Yeni Üyelik
18.
Bölüm

18. BÖLÜM - YOKUŞ AŞAĞI

@rana.betb

On sekiz yaşına ayları kalmış bir genç kızın gebelik testi yapması fikrini ne kadar normalleştirebilirsem o kadar normalleştirdikten sonra sonucu öğrendiğim gibi çöp kutusuna ferah kafayla fırlattığım bir sabaha uyanmıştım.

Elbette Deha’nın sözüne güvenmemiştim ve birkaç testi birden yapmıştım. Aslında o günün sabahı tüm bunları yapmam gerekirdi ama kendimi hazırlamam uzun sürmüştü.

Selenraya bunu doğrudan söylemesem de testleri görmesine izin vermiştim. Bu konuda konuşmayı sevmediğimi bildiği halde ona bu sonuçlardan sessiz bir şekilde bahsettikten yaklaşık iki saat sonra da beraber okulun yolunu tutmuştuk.

Birkaç gündür her şey çok hızlıydı ve bu iyi bir şeydi. Kafamın içindeki o mutlak depresyonla baş başa kalmamamı önlüyordu.

Okula gitmeden hemen öncesinde ne kadar köklü olduğu hakkında yarım saatlik bir konuşmayı Asım Dede’den dinledikten sonra bir telefon uzağında olduğum konusunda bana güvence veren Ahu Teyze ile de vedalaşmıştık.

Okul Alanza’nın daha önce hiçbir şekilde varlığından haberdar olmadığım bir kesimindeydi. Bana göre burada ev yapılmayan hiçbir yer yok gibi gelirken dağlık bir kesime çıktık. Buranın her tarafı yeşillikti ve yeşilliklerinin ortasına saraydan hallice bir yapı dikilmişti. O yapı Turna Koleji’ydi ve binanın dışında sarmaşıklarla süslendiği için dışarısıyla bir bütün oluşturuyordu.

Arabadan inmeden gördüğüm kadarıyla bile uzaktan o kadar ihtişamlı duruyordu ki buranın okuldan daha çok bir malikâne olduğuna kendimi inandırmam çok kısa sürmüştü.

Hamza Abi bavulları bagajdan indirirken Selenraların evine ilk geldiğim gibi rol kesmeye gayret gösteriyordum. Daha önce bu tipte yerlerde çoğu kez bulunduğumun altını çizen bakışlar atmaya çalışıyordum. Çünkü her nasıl oluyorsa bahçeye adımımı attığım ilk andan beri gözlerin üzerimde olduğunu hissetmiştim.

Bunun sebebi tabii ki Selenraydı. Ama insanlar Selenra’nın yanında daha önce okulun içinde görmedikleri o kızı fark etmiş olmalılardı ki hiç çekinmeden gözleriyle ilk önce onu, sonrasında da beni süzüyorlardı.

Eve ilk adımımı attığımda rol yapması en azından bir nebze olsun kolaydı. Ama şimdi buradayken dudaklarımı aralayıp şaşkınlığımı gösterememek tam bir eziyetti.

Kolej o kadar büyüktü ki bisiklet yolu bile vardı. Çünkü etrafta gidilecek başka yapılar da vardı. Basketbol sahası ve buradan gözlemlediğim kadarıyla ok atma sahası gibi… Okulun büyüklüğünden kaynaklı içinde sınıf ve odalar dışında muhtemelen farklı faaliyetler için de yer olduğunu tahmin edebiliyordum.

Yakaya ilk adımımı attığımda ciğerlerime dolan havanın tertemiz olduğunu düşündüğüm ilk anı hatırlıyorum da, burayla kıyasla hiçbir şey diyebilirdim.

Okulun içine doğru girdikten sonra kendinden emin yürüyen Selenrayı takip ettim. Elbette odasının yerini gözü kapalı bulabilirdi. Bu nedenle etrafı incelerken bir yandan onu izliyordum.

İçerisi kahverengi ve yeşil tonlarıyla adeta dışarı ile uyumluydu. Yürürken ara ara okulun amblemini görüp duruyordum. Sanki nerede olduğumuzu unutmamak için sürekli göze sokma amacı taşıyordu.

Okulun sağ tarafında yürüdüğümüzden beri öğretim namına bir şey görmemiştim. Bu nedenle bu kısmın sadece barınma amacı taşıdığını anladım.

Selenra bir yandan bana yabancı kalmamam adına sürekli bir şeyler anlatıyordu. Ben de aklımda tutmaya çalışıyordum.

Asansörün önüne geçip beni çağırdıktan sonra Hamza Abiye bulunması gereken kata doğru gönderdi. O sırada her katı görebilmek adına beni merdivenlerden çıkartmaya başladı.

İlk kattan yukarıya doğru çıkmadan önce, “Burada ortak salon haricinde sera ve kütüphane var. Ama biz okulun sol kısmındaki kütüphaneyi daha çok kullanıyoruz çünkü orası genelde daha sessiz oluyor. Buradaki kütüphanede ders çalışmak haricinde her şey yapılıyor.” dedi.

Merakla kaşlarımı çattım. “Örnek ver.”

“Bir ara uğrarsan öpücük sesleri yanıtın olur.”

Omuz silktim. Bu yanıtı gerçekten umursamamıştım çünkü diğer yakadayken ders çalışmak için bulduğum ortamları bilse ağzı açık kalırdı.

“Kulaklık takarım.”

“Orası sahiden çalışmak için kullanılmıyor. Sana orada olduğun için tuhaf bakabilirler.”

Ona yetişmek için basamakları ikişer ikişer çıkmaya çalıştım. “Burada böyle bir nimet varken neden okulun diğer ucuna gideyim ki?”

“Sen bilirsin. Sonra rahatsız olunca sen demiştin dersin.”

“Demem. Şikayet ederim.”

Omzunun üstünden ona yetişmeye çalışan bana döndü ve nasihat verir işaret parmağını havada sallayarak, “Kimse ispiyoncuları sevmez, İlay.” dedi.

“Kimse kütüphanenin farklı amaçlarla kullanılmasını da sevmez.”

“Buradakiler seviyor.” deyip bana bakmadan merdivenleri hızlı çıkmaya başladığında ona hızlıca yetiştim ve suratına bakmaya çalıştım.

“Doğruyu söyle. Siz de Erdemle orada takılıyorsunuz, değil mi?”

Gözlerini anında devirdiğinde cevabımı almışken ikinci kata çıktık. O ise az önce hiçbir şey konuşmamışız gibi anlatmaya devam etti. “Burası kızların katı ama aynı zamanda odalara giriş yapmadan önce büyük bir oda karşımıza çıkıyor. Orası da ortak çamaşırhane. Eskiden üçüncü katta erkekler için özel çamaşırhane de vardı ama okulda erkek nüfusu fazla olduğundan orayı oda yaptılar.”

“Ama burası gerçekten çok büyük.”

