”

“Ne zaman?”

Ellerimi şakaklarıma doğru bastırırken kafamı yine art arda sallamaya başladım ve “Bilmiyorum. Bilmiyorum!” diye haykırdım.

Yeniden bana doğru bir adım attı ve ellerini bileklerime doğru koydu. Dalgayla beraber ona doğru düşerken ellerimi ondan kurtarmak için çekmeye çalıştım. Yumruklarım çözülürken parmaklarımın arasında dönen kolyeye yeniden gözü çarptığında bu sefer ben de onun gibi avucuma baktım. Hala daha silinmemiş avucumdaki güneş çiziminin tam ortasında kolyeyi sıkmamdan ötürü oluşan kan vardı.

Yeniden suratıma doğru baktığında yeniden ellerimi ondan kurtarmak için çırpındım ama bu sefer durmam için beni hafifçe sarstığında, “İyi o halde!” dedi. “Ben anlatayım! En azından bir kısmını…”

“İstemiyorum!”

Hayır, istiyordum. Hiçbir zaman gerçeklere hazır olmayacağımı bilsem de gerçekleri onun ağzından duymayı hak ediyordum. Her ne kadar öğreneceklerimden korksam da konuşmasını istediğim yanım içimde bir yerlerde gizleniyordu. Ama orada olduğunu biliyordum.

“Bende senin için hissettiklerimi bilmeden bir gün daha geçirmeni istemiyorum.” dediğinde hala bileklerimi tutmasına rağmen kulaklarımı kapatmaya yeltendim. Ama o sanki bunu yapacağımı tahmin etmiş gibi bana izin vermedi.

“Yalan!”

Dalgalar o kadar ses çıkarıyordu ki sesini duyurmak için artık bağırması gerekiyordu. “Eceyle aramdakiler yaklaşık dört senedir aileler içinde konuşulan bir iş o kadar. Sana anlatamayacağım şeyler var. Tek bilmen gerek mecbur olduğum!”

Artık elinden kurtulmaya çalışmıyordum. Sadece suratına bakıyordum. Ürkekçe kırptığım kirpiklerim tamamen yukarıya doğru aralandığında çatık kaşlarımla gözlerine bakınıyordum. Hemen arkamda olan güneş turunculuğunu tamamen ona yansıtmışken gözlerinde ilk defa gördüğüm bir renk vardı.

Ne düşünmem gerektiğini bilemeyecek haldeydim. Selenra ve Erdem neyse, onun Eceyle olan durumu da bu muydu yani?

Boğazım kupkuruydu. Yutkunmak böylesine zorken, “Madem böyle bir şey vardı,” deyiverdim. İki kelimeyi bir araya getirmek ölüm gibi bir şeydi artık. “Neden sen…” Göğsümdeki boşluk saniyeler içinde daha da büyürken yok oluyordum sanki.

Parmaklarımın arasındaki kolye ortamıza doğru düşerken ikimiz de gittiği yere odaklanmadık. O bana, ben ona bakmaya devam ederken yakalarından var gücümle tuttum. Alt dudağımın titrememesi için çırpınırken feryat ettim.

“Sen izin verdin bana ya! İzin verdin!” Yakalarındaki elim yavaşça inerken bir kayaya vursaydım daha fazla etki edeceğini bilmeme rağmen göğsüne doğru var gücümle vurdum. “Seni sevmeme, senin hakkında hayaller kurmama izin verdin! Neden izin verdin ya? Neden, neden, neden?”

İşte bu kelime.

Beş harf ve bir soru işareti.

Neden? İkimizin arasındaki tek soru buydu.

“İlay!”

Gözüm seyirdi. Çılgına dönmüştüm. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirip çekiştirirken o ismi bir daha duymak istemiyordum.

“Neden? Seni neden zorluyorlar?” diye sordum. Hiçbir şey diyemedi. Kafasını başka tarafa çevirdi. Sanki beni geldiğim bu halden çıkartmak için bir çözüm yolu düşünmeye çalışıyordu. “İşte hep böyle tıkanıyorsun! Tam açılıyorsun dediğim sırada yine kilitliyorsun kendini.” Ellerimi hışımla indirdiğimde suya yumruk atmıştım. Sessizliği binlerce çığlığa bedel olan adamın ağzından hiçbir şey çıkmıyordu artık.

