Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. BÖLÜM - MAYIN TARLASI

@rana.betb

Alışmak.

Dilimizde bu kelimenin iki anlamı vardı. Biri, bir işi, bir eylemi yapa yapa, çok kolay yapabilecek bir duruma gelmek demekti. Diğeri ise, ürkmez, çekinmez, korkmaz, kaçmaz duruma gelmek…

Bu yakadayken ben, özellikle ikinci anlamı taşıyordum. Özellikle son üç kelimesini.

Alanza, Veda Yakası… Sahiden de burada geçirdiğim her saniyeyle beraber geçmişime veda etmem gerektiğini bana hissettiriyordu. Sanki buradan önce hiçbir şey yaşamamışım gibi her şeyi geride bırakmıştım. Ara ara aklıma gelse de adeta bir görev bilincindeydim.

Peki görevim neydi? Arslan’ın sırrını öğrenmek dışında burada kalıyor olmamın sebebi? Bana teklif edilen paraydı elbette ama bunu aynanın karşısına geçip kendime hatırlatıyor olmasam çok kolay unutabilirdim.

Gün içinde bir sırrım olduğunu bile unutuyordum ama aynaya her baktığımda suratımdan akan yalanları görmem ile yeniden üstleniyordum rolümü.

Para ulaşana kadar tek kare ilerleyen bir piyondum belki de…

Neden Arslan’ın sırrını öğrenmek istiyordum? Benimkini bildiği için mi? Bilmiyorum.

Peki sırrını öğrenip onun benim canımı yaktığı gibi onun da canını yakmak için mi? Belki de evet. İçten içe bir tarafım itiraf edemese de bunu sürekli düşünüyordu.

Harekete geçmek için bir şey yapıyor muydum? Hayır. Kendimi kandırmak dışında hiçbir şey yaptığım yoktu. Buralı olmadığımı biliyor olmama rağmen burada olmayı seviyordum. Bu yüzden yolun sonuna kadar sadece başıma gelenleri yaşıyordum. Sonuca ulaşıp neler olacağını öğrenmek için…

Selenra bana sınıfın yerini gösterdikten sonra dolabıma kadar eşlik etmiş ve daha sonrasında da ona ait olana doğru gitmişti. İkimizin dolapları uzakta olduğundan dolayı sınıfta buluşacağımız konusunda anlaşmıştık ki koridorun ucunda göz göze geldiğim Arslan’dan kaçmak için kızlar tuvaletine adeta kendimi atmıştım. Ben girerken aynı anda iki kız da çıkıyordu.

Neden bunu yaptığımı bile bilmiyordum ama zilin çalmasından dolayı lavaboda tek başıma kalıp biraz soluklanmak istemiştim. Sadece bir dakika kadar… Çünkü bunu Selenra ile geç uyandığımızdan dolayı hazırlanma telaşından yapmaya fırsatım ne yazık ki olmamıştı.

Ece ile aynı sınıfta olduğumu bilmek beni geriyordu ama neyse ki Selenra ve Erdem de benimle olacaktı. Şu zamana kadar hep yalnız olmama rağmen birilerinin arkamda durmasına ne ara bu kadar alışmıştım bilmiyordum ama var oluşları beni rahatlatıyordu. Hiçbir şey yapmasalar bile omzumdaki el olmaları iyi hissettiriyordu.

Kabinlerden gelen öğürme sesiyle ses çıkartmadan öylece yerimde dikildiğimde ne yapmam gerektiği konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Geri gitmeyi düşündüm ama o her kimse yardıma ihtiyacı olup olmadığını sormak da istiyordum. Ayrıca Arslan’ın hala daha koridorda bir yerlerde olma olasılığını da göze alamazdım.

Benim elimde onun gizemi hakkında hiçbir şey yokken, onun istese benim kim olduğumu öğrenecek güce sahip olmasını bilmek iplerin onun elinde olduğu anlamına gelirdi.

Ortada bir yarış yoktu. Belki de ben kafamda bunu bir oyun haline getirmiştim. Hiç de eğlenceli olmayan bir oyun… Ama durum bundan ibaretti.

Her ne olursa olsun ona güveniyor oluşum zaten kendime olan inancıma ihanet ediyormuşum gibi hissettirse de madalyonun bir diğer yüzü de vardı. Arslan’ın diğer yüzü… Kitabevinin alt katındaki gizemin gerçek yüzü…

Kendimi savunacak hiçbir tarafım olmasa da ben hiçbir zaman rol yapmamıştım. Daha doğrusu yapamamıştım. Kendim olmuştum. Bu işin içine girdiğimde oynamam gereken bir rol olduğunu bilsem de o role girememiştim. Hiçbir zaman İlay olamamıştım. Leyal olmayı da reddetmiştim ve bir boşlukta yuvarlanıp durmuştum. Ama biraz zaman sonra kendim olmuştum çünkü ben Leyalken de kendim hiçbir zaman olamamıştım.

Şimdi, ben bu evredeyken ve Arslan benimle olduğu zamanlarda hiç rol yapmış mıydı?

Onun bahsettiği gibi içinde bulunduğu karanlığı görmeyi reddetmiştim. İstesem de görebileceğimi sanmıyordum. Yine de ister istemez artık başıma gelen her şeye şüpheyle yaklaşıyordum.