“Odalar da büyük.” diye cevap verdi. “Burada köklü ailelerin torunları ve çocukları okuyor. Hepsinin konforunu düşünerek tasarlandı. Belediye Başkanının çocuğu bile burada okuyor.”

İçimde yeniden uyanan önyargıyla ona çaktırmadan gözlerimi devirdim ve “Züppeler.” diye homurdandım. O sırada ne dediğimi anlayamayan Selenra bana döndüğünde başka bir soru sormak zorunda kaldım. “Odalar bu kadar büyükse kaç kişi okuyor ki bu okulda?”

“120 falan. Belki 130 ama emin değilim.”

Üçüncü kata çıkarken bile şaşkınlığımı göstermemeye çalışıyordum. Bu kadar büyük bir okulun bu kadar az öğrencisi olması beni çok şaşırtmıştı.

“Burası da kızların katı. Dördüncü ve beşinci katta erkeklerin katı. Çatıda da kış bahçesi var. Efsane bir yer ama pek fazla kişi uğramıyor.” dediğinde onu takip etmeye devam ediyordum ki bir tane kapının hemen önünde Hamza Abiyi görmem ile nereye gideceğimizi anladım.

“Neden ki?”

“Aslında hiçbir sebep yok ama biri perili olduğunu falan söyledi. Öyle de kaldı.” diye yanıt verdi. “Muhtemelen zamanında erkeklerden biri sevgilisiyle yiyişmek için bir mekân ararken yalnız kalmak için öyle bir hurafe ortaya attı. Öyle de kaldı.”

“Böyle olduğunu düşünüyorsan eğer sen çıkıyorsundur o zaman?”

Güldü. “Yanımdan birden fazla kişi varsa.”

Çocuk gibi ona, “Korkak.” dediğimde bozardı ve kaşlarını çatarken dudaklarını çocuk gibi büzerek isyan etti.

“Ne var? Ben hayaletlere inanırım.”

“Hurafe olduğunu sen söylemiştin!”

“Orası belli olmaz.”

Odanın kapısına geldikten sonra Selenra kilidi açtı ve Hamza Abi de bavulları içeri soktu. Başka bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını sorduktan sonra Selenra’nın diğer iki bavulunu getirmek için yeniden aşağıya indi.

İçerisi o kadar ferah ve aydınlıktı ki otele gelmiş gibi hissetmiştim. Mobilyaların hiçbirinde bir tane bile çizik yoktu. Ama mimariye uyması için eskitilmiş görünüme sahipti. Odanın belirli köşelerinde bitkiler vardı. Tıpkı okulun her bir köşesinde olduğu gibi.

Dolaplar genişti. Sahip olduğum tüm kıyafetleri buraya koysam bile geriye epey yer kalırdı. Çalışma masası genişti. Sandalyesi ise çok rahat görünüyordu. Daha önce bu kadar konforlu bir yerde ders çalışmadığım aklıma gelince elime kâğıt kalem alıp her ne olursa çalışma konusunda hevesle dolmuştum.

Güneş tam bu yönden doğuyordu ve bu kattan ileride bir göl görünüyordu. Hayır, bu göl değildi. Bu bir nehirdi. Ve daha önce bu nehirde yüzdüğüme emindim.

Yani daha çok, ilk yüzme dersimi aldığıma emindim…

İçime düşüp filizlenen burukluğu görmezden gelirken gözlerimi yumup derin bir nefes aldım ve bavulları ayağıyla bir noktaya doğru itmeye çalıştığını gördüğüm Selenraya yardım ettim. Bir ucundan çekiştirip göz ucuyla boşta olan yatağa baktım. Üzerindeki paketi daha açılmamıştı bile ama yorganı ve yastığı üzerindeydi. Sadece nevresimleri geçirilmeyi bekliyordu.

Ona doğru baktığımı gören Selenra, “Normalde ayrı odalar da var ama son sene için kimse kayıt yaptırmadığından dolayı odalar dolu. Sen de bana kaldın.” dedi. “Nevresimleri geçirmesi için ablalardan birini ararım birazdan.”

Kafamı iki yana salladım ve “Gerek yok. Ben hallederim.” dedim. “Ben gelmeden önce tek miydin?”

“Evet. Buradaki çoğu öğrencinin olduğu gibi.” deyip kollarını önünde birleştirdi. “Yatak ve çalışma masası da yeni alındı bu arada.”

Böyle deyince artık kullanmam için özel alınan mobilyalara daha dikkatli baktım ve “Daha önce hiç oda arkadaşın olmadı mı yani?” diye sordum.

Kafasını iki yana salladı ve suratımdaki endişeyi görünce telkin etmek ister gibi, “Daha önce pijama partilerine katıldım.” dedi. “Aynı odada iki kişi kalabilirim. Sanki başaramazmışım gibi bakma bana.”

“Pijama partileriyle bu bir değil.” deyip dediğini yaparak ona o şekilde bakmamaya çalıştım. Gerçi nasıl baktığımın da farkında değildim. “İlk defa biriyle odanı paylaşacaksın. Hem de iki dönem boyunca.”

Elini havada şöylesine bir salladı. “O biri sensin. Bu kadar büyütme.”

Ona gülümseyip dediği gibi büyütmemeye karar verdikten sonra lavabonun nasıl olduğuna bakmak için oraya doğru adımladım. Dakikalar sonra Hamza Abi diğer bavullarla geldiğinde bende tam nevresimleri değiştirmeyi planlıyordum k Selenra bavullarını açıp içinden bir şey aramaya başladı.

“Sen şimdi akşam için kıyafetlerini çıkart. Başka bir gün dolaplara yerleştiririz. Önce sana okulun diğer tarafını göstereyim.”

“Akşam ne var ki?”

“Dersler yarın başlasa da bir önceki gün buraya gelmemizin bir nedeni var.” demesiyle işine odaklanmış Selenra’nın suratına bakmak için eğildim. Hala daha cevap alamadığımı fark ettiğinde gülümsedi ve en sonunda aradığı kıyafeti bulup yatağının üzerine doğru attıktan sonra, “Partiliyoruz.” diye yanıt verdi.

Gözlerimi devirip doğrulurken, “Neden şaşırmadım acaba?” diye kendi kendime söylendim. “Nerede?”

Yerinden kalktı ve “Normalde basketbol salonunda yapıyoruz ama hava güzel. Bahçe kapısından atlayıp ormanlık alana geçeceğiz. Çocuklar şimdiden oturacağımız yerleri hazırlıyordur.” dedi ve hemen ardından dipnot geçer gibi işaret ve ortaparmağıyla havada tırnak işaretleri yaptı. “Oturacağımız yer derken kütük demek istemiştim.”

İlk defa ona zorluk çıkartmadan bavulumu açtım ve az önce giymek için çıkarttığı kıyafetleri referans alarak ben de kısa bir tişört altında kot şort çıkardım. Eserse diye üstüme de bir gömlek alıp şimdiden belime bağlarken, “Yetkililerin haberi olmayacak mı?” diye sordum.

