Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. BÖLÜM - KIYMIK

@rana.betb

Selenra beni günlerdir ilk defa dışarı çıkartmayı başardığında okul alışverişi yapmaya gidiyorduk ki yolda Ayça Hanım’dan tek kelimelik bir mesaj gelmişti. Selenra koluma girdiğinden dolayı ona çaktırmadan mesajı açtım ve içimden okuyup geri cebime koydum.

Ayça Özgün: Hallettim.

Cevap vermeme gerek olduğunu sanmıyordum ama okul işini bu kadar hızlı hallettiği için de şaşırmadan edemedim. Başaracağından en ufak bir şüphem yoktu ama bana yapamayacağını söyledikten sonra aklına hangi zehirli fikir geldiyse hemen ortaya dökmekten çekinmemişti ki bu mesaj telefonuma ulaşmıştı.

“Hayranından mı?” diyen Erdem’e kafamı sağa çevirerek baktım. Selenra’nın hemen yanındaydı ve mesajın kimden geldiğini umursamasa bile sessiz yürüyüşümüzü bozmak isteyerek konuşmuştu.

“Hangisinden söz ediyorsun?” diye sordum. Şakasına karşılık vermeye çalışsam da sesim fazla bıkkın çıkmıştı. Yine de ikisi de gülerek karşılık vermişti.

Normalde, başta arabayla gideceğimiz yolu hava almanın bana iyi geleceğini düşünen Selenra sayesinde yürüyerek gitmeye karar vermiştik. Dönüş yolunda Hamza Abi bizi alacak ve elimizdeki poşetleri taşımaktan kurtaracaktı.

Pek bir alışveriş yapacağımızı düşünmesem de Selenra’nın telefonundaki notlar kısmındaki listesine sadece göz gezdirdiğimde bile aklımı kaçıracak gibi olmuştum. Ama aynı Selenra gibi parayı dert etmeyen biri gibi görünmem gerekiyordu ki bir bakıma bunu kolayca başarmıştım.

Alıştığım için değil. Hem mecbur kaldığım için, hem de daha büyük dertlerim olduğu için…

Beni, her zaman kullandığımız yoldan değil de bir arka sokağından soktuklarında fark etmediğimi sanmışlardı. Ben de sesimi çıkartmadan yürümeye devam ettim.

Her zaman kullandığımız yol kitabevinin ve çiçekçinin önünden geçiyordu. Yine de orası tam bir merkez noktası sayıldığından bir şekilde oraya yeniden çıkmamız gerekecekti ama arkamızda kalacağı için böyle bir fikir ortaya koymuş olmalılardı. Bunu öncesinde konuşmuşlar mıydı yoksa ben yola odaklanmışken birbirlerine bakışlar atarak mı anlaşmışlardı emin değildim ama arka sokaktan geçip yeniden merkeze varmıştık.

Arkamı dönüp Arslan’ın dükkânın kapısının oraya her zamanki gibi yaslanıp yaslanmadığını merak ediyordum. Ama kendimi tuttum ve yumruklarımı sıktım. Soluma doğru hafif döner gibi olduğumda kendime son anda hâkim olmuştum.

“Siktir!”

Selenra’nın ağzından kolay kolay çıkmayan bu küfürle ona doğru dönmemi sağladığında benim gibi yumruklarını sıktığını fark ettim. Erdem ona bakıyordu ve olacak herhangi bir şeye şimdiden önlemeye hazır görünüyordu. Onun baktığı yerde muhtemelen ne olduğunu zaten bildiği için sadece sevgilisine odaklanmış haldeydi.

Selenra kolumdan yavaşça çıktı. Az önce kitabevini görmeyeyim diye yolu uzatmasına rağmen şimdi beni o tarafa doğru hızlıca döndürmüştü.

“Ne yapıyorsun?”

Kitabevine dönük olsam bile artık oraya bakmıyor, sadece Selenra’nın ne yapmaya çalıştığını çözmeye çabalıyordum. Kafam karışmıştı.

Tam yeniden arkamı döneceğim sırada elini yanağıma koydu ve kafamı önüme doğru döndürmeye çalıştı. Başardı da.

“Geri dönelim.”

Kaşlarım çatıldı. “Neyden bahsediyorsun?”

Elinden kısa bir hareketle kurtulduktan sonra az önce neye baktığını görmek için arkamı hışımla döndüm. Perçemlerim ani dönüşümle beraber suratımı kaplarken onları geriye doğru itmeye çalışıyordum ki doğru kelimenin ne değil de, kim olduğunu anlamış oldum.

Çünkü baktığı ve beni uzaklaştırmak istediği kişi Deha’dan başkası değildi.

Selenra ile göz göze gelmiş olacak ki bize doğru hızlı adımlarla geliyordu ve hiç de durmaya niyeti olmadığı belli oluyordu. Ona şimdi sadece ben dönük olduğum için artık doğrudan gözleri bendeydi ve hiç utanması yoktu.

Kalbim sıkışmıştı. Bir an için tıkandım ve boynum kasıldı.

Ondan haber almamak ve sesini duymamak için her yerden engellediğimden dolayı bana ulaşamamıştı. Bu süre zarfında Selenrayı çokça darladığını tahmin edebiliyordum ama onun nasıl karşıladığını bilmiyordum. Bana onun hakkında hiçbir şey söylememeye özen göstermişti.

Deha bize doğru adımlar atıp insanların yanından geçerken boğazımda bir yumru hissettim. Yumruğum elimde olmadan kalbimin üstüne doğru giderken, Erdem sanki sevgilisinin yanlış bir şey yapacağını anlamış olmalı ki o öne doğru bir adım atarken hemen kollarının altından kavradı ve kısa süreliğine ayağını yerden kesip kendine doğru çekti.

Göz kontağımı resmen Deha’dan çekemiyordum. Donakalmıştım ve kesik nefesler alırken olacakları öylece bekliyordum. Çenemi ne kadar sıktığımı bilmiyordum ama dişlerim saniyeler içinde o kadar ağrı çekmişti ki dudaklarım kendiliğinden aralanmıştı.

Bu halde olmamalıydım. Planladığım duruş bu değildi ve kendimden çok utanıyordum. Tüm olanlardan sonra güçlü kalmak adına içimden yaptığım konuşmalar ve telkinlerim nasıl yetersiz gelebilirdi?

Göğsüme bastırdığım elim titrerken Selenra, “Gidelim buradan.” diyerek yanımda durdu. O sırada Deha daha çok yaklaşmıştı ki hiç mesafeyi kollayamadan tam önüme geçtiğinde olanlar olmuştu.