Gözlerimle suratını işaret ettim ve “Yüzüne bunu yapanlarla bir alakası mı var?” diye sordum. O anda kafası başka bir yöne dönük olsa da bana attığı tek bir bakıştan cevabımı ne yazık ki almıştım. “Kahretsin ya! Gerçekten kahretsin! Nasıl bir bokun içindeyim?”

Bir yanlışı düzeltmek ister gibi kafasını iki yana hızlıca salladı. Yeniden parmaklarımı şakaklarıma geçiriyordum ki suratlarımızı eşitlemek için eğildi ve ellerini kollarıma doğru koyup, “Hiçbir şeyin içinde değilsin! Bu yüzden sana anlatamam.” dedi.

Kollarımla ellerini ittim. “Yoksa ne? Bana da mı sana yapılanı yaparlar?”

Sorum hiç hoşuna gitmemiş gibi yutkundu. Çenesi gerildi ve tek gözü seyirdi. “Gerekirse kolumu bacağımı kırsınlar yine de izin vermem ama evet. Sen de bu işin içine dâhil edilmiş olursun.”

“Kim tarafından?”

Yine bir cevabı yoktu ki arkamdan gelen dalga yeniden dengemi bozdu. Bu sefer ona doğru düşmemek adına kendimi onun soluna doğru attığım sırada beni yakalamayı başarmıştı.

“Bırak beni!”

“Bıraksam düşersin!”

“Bırak!” diye bağırdığımda bu sefer ses tellerim acımıştı. Tek eli sırtımdaydı ve avuç içi tamamen oraya baskı uyguluyordu. Bir diğer elini enseme doğru yavaşça çıkarttığında, “Bırakamam.” diyerek kulağıma doğru fısıldadı. Sesi daha önce kulağıma hiç bu kadar acı dolu ve yorgun gelmemişti. Sanki sırtına yüzlerce kurşun yemiş ve ayakta zor duruyor gibiydi. Buna rağmen beni kollarının arasında dengede tutmaya çalışıyordu.

Elimi göğsüne doğru koyup kendimi ondan iteceğim sırada sırtımda olan elini tenimde bir yol izleyerek bileğime doğru yerleştirdi. Artık ne kadar tepinsem de nafileydi. Beni tamamen yakalamıştı ve bırakmaya da hiç niyeti yoktu.

Burnumun ucu sızlamış ve gözlerim dolmuştu. Yanaklarımdan akan tek damla artık deniz suyu olmayacaktı. Bunun olmaması adına uğraşmış ve tutuşlarından bu yüzden kaçınmaya çalışmıştım. Ondan gelecek en ufak ilginin ve şefkatin beni bu hale getireceğini biliyordum. Şimdi onun kollarındayken mahvolduğumun resmiydi çünkü kelimenin tam anlamıyla cayır cayır yanıyor ve göğsünde eriyordum.

Boğazımdan çıkmaya çalışan hıçkırık belli belirsiz duyulduğunda onu yutmaya çalıştım ama saniyeler içinde bir daha duyulmuştu. Dalgalar bir şekilde boğazımdan gelen iniltiyi bastırmaya çabalıyor ve bana yardım etmeye çalışıyor gibi hissetsem de iş işten geçmişti.

Yanağını şakağıma doğru yavaşça bastırırken yeniden kulağıma doğru fısıldadı. “Affetme beni. N’olursun affetme. Ama senin yanında olmaya istekli bencilliğimi de hor görme.”

Her şeyden sonra kolları hala nasıl olur da bana bu kadar güvende hissettirebilirdi? Sözleri huzur dolu olup içimi nasıl rahatlatabilirdi?

Ben de bunun olmasından korkuyordum.

Havada asılı kalan elimin gücü adeta biterken bileğimi saran elinin tutuşu gevşedi. Elimi bıraktığında göğsüne doğru koydum ama bu sefer onu kendimden itmedim. Kumaşı avucumun içine alırken birbirine ölümüne bastırdığım dudaklarım aralandı ve yeniden bir hıçkırık çıktı dudaklarımdan. Anlımı göğsünün orta yerine bastırdıktan sonra Arslan’ın ensemdeki eli beni okşamaya başladı.