“Şimdi şöyle ki,” dedi ve makyaj çantasını çıkarttı. “burası her ne kadar disiplinli bir yer olsa da bazı şeylerin farkındalar ve müddet veriyorlar. Bir bakıma gözleriyle görmemeyi tercih ediyorlar.”

“Ya görmeyi tercih ederlerse?”

“O zaman ellerinden kurtulmamız imkânsız olur.” Çantasından toprak tonlu bir ruj çıkartıp bana doğru attığından iki elimle havada yakaladım.

“Ve buna rağmen partiliyorsunuz, öyle mi?”

Elinde aynasını sıkı sıkıya tutarken kirpiklerini belirginleştirdi ve pek fazla umursamadan omuz silkip, “İlk kez yaptığımız bir şey değil.” dedi.

XXX

Odadan çıktıktan sonra bana okulun diğer tarafını da gösterdi ama az önce bulunduğumuz kısmı gösterdiği gibi katları tek tek çıkartmadı. Laboratuvarın, müzik sınıfının, rehberlik odasının hangi katta olduğu gibi bilgiler verdi. Konu ders olduğunda bir şeyleri anlatma konusunda pek hevesli olmadığını anladığımda nasıl olsa dersler başladığında yanından ayrılmayacağım için dert etmedim. Arada gözü saatine kayıyordu. Geç kaldığımızı düşünüyor olmalıydı. Orada kaç gibi olmamız gerektiğini bilmiyordum. Nitekim hava da kararmıştı. Yani bu geç kalıyoruz demek olabilirdi.

Biraz yürüdük ve Selenra’nın ilk defa şort etek giymesinin sebebini anladığım yere vardık. Korkuluklara doğru tırmanacağımız sırada hala biraz şaşkınlıkla ona baktığımı anladığı için o da bana aynı şekilde baktı.

“Ne var?”

“Seni bir yerlerden atlayan biri olarak düşünmemiştim.”

“O da ne demek şimdi?”

Omuz silktim ve suçlayıcı bakışlarına rağmen, “Sen daha çok yan koltuk prensesi imajı taşıyorsun.” diye yanıt verdim.

“Buradan atlamayı ben de tercih etmezdim ama diğer iki kapıda da güvenlik var.” dedi ve sanki dünyanın en masumane şeyini yapacakmış gibi yanaklarını şişirip omuz silkti. “Yapacak bir şey yok. Ayrıca ben iki sene jimnastiğe gittim.”

“Kaç yaşındaydın?”

“Yedi ama işimi görüyor.”

Sesli bir şekilde gülmemek için elimle ağzımı kapattım. Nerelere basması gerektiğini bana gösterircesine önden giderken azıcık dikkatli bakıldığında herkesin buradan atladığını, hatta aynı noktalara ayak bastıklarına dair izler gördüm. Siyah demir biraz aşınmış ve griye dönmüştü.

O atladıktan sonra onun bastığı yerlere doğru uzanırken arkamdan gelen sesle neye uğradığımı şaşırdım ama anında Selenra korkmayayım diye açıklama yaptığında rahatlamıştım. Bunlar parti yolunu tutan başka öğrencilerdi ve elbette hiçbirini tanımıyordum. Zaten buradayken tanıştığım insanlar azınlıktı. Şimdi bir de öğrencileri tanımam gerekecekti. En azından sınıfımdakileri veya yaşıtlarımı… Ah, bir de öğretmenler var tabii.

“Yardım lazım mı?”

Tam arkamda biten iki kalın sese çok kısa bir süre baktım. Birinin saçı omuzlarına geliyordu ve önlerini arkadan toplamıştı. Diğeri ise ona çok benziyordu. Bu nedenle kardeş olduklarını anlamıştım. İsimlerini öğrenmeye bile tenezzül etmeden önüme döndüm ve “Kendim hallediyorum.” dedim.

“Emin misin?”

Cevabı sadece tırmanarak göstermenin iyi bir fikir olduğuna karar verip gözlerimi devirdim ve kısa birkaç saniyeden sonra zemine doğru iki ayaküstünde indim. Önüme düşen saçlarımı geriye atıp onlara doğru döndüm ve yapmacık bir gülümseme suratıma takındım. Kardeşlerden biri az önce benimle konuşan uzun saçlı kardeşinin omzuna vurup gülmeye başlamıştı.

Onlara arkamı döndükten sonra Selenrayı takip ettim ve “Buradaki her oğlan böyle mi?” diye sordum.

Soruma soruyla karşılık verdi. “Nasıl? Kızların yardımsız hiçbir şey yapamayacağını düşünen tiplerden mi demek istiyorsun?”

Kafamı olumlu anlamda salladım. Ne demek istediğimi kolayca anlamıştı çünkü az önce olanın gayet farkındaydı.

“Maalesef bu durum sınıfsal değil. Böyle öküzler her yerde ama onları tanıyorum Ilgaz ve Taner öyle insanlar değiller.” dedi. “Muhtemelen yanlış bir asılma taktiği uyguladı.”

Koluma girip beni bir yöne doğru çektiğinde zaten demirlerden atladığımız an biraz olsun görülen ateşe daha çok yaklaşmıştık. Arkamızdan Ilgaz ve Taner’in geldiğini görmesek bile adım seslerinden anlayabiliyordum.

Birkaç dakikanın ardından kısık müzik sesiyle beraber insanların konuşmaları kulaklarımızı doldurdu ve tanıdık bir surat yanımıza doğru küçük ama hızlı adımlarla geldi.

Hafsa elinde bardağıyla beraber, “Siz beraber mi geldiniz?” diye sormasıyla arkamıza baktı. O an uzun saçlı kardeşle göz göze geldim. Hala kimin kim olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Dert ettiğim de söylenemezdi.

Selenra iğrenmiş gibi suratını ekşitti ve etrafta gözlerini şöyle bir gezdirirken, “Hayır. Denk geldi.” diye açıklama yaptı. “Senin burada ne işin var?”

Hafsa bu soruyla karşılaşacağını tahmin etmemiş gibi gözlerini kaçırdı ve bir adım geriledi. “Ne demek istiyorsun?”

“Abinin burada olduğundan haberi var mı?”

Hafsa yutkundu ve çocuksu imajının arkasına doğru saklandı. “O burada değil.”

“Öğrenmesi an meselesidir.”

Kaşlarını çattı ve “Bırak da eğleneyim!” diye mızmızlanarak geri adımlar atıp ateşin başındaki kütüklerden birine doğru oturdu. Selenra ona doğru bakarken o ise gözlerini kaçırıyordu. Az önce sanki arkadaşıyla değil de ablasıyla konuşuyormuş gibiydi.

Selenra bana doğru yaklaştı ve “Arslan buradaki partilerde olmasını istemiyor.” dedi.

