Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. BÖLÜM - KİTABEVİ

@rana.betb

 

“Bir saat önce gördüm ama uyanık kimse olmadığı için haber veremedim. Kendisini de uyandırmak istemedim. Yorgun görünüyor.”

“Makyajını bile çıkartamamış.”

“Evet, görebiliyoru. Göz makyajı yastık kılıfına imzasını bırakmış.”

Başımda dikilip konuşan üç ayrı ses duyduğum vakit gözlerimi aralamaya çalıştım. Salonun ışığı o kadar aydınlıktı ki gözlerimi açmakta epey zorlandım. Kollarımı kaldırıp olduğum yerde gerilirken ilk gördüğüm kişi Selenra olmuştu çünkü gün ışığına gözlerimi rahatça açabilmem adına pencereden gelen güneşi bedeniyle kapatmayı akıl etmişti.

“Günaydın ruh hastası! Senin için ne kadar endişelendiğim hakkında bir fikrin var mı?”

“Hm?” Tam bir cümle kuramayıp uzandığım koltuktan doğrulmaya çalışırken az önce Ahu Teyze’nin dediği şeyle karşılaştım. Gerçekten göz makyajımı yastıkla silmiştim ve bunu bile isteğe yapmadığıma emindim. “Üzgünüm. Ben yıkarım.”

“Olur mu hiç öyle şey?” diyerek kucağıma doğru çektiğim yastığı tam kılıfından çıkartmaya çalışırken alan Melike abla benden hızlı davranmış ve gözden kaybolmuştu.

“Ortadan kaybolduğunda en azından haberimiz olsun.”

“Anneme bir şey söylediniz mi?”

Bunu sorarken aklıma gelen şey hala Ayça Hanım’ı telefonumda anne olarak kaydetmediğimdi.

“Aklımı henüz o kadar kaçırmadım.” dedi Ahu Teyze. “Başını derde soktuğunu sandık.”

Akşam buraya döndüğümde kapıyı bana Melike abla açmıştı. Hangi odaya yerleştiğim hala daha belli olmadığından ötürü salona doğru adımlamış ve gözlerimi oturduğum yerde yummuştum. Selenra geldiğinde nerede yatmam gerektiğini ondan öğrenebilirdim diye düşünürken uykuya dalmıştım.

“Neden? Ben sadece onu mu bilirim?” diye sorduğumda ortamda ufak bir sessizlik oluşmuştu. Ağzımdan çıkanlar o kadar filtresizdi ki artık kendime çeki düzen vermem gerektiğinin farkındaydım ama gerçek kimliğimden bir türlü kurtulamıyordum.

Ahu Teyze, “Seni baş belası olarak gördüğümü kast etmemiştim.” dedi.

“Bir sonraki sefere haber veririm. Özür dilerim.”

Selenra hem annesine hem de bana şöyle bir baktıktan sonra, “Bir şey mi oldu?” deyip yanıma oturdu ve ellerini endişeli bir şekilde omuzlarıma koydu. Her şeye rağmen bu kadar anlayışlı olmayı nasıl başarabiliyordu?

Kafamı iki yana salladım. “Migrenim tuttu ve buraya geri döndüm. Haber vermeyi akıl edemedim çünkü genelde öyle bir şey yapmam. Alışkın değilim.”

Ben halıdaki desenleri incelerken anne-kız birbirlerine baktıklarını fark ettim. Ortamı gerdiğimin farkında olmayarak bu cümleleri kurmuştum. Kendimi acındırmaya çalışmıyordum. İnsanların bana üzülmesine ve sonra vicdan yapıp suyuma gitmelerine alışkın değildim ama bir ay burada kalacaksam bunu kullanabilirdim.

“Elini yüzünü yıka. Selenra sana giyecek bir şeyler ödünç versin. Babam seni böyle görmesin.” Hem bana hem de kızına bakarak bunları söylüyordu. İyilik yaptığını farz ediyordum ama sesinde uyarıcı bir ton da vardı. “İki odadan birini seç ve oraya kurulmaya başla. Bir daha sığıntı gibi salon koltuğunda uyuya kalmanı istemiyorum.”

Usulca kafamı sallayıp oturduğum yerden kalktım. O an uyku sersemi nefes almamı engelleyen siyah korsenin arkasındaki ipleri çözdüğümü ve tek bir yanlış hareketimde üstümden fırlayacağını fark ettim. Bu yüzden kollarımı bedenime sarıp Selenra’nın peşimden geldiğini bilerek merdivenlere ulaştım. Basamakları ikişer üçer çıktıktan sonra hala bir oda seçme konusunda kararsızdım. Bu nedenle Selenraya bakıp bir şey söylemesini bekledim. O da anlamış olacak ki bir tanesini işaret etti.

“Bence şu odayı seçmelisin. Benim odamla arasında boş bir oda olmasına rağmen gün doğumu harika görünür. Ayrıca benimkinde olduğu gibi balkonu da var ama tek farkı ebeveyn banyosu yok. Yine de lavaboya yakın. Sadece sen kullanırsın. Zaten kimse kullanmıyor.” Sanki tek derdim ebeveyn banyosunun olmayışıymış gibi kafamı salladım.

“Dün için kusura bakma.”

“Sorun değil ama telefon numaralarımızı almamız gerekiyor.” dediğinde cebimden tuşlu telefonumu çıkarttığımda garip bir ses çıkartmıştı. Amacı dalga geçmek değildi. Sadece hala daha bu tür telefonların olup olmadığını gerçekten bilmiyormuş gibi bakıyordu. Savunmaya geçmem gerektiğini biliyordum. “Dikkatim çabuk dağılır da.”

“Graham Bell bile bu telefonu kullanmazdı, İlay. Sana yeni bir tane almalıyız.”

“Ben bundan memnunum.” Ona doğru uzattım. “Yorum yapma da telefonunu yaz.”

“Elbette ama önce tuşlara basmak için parmak çocuğun masal kitabından çıkıp bana yardım etmesi gerekiyor.” derken numaraları tıkladıktan sonra yeniden bana uzattı. “Sosyal medyan var mı?”