Öğürme sesi kesildi ve ardından sifon çekildi. Kapı açıldığında aynaya dönük yüzümle arkamdan çıkan Hafsayı gördüm ve bir şekilde taşlar yerine oturdu. Onun hakkında bir gün çok fazla yiyor, bir gün hiç yemiyor söylemlerinden sonra kendini kusturmasına şahit olmam onun için endişelenmeme sebep olmuştu.

“Sen iyi mi-”

“Ne duyduysan-”

Aynı anda konuştuğumuz için ikimizin de sözü kesildi. Ben ona doğru dönerken anlından akan terleri gördüm. Gözlerindeki endişe her şeyi açık ediyordu. Yanılmamıştım çünkü iyi bir yalancı değildi. Direkt kendini savunmaya geçmiş olması da bunu kanıtlayan nitelikteydi.

Gözlerimin içine bakarken saniyeler içinde korkmaya başladığını gördüm. Birilerine söylerim diye dilinin altında bir yerlerde sıkışıp kalmış paniğini bastırmaya çalışmasını işittim. Ama söyleyecek bir şey bulamayışından dolayı dudaklarımı araladım.

“Mideni mi üşüttün?”

Gözleri bir an için yere değmişken sorduğum soruyla kafasını yeniden kaldırdı ve doğrudan gözlerime baktı. Sanki kafası bir külçe altınmış da tutamıyormuş gibi görünüyordu ama buna rağmen suratındaki minnettarlığı fark edebilmiştim.

Bir şeylerin farkında olduğumu biliyordu ama anlamamazlıktan gelmeyi tercih ettiğimden dolayı rahatlamıştı. Gergin omuzları aşağıya doğru düştü ve kafasını aşağı yukarı salladı.

“Galiba sabah yediğim peynir bozuktu.”

“Okulun verdiği kahvaltı mı? Biz Selenra ile kaçırdık.” deyip gülümsedim. “Şanslıyız sanırım.”

“Evet.”

Ufak bir sessizliğin ardından yanımdan hızlıca geçti ve elini yüzünü yıkayıp dışarı çıkmadan hemen önce omzunun üstünden suratını bana doğru hafifçe çevirdi. Kısaca duraksasa da bana bakmayı o an reddetti ve her ne söyleyecekse vazgeçip dışarı kendini adeta attı.

Bu konu hakkında ne yapmam gerektiğini düşünmeden edemiyordum. Benim sorunum değildi ve dertlerim bana yeterdi ama şahit olduğum bu şeyi kendime saklayamazdım. Yardıma ihtiyacı vardı ve belli ki ailesi bunun farkında değildi.

Derin bir nefes alıp ardından kapıyı açtım ve bomboş koridora bakındım. Tam sınıfın olduğu yere doğru gideceğim sırada arkamdan gelen sesle beraber Arslan’ı gördüm. Dolabımın hemen önünde küçük penceresinin içine bir şey tıkıştırmıştı. Bana baktığında yakalanması hiç umurunda değilmiş gibi görünüyordu.

Onunla göz göze geldiğim anda yeniden birçok duyguyla yüklendim. Yüreğimdeki baskı büyüyor ve kalbim giderek daha da gürültülü atıyordu.

Bu sefer öğretmenler zili çaldığında tam zıttı yere doğru hızlı adımlar atmaya başladım ve ardından sınıfı kolayca buldum. İçeriye girmeden önce sanki bunu her gün yapıyormuşum gibi bir rahatlığın beni yalandan sarmasına müddet verip adımımı attım.

İlk başta öğretmen sandıkları için herkes bana doğru baksa Selenra’nın yüzünde güller açarak ayağa kalktı ve yanındaki sırayı gösterdi. Tüm sıralar tekliydi.

Yanına doğru ilerlerken birkaç kişinin kendi aralarında konuştuklarını fark etmemle o tarafa doğru döndüm ve Eceyle maalesef ki göz göze geldim. O ve arkadaşları en ön sırada otururken biz hemen arka çaprazındaki yerdeydik.

“Senin için tuttum.”

“Teşekkür ederim.” deyip çantamı sıranın yanına doğru astığım sırada hemen yanındaki sevgilisiyle konuşmaya başlamıştı ki ben de yanıma doğru dönüp Ilgaz ile karşılaşmıştım. Bana kocaman gülümsüyordu.

“Selam.”

Yanaklarımı şişirip sessizce ofladım. “Lütfen aynı sınıfta olduğumuzu söyleme.”

“Türkçe duymak istemiyorsan bende İngilizce, Fransızca ve İtalyanca da var. İstediğin dilde söyleyebilirim.” derken gülümsemeye devam ediyordu.

“Hiçbir dilde söyleme.”

“Kuş dili de olur.”

Gözlerimi kısarak ona doğru baktım ve “Sen bir şey falan mı kullanıyorsun?” diye sordum.

Neredeyse kahkaha attı ve soruma cevap vermeden, “İlk ders de İngilizce aslında.” dedi.

Gözlerimi devirdim ve önüme doğru dönmeden önce derin bir iç geçirip, “Biz seninle arkadaş değiliz. Dün dünde kaldı. Benimle konuşmana gerek yok.” dedim.

“İnsan insana ihtiyaç duyar yahu! Niye öyle dedin ki?” Elleriyle göğüslerini kapatıp biraz içine doğru sindi. “Kendimi kullanılmış hissediyorum.”

“Sen istedin seni kullanmamı. Ben ne bileyim her kendini kullandırdığına sülük gibi yapıştığını.”