“Neden? Kendi evinde parti vermesine karışmıyor.”

“En azından kendi evi diye düşünüyordur. Hafsa hayır denmesi zor biri. Ona olumsuz yaklaşıldığı takdirde bir şekilde konu her ne olursa olsun üstüne daha çok gider ve olayları karmaşık bir hale getirir.” dedi.

Gözlerimi devirdim ve “Bizden sadece bir yaş küçük ama bizden daha ergen.” dedim. “Bu partilerin nesi var ki izin vermiyor?”

“Şey,” dedi ve dudaklarını büzüp ilerideki bira fıçısının yanına doğru adımladı. Onu takip ettim ve eline iki tane plastik bardak almasını izledim. “Hafsa’nın partisinde olduğu gibi herhangi bir şey yememeye çalış.”

“Dalga mı geçiyorsun?”

“Korkma, burada doğrudan veriyorlar. Kimse kek ya da ona benzer bir şey yapmaya uğraşmaz.” dedi ve içini birayla doldurduğu bir bardağı bana uzattı.

“Çok teşekkürler. Şimdi içim rahatladı.” Sesimdeki iğneleme açıkça duyulurken elindeki bardağı aldım ve merakımı gizleyemeyerek sordum. “Sen hiç denedin mi?”

“Merak ettiğimden bir defa. O da yanımda güvendiğim insanlar varken.”

Etrafa şöylesine bir baktım ve kafaları sadece alkolden iyi olmayanları ayırt etmeye çalıştım. Gözlerimi insanlarda gezdirirken bardağı dudaklarıma doğru götürdüm ve “Arslan’ın neden karşı olduğu şimdi anlaşıldı.” dedim.

O sırada tam kardeşlerden biriyle göz göze geldiğimde ensemden belime kadar uyarılmama sebep olan sesi işittim. Hafifçe yerimden sıçradım ve o arkama doğru tek bir topuk hareketiyle döndüm.

“Neye karşı olduğum?”

Arslan ile göz göze gelmemle kardeşini fark etmesi çok kısa bir zaman diliminde gerçekleştiğinde Selenra gülerek, “Eyvah!” dedi.

Abisinin Hafsayı burada basmasından dolayı neden bu kadar eğlendiğini anlamadığım için elimde olmadan gülerken, “Neden bu kadar keyiflendin?” diye sordum. Bu sırada Arslan da çoktan ortamızdan geçip kız kardeşine ulaşmıştı bile.

Omuz silkti ve içeceğinden bir yudum aldı. “Bayadır garip davranıyor.”

“Nasıl yani?”

“Abisini mutlu etmene minnettar olması gerekirken burun kıvırması gibi.” dedi. “Sanki onun mutlu olmasından nefret ediyormuş gibi davranıyor. Psikolojisini anlayamıyorum.”

“Bizim ne yaşadığımızı biliyor mu ki?”

Gözlerini büyülttü. “Söylenmese bile anlaşılıyor İlay.”

“Ben belli etmemeye çalışıyorum.”

“Zaten asıl belli eden Arslan.” dediğinde bunu kabul etmek istemiyormuşum gibi başka tarafa bakıp duymamazlıktan geldim ve konuyu değiştirdim.

“Sence Hafsa, Arslan ve Eceyi biliyor muydu?”

“Aramızda kalsın ama bence Hafsa kaç yaşına gelirse gelsin büyümeyecek biri. Aile içindeki sırrı bile ben aileden biri olsam bilmesini istemezdim. Ağzında bakla ıslanmıyor.” Yeniden bir yudum aldı. “Yani bence bilmiyordu.”

Biraz duraksadım ve konuşurken suratındaki tüm ifadeleri kaçırmamaya çalıştım. O ise sanki aklımdan geçeni almış gibi, “Ne düşündüğünü biliyorum.” dedi.

“Ne düşünüyormuşum?”

“Arkadaşımın arkasından kötü konuştuğumu düşünüyorsun.”

“Birbirinize bir şekilde bağlı olan ve yanlışlarınızı sadece kendi aranızda konuştuğunuzu düşünüyorum. Başka biri bu dediklerini Hafsaya söylese haklı olduğunu düşünsen bile muhtemelen onu savunursun.” deyince dudaklarını büzüp kafasını olumlu anlamda salladı.

“Tabii bu her konu için geçerli değil.” demesiyle Dehayı kast ettiğini anladım. Bazı şeylerin affı olmazdı.

Kısa bir süre sonra Erdem bizi bulduğunda sevgilisinin yanına geçti. Ben de elimdeki bardağın uç kısımlarıyla dudağımla uğraşırken Arslan’ın Hafsa ile konuşmasını izledim. Saniyeler içerisinde Hafsa’nın buradan gitmesini sağladıktan sonra kısa bir süre yeniden bana baktı ve kardeşiyle beraber geldiğimiz yerden geri döndü.

“Geri gelecek.”

O kadar dalmıştım ki Selenra’nın bunu demesiyle ona doğru döndüm ve “Efendim?” deyiverdim.

“Normalde bu noktada yapılan hiçbir partiye katılmaz ama seni gördü.”

“Yani?”

“Geri gelecektir. Demedi deme.”

Burun kıvırdım. “Gelmesini istediğimi söylemedim. Bana ne ki?”

Gözlerini devirip sevgilisine doğru daha çok sokulurken, “Tabii.” dedi ama bu kulağa hiç de inandırıcı gelmiyordu.

“Uykumu siktiğin için seni dava edeceğim.” diyerek Erdem’in omzundan sarsan Anıl aramıza katıldığında geldiğini görmediğim için suratını aradım. Gerçekten de yeni uyandığı için gözleri şişmişti. “Zaten normalde yarın gelmeyi planlıyordum.”

Selenra, “Okul zaten yarın başlıyor.” dedi.

“İlk hafta hep boş geçer.”

“Devlet okulunda değiliz Anıl. O dediğin burada işlemiyor ve sen beş senedir buradasın. Anlamış olman lazımdı.”

Anıl omuz silkerken esneme başladığında, “Ne oldu sana?” diye sordum. “Kraliçe arıyla öpüşmüş gibi görünüyorsun.”

Esnemesi geçince yalandan bir tavırla, “Çok komik kızsın sen ha!” dedi ve ayılmak için elleriyle suratını ovuşturdu. “Buranın havası beni çarpıyor. Farkındaysan alıştığımız oksijen seviyesinde değiliz.”

“Abartma!” dedi Erdem. “Dağlık bir yerdeyiz ama Everest’te de değiliz.”

“Sus! Seninle davalığız.”

“Boş yapma.” diyerek sonraki sesli harfi uzattı.

“Tanıdığım çok iyi bir avukat var.”

Erdem güldü. “Annemden bahsediyorsan mesleğini icra etmeyeli çok oldu.”