Bir insana yumruk atmanın bu kadar can acıtacağını bilmiyordum ama elimi kırmışım gibi acıdan dört köşe olmuştum. Tüm sinir uçlarım zarar görmüşçesine gözlerimi yumarken iki büklüm bir şekilde yere doğru çömeldim. Çığlık bile atamıyordum. Dudaklarımı birbirine bastırıp öylece boşta kalan elimle diğer elimi kavramış, olduğum yerde hafif hafif zıplıyordum.

Bıçağı tutarken bile bu kadar acı çekmemiştim. Üstelik kanım akmıştı ve avucumun içinde ufak bir iz kalmıştı ama elimi sadece bir günlüğüne sarmam yetmişti.

Selenra hemen eğilip elini omzuma koyduktan sonra suratımı görmek adına kafasını benimkine hizalamıştı ki önüne düşen saçlarını kulağının arkasına atmak zorunda kaldı. Suratında şaşkın bir gülümseme olduğu için kendini suçlasa mı suçlamasa mı emin olamaz bir şekilde etrafına bakarken biraz paniklemişti. Hem bana hem Dehaya hem de Erdem’e öylece bakarken ne yapacağını şaşırmıştı.

Elime bakmak istiyordu ama ben bile elimin ne halde olduğunu bilmiyordum ve olduğumda yerde inlemek dışında bir şey yapamıyordum.

Az önce yaptığım şey göz açıp kapayıncaya dek olan saniyelik bir şeydi ve ben bunun neredeyse farkında bile değildim. Ne ara göğsüme bastırmış olduğum yumruğumu oradan çekip havaya kaldırmış ve onun suratına geçirmiştim bilemiyordum.

Eğer yanımda garip sesler çıkartan Dehayı duymuyor olsaydım delirip bir kayaya yumruk atmaya çalıştığımı düşünebilirdim.

İçimdeki biriktirdiğim kin, öfke ve tiksinti sanki sağ yumruğuma toplanmış ve benden bağımsız harekete geçmişti.

Biraz olsun doğrulurken göz ucuyla Dehaya baktım. Elini elmacık kemiğinin üzerine koymuş öylece duruyordu. Bu darbeyle otomatik olarak gözleri dolmuştu. Sanırım ondan daha çok kendime zarar vermiştim ama değmişti.

Selenra, “Yürü. Hastaneye gidelim.” dediğinde kafamı iki yana salladım.

Derin bir nefes alırken kafamı yukarı doğru kaldırdım ve gözlerimi kısa bir süre yumup acıyı unutmaya çalıştım. Ama o an ben konsantre olurken Deha’nın, “İlay,” demesiyle kan beynime hücum etmiş gibi yeniden ona doğru bir adım attım. Tam o sırada tek koluyla belimden sarılan bedene doğru sırtım kavuştu.

Diğer elimin dirseğini tüm gücümle geriye doğru geçirdiğimde belimdeki el bir an için gevşemişti. Tam yeniden önüme doğru bir adım atacağım sırada yeniden sarılmıştı.

Bana sarılan kolunun sahibine doğru dönmek için hızlı bir hamle yaptığımda Arslan ile yüz yüze geldim. O kadar yakınımdaydı ki burunlarımız ucu birbirine değmişti. Afallamış bir şekilde geriye doğru çekilmek için tek elimle omzuna vurdum. Dengemi bulayım diye Selenra hemen arkamda bitmişti.

Deha, “Bir sen eksiktin amına koyayım!” diye isyan ederken Arslan’ın hemen arkasından endişeyle adımlar atan Eceyi görmemle gözüm seyirdi.

Hemen kafamı başka tarafa doğru çevirdiğimde zorla yutkundum ve yeniden Deha’nın bir şeyler söylemesini mecburen işittim. “Her delikten çık ama tamam mı?”

“Ben burada çalışıyorum dallama! Ne deliğinden bahsediyorsun?”

Buna cevap veremeyecek gibi olduğu için alayla gülüp başka tarafa doğru döndüğünde elini elmacık kemiğinden indirdi. O sırada Arslan olan biteni anlamaya çalışırken hem elime hem de Deha’nın suratına bakıp durumu çözmeye çalışıyordu ki Erdem ile göz göze geldi.

Selenra beni omuzlarımdan tutun herkesin ortasından biraz olsun beni çekerken Erdem daha fazla Arslan’ın bakışlarına dayanamadı ve “İlay, Dehaya yumruk attı.” dedi.

Göz ucuyla Arslan’ın suratına doğru baktığımda bir noktaya doğru takılı kaldığını fark ettim. Düşünüyordu. O gün denizde sırılsıklam olduğumuzda ona söylediklerimi aklına getiriyordu ki bir anda gözleri büyüdü. Yarım eğik olan kafası havaya doğru yavaşça kalkarken ilk başta ölümcül bakışlarını Deha’nın üzerine doğru dikmişti. Ardından burnunu kırıştırdı ve dişlerini ağzının içinde oynattı. Ona doğru büyük bir adımla ulaşacağı sırada Erdem araya girip elini omzuna doğru koydu.

“Ne yaptın lan kıza?”

“Ne oluyor burada? Kim kime ne yaptı?” diyen Ece’nin sesini duymamla acı çeken elim olasılığı varmışçasına daha çok titremeye başladı. “Herkes size bakıyor. Neyi çözemiyorsunuz?”

Deha bağırdı. “Bilmem! Sevgiline sorsana!”

Ece’nin dudakları şaşkınlıkla aralanırken gözleri her birimize kaydı. Nasıl toparlaması gerektiğini bilemedi ama hala daha ilişkilerini sır gibi sakladıkları için faka basmış hissederek, “Nereden öğrendiniz?” diye sordu. Hayal kırıklığına uğramış değil de sanki öğrendiğimiz için utanıyor gibi görünüyordu.

Titrek bir nefes verirken, “Burada uzun süre sır saklanmıyormuş.” dedim.

Kendi kendime söylendiğimi sanmıştım ki Ece beni duydu ve doğrudan kafasını bana doğru çevirip varlığımı fark etti. Belli belirsiz mırıldandığımı, hatta içimden söylediğimi sanmıştım ama bir anda onun odak noktası oluvermiştim. Bir şeyleri tartıp ölçmeye çalışıyordu.

Kendini savunmaya geçti. “Bu bir sır değildi. Eninde sonunda-”

Selenra kendi kendine güldü ve alayla, “Sürpriz mi yapacaktınız?” diye sorduğunda bir süre kimseye bakmadı. Onun da bu kaos ortamızda sinirleri bozulmuştu.