“Yok.” derken onu ismiyle kaydettikten sonra yeniden telefonu cebime attım.

“O zaman telefon nasıl dikkatini dağıtıyor olabilir ki?”

“Çok video izliyorum da o yüzden.”

“Dikkat süreni öğrenmeyi çok isterim.” Söyledikleri aşağılayıcı gibi gelse de kulağa öyle gelmediği için sorun etmedim. Hatta neredeyse beni güldürmeyi başarıyordu. “Neyse. Sen lavaboya gir. İstersen bir duş al. Sonra odama gel ki giyecek bir şeyler verebileyim.”

Uslu bir kızmışım gibi dediğini yaparak ayaklarımı sürte sürte lavaboya girdim. Sıcak suya alışkın olmadığımdan dolayı elim soğuk suya gitmişti ama sonra hemen elimin yönünü değiştirip yazın son ayında olmamıza rağmen sıcak suyu köklemiştim. Haşlanmak umurumda değil gibi gelmişti ama sonra dilediğim gibi suyu ayarlayabilme şansım olduğu için tam istediğim ısıya almayı başarmıştım.

Vanilya kokulu olan bir şampuan alıp saçlarımı köpürttükten sonra gözlerimi her kapattığımda onun suratı aklıma geldiği için neredeyse gözlerimi açıyordum ki köpüğün tam kirpiklerimde olduğunu hatırlamam uzun sürmedi.

O adamın kendisini geçtim, dedikleri aklımdan çıkmıyordu. Dürüstlük hakkında sarf ettiklerini bir bakıma kendisine söylediğini dile getirse de bulunduğum konuma bakılacak olursa üstüme fazlasıyla alınmıştım.

Peki ya kendisine dürüst olamadığı ne vardı?

Daha ismini bile bilmiyordum. Beni böylesine etkisi altına alması normal değildi. Buraya ayak bastığım ilk günde başıma daha fazla ne gelebilir diye düşünürken karşıma çıkıp itiraf edemediğim birçok gerçeği suratıma vurması benim için çok tehlikeliydi. Sadece kimliğimi açık edebilecek biri olmasının yanı sıra bana iyi gelmeyecek biri olduğu da kesindi.

Vücudumu da şampuanladıktan sonra durulanıp kenardaki askıda temiz olduğu apaçık belli olan beyaz bornozu üstüme geçirdim. Saçımı ilk defa ayrı havluya sardım. Bu benim için ayrı bir yükten ibaretti.

Aynada karşılaştığım kişi çok farklı geliyordu. Şimdiden kendime yabancılaşmaya başlıyordum çünkü kimsenin göremediği bir dövme taşıyordum anlımda.

İlay.

Leyal değil.

İlay.

Leyal olmayan.

İlay.

Artık Leyal olmaması gereken.

İlay.

Yalancı.

Daha fazla aynaya bakamayacağım için öyle hızlı dışarı kendimi attım ki bu hayatım boyunca yaptığım en hızlı hamlelerimden biri olabilirdi.

Çıktığımı duyan Selenra ben odasına girene kadar bana seslendi.

“Bir an deney yapıyorsun falan sandım.”

“Çok mu uzun kaldım?”

“Hayır. Kapının altından buhar dumanı çıkıyordu.” dediğinde en sonunda odasından içeri adımımı atmıştım.

“Fark etmemişim.”

Elime daha önce açılmadığı belli olan paketli iç çamaşırları verdikten sonra dolabında bana yakışacağını düşündüğüne emin olduğu bir elbise uzattı. Elbise giyerken pek rahat hissetmezdim ama olumsuz bir şey söylemek istemedim. Bu nedenle hiçbir şey söylemeden bana uzattığı her şeyi elime alıp işaret ettiği yere doğru adımladım. Odasının köşesinde paravan vardı. Bunun sadece filmlerde olduğunu sanıyordum. Sonuçta kim odasına paravan alırdı ki?

“Senin anlatmadığın bir şey var.”

“Nereden çıkardın?”

“Söylemeni bekledim ama dayanamıyorum artık.” dediğinde gerildim ama paravanın ardında olduğum için hiç suratımın aldığı hali göstermeden bir bakıma orada gizledim. “Deha, senin Arslanla konuştuğunu görmüştüm.”

“Kimle?”

“Arslan Doğan. Bebek suratlı ateş parçası.”

Onu böyle tasvir eden biri ondan etkilendiğini kolayca söyleyebilirdi ama o daha çok bu bilinen bir gerçekmiş ama umurunda değilmiş gibi öylesine söylemişti.

“Aynı kişiden bahsettiğimize emin misin?”

“Gayet tabii.” dedi ve yatağına doğru oturduğuna dair bir ses çıkarttı. “Seni tanıştırmadım çünkü onu tanıyor olsam bile arkadaş olduğumuzu sanmıyorum. Aslında artık bizden kimseyle arkadaşlık kurduğunu sanmıyorum. Yalnız takılıyor. Genelde bizim olduğumuz ortamlarda oluyor. Çok nadiren bize katıldığı oluyor ama o durumlarda da ortam geriliyor.”

İç çamaşırlarımı giydikten sonra kafamı suratını görmek adına yandan çıkarttım. “O neden?”

“Uzun hikâye.” derken uzandığı yerden kafasını benim olduğum tarafa döndürdü ve gerçekten merak edip etmediğimi yoklamaya çalıştı. Aslında anlatmak istediği suratından bal gibi okunuyordu ama benden bir işaret bekliyordu.

“İnanmazsın ama bol zamanım var.”

“Tamam, peki. Anlatıyorum o halde. Konu pek bir trajik.” deyip yerinden hemen doğruldu. Ya dedikoduyu seven biriydi ya da bana anlatmaya hevesliydi. Suratının aldığı ifadenin başka bir açıklaması olamazdı. “Deha ve Arslan çok yakın arkadaşlardı. Olay tam olarak burada başlıyor zaten.”

“Sonra ne oldu?”