Ellerini indirdi ve kollarını sıraya koyup biraz bana doğru yanaşıp burnunu kırıştırdı. “Sana özel. Normalde yapacağım bir şey değil.” Suratımı sanki ölü bir böcek görmüşüm gibi buruşturup yeniden önüme döndüğümde biraz daha yaklaşmaya çalıştı. “Sen aç mısın biraz?”

Kaşlarımı çattım. “Efendim?”

Selenra hemen yanındaki Erdem ile konuşmayı bırakıp bize doğru döndü ve konuşmalarımızı dinlemeye başladı.

“Açlık öfke yapar ya hani. Ondan dedim. Dur bekle!” deyip çantasına doğru döndü ve içinden bir şey çıkartıp bana doğru döndürdü. Elinde tuttuğu kabın kapağını açtı ve içinde gördüğü şeyle o da şaşırdı.

“Sabah sabah tatlı mı ikram ediyorsun?” diye sordu Selenra.

“İçinde kraker olması lazımdı. Taner benimkiyle onunkini karıştırmış olmalı. Pek zeki değildir.”

“Kalıtım olsa gerek.” dediğimde yaptığım iğnelemeye hiç bozulmadan yeniden kahkaha atıp kapağı kapattı ve çantasına doğru atarken kendini susturamadı.

“Bayılıyorum bu negatif enerjine.”

Şaşkınlıkla dudaklarım yuvarlanırken bir süre suratına öylece baktım ve “Sen ne dangalak çıktın başıma ya?” diye mırıldandım.

Tam bir şey diyeceği sırada sınıfa öğretmenin girmesiyle sustuğu için şükrettim. Kendisinin sınıf öğretmeni olduğunu söyleyen Beyza Hoca okulda yeni olduğum için çok kısaca işleyişten bahsetmişti. Bazı dersler yaş grubumuz olan diğer sınıflarla ortak işleniyordu. Bu da Anıl, Deha ve Arslan ile aynı sınıfta bulunacağım demek oluyordu.

Harika!

XXX

Ders bittiği anda dolabıma doğru gideceğim sırada koridorda Hakan Bey ile karşılaştım. Göz göze geldiğimiz anda tam selam verecektim ki sanki beni hiç tanımıyormuş gibi hızlanıp yolunu değiştirdi. Olduğum yerde kısaca duraksayıp kafamda kurduğumu düşündüm ve yeniden başka seçeneğim yokmuş gibi dolabıma doğru adımladım. Eski okulumda dolaplarımız yoktu ve bu olay küçükken izlediğim gençlik dizilerinde epey havalı bulduğum bir şeydi.

Şifreyi girip dolabı açtığım anda yere düşen kâğıdı havada tutamadığım için yere eğilip aldım. Kâğıdı Arslan’ın koyduğunu görmesem dahi bu el yazısını tanırdım.

Kâğıtta yazan talimatlar belliydi. Öğle yemeğinde okulun sol kanadına gelmemi istiyordu. Orada ne olduğuna dair bir fikrim yoktu ama öğle vaktine kadar Arslan’ı hiç görememiştim. Dediğini yapıp eğitimli bir süs köpeği gibi yanına gidip gitmeme konusunda kararsızken o oldu.

Ece birkaç ders sonra sınıfta beni tek yakaladı ve kafasına yapıştığını düşündüğüm ressam şapkasıyla karşımdaki yerini aldı. Bakımlı oval kesim tırnaklarını sıramda birkaç defa tıngırdattıktan sonra tamamen kafamı kaldırıp ona odaklanmamı bekledi.

Epey umursamaz bir tavır almaya çalışarak, “Evet?” dedim.

“Sana ondan her uzak dur dediğimde-”

Elimi kaldırıp onu susturdum. “Bekle!” Bunu yaptığım için anında gözlerini kısmıştı. Sıramın hemen önünde olmasına rağmen adeta bedenindeki tüm gerginliği bana kara bulutlar gibi yansıtmaya çalışıyordu. “Hiç başlama çünkü ben Arslanla bugün konuşmadım bile.”

“Bütün gün koridorlarda sana bakıyordu.”

Onu sadece sabah dolabıma not koyarken görmem haricinde ruhunu bile hissetmemiştim. Gözlerimin onu aramadığını söylesem yalan söylemiş olurdum ama buna rağmen hangi derslikte olduğunu bile bilmediğim için nerede olduğuna çaktırmadan bakmaya çalışsam da bulamamıştım.

Burada belirli üniformalar vardı. Okulun renkleri belliydi. Lacivert ağırlıklı toprak tonları vardı ve üstünüzde bunlar haricinde herhangi bir renk taşımanız yasaktı. Beyaz gömlek haricinde… Bu nedenle Ece’nin şu anda kafasına taktığı lacivert ressam şapkası aksesuardan sayılmıyordu. Selenra’nın boynundan geçirdiği lacivert fuları da buna bir örnekti.

Hal böyleyken ve ortada herkes hemen hemen aynı şeyleri giymişken onu seçememiştim ama Ece’nin söylediğine göre o ikimizi de kolayca takip edebilmişti.

“Ben ona bakıyor muydum?” diye sordum.

“Ne?”

Yerimden kalkarken sorumu yineledim. “Ben ona bakıyor muydum?” Bana aynı şekilde gözlerini dikmeye devam ederken soruma cevap vermeyince konuşmaya devam ettim. “Arslan’a ayarlı bir radarın falan mı var senin? Ben onu sadece sabah gördüm ve konuşmadım bile.”

Onunla yan yanayken bile suçluluktan mideme ağrı girerken bu konuşmaları nasıl yapabiliyordum bilmiyordum.