Onun ardından Deha, “Düğünde öğrenirdik artık.” dediğinde Selenra ona doğru döndü ve “Sen kapa çeneni!” dedi.

Deha ilk defa Selenra’dan böyle bir cümleyi tamamen ciddiyetle duymuş olmalıydı ki donakaldı. Hala daha ona saldırganca bakıyor olması da cabasıydı. Deha artık ona bakamıyor, suratı sirke satıyordu çünkü en yakının arkadaşından böyle bir çıkış beklemiyordu.

“Daha çok olay çıkmadan dağılsak mı?” diyen Erdem çözüm odaklıydı. Ece de onu kafasını onaylarcasına salladığında ortalarında kaldığım için geri adımlar atmaya başlamıştım ki Deha bana doğru yaklaşırken yeniden konuştu.

“Benim seninle konuşmam lazım.”

Yutkundum ve en azından birkaç saniyeliğine düşünmek için kendime zaman vermek istedim ama o sırada Deha yanıma doğru adımlamak istediğinde nu sefer kolunu kaldırıp onu omzundan uyarırcasına iten Erdem olmuştu. “O ne zaman isterse o zaman konuşursun.”

Deha kimse onun tarafında olmadığı için gözlerini kocaman açtı ve ellerini hayret edercesine kaldırıp indirirken, “Sen de mi Erdem?” diye sordu. Ona suçlarcasına bakıyordu ve hiçbir hatası olmadığına kendini inandırdığı için arkadaşının da onu savunmasını istiyordu.

“Bunu sorabiliyor musun gerçekten?”

Erdem, Deha ile aramda geçenleri ayrıntısıyla bilmiyordu ama o gün eve nasıl vardığımı görmüştü. Selenra konunun Deha olduğunu ona söylediğinde ise parçaları birleştirmiş olmalıydı.

Onunla hala arkadaş olabilirdi ama Deha’nın yanında rahatsız hissettiğimi bildiği için önceliği beni korumak oluvermişti.

“Neden beni dinlemeye çalışmıyorsunuz ki?”

Erdem boynunu geriye atarak sinirle güldükten sonra kaşlarını çattı ve bariz olan bir sorunu göremediğine şaşırmış gibi, “Onu, Anılların oteline götürdükten sonraki halini gördüm. Seni neden dinleyeyim ki?” diye sordu.

O an fazla konuştuğunu anladığında ise çok geçti. Boğazıma bir yumru oturmuştu bile. Kafasını bana doğru çevirip özür dilemeye hazırlanacağı sırada ise araya bir başkası girdi.

Ece’nin sorgularcasına gözleri kısıldığında, “Siz yoksa-” deyiverdi ve ardından Selenra’nın tek elini havaya kaldırmasıyla cümlesine devam edemedi.

“Şimdi sırası değil.”

Olduğum yerde tek bir noktaya öylece takılı kalmışken göz ucuyla Dehaya doğru adım atmaya yeltenen Arslan’a baktım. Tek gözü öyle bir seğirmişti ki bir daha düzelemeyeceğini sanmıştım. Yumruklarını o kadar çok sıkıyordu ki elleri bembeyaz olmuştu.

Suratında tek gözü haricinde gram bir mimik oynamaması onu daha korkutucu bir hale sokuyordu. Sanki duyduklarını hazmetmeye çalışıyordu ama öfkesine de hâkim olamıyordu.

Bir an için bana baktı. Anlamaya çalıştı. O gece onunla gitmemin benim tercih olduğunu biliyordu ama geri kalanını göz göze geldiğimiz anda çözmüştü ve bu da onu harekete geçirmişti.

Erdem onu ensesinden yakaladı ve diğer elini de kolunun altından geçirdi. Kafa kafaya geldiklerinde onu zorla zapt etmeye çalışıyordu. “Yapma, dur! Bu şimdi çözülecek bir mesele değil!”

Ece kolundan iki eliyle tutup onu kendine doğru çekiştirmeye çalıştı. “Arslan!”

“Bırak, gelsin ya!”

Erdem, Arslan’ı tutmaya devam ederken, “Defol git buradan Deha! Yemin ederim bırakırım ve ayırmaya bile kalkışmam.” dedi.

“Rövanşım vardı benim zaten onunla.”

Selenra onun karşısına geçti ve “Ağzını kapat artık!” diye bağırdı. “Sus ya! Sus! Yediğin bok yüzünden bu haldeyiz zaten ve hala utanmadan konuşmaya devam ediyorsun! Suratına bile zor bakıyorum şu anda ama gram akıllanmıyorsun! Yaptıklarından sessizce pişmanlık duyamaz mısın?”

Ağzından çıkan son kelimelerde sesi titrerken kafasını hemen başka tarafa çevirdi. En yakın arkadaşını yanlış tanımış ve onu sonsuza kadar kaybetmiş gibi hissetmesini anlayabiliyordum. Onu çok tanımazken ikinci şansı verdiğim için kendime acırken onun halini düşünemiyordum.

Arslan, Erdem’in her elinden kurtulduğunda yeniden onu kapıyordu ve etrafına ona yardım edecek başka biri var mı diye bakınıyordu. “Arslan, bir dur gözünü seveyim!”

Arslan’ın gözü dönmüşken ben artık elimin acısını unutmuş vaziyetteydim ama göz ucuyla baktığımda kızarıkların hafif yeşermeye başladığını görmüştüm.

Arslan kükredi. “Bu ikinci vukuatın senin! Yazdım bir kenara! En ummadık yerde seni-”

Kulaklarımı kapatıp çığlık atmak istiyordum ki sadece olduğum yerde ayağımı yere vurup, “Susun artık! Yeter!” deyiverdim. Hepsinin sesi bir süreliğine kesildiğinde hemen ardından Arslan’a bakmadan direkt Dehaya döndüm ve “Düş önüme.” dedim. “Ne söyleyeceksen artık burada olmaz.”

Ece, “Onunla gitmesi iyi bir fikir mi?” diye Selenraya sorduğunda bunu o hariç kimsenin duyamayacağını sanmıştı ama ben duymuştum.

Deha’nın gözleri sanki zafer kazanmış gibi Arslan’a doğru giderken arkamdan, “Gitme onunla!” diye bağırmasını işittim. Erdem onu tutmasaydı muhtemelen beni kolumdan tutar ve burada kalmamı sağlardı. “İlay! Dur! Gidemezsin!”