Anıl ellerini suratından çekti ve boğuk çıkan sesiyle onu uyarır tonda parmağını havada sallamaya başladı. “Tanıdığım ikinci iyi bir avukat var.”

Selenra hiç merak etmiyormuş gibi sordu. “Kim?”

“Bulurum ben sonra.”

“Babanın avukatı seni temsil etmekten yoruldu, değil mi?”

“Bir kez daha hız sınırını aşarsam kendi avukatımı kendim bulmamı söyledi.”

Selenra, “Sen de sözüne uy o zaman.” dedi.

“Çok sağ ol prenses. Nasıl gelmedi aklıma bu benim?”

Erdem tek eli Selenra’nın belinde onunla beraber Anıl’a tamamen döndü. “Parti varsa hem haber et diyorsun hem de böyle ağlıyorsun. Senin de dengen yok be oğlum.”

Bir an Anıl’ın gözü Selenra’nın beline doğru gider gibi oldu ama sonra geri geri yürüyüp, “Neyse ne! Ben içki alacağım.” deyip yanımızdan ayrıldı.

Ateşin diğer ucundaki ortamla uyum içindeki saçlarıyla salınan Eceyi gördüğüm anda gözlerimi kaçırdım. Ama yanımıza doğru geldiğini anladığım anda kendimi tam zıt yönüne giderken buldum. Bunu o kadar plansız yapmıştım ki adeta dengemi kuramadım ve birine çarptım. Anında kolları beni sararken hemen duruşumu düzelttim ve bana tutanı hemen tanıdım.

“Seni tutmamı istiyorsan böyle sakarlıklara başvurmana gerek yok.”

Beni bırakması için ondan bir adım çekilirken ciddi misin der gibi suratına bakındım. Dudak kenarları yukarı doğru kalkmıştı ve ten temasından etkilenmemi bekliyormuş gibi görünüyordu.

Gözlerimi devirdim. “Salamlı sandviç.”

“Efendim?”

“Öğleden sonra yemiştim. Kustuğumda göreceğin şey o.”

Gülerken elindeki içeceği sarstığı için toprağa doğru birazı döküldü. “Komik kızsın.”

Tek bir mimiğimi bile kıpırdatmadım. “Hâlbuki çok ciddiydim.”

Kendinden emin olan insanlarla bir derdim yoktu. Hatta bunu takdir ederdim. Ama bu emin duruşunun ardından gelen gereksiz cesaret ve her şeyi hafife aldığını iki kilometre öteden belli eden duruşu sinirimi bozmuştu.

Dudaklarını birbirine bastırıp gülüşünü durdurdu ve göz ucuyla bardağıma baktı. “Doldurmamı ister misin?”

Onu yeniden şöylesine bir süzdüm. Az önce hoşnut olmadığım o ifadesi kaybolmuştu ve boğazını kısaca temizleyip yeniden benimle göz göze gelmişti. Tavrı hoşuma gitmediği için yeniden bir başlangıç yapmaya mı çalışıyordu emin değildim.

“Kendim hallederim.”

“Israr ediyorum.”

Kibarlık mı ediyordu yoksa beni sarhoş etme niyetinde miydi?

“Sağ ol ama daha fazla içme niyetinde değilim.”

Bu sefer gözlerini kısarak bakmaya devam etti ve gülümserken kafasını biraz yana doğru eğip, “Seninle flörtleşmeye çalışan herkesi böyle tersler misin?” diye sordu.

“İlgimi çekmeyenleri evet.”

Elini kalbine doğru koydu ve acımış gibi yaparak gözlerini yumdu. “Daha önce sana önyargılı olduğunu söyleyen oldu mu peki?”

Kafamı olumlu anlamda sallayıp, “Birçok defa.” diye yanıt verdim. “Soruların bittiyse Tanercim. Ben artık ufak ufak uzayayım.”

Suratımı geriye doğru döndürdüğümde Ece’nin hala orada olduğunu ve gidecek bir yerimin olmadığını fark ettim. Derin bir iç çekerken yerimde öylece durup önüme döndüm.

“Adım Ilgaz.”

Gidecek başka bir yer ararken yeniden ona bakmak zorunda kaldım. “Efendim?”

“İsimlerimizi öğrenme zahmetine girmen gururumu okşadı ama bana kardeşimin adıyla seslendin. Benim adım Ilgaz.” deyip elini bana uzattı.

İkilemde kalarak uzattığı eline baktım ve önyargıyı en azından tek bir saniye bırakıp elini tuttum. Kısa bir selamlaşmanın ardından, “En azından aklımda tutmuşum, değil mi?” diye cevap verdim.

“Tabii. Bu da bir şeydir sanırım.”

Yeniden arkamı döndüğümde bu sefer geldiğimiz yoldan Arslan’ın buraya yeniden teşrif ettiğini fark ettiğimde onu görmemiş gibi yaptım ve yeniden önüme doğru döndüm. Elimdeki bardağın ucunu dişlerimle kemirirken gözlerimi yukarı dikip Ilgazla göz göze geldim.

“Birinden mi kaçıyorsun?”

“Ne alakası var?” Bu soruyu beklemediğim için afalladım ama hemen toparlamaya çalıştım.

Onu aşıp biraz daha ilerlediğimde arkamdan geldi. Kısık olan müziğe doğru daha da yaklaştığım için kulaklarımı daha çok doldurmuştu.

“Bunu düşünmem için elime çok sebep verdin.”

“Kafanda kurmuşsun Ilgazcım.”

Arkamdan güldüğünü ama hala daha geldiğini hissediyordum. O an gayet normal bir şey söylüyormuş gibi bir ses tonuyla, “Birinden kaçıyor ya da intikam almak istiyorsan gönüllü olabilirim.” demesiyle bir anda ona doğru dönmem bir olmuştu.

“Pardon?”

“Ben sapık değilim tatlım. Bu sadece bir öneriydi. Buralarda bu çok sık olur.”

Elimde olmadan küçümseyici bir bakış attığımda bunu hemen yakalamıştı. “Ve sen de intikam isteyen kızların kahramanı rolünü falan mı üstleniyorsun?”

Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Belki.”

Alt dudağımı ağzımın arasına doğru alırken kafamı hafifçe sağa doğru çevirdim. O an nasıl olduysa Arslan ile göz göze geldim. Nerede olduğunu tahmin bile etmemiş olmama rağmen onun mavilikleriyle benimkiler buluştu.

Ve o zaten bana bakıyordu.

Hızlıca yeniden Ilgaz’a döndüm ve hemen sağımda cayır cayır yanan kamp ateşinin kıvılcımları içime kaçmış gibi bir ruh haline bürünerek sordum. “Birinden kaçtığımı ya da intikam almak istediğimi söylemiyorum ama eğer öyle bir şey olsaydı…”

Gülümsemesi suratına yayıldı. “Ellerime hâkim olur ve sadece istediğin yerlere koyardım.”

“Bence sen hiçbir şey yapma.”