Sanki kürdan yutmaya çalışıyormuş gibi bir acıyla yutkundu ve duruşunu dikleştirdi. “Anlayamadığın çok şey var, İlay. Bu yüzden sadece dediğimi yapmanı öneririm.”

“Sen beni tehdit mi ediyorsun?”

Dudaklarını büzdü. “Rica diyelim. Ben barbar değilim.”

Alayla gülmeden edemedim ve gözlerimi devirmemek için kendimle bir savaşa girerken, “Anlat o zaman. Anlayamadığım neymiş bilgilerinle beni kutsa. Seni durduran ne?” diye sordum.

“Gelişmemiş bir yerde büyümüş olman seni çoğu konuda geride yapıyor. Bu nedenle-”

“Biliyor musun?” diyerek yeniden sözünü kestiğimde bu sefer bariz bir şekilde tek gözünün seğirdiğini gördüm ama bu beni durdurmamıştı. “Ben senin düşmanın falan değilim Ece. Seninle herhangi bir laf yarışına girmek bile zaman kaybı olacaktır çünkü sana istediğini vermeyeceğim. Sen kendini bir turnuvada sanıyorsun ama ben bunu fark etmediğim için çoktandır önümdesin ve seni geçmem imkânsız. Sen zaten hayata 1-0 önde başlamışsın. Bu yüzden merak etme.”

“Bana fakir edebiyatı yapacağını söyleme, tamam mı? Bu numaralar Arslan üzerinde işe yaramış olabilir ama ben kanmam.” dediğinde yavaşça bir soluk alıp sakinliğimi korumak adına çabaladım.

Tam yanından geçmek üzereydim ki kolumdan sertçe tuttu ve durmamı sağladı. Ona baktığımda gözlerinin dolduğunu gördüm. Hâlbuki canımı yakmaya çalışan oydu.

“Arslan’ı kaybedemem.” Bu iki kelime dudaklarından öyle bir şekilde çıkmıştı ki kast ettiğinin bu olmadığını biliyordum. Başta uydurduğumu sandım ama bir şeyler nokta bulmaca gibi birbirlerini tamamlıyordu. Sadece biraz daha ilerlemem lazımdı ama kaybolmuştum.

Arslan onun bir şekilde çıkış biletiydi. Onu umursadığını bile sanmıyordum. Bu yüzden aksini iddia etmesi adına bir şeyler söylemem gerekiyordu.

Koluma yaptığı baskıyı umursamadan, “Ona sahip olduğunu düşündüren nedir?” diye sordum. Kelimeler ağzımdan paldır küldür çıkıyordu. “Daha okuldaki kimse sizin sevgili olduğunuzu ve ileride evleneceğinizi bile bilmiyor.” Bunu söylerken midem bulantıyla kasılmıştı ve suratım otomatik olarak ekşimişti. “Üstelik onu sevip sevmediğinden bile emin değilsin. Amacın ne anlamıyorum.”

Çenesi kasılmıştı. Dişlerinin arasından, “Ve hiçbir zaman anlayamayacaksın.” dedi.

Suratından akan kibrini elimin tersiyle silmek istiyorum diye düşünürken kafamı sinirlerim bozulmuşçasına eğip hafifçe kıkırdadım. Bu aralar her şeye böyle tepkiler veriyordum. Her şeyin ciddi olduğunu bilip de öyle değilmiş gibi davranmak böyle bir şeydi.

Kolumdaki eliyle beni o an biraz olsun sarstığında yeniden ona doğru bakmak zorunda kaldım ama bu sefer kendimi hışımla ondan çekmiştim. Bunu yapacağımı beklemediği için bana doğru sendeledi.

Ben bir şey demeden, “Gülmek için ne sebebin var?” diye sordu. “Arslan’ın sana bir gün anlatacağını falan mı düşünüyorsun? Sen ona çok güvenme bence. Ailevi bir meselenin içine düştün ve kafasını karıştırıyorsun sadece. Ama o en sonunda doğru yolu bulacaktır.”

“Doğru yol sen mi oluyorsun?”

Kendinden emin bir şekilde, “Sadece ben değil. Ailemiz.” dedi. “Senden umduğunu bulamadığında yeniden bana dönecek. Sen sadece bir kaçamaksın. Okul içerisinde yanına gelip sana selam vermesi bile mucize olur. Ancak uzaktan bakınır durur. Onda sevdiğin her şey seni yavaş yavaş bitirirken sana bol şans.”

Yumruklarımı sıktım. Farkındalık lav dolu bir kovaydı ve kafamdan aşağıya akıyordu. Gururum sanki bir milyon parçaya ayrılıyormuş gibi hissediyordum.

Öfkenin beni ele geçirmesine izin veremezdim. Bu yüzden sesli bir şekilde iç çekip, “Tamam.” dedim.

Kafası karışmış gibi kaşları çatıldı. “Tamam mı?”

“Evet. Ne dememi bekliyorsun? Dediğim gibi istediğin tartışmayı sana vermeyeceğim.” dedim ve yanından geçip gitmeden önce devam ettim. “Büyüdüğüm o gelişmemiş yerde insanları görmezden gelme yolunu çok kullandım ben. Bak şimdi ne yapıyorum. İzle beni.”

Sınıftan hızlı adımlarla çıktığımda kalbim ağzımda atıyordu. Selenra beni koridorda yakaladığında bir bahane uydurup dikkat çekmeden kalabalığın arasına karıştım ve herkesin yemekhaneye gittiği sırada aralarından sıvışıp sol kanada doğru ilerledim.