“Deha, Arslan ve Buket. Ayrılmaz üçlüydü. Ortaokulun sonunda tenis kulübünde tanıştıkları günden beri ayrılmaz oldular. Deha, Buket’ten feci hoşlanıyordu ama Buket onu sadece arkadaşı olarak görüyordu ve Arslan’a bir şeyler hissediyordu.” dediğinde üstüme sarı elbiseyi giyip çıplak ayaklarımı sürte sürte yanına gidip oturdum. Konu cazip bir hal almaya başlamıştı. “Buket’in ağır astımı vardı. Tenis ise onu epey yoruyordu. Buna rağmen oynamaması mümkün değilmiş gibi davranıyordu. Bir gün Anıl’la büyük bir kavga etmişler ve o da evden uzaklaşmış.”

“Anıl mı?”

“Anıl, Buket’in abisi. Ama bu sene onunla aynı sınıfta okuyacağız çünkü bu olaydan sonra bir sene sınıfta kaldı.” dediğinde şaşkınlığım on kat artmıştı ve devamı da gelecekmiş gibi görünüyordu. “Buket, astım ilacını yanına almadığı için dışarıda kimsenin görmediği bir yerde fenalaşıyor. En son aradığı kişi de Arslan. O ise telefonunu açmıyor. Açmaması üzerine hiçbir sebep sunmadığı için Deha ve Anıl onunla kanlı bıçaklılar. Kimse onunla takılmak istemiyor çünkü pişmanmış gibi görünmüyor. Cenazesine bile gitmedi. Arkasından konuşulmaya alışkın biri haline geldi. Yanından geçenlerin fısıldaşmalarına zamanla aldırmamaya başladı.”

“Peki, Buket…”

“Astım atağı geçirerek öldü maalesef. Bu olay olalı iki sene oluyor.” derken hüzünlendi ve dudaklarını birbirine bastırıp suratımı normalden daha farklı incelemeye başladı. “Biliyor musun? Şimdi düşündüm de, onun kahverengi saçlı haline benziyorsun. İkinizin boyları da hemen hemen aynıydı ama o daha kıvrımlı bir kızdı.”

“Gerçekten mi?”

Kafasını hızla aşağı yukarı salladı. “Evet. Hem de çok fazla. Bunu daha önce nasıl fark edemedim bilmiyorum. Kuzenimin gelişine kendimi çok kaptırmış olmalıyım.”

Kafamın içinde bir şeyleri fark etmemi sağlayan adeta bir kıvılcım yandığında gözümün önüne Deha’yı getirdim. Daha sonra da Arslan’ı… Bana bu yüzden öyle bakmışlardı. İkisiyle de gündüz gözüyle tanışmamış olmama rağmen bende onu görmüşlerdi. Hâlbuki Anıl ile de karşı karşıya gelmiştim ama bana onlar gibi bakmamıştı.

“Arkadaş mıydınız peki?”

“Aslında hayır ama hep aynı ortamlarda bulunurduk. Yüzüne alışkın olduğun birini artık etrafta görmemek epey garip hissettiriyor.” dediğinde onu onaylarcasına kafamı salladım. “Uzun lafın kısası, kimlerle konuşman gerektiğini elbette sana söyleyemem ama insanlar konuşur. Burası küçük bir yer. Yani kiminle arkadaş olacağını iyi seç derim.”

Alayla tek kaşımı kaldırıp, “Bu bir tehdit mi?” diye sordum.

Güldü ama böyle bir şey dediğim için elini omzuma koyup beni biraz sarstı ve “Elbette, hayır. Beni ne tür bir insan sanıyorsun sen? İstersen Jeffrey Dahmer’la takıl. Hakkında konuşanları ben engellerim.” dedi. Ona bir an olsun garip garip baktığımda o da söylediği şeyi çok saçma bulduğunu tek bir saniyede anladıktan sonra kafasını iki yana salladı ve “Hayır. Yanlış! Çok korkunç bir örnek oldu. Ama sen ne demek istediğimi anladın. Dedikoduları önlemenin bir yolunu bulurum.” dedi.

“Korkma, onunla takılmam.” dediğim sırada benim aksime o gülüyordu. Benim ise ister istemez kaşlarım çatılmış, düşünceli bir hale bürünmüştüm. “Telefonu açmamış olmasından dolayı tüm herkesin ona cephe almasını saçma bulmuyor musun?”

Konuyu hızla değiştirmem gülümsemesini bölmüştü ama cevabı gecikmemişti. “İnan bana, o kendini herkesten soyutladı. Bu kendi tercihiydi. Masamıza oturduğu zaman onu geri çevirecek biri değilim ama o da Anıl ya da Deha olduğunda masamıza oturacak biri değil.”

Bu sözlerden sonra bir süre dalıp gittim. Aklıma, bir insan neden yalnızlığı tercih eder ki sorusu geldiğinde afallamıştım. Yıllardır benim yaptığım şey de buydu. Ama hiç kendime bunu sormamıştım. Neden yalnız kalmanın benim için iyi bir şey olduğunu sorgulama fırsatım dahi olmamıştı.

İnsanlar annemin kim olduğunu öğrendiklerinde benden uzaklaşıyorlardı. Biriyle tanıştığımda onu evime davet edemezdim ya da param olmadığı için dışarıda herhangi bir aktivitede bulunamazdım. Benim insanlarla konuşacak iş ya da ders dışında bir konum bile yoktu.

Benim işim araştırmaktı. Meraklı gibi görünmesem de aslında öyleydim. Sorar, sorgular, cevabını öğrenmeden durmazdım. Ama kimseye de hakkımda en basit şeyi bile söylemezdim. Söyleyemezdim. Çekinirdim. Kendimi herkesten o kadar yetersiz görürdüm ki, mutlu olan herkesten nefret ederdim.

Şöyle bir düşününce… Ben aslında yaşamıyormuşum bile.

“Sanırım Anıl’a fazla sert davrandım.” dediğimde Selenra omuz silkti ve beni rahatlatmak amaçlı elini koluma koyarak, “Dert etme.” dedi. “Büyük bir acı yaşamış olması tüm dünyanın ona iyi davranması gerek demek olmuyor. İnsanlardan nasıl elektrik aldıysan aynı şekilde onlara aktarmanda bence pek bir sakınca yok ki zaten hissettiklerin doğru. Anıl pek geçinilmesi kolay biri değildir. Ondan ben de haz etmiyorum.”