İçeceğimin dibinde kalan son damlayı da boğazıma akıttıktan sonra boşta kalan elimi Ilgaz’ın ensesine doğru koydum ve uzun saçlarıyla oynamaya başladım. Ona doğru bir adım atıp ayakuçlarımızı burun buruna getirdim ve kafamı tamamen kaldırmadan ona baktım.

Çok keyiflenmiş gibiydi. “Peki, sen beni yönlendir.”

Saçlarında olan elim bir an için titrediğinde gözlerimi yumdum. Herhangi biriyle ten temasında olmak aklıma o gece yaşadıklarımı getirse de kafamı iki yana sallayıp gerçek dünyaya döndüm.

Ben iyiydim. O günü hiç yaşanmamış saymak en iyisiydi. Hayatıma bakacaktım ve kafama eseni yapacaktım. Ancak bu şekilde ipler elimdeymiş gibi hissedebilirdim.

Kendi hayatını bile yaşamayan biri ne kadar dizginleri eline alabilirdi o da tartışılırdı…

Yutkundum ve yeniden ona bakıp, “Böyle bir rolü üstlenmek pek tehlikeli değil mi?” diye sordum.

“Neden tehlikeli olsun?”

“Seni şu anda birini kıskandırmak için kullanıyorum diye düşün.” Tam etrafına bakacağı sırada parmaklarımın arasında dolandırdığım saçını çekiştirdim. Biraz fazla çekiştirmeme rağmen sanki hoşuna gitmiş gibi dişlerini göstererek suratıma doğru baktı. “Misal konuşuyorum. Eğer böyle bir şey olsaydı yani.”

“Devam et.”

“Buraya geldiğini ve sana okkalı bir yumruk attığını düşün.” dedim. “Eğer bunu çok sık yapıyorsan böyle anıların çok vardır. Buna rağmen neden böyle garip kahramanlıklara soyunuyorsun?”

“Aksine, böyle şeyler yaşamıyorum. Ben dokunulmazım.”

Tek kaşımı kaldırdım. “Nasıl yani?”

“Başkanın çocuğunun bu okulda olduğunu duymuşsundur.”

“O sen değilsin, değil mi?”

Gururla söyledi. “Kuzeniyim.”

Suratındaki pişmiş ifadeye gözlerimi devirmeden edemedim. “Peki, nefsi müdafaa gibi durumlarda?”

“Bu öyle bir durum sayılmaz.” dedi ve kafasını döndürmeden gözleriyle etrafı taradı. “Kimi kızdırıyoruz?”

“Soru sormadan kahramanlığını yapamaz mısın?”

“Hani kimseyi kızdırmıyorduk?”

“Ben öyle bir şey demedim zaten.”

“Ama belli ettin.” dedi. “Ayrıca meraklıyımdır. Bilmezsem ölürüm.”

“Ölmezsin ölmezsin.”

Bana bakmadan konuşmaya devam etti. “Tek bir hareketimle kim olduğunu anlayabileceğimi biliyorsun, değil mi?”

“Yakın zamanda birine yumruk attım. Suratını benden uzak tutsan iyi edersin.”

“Dikenlisin. Sevdim. Ayrıca kim olduğunu da merak ettim ama bunu sonra öğrenirim.” derken sesli bir şekilde güldüğünde birkaç kişinin bize döndüğünü fark ettim. “Endişe etme. Suratımı yaklaştırmayacağım.”

Gereksiz bir merakla ona bakmayı sürdürünce hiçbir şey demememden cesaret alarak elini belime yerleştirdi ve vücudumun ona doğru çarpmasını sağladı. Hemen ardından etrafına bakarken yanağını şakağıma doğru bastırdı ve “Arslan Doğan mı? Ciddi misin?” diye sorup geri çekildi.

Şaşkınlıkla, “Nasıl?” diye sorduğumda tam etrafıma bakacaktım ki Ilgaz, “Beni öldürmek istiyormuş gibi bakan sadece o var.” dedi ve Arslan dibimizde bitti.

Aramıza geçip onunla aramda kocaman bir mesafe yarattığında sırtı bana dönük kaldı. Ilgaz ile suratları aynı hizada olmasına rağmen gözlerini sertçe yummuş ve alt dudağını dişliyordu. Sanki gözlerini açarsa yapacaklarından korkuyormuş gibi görünüyordu. İçinden kendine ne gibi telkinlerde bulunuyordu bilmiyorum ama kıskanıyor olması amacıma ulaşmamı sağlamıştı.

Dudaklarını birkaç kez sersemce aralamayı ve cümle kurmayı denedi ama yumruklarını öyle bir sıkıyordu ki diyeceği herhangi bir cümlenin hiç de insancıl olmayacağına emin olmuştum.

Ilgaz’ın kıkırdamış olması Arslan’ın yumduğu gözlerini hafifçe aralamasına sebep olurken, “Sana da merhaba Arslan.” dedi. “Ama bir şeyi bölüyorsun.”

“Bölü-” Sinirden güldü ve cümlesini tamamlayamadı. “Bölüyorum, öyle mi?”

Ilgaz, Arslan’ın öfkesini gördüğünde eğlendiğini gizlemeye gayret gösterdi ve “Çok pardon, ben sizin aranızda bir şey olduğunu bilmiyordum da.” deyip ellerini masumca havaya kaldırdı.

“Yok zaten.” dedim.

Ilgaz rahatlamış gibi gülümsedi ve Arslan’ı aşıp bana doğru uzanmaya çalışırken, “O halde,” dedi. Tam o anda havada kalan eline Arslan vurduğunda yerinde kaldı. “Ne oluyor be?”

“Ona dokunma!”

“Pardon da neden?”

Etrafa şöylesine bir bakındım. Kimsenin gözü bizim üzerimizde olmadığı için rahatladım. Muhtemelen uzaktan biri bizi izlese bir şey olduğunu düşünmezdi. Ancak fazla incelemesi gerekirdi çünkü üçümüz de şu an konuşuyormuş gibi görünüyorduk. Gerçi ben pek bir dışlanmış gibi görünüyordum orası ayrı…

Arslan’ın havada kalan eli açıldı ve yeniden yumruk şeklini aldı. Sinirden gülerken omuz hizasından bana baktı ve “Ben şu an kendimi çok zor tutuyorum ya.” dedi.

Bu hale gelmesi hoşuma mı gitmişti? Kesinlikle.

Hiçbir şey diyemedim. Öylece ona bakmaya devam ettim. Aramızda hiçbir şey olmaması ve onun Eceyle geleceğe yönelik planlı bir hayatı olması elinden hiçbir şey gelmemesine sebebiyet veriyordu. Onu asıl öfkelendiren de buydu.

Bana olan hisleri ve ona ait olmamı istemesi kafasında öyle artçı depremler yaratıyordu ki dengesizleşiyordu. Ilgaz’a herhangi bir neden veremediği için de ayrıca öfkesine hâkim olamıyordu.