Yutkundum ve derin bir iç çekip ona doğru döndüm. Bunu yaparken gözlerim ilk başta yanlışlıkla Eceye kaymıştı. Endişeli ve kafası karışmış bir şekilde olanları inceliyor ve hala daha Arslan’ın kolundan sanki bir faydası varmış gibi iki eliyle tutuyordu.

Arslan sanki o dâhil, burada bulunan herkesin varlığını görmezden geliyormuş gibi sadece Dehayla beraber buradan uzaklaşmama odaklanmıştı. Boynunda belirginleşen damarları çok net görebiliyordum.

Kuruyan dudağımı dilim yardımıyla ıslatırken en sonunda gözlerine bakmak için kirpiklerimi kaldırdım ve “Sevgilini korkutuyorsun.” dedim.

Bunu söylerken kabuk bağlamaya çalışan bir yarayı deşmişim gibi sarsıldım ama bunu belli etmedim… Ya da en azından denedim. Günlerdir dik durduğum söylenemezdi. Bedenim sürekli artçılar yaşıyormuş gibi sarsılıyordu. Kalbimi bazen elimi götürmeden bile duyuyor, bazen varlığını hissedemiyordum.

Dakikalardır öfkesinin imzasını taşıyan gözleri ilk defa eski haline büründü. Tamamen açık olan göz kapakları yavaşça aşağı süzüldü ve dik omuzları düşerken mavilikleri beni takip etti. Aklından ne geçtiğini bilmiyordum ama çenesi hafifçe omzunun üzerine doğru döndürdü ve Eceye baktı. Erdem’in ise tutuşu gevşedi ama ne olur ne olmaz önünde durmaya devam etti.

Selenra ise kararıma saygı duyup yerinden kımıldamadı ama gözleriyle beni takip ettiğini hissedebiliyordum.

O anda ona daha fazla bakamayıp Dehayla ilerlemeye devam ettiğimde Arslan’ın sesi yeniden duyuldu. “Sen yat kalk dua et! Suratını dümdüz etmediysem sebebi o! Yoksa çoktan ağzınla gözün yer değiştirmişti! Duydun mu lan beni?”

Deha burnundan soluyarak tam arkasını döneceği sırada dişlerimin arasından, “İlerle!” dedim. O da, sanki geriye bakmasını engelleyen bir duvara toslamış gibi beni dinledi.

Dükkânların tam ortasında olan fıskiyenin en ucuna doğru ilerlerken yol boyu bir kez bile ona bakmadım. Herkesin hala daha fıskiyenin diğer ucunda olup olmadığını göremesem de biliyordum.

Deha’nın arkasından ilerlediğim için bana doğru döndüğü anda yanında beş dakikadan daha fazla kalmak istemediğim için, “Konuş.” dediğimde o da bana aynı anda bir soru yöneltmişti.

“Neden gittin?”

Duraksadım. Gözlerim sorgularcasına kısıldığında dudaklarım düz bir çizgi haline büründü. Kısa bir süre ciddi olup olmadığını anlayıp sessiz kalırken en sonunda hayrete düşer gibi, “Neden mi?” diye sordum.

Kafasını hızla olumlu anlamda salladı ve sorunu tekrar etti. “Neden erkenden gittin? Sabah kalktığımda-”

Sinirden gülerken, “Bilemiyorum!” diyerek sözünü kestim. Neredeyse kahkaha atabilirdim. “O kadar içtikten sonra uyandığımda kendimi gördüğüm vaziyet hoşuma gitmemiş olabilir belki. Ha? Ne dersin bu yanıta?”

“Hiçbir şey hatırlamıyor musun?” diyerek bana doğru bir adım atıp elini kaldırdığı anda geriledim. Suratındaki şefkat ve ses tonu bana o kadar yapma geliyordu ki gözlerinin içine zar zor bakabiliyordum.

Bana o günden herhangi bir şey hatırlatmaya çalışması tüylerimi diken diken ederken ister istemez titredim ve bunu hiç yapmamışım gibi yeniden ona bakarken sorgularcasına kafamı hafif yana doğru eğdim. Dudaklarım şaşkınlıktan dolayı hafif aralıktı.

“Hatırlamasam da o anki halimin başka bir açıklaması olabilir mi ki?”

Elini anlına doğru yapıştırdı ve kendi etrafında birkaç adım attı ve yeniden karşımda durup suratını bana doğru biraz eğerek, “Biz yatmadık.” dedi. “Sadece biraz ileri gittik o kadar.”

Midem bulansa da bu dediklerine nasıl bir karşılık vereceğimi bilemediğim için sinirden gülmeye devam ederek, “Biraz mı?” dedim. “Uyandığımda üstümde hiçbir şey yoktu, Deha! Senin biraz anlayışın bu mudur yani? Gerçekten mi?”

“Yine de sandığın gibi bir şey-”

“Çok teşekkür ederim o halde.” derken sesim kısıldı. Artık gülmüyordum. “O günden sonra yapmam gereken gebelik testini bile korkumdan geçiştiriyordum. Bu bilgi benim için çok iyi oldu.”

“İlay, bak ben,” dedi ama devam edemedi. Gözlerini artık benim gözlerimde tutamıyor olması bana güç vermişti. Dakikalar önce ben ona bakamazken şimdi sanki gözlerimden zehir akıtıyormuşum gibi doğrudan onun maviliklerinin içine bakıyordum. Daha çok huzurunu kaçıracaksa eğer yapabilseydim gözlerimi kırpmazdım bile. Çünkü benim utanmam gereken bir şey yoktu. Asıl utanması gereken oydu.

“Sen nasıl hatırlıyorsun?” diye sordum ve çenemi yukarı kaldırdım.

“Senin kadar içmemiştim.”

Kendini savunmaya geçmesi bile küçük düşürücüydü. Ama bunun farkına varamıyordu.

İşaret parmağımı havaya kaldırıp ona doğru sallarken, “Kafam iyi değilken ki ikinci girişiminde başarılı oldun. Tebrik ederim piç kurusu!” dedim. “Beni öpmeye çalıştıktan ve özür dilemenden hemen sonra bunu nasıl yapabildin? Hayatımda gördüğüm en adi insansın!”

Bir adım geriledi ve kafasını geriye atıp elleriyle suratını örttü. Bunu yaparken birkaç defa tek elini yumruk yapıp şakağına doğru vurmuştu. Bu hali beni korkutmuştu ama ona acıdığım gerçeği daha baskın geliyordu. Bu nedenle hala daha karşısında durabiliyordum.

Elleri hala suratındayken sesi boğuk çıktı ve “Ben, sen de beni istedin sanmıştım.” dedi.

Yutkundum. Genzim yanıyordu. “Sana bunu söyledim mi?”