“O zaman neden onunla takılıyorsunuz?”

“O bizimle takılıyor. Biz de onu kovamayacak kadar kibar insanlarız.” deyip güldüğünde biraz olsun sırıttım. Bunu kaçırmamış ve gülüşü suratında daha fazla yayılmıştı. “Konuştuğumuz en uzun konunun bu olması sinir bozucu. Oysaki ben şu zamana kadar neler yaptığını merak ediyordum. Mesela eski okulunda arkadaşların nasıldı? Hiç sevgilin oldu mu?”

“Olmadı.” deyip ayaklandım ve ayakkabılarımı nerede çıkardığımı hatırlamadığım için düşünmeye çalıştım. Bu tip şeyleri soracağını biliyordum. Planım ise her seferinde tek tük cevaplar verip geçiştirmek olacaktı.

Yerinden doğruldu ve ben ayakkabılarımın nerede olduğunu düşünürken çocuk gibi bir sesle, “Nasıl ya? O güzel dudaklar hiç başkasına cenneti yaşatmadı mı yani?” diye sordu. Bu halleri beni rahatsız etmeliydi ama sadece alayla gülmek dışında bir şey yapamadım.

“Sevgilim olmadı dedim. Öpüşmediğimi söylemedim ki.”

Dudakları kocaman açıldığı için iki eliyle de ağzını kapatmak zorunda kaldı. Şaşkınlığını belli eden tiz bir ses çıkardığında bu sefer gülüşümü saklamak sahiden zordu. “Sen çok fenasın! Senden öğreneceğim çok şey var.”

Hayır, Selenra. İnan bana yok.

“Ayakkabılarımın nerede olduğuna dair bir fikrin var mı?” diye sorduğumda konuyu değiştirdiğimi anlasa da bozuntuya vermemeye çalıştı ve ayakkabı dolabının olduğu yere doğru adımladı.

“Kaç numara giyiyorsun?”

“Otuz sekiz.”

“Süper! Aynı giyiniyoruz. Benimkilerden bir çift alabilirsin.”

“Sorun olmayacağından emin misin?”

“Asla! Benim hoşuma gidiyor. Çocukken hep abla-kardeşlerin birbirlerinden kıyafet çaldıkları tartışmaları görürdüm. Ben onların aksine paylaşmaya açığım.” dediğinde beni resmen her saat başı daha çok şaşırtıyordu. Kimse bu kadar iyi olamazdı. Yeryüzüne inmiş bir melek gibi davranma konusunda çok mu çaba harcıyordu yoksa zaten böyle miydi hala muallaktaydım.

Dolabını açtı ve altı tane alt alta raf gözlerimin önüne serildi. Sandaletler, topuklular, fiyonklu babetler, havalı terlikler… Bazılarının şu ana kadar asla giyilmediğine yemin edebildiğim spor ayakkabılar vardı. Gözüme bir tane siyahı kestirdiğim de kafasını iki yana salladı ve “Saçmalama!” dedi. “Bu elbisenin altına beyaz giymelisin. Hatta bence hasır sandalet en iyisidir ama sanırım spor ayakkabılara alışkınsın. Bu yüzden seni zorlamayacağım.”

Olumlu anlamda kafamı sallarken beyaz bir çift ayakkabıyı bana verdikten sonra hızlıca giydim. Bunlar hayatımda giydiğim en rahat ayakkabılar olabilirdi. Bulutun üzerinde yürümek gibiydi.

“Teşekkür ederim.”

“Her zaman bekleriz.” deyip butik işletiyormuş gibi resmi bir edayla eğildi.

Aklıma gelen şeyle telefonumu koyduğum yeri aradım ve “İstersen sen aşağı in ben Ay- Annemi arayacağım.” dediğimde dilimin sürtmesine güldü ve “Sen Ay- Anneni ara. Ben lavaboda saçımı topuz yapacağım. Beraber aşağıya ineriz.” dedi.

O lavaboya gittikten hemen sonra ben de telefonumu bulduğum gibi odadan çıkıp koridora geçtim. Ayça Hanım’ı aradım ve şu ana kadar neler olup bittiğini anlattım. Odaya koyacak hiçbir şeyim olmadığını ve köprüden geçip evimden kıyafet almam gerektiğini söyledim. Bunu başka bir güne ertelemem gerektiğini ve o zamana kadar Selenradan giyinmem gerektiğini söyledi.

“Sanki oraya uyum sağlayacak kıyafetlerin var da…”

Beni ara ara arayacağını, eğer o aramazsa acil bir şey olmadıkça onu aramamam gerektiği konusunda anlaştık ve telefonu kapattık. Bu hayatımın boyunca yapmış olduğum en kısa telefon görüşmelerinden biri olabilirdi.

Selenra o sırada lavabodan çıktıktan sonra beraber kahvaltıya indik. Asım Dede’nin adeta beni görmesiyle gözlerinin parladığını gördüm. Bir an etrafta Ayça Hanım’ı da aradı ama tekrar odağı bendeydi. En azından benim burada olduğum için şükredecek gibi görünüyordu.

Kahvaltı ederken geleceğim ve mutluluğum hakkında epey bir dil döktü. Benimle her zaman görüşmek istediğini ama annemin izin vermediğini söyledi. Gerekli gereksiz her türlü yardımda bulunmaya can attığını da ekledi. Ben ise sadece gülümsemeye çalışıp kafa sallamakla yetindim. Bu kadar ilgi bünyeme çok fazlaydı.

Liseyi burada okumayı düşünmediğimi söylemek istemiştim ama ilk günden yüzündeki gülümsemeyi hiç etmek istemedim. Hele ki yardım konusunda bu kadar iştahlıyken.

“Sosyeteye takdim ne zamandı kızım?” diye sordu Ahu Teyze.

Ahu Teyze, epey pahalı olduğu belli olan peynirini çatalına almadan önce, “Ayın sonunda. Sen merak etme.” diye yanıt verdi ve bana doğru baktı. “Ben onunla ilgileneceğim baba. Şimdiden elbise bakınmaya başladım.”