Ilgaz yalandan arkadaşça bir rol üstlenip elini kaldırdı ve tam omzuna dokunmak isterken, “Dostum, sakin ol. Gel istersen şöyle bir otur.” dedi.

Elini bu sefer daha serçe ittiğinde, “Bunu bir daha yapma.” dedi.

“Bu kadar sinirlenmen gereken bir sebep yokmuş ama değil mi,” deyip bana bakmaya çalıştığı sırada ismimi bilmediğini fark etti. Ona söylemediğim için bilmiyor olması normaldi ama bu duraklama Arslan’ın daha çok öfkelenmesine sebep oldu.

Gözleri büyürken ben buz kestim. “Daha onu tanımıyor musun?”

“Tanıdıklarımı da tanıyamıyorum. O yüzden bence sorun değil.” dememle Arslan bana doğru dönüp gözlerimin içine baktı. O adeta benim maviliklerimde sessiz bir volta atarken Ilgaz bunu fırsat bilip beni onun yanından çekmek isterken elini koluma doğru uzattı ama Arslan buna izin vermeyerek onu engelledi. Bu sefer az önceki dakikalardan daha çok ateş vardı gözlerinde.

“Bak oğlum, dakikalardır uyarıda bulunuyorum ama bana mısın demiyorsun. Ya sabır çekiyorum.” dedi ve âdemelması yukarı kalkıp geri indi. “Bir eli kırmanın 4 farklı yolunu biliyorum. O yüzden eline koluna söz geçir.”

Ilgaz hiç korkmamış gibi gülerek, “Azmış.” dedi. Arslan’ın ciddi olmadığını düşünüyor olması beni endişelendirmişti çünkü artık bu oyuna bir son vermemiz gerekiyordu.

“Gel o zaman şunu 10 yapalım. Deneme yoluyla buluruz nasıl olsa.” demesiyle Ilgaz’ın üzerine yürümesi bir olduğunda hızlıca koluna girdim. Elimdeki bardak yeri boylarken onu kendime doğru çektim. Etrafa şöylesine bir baktıktan sonra kimsenin bu kargaşayı fark etmiyor olmasına rahatladım.

“Dur!” Ilgaz’a bir adım daha atmaya kalktığında bu sefer adını söylemem onu durdurmuştu. “Arslan!”

Bana doğru baktı. Elimi hemen kolundan çektim ve kısa bir süre öylece durduktan sonra tam tersi yöne doğru yürümeye başladım. Peşimden geldiğini biliyordum.

Birkaç saniye sonra müzikten yeterince uzaklaşınca adım atmayı tam kesecektim ki önüme doğru geçip yolumu kesti ve çatık kaşlarıyla, “Sen benim başımı derde mi sokmak istiyorsun?” diye sordu.

“Sana ne vazife oluyor bu durum ya? Ben anlayamadım seni.”

“Ne demek ne vazife oluyor?”

Ona doğru meydan okurcasına bir adım attım. “Son baktığımda biz seninle hiçbir şey değildik, Arslan. Unuttun mu bilmiyorum ama senin bir sevgilin var.”

Sesli bir şekilde iç çekti. “Bulunduğumuz durumun içindeyken ayrı, seninleyken ayrı bir adamım.”

“Öyle mi?”

“Öyle.” dedi ve aynı meydan okuma içeren adımı bu sefer o attı.

Karşılık vererek yeniden bir adım attığımda aramızdaki tüm mesafe kapanmıştı. Kollarımı önümde birleştirmiş içimde yanan ateşle kendimi ısıtmaya çalışıyordum ama çıplak tenime değen rüzgâr titrememe sebep oluyordu.

Önüme düşen saçlarımı umursamayarak dudaklarımı pek aralamadan, “Benimleyken nasıl bir adammışsın peki?” diye sordum.

Çenesini dikleştirdi ve kirpiklerini aşağıya eğdi. Alt dudağını dişlerinin arasına alırken suratı kasılmıştı. Gözleri bu sefer farklı bakıyordu. Öfke vardı ama arzusunu gizlemek için…

“Bir başkasına dokunmana,” dedi sesli bir soluk verip elini havaya kaldırdı. “ya da senin yerine söz hakkının olduğunu sananlara katlanamayan bir adamım.”

Önüme düşen saçlarımı omzumun arkasına doğru iterken yere çivilenmiş ayaklarımı zorla hareket ettirdim ve geriye doğru büyük bir adım attım.

“Palavra.” diye ağzımın içinde homurdanıp kafamı iki yana salladım.

Bir süre sesiz kalınca gözlerimi ondan çektim. Tam arkamı dönüp gidecekken kollarını iki yana açtı ve cümlesini bitirene kadar da indirmedi. “Bir yalan bir doğru. Ben başlıyorum.”

Sesi biraz fazla çıkarken şaşkınla ona baktım. “Ne yapıyorsun?”

“Oyunumuzu oynuyorum.”

Oyunlardan nefret ediyorum.”

“Ben Arslan Doğan ve bana böyle baktığın her saniyeden nefret ediyorum.” dediğinde bunu neden yaptığını o an anladım. Bir şeylere açıklık getirmemi bekliyordu. “Sıra sende.”

“Hayır.”

“Evet!”

Titreyen ellerimi belimin arkasında doğru bastırdım. Bu sefer sebebi üşümem değildi. Geçen sefer mezarlıkta olan şeyi tekrar etmemi bekliyordu.

Gözlerim toprak zeminde hareket ederken tek solukta, “Ben İlay Özgün ve senden nefret ediyorum.” deyiverdim.

“Hangisi doğru?”

“Biliyorsun.”

Kısa bir sessizliğin ardından kafamı yeniden kaldırdım ve kirpiklerimin arasından ona baktım. Dudaklarım birbirine alçıyla bağlanmış iki tuğla gibi mıhlanmıştı. Omuzlarımdaki görünmez yükten bahsetmiyordum bile.

“Nasıl bir oyun oynuyorsun?” diye sordu.

Suratında öfke ya da hayal kırıklığı ifadelerini göremiyordum. Bu daha çok bulunduğum yere gömülmemi sağladı. Kalbim artık boğazımda atıyordu.

Dudaklarımı zor bela araladım ve çöl kadar kuru boğazımdan çıkmasını beklediğim cümleyi dilime ulaştırmaya çalıştım.

“Kim olduğumu biliyor musun?”

Donuk bir sesle, “Hayır.” dedi. Kaşları dakikalardır çatıktı.

“İstersen öğrenir miydin?”

“Öğrenebilirdim.”

“Neden yapmadın?”

“Sebepleriyle beraber senden öğrenmek tercihimdir.”

“Ya sebepler hoşuna gitmezse?”

“Benim bulunduğum durum da senin hoşuna gitmeyecek.”

Söyleyemediğimiz gerçeklerden de bıkmıştım. Ama nereden başlamam gerektiğini bilemiyordum.