Ellerini hışımla indirirken hala daha bana bakamıyordu. “Hayır, sen…”

“Ben ne?”

“Özür dilerim, tamam mı? Gerçekten özür dilerim.” Derken sesinin titrediğini duydum.

“Ben, ne? Deha, ben ne yaptım ya da ne söyledim?”

Ona doğru bir adım attığımda kendini köşeye sıkışmış gibi hissetmiş olacak ki ellerini havaya kaldırdı ve bağırdı. “Seni öptüğümde onun adını fısıldadın.”

Arkama bakamadım. Kaskatı kesildim ve öylece durdum. Dehayı duyup duymadıklarını bilmiyordum ama eğer duydularsa o’nun kim olduğunu bilen iki kişi vardı.

“Ve sen durmadın mı?” Yumruklarımı o kadar çok sıkıyordum ki avucumdaki yara izine tırnaklarım batıyordu.

“Başta kendimi durduramadım. Sen o kadar güzeldin ki…” derken suratında sanki her kelimesinde biri karnına doğru yumruk atıyormuş gibi bir ifade vardı.

Suratımı tiksinerek buruşturdum. “Güzeldim ve bu yüzden ayık değilken benimle oynaşmanı mazur mu göreyim? Bu mudur yani?”

“Bunu demek iste-”

“Senin tahrik olmanı önlemek benim işim değil!”

Kafasını her zamanki gibi iki yana salladı ve “Beni anlamalısın. O an kendimi kaybettim. Sonra sen dudaklarıma doğru onun adını söyledin ve söylemeye de devam ettin.” Avucunu sol gözüne doğru bastırdı. Diğer elinin yumruğu da havada öylece duruyordu ve parmaklarını avucunun içine bastırıp çekiyordu. “Kafamın bulandığını ve öfkelendiğimi hatırlıyorum.”

Gözlerim yavaşça büyürken onun bile duyamayacağı şekilde söylediğini tekrar ettim. “Sen bana öfkelendin…” Kan beynime sıçrarken sesim anlık oluşan sessizliğe karşı bir anda yükseldi. “İntikamını hayatım boyunca unutamayacağım bir şeyi yaparak mı aldın peki?”

Kafasını iki yana hızla salladı. “Bu bir intikam değildi, hayır! Çok, çok özür dilerim!”

Titrek bir iç geçirdim ve susması için elimi kaldırırken dişlerimin arasından konuştum. “Bir dediğin bir dediğini tutmuyor. Yaptıkların, söylediklerinle ters düşüyor. Söz verip, özür dileyip tutmuyorsun. Ne yaşıyorsun bilmiyorum ama bir ölüye âşık olmanın acısını benden çıkartamazsın.”

“İlay!” derken sesi titredi ve kafasını yana doğru yatırdı. Bunu söylediğime inanamıyordu.

“Ben ne senin psikoloğunum, ne de bundan sonra arkadaşınım. Onunla yapamadıklarını benimle yapmanın hayalini kuramazsın.” Sesli bir nefes aldım ve ona arkamı dönüp gitmeye hazırlanmadan önce son sözümü söyledim. “Bundan sonra benden uzak duracaksın. Anladın mı beni?”

Ses tonu duyulmaz bir hal aldı. “Yapma, lütfen.”

Ona arkamı döndüğüm anda beni kolumdan yakaladı. Eli, kolumda yanıcı bir maddeymiş gibi tepki verdiğinde hışımla geri çekildim ve yeniden parmağımı ona doğru sallayıp, “Seni bir kez daha yumruklamamı istemiyorsan eğer bana dokunma!” dedim.

Elimi indirdim ve bana doğru yeniden bir hamle yapması ihtimaline karşı birkaç geri adım attıktan sonra mesafeyi uzatıp ona yeniden arkamı döndüm. Fıskiyenin diğer tarafına, Selenra’nın yanına gitmiyordum. Nereye gittiğimi ben de bilmiyordum ama ayaklarımın beni götürdüğü yere yol almıştım.

Dışarı çıktığımızda planımız bu değildi. Okul için alışveriş ve kıyafet alacağımız sırada olayların böyle gelişeceğini tahmin etmemiştim. Ama bir şekilde Deha ile yüzleşmem gerektiğini biliyordum. Kendini nasıl açıklayacağını duymam lazımdı. Yine de bunun bugün olacağını tahmin etmemiştim.

Bir şeyler yaşanmamış olduğunu söylese de günlerdir gebelik testini yapma konusunda kendimle bir iç savaş veriyordum. Selenra’nın ve Ahu Teyze’nin bu konuyu açmak istediklerinin farkındaydım ama yapamamışlardı. Bu havada asılı duran bir gerçek gibi peşimi zaten bırakmıyordu. Bu nedenle ağızlarına almamışlardı.

İnsanların arasından geçtim. Arkamdan Selenra’nın bana doğru seslendiğini duydum. Bana yaklaşacağını düşündüğüm anda sesi durdu ama ayak sesleri kesilmedi.

Yürümeye devam ederken sokak, olasılığı varmış gibi daha çok kalabalıklaşmaya başlamıştı ya da muhtemelen nefes alamadığım için bana öyle gelmiş olmalıydı ki elimi tişörtümün yakasına doğru attım. Aşağıya doğru çekiştirirken yakadan ufak bir yırtık sesi geldi ama umursamadım. Tişörtün boyun kısmının bu kadar sıkı olduğunu tahmin etmemiştim ama gerçekten de öyleydi.

Sağa doğru giden ve sokağın kalabalığından uzakta olan bir yol gördüğüm anda oraya doğru adımlamıştım ki buranın çıkmaz sokak olduğunu fark etmem uzun sürmemişti. Kafamı yukarıya doğru kaldırdım ve bu duvarın arkasında ne olduğunu bilmememe rağmen üstünden bir şekilde atlayabileceğimi fark ettim.

Ve bir an için gözlerimi yumdum. Arkamdaki adım sesleri durduğunda onun kim olduğunu zaten biliyordum. Arkamı dönüp gözlerime bunu kanıtlamaya ihtiyacım bile yoktu. Varlığı sırtıma vuruyordu.

Duvarın tam karşısına doğru adımladım ve ayağımı basıp yükseleceğim bir çıkıntı aradım. Duvarda tam elimin şeklinde bir çukur vardı. Oraya parmaklarımı yerleştirdikten sonra köşedeki borunun ayağımı koyabileceğim noktasına basıp yükseldim. Kendimi biraz ittikten sonra duvarın en üstüne ellerimi kolayca koydum ve zıplayıp üst bedenimi oraya yasladım. Bir bacağımı duvarın üstünden geçirdikten sonrası kolaydı. Muhtemelen üstümdeki krem renkli tişörtün kumaşında çıkacağından şüphe ettiğin bir leke vardı artık.