Vücudumun her santimi istemsizce kasılmıştı ve bunu ancak sınıftan çıktığımda fark edebilmiştim. Ece’nin bana karşı böyle olması gayet normaldi. Sonuçta aralarına giren bendim. Ama onu sevdiği bile söylenemezken buna nereye kadar katlanabilirdim bilmiyordum.

Kan basıncım yükseliyor ve öfke bilincimin ön tarafına doğru baskı yapıyorken hala yumruk olan ellerimi gevşettim ve koridorun en sonuna gitmek adına hızlanmaya çalıştım. Açık olan pencerelerden çim biçme makinesinin sesi ve hemen peşinden buram buram çimen kokusu geliyordu. Bahçıvanların bazıları çalıları süslüyordu ve okulun sembolü olan turnayı yapmaya çalışıyorlardı.

Boynumu esnetmeye çalışıp terleyen avuçlarımı havada salladım ve en sonunda koridorun sonuna varıp kapıyı açtım. Karşımda okulun olimpik havuzu duruyordu ve az önce çimen kokusuna kıyasla anında burnuma klor kokusu gelmeye başlamıştı.

Daha derslerin ilk haftasıyken havuzu doldurmalarına anlam verememişken birkaç adım attığım anda Arslan’ın sırtıyla karşılaştım. Elleri ceplerindeydi. Muhtemelen geçen sene ona tam olan gömleği omuzlarından biraz kasılmıştı.

Kirpiklerimin altından onu incelerken bir süre sessiz kaldım. O da geldiğimi anlarcasına kafasını omzuna doğru biraz döndürdü ve yanına gelmek adına hazır olana kadar beni bekledi.

Her ne kadar uzun bir süre böyle olduğunu söylesem de zaman her şeyin ilacı falan değildi. Bu, bir şeyler yapmaktan korkan insanların söylediği bir palavraydı. Kendini kandırmaktan başka bir şey değildi. İnsanlar buna inanmayı tercih ediyorlardı. Çünkü yeterince cesaretleri yoktu.

Eğer düzelmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorlarsa bir şeyler yapmalılardı. Bu yüzden büyük adımlarla yanına gitmeden önce kapıyı ardımdan kapattım.

Düşüncelerimle yaptıklarım bir süredir aynı değildi ve büyüklü küçüklü tezatlıklar oluşturuyordu. Hal böyle olunca rüzgârda uçuşan bir kuş tüyü gibi hissediyordum. Herhangi bir ağırlığım yoktu. Ne yaptığım belli değildi ve olmam gereken yerde değildim.

Vücudumdaki uyuşukluk o bana döndüğü anda dağılmaya başlamışken saniyelik dilimde başıma gelenleri düşündüm ve yeniden uyuşukluk geri geldi.

“Neden buradayız?” diye sordum.

Kirpikleri ateş almış birer altın tel gibi parlarken kurumuş dudaklarını ıslatıp yanıt verdi. “Ece biliyor.”

Alayla soluk verdim. “Biraz geç kaldın sanırım.”

“Bir şey mi yaptı?”

“Pasif agresif tavırları haricinde mi?” diye sordum ve omuz silktim. “Hiçbir şey.”

“Sana ne söyledi?” derken bana doğru bir adım attı.

“Aldatılan birinin söyleyebileceği her şeyi.”

Sesli bir nefes verip kafasını yukarıya doğru attı. Âdemelmasının hareket edişini izledim. Gözlerini yummuştu ve sabır diler gibi omuzları yukarı kalkıp indi. “Ben onu aldatmıyorum.”

Kafamı hafifçe sağa doğru yatırdım ve “Peki ya ne yapıyorsun, Arslan?” diye sordum ama yanıt almayı beklemeden devam ettim. “Sana uzaktan nasıl göründüğünü söyleyeyim. Ece’den sıkılmışsın ve kendine yeni bir oyuncak arıyormuşsun gibi. Bu seni avcı, beni de av yapıyor.”

Dudaklarını birbirine bastırıp suratını yeniden bana doğru eğdi. “Sana açıkladım. Ece ile aramızda geçmişte hiçbir şey olmadı. Şimdi de olmayacak! Yakın gelecekte de olmayacak! Hiçbir zaman olmayacak!”

“Bu kadar kesin konuşma. O çok güzel bir kız. Ayrıca senin durumunda olan biri-”

“Ama sen değil.”

Ağzından çıkan bu cümleyle beraber adeta tıkandım ve bir an için nefes almayı unuttum. Vücudumdaki uyuşukluğun yerini gerginlik aldı. Bir anda o kadar yoğun bir hale geldi ki neredeyse elle tutulabilirdi. “İnsanlar ne düşündüğünü bilmiyor. Öğrendiklerinde böyle düşünmeyecekler. Bu beni nasıl biri yapar biliyor musun?”

Bana doğru yeniden bir adım attı ve ellerini omuzlarımın biraz aşağısına doğru koydu. “Yemin ederim,” Dudakları İlay demek için hazırlandı ama son anda durdu. Bunu her yaptığında kendimi boğmak istiyordum. “Sen bir seçenek değilsin! Hayatımda ilk defa kendim olmak için bir fırsat yakaladım. Senden uzaklaşmamın imkânı yok.”

Fırsat… Bendim.

“Bunca şeyden sonra sana nasıl güvenebilirim ki?”

Sanki soluk almak canını acıtıyor gibi hırıltılı bir ses çıkarttı. “Ne yapmamı istediğini söyle bana.”