Şu anki durumumuzda ilk o adımı o atmıştı. Kitabevinin altında yatan sırrı bilmesem de gizemin farkındaydım. Şimdi ise ben ona bir adım atmıştım. İlay Özgün olmadığımın farkındaydı. Teknik olarak onun sırasıydı… Ama biz yarattığımız oyunların kurallarını bilmeden oynuyorduk. Bu yüzden bir sonraki adımın nereden geleceğini ben de kestiremiyordum.

Kaç dakikadır kendimle bir iç savaşa girdiğimin farkında değildim ama görüş alanımın daha da yakınlarına girmesiyle odaklandığım toprak zeminden gözlerimi kırpıştırarak ayrıldım. Yeniden suratına bakmak için kafamı kaldırdığımda bana daha çok yaklaştı.

O bana doğru eğilirken kollarını hafifçe yukarı kaldırdı. Göz kapaklarım ağırlaşırken geri çekilmedim. O da ellerini belime koydu ve varlığını bile unuttuğum gömleği çözdü. Kolları hala bana dolanmışken gömleği tamamen açtı ve omuzlarıma doğru yerleştirirken, “Hazır olduğunda ve konuşmak istediğinde bana ulaşman kolay. O zamana kadar bekleyeceğim. Ama lütfen sen de,” dedi. “yanlış kararlar vereceğim eylemlerin sebebi olma.”

Benden uzaklaşmadan önce titrek bir iç geçirdim. O kadar yakınımdaydı ki vücut ısısı adeta bana doğru yayılıyordu ve dudaklarından çıkan sıcak hava anlıma vuruyordu.

Yutkundum ve kafamı gerçek dünyaya geri gelmek ister gibi iki yana hızlıca sallayıp ona arkamı döndüm. Yeniden parti alanına doğru hızlı adımlar atarken gömleğimi giydim ve ateşin başına doğru gittim. Ellerimi açıp ateşe doğru yaklaştırırken ateşin diğer tarafında olan Eceyle göz göze geldim. Hemen arkamdan yavaş adımlarıyla gelen Arslan’ı fark etmişti.

Bir an için onun yanına gideceğini sansam da karşılaşmamak için kamp ateşinin aksi yönünden yürüdü ve doğrudan bana ulaştı. Artık ona bakmıyor, sadece kendimi ısıtmaya çalışıyordum ki varlığını belli etmek istercesine boğazını kibarca temizledi.

Derin bir iç çekti. Benimle konuşacağı belliydi. Bu yüzden aptal gibi davranıp bunu anlamamazlıktan gelmek mümkün değildi. Varlığını ses çıkartmasa bile kolayca belli edebilen biriydi. Bunun için tek bir bakışı ya da soluğu yeterli gelirdi.

“Aranızda ne var bilmiyorum ama bu işe bir son verseniz iyi olur.”

Pekâlâ, doğrudan konuya girmeyi tercih etmişti.

İlginçtir ki tepki vermeyip aynı yüz ifadesiyle kalarak kendimle gurur duydum. “Bence yanlış kişiyi uyarıyorsun.”

Onun da benim gibi suratı ateşe dönükken bir anda şaşkınlıkla bana doğru döndü. Gözleri büyümüştü ve elmacık kemikleri seğirdi. Demeye çalıştığım şeyi yanlış anlamıştı.

“Demek istediğim, ne söylemeye çalıştığını bilmiyorum.”

“Gayet iyi anladın.”

Ellerimi kendime çektim ve ceplerime koyarken ona doğru döndüm. Boyu benden birkaç santim uzundu ama aramızda iki insanlık mesafe olduğundan kafamı kaldırmama gerek yoktu.

Suratından her şey açıktı. Blöf yaptığını ya da ağzımdan laf almaya çalıştığını sanmıştım ama öyle değildi. Arslan ile benim aramızda geçenleri bilmediği ortadaydı ama hissediyordu. Bunu gözlerinden görebiliyordum ve küçük düşmeme sebep oluyordu.

Onun aksine gerçekler suratıma tokat gibi çarpıyordu. Zaten kim olduğunu biliyordum ama unutmak isteyen yanım karşımda bu şekilde duruşundan dolayı hayatta kalmakta zorlanıyordu.

Yutkundum ve açıklama yapmak için kendimi hazırladım. Ama hiçbir zaman bunun için hazır olamayacağımı anlayıp doğrudan konuya girdim. “Eğer başlangıçta ben başka bir kız olduğunu bilseydim-”

“Başka bir kız mı? Dur bir dakika!” Kendini tutamayıp güldü. “Başka biri olan ben değilim. Anlamıyor musun? O sensin!”

Boğazımda beliren yumru nefesimi keserken ellerimin cebimde olmasından dolayı şükrettim çünkü şu anda zayıflığımı görmesini istemiyordum. Titriyordum ve suratına bakmak zordu.

O haklıydı. Ben yine kimsenin ilk tercihi olamamıştım. Başkası, diğeri, sonraki… Ama asla ilk değil.

Burnumun ucu sızlarken zorla da olsa ona bakmaya çalıştım ve gözlerimi onun kehribarlarına diktim. Suratında sadece endişe vardı. Ne bir hayal kırıklığı, ne bir öfke, ne de üzüntü. Aldatılmış gibi hissettiğini bile sanmıyordum.

Arslan’ı kaybedeceğini düşündüğü için endişeliydi. Peki onun hayatındaki katkısı neydi?

Gözlerim hafifçe yaşlanırken onları geri göndermek ifadesine tanıklık ettiğimde kolay olmuştu. Bu kadar kolay olmasını beklemiyordum.

Hala daha suçluluk duygusuyla bir savaş halindeydim çünkü sevgilim sandığım adamın başka birisine hisler besleyecek olmasını hayal bile edemiyordum. Bu beni içten içe bitirirdi. Zehirli bir virüs gibi nefes boşluğuma ulaşır ve beni boğardı.

Duygusal ölüm, ölümlerin en kötüsüydü.

Cesaretimi topladım ve ellerimi ceplerimden çıkartıp yumruk yaptım. “Onu seviyor musun?”

Bu soruyu beklemiyordu.

Muhtemelen bu soruyu daha önce kimseden duymamıştı.

Belki de annesinden bile duymamıştı.

Kirpiklerini kırpıştırdı ve kafasını geriye doğru çekti. Afallamıştı çünkü cevabı bilmiyordu.

Önünde birleştirdiği ellerini açtı ve ne yapacağını bilemez bir şekilde kollarını bir süre hareket ettirdi. Elini önce beline yerleştirdi. Sonra da kollarını önünde kavuşturdu. Sonra da açtı ve sesli bir soluk verdi. Tüm bunları yaparken bana bir kez bile bakamadı ve en sonunda partiden ayrılırken, “Bunun bir önemi yok.” diyerek kendine yalan söyledi.

Loading...
0%