Buradan atlarsam başıma bir şey gelmez diye düşünerek bunu yaptım ama ayak tabaklarımın ve sol bileğimin acımadığını söylesem yalan söylemiş olurdum.

Sağıma ve soluma bakıp omuz silktim. Sonra da içimden geldiği gibi yürümeye başladım. Öğleden sonra bile değildi ve eğer karanlık çöktükten sonra buraya gelseydim kendimi tedirgin hissedebilirdim.

Yaklaşık bir dakika sonra kadar arkamdan atlayan ses kulaklarımı doldurduğunda refleks olarak omzumun üstünden kafamı hafifçe döndürdüm ve adımlarımı durdurdum. O da aynı şeyi yapmıştı. Onu tam olarak göremesem de siluetinin farkındaydım.

Yürüdüm ve yürüdüm. Ta ki varlığının farkında bile olmadığım bir mezarlığa çıkana kadar…

Girişi demirden büyük bir kapıydı ve etrafına kırmızı güller sarılıydı. İki kapılıydı ve biri tamamen aralıktı. Ben de düşünmeden içeri girdim. Girişinde sırtı bana dönük olan birkaç kişiye rastladım ama biraz daha ilerleyince ortam daha da sessiz bir hal almıştı.

En sonunda duraksadım ve arkamdan gelen adım seslerinin daha da yakınıma girmesine müddet verdim. Yaklaştı ve yaklaştı. En sonunda yanımdan geçti ve mimik barındırmayan suratıyla karşıma geçmek için döndü. Onunla göz göze gelsem de hiçbir şey söylemedim. O da öyle.

Birkaç adım geriledi. Amacı onu takip etmem değil, kendisini göstermekti. Ama ben ne olursa olsun peşinden gideceğimin farkındaydım. Az önce olanlardan sonra itiraf edemesem bile ona ihtiyacım vardı.

Gözlerimiz bir araya geldiğinde ortada sanki görünmez bir ip belirdi. Gözlerini her kırptığında sanki tüm bedenimi sarıyor ve kendine doğru çekiştiriyordu.

Omuzlarım hareket etti. Suratındaki soğuk ifade gözlerime kenetlendiği anda yumuşamaya ve acıyla karışık özlemle tatlanmaya başladı.

Öne doğru tek bir adım attım. Gerisi de kendiliğinden geldi.

Bana burada en çok anlam ifade eden kişi bir anda sahiden nefret etmem gereken kişi olduğunda ne yapmam gerektiğini bilemediğim için bir çıkmaza girdiğimi hissediyordum. Ama gözlerine baktığımda bu his kayboluyordu.

Arslan’ı eskisi gibi sevmemem gerektiğini düşünmemin ya da onun da istediği gibi ondan nefret edip, affetmememin bir önemi yoktu. Biriyle bakışarak anlaşabiliyorsan eğer, içinde onunla bağ kurduğunu hisseden küçük bir parça olurdu. İnsanı rahatsız eden ama varlığı nadir olan bir parçaydı bu.

Tam anlamıyla bir kıymık gibi. Derime nüfuz eden, ulaşılması zor ve kendinden çekip atmakta çok zorlandığın... Arslan Doğan derimdeki kıymıktı ve acı veriyordu. Ona ulaştığımı sandığım her anda daha da derine gömülüyordu.

Peşinden yürüdüm ama onu geçmeme izin verdi. Ben de bir süre öylece başıboş adımlar atmaya devam ettim. Normalde ona baktığımda kendime benzettiğim yanları çok olurdu ama şimdi yan yana bile yürüyemezken bunu düşünmek zor geliyordu. Belki de aynı kutup teorisi bizi bulmuştur ve birbirimizi bir şekilde itiyoruzdur.

Ama hayır. Yalancı ve düzenbaz olabilirdim. Yine de buradaki herkese karşı nasıl hissediyorsam öyle davranmıştım. Bu konuda çok uzaktık.

Hala daha nereye gittiğimden emin değildim ama mezarlığın verdiği sessizlik sabah ışıklarıyla huzur vermişti. Ölümü hatırlamak ve üzüldüğüm her bir şeyin geçici şeyler olduğunu bilmek iyi hissettiriyordu. Belki de mutlu olmak için pek bir sebebim kalmadığı için bu tür şeylere tutunmaya çalışıyordum.

Elimi yakama doğru götürdüm ve biraz daha çekiştirmeye başlayarak kendi kendime söylendim. “Bu tişört beni öldürecek. Boğuluyormuşum gibi hissediyorum.”

En sonunda büyük bir meşe ağacının yanına doğru geçip sırtımı oraya dayadıktan sonra yakadan bir tane daha yırtık sesi gelmesiyle biraz daha rahatlayıp gözlerimi yumdum. Derin bir nefes alırken karşıma geçen bedenin bana gölge yapmasıyla kirpiklerimi yavaşça araladım.

“Korseden iyidir.” diye geveledi.

Kaşlarımı anlayamadığım için havaya kaldırdım. “Hm?”

“Kolyen gömleğime takıldığı gün üstünde siyah bir korse vardı.”

Kaşlarım olasılığı varmış gibi biraz daha yukarı kalktı. “İlk tanıştığımız gün ne giydiğimi mi hatırlıyorsun?”

Sanki o ana dönmüş gibi sol dudak kıvrımı yukarıya doğru havalandı ve inerken ellerini ceplerine koyup kaldırım taşlarına baktı. Kafasını birkaç defa aşağı yukarı salladıktan sonra ayakucundaki çakıl taşını ileriye doğru itti.

“Senin hakkındaki ayrıntıları hatırlamak kolay.” dedi ama bunu övünmek ya da beni etkilemek için söylememişti. Sanki bir gerçeği ağzında gevelemişti.

Kafasını kaldırıp meşe ağacının arkasındaki belirli bir noktaya baktı. Sırtımı ağaca dayadığım anda bunu birkaç defa daha yaptığını fark etmiştim ama gözünün kaydığını sanmıştım.

Derin bir iç çektim ve ellerimle oynamaya başlayıp, “Neden peşimden geldin?” diye sordum.