Güneş tamamen batarken etraf karanlığa büründü. Kaç dakika boyunca öyle kaldık bilmiyorum ama en sonun sessizliği bozan o olduğunda sinirlerimi perişan eden o ismi söylemesiyle neye uğradığıma şaşırdım.

Muhtemelen o da öyle.

Sonuçta tek yaptığı adımı söylemekti.

“İlay,”

Oysaki haberi bile yoktu. Ama özellikle onun ağzından bana ait olmayan ismi duymak yarama tuz basıyordu.

“İlay deme bana! Sus!”

Duraksadı. Göremesem bile kafası her karıştığında yaptığı gibi kaşlarını çattığını biliyordum. “Ama-”

“Sus dedim, sus! Söyleme o ismi!”

Göğsüne bastırılmış olan bedenim titrerken gitmemem için sakinliğini korumaya çalışıyordu ki usulca, “Tamam. Kollarımdayken istediğin kişi olabilirsin. Söz veriyorum.” dedi. Ama yine de bu söylediği ondan ayrılmama etkisi olmamıştı.

Buradan uzaklaşmak için kendimi ondan itmek adına ellerimi omuzlarına koydum. Kumsala doğru zorlu adımlar atarken tam arkamı dönüp gidiyordum ki yeniden ona baktım.

“Az önce olanların hiçbiri,” dedim ve nedenini bilmediğim bir şekilde nefessiz kaldığımdan kendimi kontrol etmeye çalışarak cümlemi en sonunda tamamladım. “yaşanmadı. Tamam mı?”

Hiçbir şey demedi. Demesine de gerek yoktu.

Kumsala doğru en sonunda ayak bastığımda yola çıktım. Ardından bahçeye girdiğimde kapıyı çaldım. Melike Abla kapıyı açmadan önce arkama şöyle bir baktığımda Arslan’ın hala görebileceğim yerde durduğunu gördüm. Bıraktığım yerdeydi. Arkasından dalgalar sırtına vuruyordu.

Kapı açılıp içeri gireceğim anda Melike Abla şaşkınlığını gizleyemeyerek bir ses çıkartmıştı ki arkasından Selenra belirdi. Hemen arkasına bakıp birinin beni böyle görmesinden endişe ederek yanıma doğru adımladı. Arkamdaki Arslan ile göz göze geldikten hemen sonra beni kolumdan tuttuğu gibi merdivenlere doğru sessizce götürdü.

“Bu halin ne senin? Yüzme bilmeden niye girdin ki denize?” Cevap vermedim. Beni banyoya doğru sokarken kendi kendine söylenmesine şahit oldum. “Yine mi gelmiş? Şaka gibi!”

“Yine derken?”

“Dün de bahçenin dışındaki kaldırımda oturuyordu.” dediğinde suratına bakmak için kafamı omzumun üzerinden yarım tur çevirmem gerekmişti. “Sana söylesem de görüşmek isteyeceğini düşünmemiştim. O yüzden söylemedim.”

“İyi ki söylememişsin. Anlaşılan öz iradem yokmuş.” Lavaboda bulunduğum yeri ıslatırken aynada kendimle göz göze gelmekten kaçındım.

Omuz silkti. “Normal. Onu seviyorsun.”

Önce inkar etmeyi düşündüm ama bunun yerine, “Ve o da Eceyi seviyor.” diye mırıldandım. Sesim neredeyse çıkmamıştı.

Sırtını kapıya doğru bastırdı ve “Ben öyle olduğunu sanmıyorum.” deyip küveti işaret etti. “Şuraya gir. Her yeri ıslattın.”

Dediğini yaparken yeniden mırıldandım. “Sevmese onunla evlenir miydi?”

“Ne?” Sesinin tonunu ayarlayamadığı ve onu hala aşağıda bildikleri için iki eliyle ağzını örttü. Gözleri şaşkınlıkla büyümüştü.

Omuz silkti. “Sizin Erdemle olduğunuz durum gibi.”

“Biz sevgili olduğumuzu saklamıyoruz.”

Küvetin ortasına öylece otururken saçlarımdan akan tuzlu suyu gözlerimle takip ediyordum. “Ama benden bir gün evleneceğiniz gerçeğini sakladın.”