Aralarında ne konuştuklarına anlam verememiştim çünkü benim kelime dağarcığımda bunlar yoktu. Yine de bir anlaşmaya varmışlar gibi suratları gülüyordu. Benim için planları olduğu belliydi ama ne hakkında bahsettikleri hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Hemen karşımda oturan Selenra ise bu konuda benden daha heyecanlı gibi görünüyordu.

Kahvaltı bitene kadar benim hakkımda çok fazla şey konuşuldu. Benim için planladıkları şeyleri üstü kapalı şekilde söylemeye devam ettiler. Zamanı gelince öğreneceğim için pek açıklama yapma zahmetinde bulunmadılar. Ama o zaman ne zaman gelecekti bilmiyordum. Planım Eylül ayı gelmeden buradan gitmekti. Tabii onlar bunu bilmiyorlardı.

Normalde şartlarda kahvaltı sırasında bu kadar şey konuşurlar mıydı diye merak ettiğim sırada en sonunda dolmuş olmalıyım ki titrek bir iç geçirip, “Sizden bir şey isteyebilirim?” diye sordum. Doğrudan Asım Dedeye dönmüştüm ve sizli bizli konuşmam hoşuna gitmemişti. Bunu bilerek yapmamıştım. Ağzımdan öyle çıkmıştı.

“Söyle kızım.”

“Bu yaz yarı zamanlı olarak bir yerde çalışmak istiyorum.”

Asım Dede’nin anında kaşları çatıldığında direkt karşı çıkacağını sandım. Hatta, ‘Katiyen olmaz!’ deyip kahvaltıyı sona erdireceğini düşünmüştüm ama o dudaklarını aralayıp bir süre öylece durdu. Sert çıkışmamak adına çabalamıştı.

“Sebep?”

Sebebi sorulardı. Sürekli sorgulandığımı hissetmem ve pot kıracağımı düşünmemdi. Biraz olsun sizden uzaklaşmak ve kafa dağıtmak istememdi. Bir kaçış kapım olmasını istememdi. Bir bahane…

Tabii bunları söyleyemezdim.

“Ben çalışmaya alışkınım. Eğer elim iş görmezse kendimi kötü hissediyorum.” dediğimde anne-kız birbirlerine baktılar. “Bu elimde olan bir şey değil. Uzun yıllar tek bir yerde yaşadım ve hiç boş durmadım. Beni anlamanızı istiyorum.”

Asım Dede suratını astı ve “Zavallı kız.” dedi. Bir süre başka bir şey demesini beklerken çatalımı çeri domateslerin üzerinde gezdirdim. “İyi bir yer bulursan neden olmasın? Kendini iyi hissetmeni isterim.”

“Sahi mi?”

“Sahi tabii.” derken gülümsedi. İlk başta söylediğim şeyleri çok karşı çıkacak gibi olsa da şimdi suratında takdir eden bir ifade vardı. Sanırım hoşuna gitmişti.

“Bugün İlay’a, Alanza’yı baştan aşağı gezdirmek istiyordum zaten. O sırada bakınırız.” diyen Selenrayla onayımızı aldıktan sonra kahvaltı faslını bitirip dışarı çıktık. Selenra annesine sıkıca sarılmış ve dedesini de öpmüştü. Ben uzaktan el sallamakla yetinmiştim.

Hava çok sıcaktı ama arada esen meltem terlememizi önlüyordu. Burada her şeyin sonu kumsala çıkıyordu ve yakanın ortalarına doğru her şey yemyeşildi. Çimenler parlak, ağaçlar sağlamdı. Kaldırım taşları düzenle dizilmişti. Duvarlarda herhangi bir sprey yazısı yoktu. Kusursuz denebilecek bir yerdi ve bu da beni şüpheye düşürdü. Hiçbir şey bu kadar kusursuz olamazdı ama kendimi kandırılmış hissetmiyordum.

“Seni daha sonra şehir merkezine götürürüm ama bana kalırsa hiçbir şey yok ve zaten arabayla gitmemiz gerekir. Tabii en iyi markalardan alışveriş yapmak istemiyorsan… Tek olayı bu. Alışveriş merkezi dışında bir olayı yok sayılır. Kalabalık olmasının sebebi bu. Ama emin ol buralar daha güzel.” dedi ve eliyle birkaç yer işaret etti. “Zaten burayı biliyorsun. Dün gelmiştik. Az ötesinde spor salonu var. Onun hemen ilerisinde de bizimki gibi villalar sıralanmış. Hatta Deha orada oturuyor. Oradan sonrasında geniş iki alan var. Biri tenis sahası diğeri de ormanlık alana açılıyor. Bir çiftlik var. Biz genelde at binmeye gideriz. Bir gün seni oraya götüreceğim. Benim Kar Tane’mle de tanışırsın.”

“Kar Tane’n mi?”

“Atım.”

“Atın mı var?”

“Buradaki gençlerin genelinde var. Bir ara moda olmuştu.” dedi ama suratını buruşturdu. “Ben yedi yaşımdan beri ata biniyorum. Yani moda olmadan önce zaten biniyordum. Ayrıca Kar Tanemi de çok seviyorum.”

“Tahmin edeyim, kendisi beyaz bir at.”

“Yedi yaşındaydım. Kar beyazdır. Yani ona uyuyor.”

“Neyse ki pamuk koymamışsın.”

“Yedi yaşında beyaz bir kuşum vardı. Koyamazdım. Adaş olurlardı.”

“Yaratıcılığın herkese ilham olabilir.”

“Benimle dalga geçme!”

Biraz daha yürüdük. Kumsaldan tamamen çıktık ve sokak aralarına girdik. Bana en sevdiği butik kafeleri gösterdi ve en sonunda yuvarlak çeşmede durduk. Bir merkezin ortasındaymışım gibi hissediyordum. Çeşmenin etrafında dizilen bir sürü işletme mevcuttu.