Kuruyan dudaklarını ıslatırken diyecek en uygun şeyi aradığını anladım ama nedense vereceği cevabın hoşuma gitmeyeceğini sezdiğim için devam ettim. “Eğer buraya olan biteni sormak için geldiysen anlatma niyetinde değilim. Dehayla yaşananlar-”

Hafif eğik olan suratı bir anda kalkıp mavilikleri öyle bir benimkileri buldu ki cümlemi yarıda kesen ben olmuştum. Korktuğumdan değil. Ondan korkmazdım. Zaten üzerimde yaratmak istediği etkinin korkutmakla uzaktan yakından alakası yoktu. Sadece onun ismini duyduğu anda tetiklenmişti. Bana onun adını ağzına almamı istemediğini tek bir bakışla söylemesi de yetmişti. Yine de bunu ne kadar uzatabilirim ve tepkileri ne yönde olur diye düşünmeden de edemedim.

Kasılmış olan boynunu gevşetmeye çalışırken yutkundu. “İstediğini istediğin zaman istediğin kişiye anlatabilirsin. Seni hiçbir şey için zorlamam.”

“O halde neden buradasın?”

“Tek başına olmanı istemedim.”

“Yalnız olmak isteyebileceğim aklına gelmedi mi?”

Tek kaşını kaldırdı. “Mezarlıkta mı?”

“Belki kendime yer beğeneceğim?” dediğimde sesli bir soluk verip başka tarafa baktı. Sonra da yine meşe ağacının arkasındaki noktaya gözü takılıp yeniden beni buldu.

“Yalnız olmak isteyeceğini düşünmüyorum.”

“Sence beni çok mu iyi tanıyorsun da böyle bir kanıya varabiliyorsun?” diye sormamla bana doğru bir adım attı. Bu adım kendinden emin olduğunun sessiz bir kanıtı olsa gerek ki başını tek bir defa olumlu anlamda sallaması yetmişti.

“Birbirimize benziyorduk ya? Unuttun mu?”

“Unutmadım. Vazgeçtim.”

“Sebep?”

Yarım ağız gülümserken suratımı onun sıratına doğru yaklaştırdım ve cümlemi bitirene kadar dar uzaklaşmadım. “Ben sevgilim varken kimseye umut vermiyorum da ondan.”

Gözleri çok kısa bir süreliğine aralık olan dudaklarıma kaydığında ben bunu adeta yavaş çekimde görmüştüm.

“Ben sana-”

Ellerimi teslim olur gibi havaya kaldırdım. “Durma, bana onca şeyden sonra umut vermediğini söyle ve ülkedeki kırk iki milyon erkekten biri ol.”

“Bunu söylemeyecektim.”

Bu durumu çok gülünç buluyormuşum gibi suratımda aptalca bir gülümseme vardı. Artık hiçbir söylediğini ciddiye almıyormuşum gibi göründüğüme emindim.

Derin bir nefes aldı ve suratını bana doğru eğdi. Ben onun arkasındaki yola doğru bakarken gözlerimi ondan kaçırdığım için dikkatini toparlayamıyordu. Bu yüzden ellerini yukarıya doğru çıkarttı ve ona bakmam için yanaklarıma doğru koydu.

“Senin yanında olmak istiyorum.”

Ellerini itmedim. Buna rağmen suratı çok yakınımda olmasına rağmen inatla ona bakmadan gözlerimi devirdim. “Dikkat et Arslan. Çok yanıcı cümleler bunlar. Yelelerin yanabilir.”

“Konu sen oldukça yanmaktan bile korkmuyorum.” dedi ve yeniden ona bakmam adına çabaladı. “Ona bir kez bile böyle dokunmadım, bir kez bile sana baktığım gibi bakmadım ve bir kez bile dudaklarını benimkilerinin üzerinde hayal etmedim. İçimde ulaşılacağının farkında bile olmadığım duygulara sadece sen-”

En sonunda ellerini yanaklarımdan güçlükle ittim. Dakikalardır umursamaz ve sanki sözleri bana işlemez gibi davranıyordum ama böyle konuşmaya devam ederse girdiğim rolden çıkmam çok basitleşecekti.

“Sevgiline git Arslan. Neden burada olduğunu merak ediyordur.”

Artık yüz yüzeydik ve ona bakmaktan kaçınmadığımı görmesini istiyordum fakat maviliklerinin içine bakarken sanki hiç göz göze gelemiyorduk. Onun suçluluğu ve benim de ona karşı koyduğum duvarlar bir şekilde aramıza görünmez bir mesafe koyuyordu.

“Ben onunla-”

“Ne? Sen onunla, ne?” diye sorarak sözünü kestim. Suratımda oluşan keyifli halin sebebini bilmiyordum. Sanki bu durum çok komikmiş gibi davranınca daha az acıtacağını mı düşünüyordum ondan da emin değildim. Ama dudak kenarlarımın hafif yukarıya doğru kıvrılmasını engelleyemiyordum. Belki de deliriyordum. “Sevgili değil misiniz? Hepsi yalan mı? Evleneceğinizi aileniz mi planlamış? Onu sevmiyor musun? Belki de o da seni sevmiyordur…” Derin bir iç çekip başımı yana doğru yatırdım ve ona daha rahat bakabilmek için kafamı yukarı kaldırdım. “Bunları mı diyecektin?”

Alt dudağını dişlerinin arasına alırken konuşurken kirpiklerime kadar suratımı incelemesini izledim ve suratımda oluşan buruk gülümsemeyi saklamaya çalışarak, “Sorun değil.” dedim. “Sen sevmeyi, ben de sevilmeyi bilmiyordum zaten.”

Kafasını iki yana salladı. Burnunu kırıştırdı ve suçluluk duygusuyla gözlerini yumdu. Karnına ağrılar girdiğini suratından anlayabiliyordum.

“Benim için hiçbir anlam ifade etmiyormuşsun ve bunu bilip şu zamana kadar kendini kandırıyormuşsun gibi davranma. Dilime varmıyor ama sana hissettirdiklerimin hepsi zaten öyle hissetmeni istediğim içindi. Ama bu benim hatam çünkü yapmamam gerekirdi. Pişmanım ama sonucunda seni üzdüğüm için. Başka bir pişmanlığım yok.” Parmaklarını birleştirdi ve göğsünün ortasına birkaç defa vurdu. “Hak ettiğin gibi seni sevmeyi çok isterdim.”

Gülümsedim. Bu geniş bir gülümsemeydi ve bu tepkilerim kafasını epey karıştırıyordu. Sanki karşısına sarhoş çıkmıştım. “Böyle diyorsun ama varlığını gözüme gözüme sokuyorsun. Söyle, durum böyleyken ne yapmalıyım? Beni hak ettiğim gibi sevmeni mi beklemeliyim?”