“Ne istediğimi biliyorsun!”

Ellerini benden yavaşça indirmeden önce avuçlarına doğru parmaklarını hafifçe sıkarak adeta bana küçük bir uyarı gönderdi. Suratını aşağıya indirirken bu uyarı vücudumdaki her bir sinirin ucunu koparmaya yemin etmiş gibiydi. Bana temas ettiği her seferinde bu hale geliyordum.

“Beni mahvetmek istiyorsun.” dedi ve yeniden gözlerini yumdu. “Elinde bir koz olsun istiyorsun. Böylece bana karşı gardını indirmekten çekinmeyeceksin.”

Kemiklerim adeta kalbimin vuruşlarıyla beraber aynı anda kırılmaya başlamıştı çünkü haklıydı. Düştüğüm bu ruh halinden kurtulmak için tutunacak bir koz arıyordum. Karşımda çoğunlukla harap olmuş bir adam görsem de en az benim kadar acı çeksin istiyordum. Ama yine de onun acı çekme ihtimali gırtlağıma yapışan bir el gibi hissettiriyordu.

Yeniden ellerini kaldırdı ama bu sefer dokunmadan çekti. Yumduğu gözlerini açtıktan sonra gözlerimin içine öyle bir baktı ki haklı olduğunu görmemesi için kafamı anında pürüzsüz bir zemin gibi gözüken havuza doğru çevirmek zorunda kaldım.

“Sen tek başına bir kozsun.” dediğinde ona bakamıyordum. “Başta istediğim şey, en korktuğum şeye dönüşse de artık benden nefret etmenden de endişe etmiyorum. Nefret etme sebeplerin bile bundan sonra seni daha çok sevmeme neden olur çünkü,” Sesli bir şekilde yutkunduğunu duydum. “Endişelendiğim şey seni bitirmek. Varlığımla tüketmek çünkü sana bir sürü sorundan başka bir şey sunamam.”

“Bitirmek mi?” derken histerik bir şekilde güldüm ve ondan bir adım geriledim. “Sevgilin de bugün bana buna benzer bir şey söylemişti.”

“Ne söyledi?”

“Sende sevdiğim her şey bir zaman sonra beni bitiren şeyler olacakmış.” Geri adımlar atmaya devam ederken her seferinde ayakuçlarıma bakıyordum. “Bir de şey var, okulda benimle görünemezmişsin. Sevgili olduğunuz bile ölümüne gizlenirken yanında görünmem itibarını zedeler sanırım. Sence doğru mu?”

Kendi kendime güldüğümde bana doğru adımlar attığını gördüm ama hala ona bakmıyordum.

“Ne dediğini bilmiyor.”

“Ne yani, şimdi buradan el ele tutuşarak ayrılmak istesem bunu yapar mıydın?”

Suratına kaçamak bir bakış attım ama hemen sonra yeniden kafamı aşağıya doğru eğdim. Havuzun artık epey kenarında olduğumdan dolayı ayakkabılarımın tabanı ıslanmıştı.

“Bunu sen oradan uzaklaştığında daha rahat konuşuruz.”

Yeniden kafamı kaldırdım. Bu sefer suratımda nedeni bilinmez bir gülümseme yayıldığında neredeyse kahkaha atacağıma şaşırdığını gördüm. “Neden? Düşerim diye mi korktun? Geri geri yüzmeyi öğrettin, unuttun mu? Gerçi kendime hala daha o konuda güvendiğim söylenemez.”

Bana doğru elini hızlıca uzattığında anında kolumu çektim. Yakalayamamıştı ama hızlı hareket ettiğimden dolayı dengem şaşmıştı. Neredeyse düşeceğimi sanırken en sonunda kollarımı açarak dengemi bulmuştum ve bu sefer aramızdaki mesafeyi arttırmak adına daha hızlı bir şekilde geri adımlar atmayı sürdürmüştüm.

“Az kalsın düşüyordum!”

“Kenara geç, İlay.”

“İlay mı?” derken irkildim. “Gerçek adımı hala daha öğrenmemişsin. Hâlbuki istersen çok kolay öğrenirdin, değil mi? Hatta belki de öğrenmişsindir ama ağız alışkanlığından ötürü söyleyemiyorsundur.”

Temkinli olmak adına etrafına şöylesine bir bakındı ve yeniden bana döndü. “İstemediğin sürece öğrenmeyeceğim.”

“Peki o zaman şöyle yapalım,” dedim ve havuzun biraz daha kenarına geçtim. İçimde biriken adrenalin hoşuma gitmişti. “Öğrenmeni istediğim ana kadar bana İlay demeyeceksin.”

Sesi bu sefer otoriter şekilde çıkmıştı. Kaya gibi sertti. “Bunları sen tek adımında düşme tehliken olmadığı bir yerde konuşsak-”

“Korktun mu?” diyerek lafını böldüğümde alt dudağını ısırdı. Ben ise o sırada gülüyordum. “Bak ben ciddiyim. Bana İlay falan demeyeceksin. Yoksa atlarım.”

İnanamadığı için tekrarladı. “Ne yaparsın?”

Gözlerimi havuza diktim ve aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Atlarım.”

Dudaklarından çıkan alaylı sesi duymak beni harekete geçiren şey olmuştu. Bu noktada ona verdiğim seçeneğe bile gerek kalmamıştı. Yapamayacağımı düşünmesi ihtimaliyle beraber beynime çok hızlı bir şekilde giden akım adeta benden bağımsız vücuduma sinyal göndermişti ve suratıma yayılan küçük bir gülümsemeyle birlikte tüm bedenim kendini serbest bırakmıştı.