“Ay, şuraya girelim mi lütfen! İşletmenin sahibi artık üretimi yapılmayan marka bir çanta getireceğini söylemişti.” derken telefonunu açıp hızlıca parmaklarını ekranda hareket ettirdi ve bir yandan konuşurken bana çantayı göstermeye çalıştı. “Şuna baksana! Harika, değil mi? Hala getirip getirmedi mi belli değil. Sormam lazım.”

Gördüğüme emin olduktan sonra telefonu cebine koydu ve sarıldığı kolumu çekiştirmeye başladı. İlgimi hiç çekmediği ve etrafımızdaki diğer işletmelere bakmak istediğim için, “Sen git. Ben arkandan geliyorum.” dedim. Ardından kolumu ondan hızla çektim çünkü şu zamana kadar koluma sarılıp beni kısıtlamasına zor katlanmıştım.

Dudak büzüp kafasını yana eğdi. Onunla beraber gelmemi istiyordu ama suratımdan daha fazla ısrar etmesini istemediğim anlaşılıyordu. Bu yüzden sakince ellerini çekti ve yanaklarını şişirerek o tarafa doğru yönlendi. Ben ise buraya adımımızı attığımızdan beri gözüme kestirmiş olduğum kitapevine doğru adımlamaya başladım. Muhtemelen Selenra buranın farkındaydı ama ben yalnız bakınmak istemiştim çünkü elime her ne alırsam alayım onun hakkında konuşacağını ya da kitabı bilmese bile tahmin yürütüp başımı şişireceğini biliyordum.

Kitapevinin dışı sarmaşıklarla kaplıydı. Bunu bilerek mi yapmışlardı emin değildim ama büyülenmiştim. Hemen karşısında güzel bir çiçekçi mevcuttu ve çiçek kokuları olduğum konumdan dahi geliyordu.

Kitapevinin kapısını açtığım sırada müşterinin geldiğini gösteren zil sesi kulaklarımı doldurdu. Ben bu sırada etrafa bakınırken kimseyi görmemiştim. Eline kitap alıp okuyan birini geçtim, kasada çalışan da yoktu. Ortam insanı zaman yolculuğu yaptığını düşündürse de bir cam bile açık olmadığı için boğucuydu. Tüm bunlara rağmen sabah buraya gelip akşama kadar kalmaya hazırdım ama adlandıramadığım belli şeyler vardı ki, sanki müşteriler huzursuz olsun diye uğraşılmıştı.

“Merhaba? Kapıda açık yazıyordu ama,” deyip bir kitaplığın yanına geçtim. Kitaplara kendimi kaptırmadan önce rafların ilerisinde basamaklar olduğunu gördüm. Sadece birkaç basamaktan sonra bir kat çıkmış sayılıyordunuz ama iki kat da birbirine bağlıydı ve buradan birbirlerinden farklı olan ikili ve tekli koltukları görebiliyordum.

En sonunda koltuklardan birinde ayaklanan birini gördüğümde burada olmak için fazla süslü olduğunu düşünmüştüm ki bana önünü döndüğünde bunun dün gece tanıştığım kız olduğunu gördüm. Düz kahverengi saçları beline doğru geliyordu ve her zamanki zarafeti ile karşımdaydı.

Beni görünce usulca gülümsedi ve basamakları inerken, “Hoş geldin.” dedi. “Seni burada görmeyi beklemiyordum.”

“Neden? Filmleri, kitaplara tercih eden biri gibi görünüyorum?”

Gözlerini kısarak bana baktı ve son basamağı da inip benimle beraber iki kitaplığın arasına geçip önümde durdu. “Bunu söylemek istememiştim. Sakin ol.”

Bir süre sessiz kalarak kafamı sağıma doğru çevirip elimi raflardan birine koydum. Artık konuşmadan önce ilk başta ne diyeceğimi düşünmem gerekiyordu. “Hangi kitabı okumaya geldin?”

“Aslına bakarsan ben kitaplarımı kendi odamda okumayı tercih ederim ki bu aralar çok okuduğum söylenemez.” deyip ellerini arkasında birleştirdi. “Ailem bu işletmenin sahibi. Buraya genelde abim bakar. Onu aramaya gelmiştim ama etrafta görünmüyor. Sen hangi kitabı okumaya geldin?”

“Aslında ben de kitaplarımı evde okumayı tercih ederim.” deyip gülümsedim. Daha önce böyle bir yer keşfetmediğim için deneyimim olmadığını ona söyleyemezdim. “Yarı zamanlı iş arıyordum.”

Bir anda kıkırdamaya başladı ama bu tavrına şaşırdığımı gördüğünde hemen sustu. “Gerçekten mi?”

“Evet.”

“Ben şaka yapıyorsun sanmıştım. Pardon.”

“Hayır, ciddiyim.”

“Neden ki?”

Sorusuna soruyla karşılık verip, “Abin neden çalışıyor? Zengin değil misiniz siz?” diye sorduğumda bunu söyleyeceğimi düşünmediği için afallayıp kısaca düşündü.

“Çalışmaya takıntılı o.”

“Ben de öyleyimdir belki.” diye hızlı bir yanıt verdiğimde gülüp gülmemek arasında kalarak kaşlarını hafifçe çattı ve “Peki o zaman.” deyip yanımdan geçip yürümeye başladı. Onu takip ettim. “Sana yardımım dokunabilir.”

“Eleman mı arıyordunuz?”

“Hayır ama artık arıyoruz diyelim. Selenra’nın kuzenine de yardımım dokunmayacaksa bu beni nasıl bir arkadaş yapar?” diye sorduğunda bunu sadece kuzenim için yaptığını açıkça söyledi. Bu beni, arkadaş olarak görmediğinin kibar bir yoluydu.

Kasanın olduğu tarafa geçti ve bilgisayarı açmaya çalıştı. Eline fareyi alırken tutuşu o kadar garipti ki gülmemeye çaba sarf ettim. O eller telefon tutmaya alışkın olmalıydı. Dokunmatik hiçbir şeye elini sürmediği belliydi.

“Bunu neden yapasın ki?”

“Neden olmasın? Dağıtacak çok paramız vardır belki. Zenginiz ya biz.” dediğinde yaptığı imayı duymamazlıktan geldim.