Kelimelerimin her birinde alay vardı. Bu nedenle benimle nasıl konuşması gerektiğini bilemiyordu. Geri adım atıp ellerini nereye koyacağını bilemeden etrafında şöylesine bir yürüyüp aynı konuma geri döndü. O anda kolunun iç tarafındaki dövme gözüme ilişti. Daha önce onun orada olduğunu fark etmemiştim.

“Dövmen olduğunu bilmiyordum.”

Bir an için konuyu bu hızda değiştirdiğimden afalladı. Sonra da baktığım noktaya doğru bakmak için kolunu kaldırdı. Küçük bir dalga simgesiydi. “Bazen ben de unutuyorum.”

“Bir anlamı var mı?”

Gözleri kısıldı ve “Bilmiyorum.” diyerek geçiştirdi. Tüm bu olanlardan sonra onunla normal bir sohbet başlatabilmem devrelerini yakmış olmalıydı. Yapmak istediğim de buydu. Bendeki yerinin öylesine bir insan olduğunu düşünmesi… Canını yakmak istiyordum.

“Bir anlamı olması daha mantıklı olmaz mıydı?”

Sırf onunla hala daha konuşabildiğim için şükredermiş gibi konuyu kapatmadı ve “Öyle olunca daha karmaşık bir hale bürünüyor.” diye yanıtladı.

Dalga geçer gibi, “O ne demek şimdi?” diye sordum.

Elini dövmenin üzerine doğru götürdü. “Her gün nedenini bilmeden yaptırdığın bir şeyi vücudunda görmek kafa yormuyor. Sana ne hissettirdiğini, senin için ne anlam ifade ettiğini düşünmene gerek kalmıyor.”

“O halde görünmeyen bir yere yaptırman senin için iyi olmuş Sokrates.” deyip gözlerimi devirdim ve yanından geçip olduğumuz konumları tam tersi hale getirdim. Böylece dakikalardır gözünün kaydığı yerin neresi olduğunu çaktırmadan anlayabilecektim.

Nereye baktığını çözmeye çalışırken ufak bir sessizlik oluşmuştu ki mezar taşlarının birinin üstünde yazan ismi fark ettim.

Nigar Doğan.

Sanırım bu…

Annesi olmalıydı.

Kafamı iki yana salladım ve orayı hiç görmemişim gibi davranmamın iyi bir fikir olacağını farz edip, “Ne yapalım biliyor musun?” diye sordum. “Arkadaş olalım.” Tüyleri diken diken olmuş gibi suratına tiksinç bir ifade takındı. “Niye öyle bakıyorsun?”

“Biz arkadaş olamayız.”

Neredeyse kahkaha atacaktım. “Belki deneyebiliriz. Ne dersin? Arkadaşım…” Son kelimeyi üstüne basarak söyleyip ellerimi arkamda birleştirdim. “Belki sadece arkadaş kalırsak bana kitabevindeki gizemi de anlatırsın. Buket gibi çizgiyi de geçmemiş olurum. Sonuçta arkadaş olacağız.” Suratımdaki gülümseme daha çok yayıldı. “Gelecekteki müstakbel eşinle olacak mutlu yuvanı da böylece bozmamış olurum. İleride çocuklarına da beni tanıştırırken birçok defa öpüşme olasılığımız oldu ama sadece bir defa yenildik dersin.”

“İlay!”

“Anneanneniz bizi bastı ama kafası iki şişe şaraptan döndüğü için hatırlamıyor olması mümkün de demeyi unutma.” derken sesli bir biçimde güldüm.

Bana doğru birkaç adım atarken kaşları çatıldı. Aramızdaki neredeyse tüm mesafe kapanacakken, “Benimle dalga mı geçiyorsun?” diye sorduğunda tüm gücümle ellerimi göğsüne koyup onu ittim.

Suratımdaki samimiyetsiz gülümseme bir anda kaybolurken yerine vurdumduymaz bir ifade uyanmasına şahit oldu.

“Tabii ki seninle dalga geçiyorum aptal herif!” diye bağırdığımda onu iterken ki verdiği güçle saçlarım önüme doğru düştü. Onları geriye dahi itmeye tenezzül etmeden saç tellerimin arasından ona bakıyordum.

“İlay,”

Yumruklarımı sıkıp ona doğru yaklaştım ve yeniden ellerimi göğsüne bastırıp onu iterken bu sefer mezarlıkta olmamıza rağmen, “İlay değilim ben!” diye bağırdım.

Gözleri yeniden şaşkınlıkla açılırken kaşları anlının ortasına doğru yükseldi. Anlam vermeye çalışırken sesini çıkartmadı ve az önce Dehayı yumrukladığım elimi kaptı. Tek avucunu bileğime doğru narince sararken, “Buz koymamız gerekiyordu.” dedi.

Bileğimi onun avucundayken titredi çünkü çekmek ve bileğimi ondan kurtarmak için kendimle bir savaş vermem gerekmişti. Eğer ufacık bir geri çekilme hissetseydi beni zorlamadan bırakacağını biliyordum ama yapamadım.

Suratı yerine bileğimdeki eline bakarak, “Sana az önce İlay olmadığımı söyledim.” dedim. Az önceki bağıran kızdan eser dahi yoktu. Sanki tek dokunuşuyla içime kaçmıştım.

Benim aksime onun gözlerinin yüzümde olduğunun biliyorken, “Kim olduğunla ilgilenmiyorum.” dedi ve başparmağıyla tenimi kısmen okşadı. “Yanımda olmanla ilgileniyorum.”

Aklından ne geçtiğini bilemiyordum. Bir çeşit kimlik krizinde olduğumu mu yoksa sırrımı itiraf etme girişimimde bulunduğumu mu düşünüyordu emin değildim ama boğazımdaki o yumru geri gelmişti. Ve kalbimin ritmini hissetmeye en ihtiyaç duyduğum zamanda Arslan’ın bana dokunuyor olmasıyla bunun aynı duygu olduğunu fark etmiştim.

Yutkundum ve bu sefer kirpiklerimi kaldırıp gözlerine bakmaya çalışarak, “Ben İlay değilim.” diye fısıldadım. Tek kelimemi bastırarak söylemem kısık nefesler vermeme sebebiyet vermişti.

“Yanında olmama izin vereceksen ben de kendim olmaktan çıkabilirim.”

O an anladım; Aramızda ne geçerse geçsin, yer ve zaman fark etmeksizin benimle birlikte olmasını istemekten asla vazgeçmeyecektim. Ama içimde bir yerlerde canını en az benim kadar yakma isteğini nasıl bastırabilirdim bilemiyordum.

Loading...
0%