Saniyeler içinde klorlu suya battığımda gözlerimi kocaman açtım. Nefesimi tutarken panik yapmadığıma şaşırmamıştım bile çünkü kalçam neredeyse havuzun dibine değerken onun da suya atladığını görmüştüm.

Bedenim suyun altında süzülürken kollarımı ve bacaklarımı serbest bıraktım. Saçlarım görüş alanıma doğru hafif hafif dalgalanırken Arslan’ın bana yaklaşmasını izliyordum.

Birkaç kulacın ardından eli bileğime yetiştiğinde beni kendiyle beraber yukarıya doğru çekmeye başladı. Ona ayak uydurup bacaklarımı hareket ettirmek zorunda kaldım çünkü havuza düşerken ciğerlerimi havayla doldurmamıştım. Bu yüzden bir an önce nefes almam gerekiyordu.

Ondan önce yukarı çıkmam için eliyle bileğimi yukarıya doğru çekti ve yeniden dalıp ellerini kalçalarıma koyup itti. Ondan önce yüzeye çıktığımda yeniden batmamak için geri geri yüzmeye çalışıyordum ama dengede duramıyordum.

Saniyeler içerisinde suyla karışık hava yutmaya başladığımda Arslan da yüzeye çıktı ve batmamam için bacaklarımı suya batırıp ona sarılmamı sağladı. Saçlarımı geriye itip tüm bedenimle ona dolanırken suratına bakmak için yüzümü geri çektim.

“Amacın ne senin? Kendini öldürecek misin? Kafayı mı yedin?” diye bağırdığında saçlarından suratına, oradan çenesine doğru akan suları ve kirpiklerindeki damlaları izledim.

Ellerimi omuzlarına koyarken suratıma yayılan gülümsemeyi görünce çatık kaşları yumuşamaya başladı ama hala sinirliydi. Benim bu deli cesaretime kim olsa sinirlenirdi.

Derin nefesler alırken sordu. “Neyi kanıtladın şimdi?”

Omuzlarım onun gibi nefesimi kontrol etmek adına hızla kalkıp inerken kalbim göğüs kafesimden adeta firar etmek üzereydi. “Her şeye rağmen bana umutsuzca bağlısın. Eğer biri bitecekse o sensin.”

Sesi buzdan parçalar halinde çatırdadı ve ardından sözcükler dilinde eriyerek dışarı çıktı. “Beni Alanzaya adımını attığın anda mahvettin. Ben çoktan bitmişim.”

Kalbim kasılırken dışarı çıkmak için kaburgalarımı döven iki güçlü yumruğa dönüştü. Gözleri suratımda volta atarken dilim damağım kurumuştu. Bizi yavaş yavaş havuzun köşesine doğru götürürken bir an olsun başka tarafa bakmadı.

En sonunda köşeyi tutunduğunda yüzmesine gerek kalmamıştı ama sudan da çıkmak için herhangi bir hamle yapmıyorduk.

Dudak kenarları kımıldandı ve geriye çarpık bir gülümseme kaldı. “Ne yaptığını biliyorum.”

Ben de kenara tutunup bacaklarımı ondan ayırırken, “Ne yapmışım?” diye sordum.

Onun da ayakları zemine değemeyecek kadar derinde olduğumuzdan kaynaklı biraz derine doğru battı ve tek kolunu kalçalarımla bacaklarım arasına doğru sardı. Tek bir güçle beni yükseltip kenara oturmamı sağladıktan sonra o da hemen yanıma doğru kendini attı.

Hiçbir şey söylemediğinde ona bakmayı sürdürdüm ve “Ne yapmışım ya?” diye direttim. Ondan duymak istediğimden emin değildim ama suya atlamamdaki sebebi o an kendime itiraf edemesem de ancak suya çıktığımda fark etmiştim.

Ayağa kalktı ve buraya geldiğimde üstünde olmayan kolej hırkasını eline aldı. Ona zaten bir beden küçük gelen gömleği tüm bedenine yapışmıştı ve yüzdüğünden dolayı gerilme etkisiyle önden en az üç düğmesi kopmuştu.

Ben yerimden kalkarken ceketi alıp ceketi omuzlarıma bıraktığında kafamı iki yana salladım ve “Buna gerek yok.” diye söylendim.

“İnan bana var.” dediğinde aklıma içime giydiğim sporcu atleti geldiğinde gözlerim kocaman açıldı. Anında kolej ceketine daha sıkı sarılmıştım.

“Senin de yeni bir gömleğe ihtiyacın var.”

“Geçen sene diktirdiğim boyla yapıldı ama-”

“Kitapları taşımaktan kas yapmışsın belli ki. Çok normal.” derken etkilenmiş gibi değil de nesnel bir yargıyı söylüyormuşum gibi sesimin çıkmasına özen göstermiştim ama bakışlarından anlaşılıyordu ki hiç işe yaramamıştı.

Kaşları sinsice çatıldı. “Çok mu inceledin?”

“İki gözüm var. Görmemek imkânsız.”

“Bakacağın noktayı seçebilirdin.”

“Senin seçtiğin gibi mi?” diyerek isyan ederken sporcu atletine rağmen belli olan göğüslerimi kast ederek ceketin uçlarını hafifçe salladım.