“O durum farklı bir kere!” diyerek hala söylediğim şeyin şokunu atlatamamış surat ifadesiyle savunmaya geçti. “Burada herkes bunu söylemesem bile biliyor ya da tahmin ediyor. Hayatımda hiç bunun açıklamasını yapmam gerekmemişti. Bu yüzden sana nasıl söylemem gerektiğini bilemedim. Burada herkesin normalini buraya sonradan adapte olan birine anlatması zor.”

Sessizce, “Her neyse.” dedim. Bu durumda diyebilecek bir şeyim kalmadığını düşünüyordum.

Bana doğru adımladı ve küvetin ucuna doğru kalçasını yaslayıp, “Ece seni biliyor mu?” diye sordu.

“Beni niye bilsin ki? Ben Arslan’ın hiçbir şeyi-”

Suratını buruşturdu ve fevri bir şekilde sözümü kesti. “Bırak şimdi dramayı da soruma cevap ver!”

“Sanmıyorum.”

“Sen nereden öğrendin?”

“Sosyeteye tanıtım gününde Ece’nin annesi bizi gördü.”

Kaşlarını çattı. “İzel mi?”

“İsmini bilmiyorum.”

Omuz silkti ve o olduğuna karar verdi. “Eceyi az çok tanıyorum. Arkadaşım diyeceğim biri ama kesinlikle dostum değil. Yakın sayılmayız ama aile ilişkilerinin epey çatırdıyor oluşunu bilecek kadar etrafındayım. Annesi alkolik. Kadının Giray denen rezil kocası da onu sürekli aldatıyor ve bunu bilmeyen yok. Ece de dâhil. Ama asla böyle bir şey yokmuş gibi davranıyorlar. Hatırlar mısın bilmem gittiğimiz yardım davetinin sahipleri onlardı. Bazen her şey yolundaymış gibi bu tür şeyler yapıp etrafa poz keserler. Gerçi buradaki herkes bunu yapıyor.”

“Niye beraberler o zaman?”

Kaşlarını kaldırıp indirdi. “Buranın işleyişine her seferinde bu kadar şaşırmaman gerekiyor.”

Bacaklarımı kendime doğru çekip sarıldım. “Sorgulamamak imkânsız.”

“Farkındayım. Ama sorgulaman gereken nokta Kılıçların ve Doğanların neden ailelerini birleştirmek istedikleri.” dedi. “Kendimi geçtim, onları annem bile bilmiyormuş. Bilse bana kesinlikle söylerdi. Burada bizim anlamadığımız başka bir şeyler dönüyor.”

Burnumun ucu yeniden sızlarken içimden kendime küfürler ediyordum ki elimde olmadan sesimi yükseltirken, “Cehenneme kadar yolu var!” dedim.

Şaşırdı. “Bilmek istemiyor musun?”

“Elbette istiyorum! Ama hala kendimle olan çatışmamın bir sonucuna ulaşamadım. Yaklaşık bir aydır zehir içiyormuşum da onu kusmam gerekiyormuş gibi hissediyorum.” dedim. “Ayrıca bana kolay kolay anlatacakmış gibi de görünmüyor. Ece ile olan durumunu bile ben öğrenene kadar söylemedi.”

“Bunun nedeni tüm bunlardan daha karanlık bir sebebe çıkıyor olması olabilir. Seni bu hale getiren birini savunmayı hiç ama hiç istemem ama buranın işleyişini biliyorum.” dedi kendinden emin bir şekilde. “Burada eğer tutulan bir sır varsa genellikle altında yatan daha çok sır olur. Annesi seni görmesine rağmen bir şey demediyse eğer aileler arasında gizli kapaklı bir şeyler dönüyor olmalı. Aksi takdirde normal bir anne onun çoktan ayrılmasını isterdi.”

Gizli kapaklı bir şeyler döndüğünün farkındaydım ama iki aile arasında olduğu aklıma gelmemişti. Bana anlatmadığı kitabevindeki olayın bir şekilde Kılıç ailesine bağlanacağını düşünmemiştim.

“Ne gibi bir gizem?”

“Bilmiyorum ama yasal olmadığı kesin.”

Loading...
0%