“Beni işe almak için yetkin var mı ki?” diye sorduğumda şu an bilgisayar başında ne yapmaya çalıştığını bile çözememişken müşteri girdiğinde çalan zil sesi yeniden duyuldu.

Arkamı döndüğüm sırada göz göze geldiğim kişi yüzünden beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Dün ile kıyasla saçları epey kısalan Arslan, gün ışığında karşıma çıkmıştı. Ensesine değen uzun saçlarından eser yoktu. Dün konuştuklarımızla alakası olup olmadığını merak etmeye fırsatım bile olmadan bana bakışları kendimi tehdit edilmiş hissettirdi.

“Onu işe mi aldın?” diye bana bakmadan konuştu. Bizi duymuştu… Bir saniye! O, Hafsa’nın abisi mi oluyordu yani?

Hafifçe aralanan dudaklarımı kapatamadan olanları izlerken Hafsa omuz silkerek pek bir önemsizmiş gibi, “Herhangi bir şey imzalamadı. Zaten ben anlamam o işlerden de, uzun lafın kısası evet. Aldım. Neden?” diye sordu.

“Bana sormadan mı?”

“Evet. Burası benim de sayılır. Alamaz mıyım?”

“Reşit bile değilsin.”

“Senin de on sekiz olmana dört ay var!” deyip kardeşinin yanına doğru ilerlerken bilgisayarda ne yapmaya çalıştığına bakmak için yönlendi ve bana bu süre zarfında bir kez bile bakmadı. “O Selenra’nın kuzeni.”

Sert bir tonda, “Yani?” dedi.

“İşe ihtiyacı varmış. Görmezden mi gelseydim?”

Arslan dilini yanağına bastırdı ve kız kardeşine daha fazla konuşmaması için bakış attı. Bu arada araya girmem gerektiğini hissederek konuşmak adına dudaklarını araladım. “Sadece bir ay çalışacağım. Konu paraysa-”

Kafasını kaldırması ve bana bakması bile sözümü kesmeye yetmişti. “Parayı dert edecek bir insana mı benziyorum?”

Bilerek yapıyordu. Dün, paranın insanlığa yaptıklarından nefret ediyormuş tavırlarından eser yoktu.

“Neye benzediğini söylersem muhtemelen beni işe başlamadan kovarsın o yüzden ağzımı açmayacağım.” diye dümdüz bir ifadeyle yanıt verdim.

Kollarını önünde yavaşça kavuştururken geriye doğru vücudunu gerdi ve gözlerini kısarak beni baştan aşağı süzdü. Kasanın arkasından birkaç adımda çıktıktan sonra tam karşıma geçmiş bulundu.

“Lütfen, aç o ağzını. Nasıl olsa burada çalışmana izin vermeyeceğim. Şimdi izin veriyorsan dök içini.”

“İzin mi? Üstümde nasıl bir etkin olduğunu sanıyorsun?”

“Burası benim çöplüğüm prenses.” diyerek kitapevini kast etti. “Burada benim sözüm geçer.”

Gözlerime öyle tehditkâr biçimde bakıyordu ki yerime dün ki gibi çivilendim. Kımıldayamayacak bir halde olsam da kendimden taviz vermemeye çalışarak bakışlarına karşılık verdim. Gerekirse gözümü kırpmazdım.

“Buradaki tek çöp-”

Hafsa lafımı istemeden böldü ve eliyle ikimizi işaret ederek, Siz birbirinizi tanıyor musunuz yoksa bana mı öyle geldi?” diye sordu.

“Sence beni tanısa benimle böyle konuşabilir miydi kardeşim?” dediğinde tamamen bana bakarak söylenmişti. Aramızda yeniden sözü geçmeyen bir meydan okuma başlatılmış gibi kafamızı başka tarafa çeviremiyorduk.

“Kimsin sen tam olarak? Nesin? Neden seninle konuşurken iki kere düşünmeliyim ki?”

“Benimle direkt konuşmamalısın. Yoksa kurmaya çalıştığın arkadaşlıkların her an bozulabilir.” dediği sırada tam ağzımı açmıştım ki kapı yeniden ses çıkarttı. Gelen kim diye bakma zahmetine girmemiştim çünkü arkamda kalıyordu ama ilk göz kontağını ayıran kişi Arslan olmuştu. Bu nedenle müşteri olduğunu anlamıştım.

Arslan son kez bana baktıktan sonra ses çıkartmadan müşterinin peşinden gitti ve az önce hiçbir şey olmamış gibi aradığı şeyi sordu. Ben ise Hafsa’ya döndüğümde elinden bir şey gelmeyeceği suratından belli oluyordu ki ben de bundan sonra şansımı zorlayacak değildim. Burada çalışmayı çoktan kafadan çıkartmıştım.

Hafsa bana doğru gelmek için kasanın arkasından çıkarken suratından özür dilemek istediği belli oluyordu. Ona şimdiden buna gerek olmadığına dair kafa sallarken çıkışa doğru ilerleyecektim ki kasanın hemen yanında duran el yapımı ayraçlar kutusundan düştü. Bulunduğu kutudan o ivmeyle çıkanların bazıları benim sağımda kalan yarı açık kapıya doğru gittiğinde toplaması adına yardımcı olmak dışında başka çarem yokmuş gibi hissettim.

“Bıktım şu sakarlığımdan.” deyip hemen ayakucundakileri toplayıp eline de kutuyu aldığında aşağı kata inen basamaklardaki ayraçları toplamak adına o tarafa doğru ilerledim. Yarısı açık olan kapıyı tamamen aralarken çıkan gıcırtı kulaklarımı doldurdu. Birkaç basamak aşağı inip eğildim ve elime sadece üç tanesini aldıktan sonra koşar adım sesler duydum. Bu resmen beni korkuttuğu için ayağa kalktım ve kafamı kaldırıp gelene baktım. Arslan bana o kadar kötü ve pis bir şeymişim gibi bakmıştı ki kendimi o an kirlenmiş gibi hissetmiştim. Aynı zamanda suratında endişelenmiş ve tedirgin olmuş ifadesinin sebebini anlamaya çalışıyordum.