“Seninle bozuk bir ağızla konuşmak istemiyorum ama,” derken kendini durdurmasıyla geri adımlar atması bir olunca ona doğru eşit zamanlı olarak yürüdüm.

“Ama ne?”

Kafasını iki yana salladı. “Boş ver.”

“Söyle!”

Dişlerini birbirine bastırıp dudaklarını araladı ve ellerini ne yapabilirim anlamında iki yana açarken omuzlarını kaldırıp indirdi. “Bana bakıyorlardı güzelim. Görmemek imkânsızdı.”

Ceketin içine daha çok sinerken dudaklarım şaşkınlıkla aralandı ve tiz bir sesle, “Çok adisin!” derken gözlerim ona fırlatacak bir şey aramaya başladı.

“Hayır, bitiğim. Unuttun mu?”

“Onun haricinde demek istemiştim. Zaten bildiğin bir şeyi neden hatırlatayım mı?”

Beraber kapıya doğru ilerlerken, “Lafı gediğine oturtma konusunda çok başarılısın.” dedi. “Peki insanlara bu halini sorduklarında ne demeyi planlıyorsun?”

“İnsanlara mı?”

Kapının kolunu tuttu ve açmadan önce sordu. “Mesela meraklı kuzenin ve sevgilisine?”

“Hava çok sıcaktı falan derim.”

Suratını buruşturdu. “Sonbahardayız.”

“Okulun ilk günü stresinden neredeyse alev alıyordum nasıl olur?”

Kapıyı yarısına kadar açmıştı ki hoşuna giden bir şey söylemişim gibi gülümsedi ve kapıyı yeniden kapattı. “Alev alıyordun öyle mi?”

Bu tavrı beni eğlendirdiği için suratımdaki gülümsemeyi minimuma indirmeye çalışarak sordum. “Ne dememi istiyorsun? Okulun ısıtmasına alışkın değilim. Sıcak bastı falan derim işte.”

“Okul ne zamandan beri yaklaşık 1,90 boylarında ve inanılma yakışıklı bir kumral demez mi?”

“Demez!”

Elinin üzerine elimi koydum ve bu sefer kapıdan çıkmak için ben açtım. Onun önünden geçip giderken ne kadar zamandır burada vakit geçiriyorduk bilmiyordum ama insanlar öğle yemeğini yemiş olmalı ki kafeteryanın merdivenlerinden aşağıya iniyorlardı. Koridorlar kalabalıklaşmaya başlamıştı ve ben yürürken gözleri bana çarpan her öğrenci bir de arkamdaki Arslan’a bakıyordu.

Arslan kafamdan geçen şeyi adeta düşünmüş değil görmüştü. Onunla aramızda bir şeyler yaşandığının bilinmesini istiyor olmam beni kötü biri yapmazdı. Çünkü zaten Eceyle ilişkileri gizli tutuluyordu.

Ece’nin bana bugün dediklerinden sonra içten içe Arslan’ın bana olan düşkünlüğünün bilinmesini istemiş olmamı inkâr edemeyecek kadar göğsüm kabarmıştı. İlk defa göz önündeydim ama tam tersine dönüşeceğini hissettiğim bakışlarıyla bana doğru yürüyen Selenrayı gördüm.

“Ne oldu sana?”

“Asıl sana ne oldu?” diye karşılık verdim. Suratından düşen bin parçayı incelerken hızına yetişmeye çalıştım. Beni yurt kısmına doğru götürüyordu ki zaten ben de bu ıslak kıyafetlerle derse girmeyi planlamıyordum.

Cevap vermeden beni şöyle bir hızlıca inceledikten, “Neden Arslan’ın hırkasını giyiyorsun?” diye sordu.

“Nereden anladın?”

“Hırkanın sırt kısmında kocaman Doğan soyadı işlenmiş de ondan!” dedi ve eliyle kapatmak için kolunu bana dolamaya çalıştı ve görebilecek öğrencilere karşı önlem almak ister gibi sürekli yerini değiştirdi. Bedeniyle beni kapatmaya çalışıyordu.

“Ne yapıyorsun? Islağım! Herkes tabii ki bana bakacak. Az önce havuza düştüm.”

Suratını kulağıma doğru eğdi ve “Ece herkese Arslanla beraber olduğunu söylemiş.” dedi.

Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken cümle kurmaya çalıştım. “Ama bunu gizliyorlar-”

“Anlaşılan kendi kendine resmiyete dökmek istemiş!” diyerek lafımı böldü. “Sadece sevgili olduklarını da değil, evleneceklerini de söylemiş. Bütün okul bunu konuşuyor ve sen Arslanla ortadan kaybolup bir de üstüne- Siktir!”

Kafasını çevirip baktığı noktaya baktığımda Arslan’ı gördüm. Koridor bir anda kalabalıklaşmıştı ve fısıldaşmalar kulağıma daha tanıdık gelmeye, bakışlar ise daha huzursuz etmeye başlamıştı. Birkaç öğrenci doğrudan elleriyle bizi işaret ederken işler planladığım gibi gitmediği için az önce atladığım havuzun üstünde kendimi bilinçsizce uzanırken hayal ettim.

Ben bir aptaldım! Eceyle girdiğim bir oyunda kazanabileceğimi nasıl düşünmüştüm ki?

Şimdi herkes beni sevgililerin arasına giren sinsi bir yılan sanıyordu ve kimse bir daha bana aynı gözle bakmayacaktı. Bu okul artık her adımımı kontrollü atmam gereken bir mayın tarlasıydı.

Loading...
0%