“Sana kim oraya in dedi? Çık oradan çabuk!” deyip iki basamak indi ve beni kolumdan tuttuğu gibi yukarı doğru çıkardı. Bu kadar kızması gereken ne yapmış olabilirim diye düşünemedim bile. Korkuyla aralanan dudaklarım ve şaşkınlıkla yukarı doğru kalkan kaşlarımla onunla beraber yukarı çıktım.

“Ben ayraçları-”

Lafımı tamamlayamamıştım bile. “Çık dışarı! Bir daha sakın buraya geleyim deme!”

Normal şartlarda haddini bilmesini söyler ve üstüne giderdim ama bana öyle bir bakıyordu ki gerçekten kötü bir şey yapmışım gibi hissediyordum. Sebebini bile bilmediğim suçluluk duygusu kaskatı kesilmeme sebep olmuştu.

“Abi, o bana yardım ediyor-”

“Çık!”

Kız kardeşinin de lafını bağırarak böldüğünde bana kapıyı göstermek için kolunu şiddetle kaldırdığı sırada elimdeki ayraçlar yere düştü ve refleks olarak kollarımı suratıma doğru kaldırıp yumruklarımı sıktım. Kafamı kollarımın arasına gömerken titrediğime emindim.

Boğazım kurumuştu. Nefes nefese kalmıştım ve bacaklarımın varlığını unutmuştum. Bana böyle bağırılmasını hak edecek hiçbir şey yapmamıştım.

Kollarımı yavaşça yüzümden çekerken çatık kaşları aynı yerinde beni izliyorlardı ama gözlerinde pişmanlık gördüğüme emindim. Bana vuracağını düşünmemi kendince hakaret saymış olmalıydı. Yoksa tepkim ya da beni bu hale getirmiş olması neden umurunda olsun ki?

Çatık kaşları biraz olsun suratına yayıldı. Mavi/gri hareleri şaşkına dönmüşken elini yavaşça indirdi. Çenesindeki seğiren damar normale döndü ve bir şey söylemek ister gibi ağzı hareketlendi ama ben onu dinlemeden titrek bir iç geçirip koşarak dış kapıdan çıktım.

İçeride müşterisi olmasına rağmen yardımcı olmaya çalıştığım için bağırılmıştım. Eli hızlıca kalktığında verdiğim tepki çok küçük düşürücüydü. Gözlerindeki acıma duygusunu görmek beni daha çok utandırıyordu.

“Demek buradasın. Her yerde seni arıyordum.”

Sesin geldiği yere döndüğüm anda Selenra ile karşılaşmamın beni bu kadar rahatlatacağı aklıma gelmezdi ama boşluğuma gelmiş olsa ona sarılabilirdim. “Buradan gidebilir miyiz lütfen?”

“Bir şey mi oldu?”

Kafamı iki yana salladım. “Hayır. Gidelim.”

İnanmışa benzemiyordu.

“Seni sadece birazcık yalnız bırakıyorum ve bu hale gelişini görüyorum.” dedi ve kafasını yukarı kaldırıp çıktığım yerin kime ait olduğuna baktı. Sarmaşıklarla süslenmiş olan camdan gayet de Arslan görünüyordu. “Ne yaptı?”

“Hiçbir şey, Selenra. Yalvarıyorum gidelim.” deyip yürümeye başladığımda hemen yanımdaki yerini aldı ve aklı hala olanlarda kalsa da, “Sana iş bulmuş olabilirim haberini vermek için fazla kaotik bir an mı?” diye sordu.

Ona doğru döndüm ve “Ne işi?” diye sordum.

“Hemen şuradaki çiçekçi. Bizim okulun müdürünün karısı işletiyor. Karısı doğum yaptığı için adam dükkâna kendi bakıyor. Birkaç haftadır eleman arıyorlarmış. Oradan geçerken, sadece bir aylığına çalışabilecek yarı zamanlı birini düşünür müsünüz diye sordum. Kimseyi bulamadıkları için her türlü kabul edecek halde.” deyip koluma girdi ve kitapevinin çaprazında kalan çiçekçiye doğru beni yürütmeye başladı. “Müdür beni ve ailemi okuldan tanıyor. Güven konusunda bir problemi yok. Hemen başlayabileceğini söyledi.”

“Hemen mi?”

“Sanırım şimdi bile olur.”

“Emin misin?”

“Bence yarın başla. Bugünü beraber geçirelim.”

“Ne yapacağız ki?”

“Deha’yı ararım. Beraber takılırız. Ama önce kitapevine girip Hafsa’yla konuşmam lazım.”

Kaşlarım çatıldı. “Ne? Hayır. Ne konuşacaksın?”

“Mağara adamı abisine çeki düzen verecek kadar akıllı bir kız olduğuna dair gözünü açacağım o kadar.” dediğinde öfkesini gizlediğini gördüm ve çevresindeki insanlara karşı çok korumacı birine dönüşmesini izledim.

“Ne olduğunu bile bilmiyorsun. Belki ben abartılı bir tepki verdim?”

“Sen iki gündür rengini gram belli etmiyorsun. Oradan çıkarken gözlerin dolu doluydu. Beni kandıramazsın. Kesin bir şey yaptı ve Hafsa da şahit oldu. Sen anlatmazsan ondan öğrenirim. Sen şimdi çiçekçiye git.” dediğinde gözlerimin dolu olduğunu bile fark etmemiştim.

“Selenra-”

“İşi kaçırmak mı istiyorsun?”

Bir ona bir kitabevine bir de çiçekçide mekik dokuduktan sonra istemeyerek, “Peki. Tamam. Teşekkürler.” dedim. Ona her ne dersem diyeyim ikna etmenin bir yolu olmayacak kadar tanışmıştım.

Teşekkürü kabul etmeye gerek olmadığına dair elini havada şöylesine salladı ve sonra da beni baştan aşağı gösterdi. “Şu şekilde tam bir ayçiçeği gibi görünüyorsun. Ben olmasam işi zaten alırdın.”

“Sadece onun için teşekkür etmedim.”

Gülümsedi. Bu gerçekten sıcacık bir gülümsemeydi ve çok şey ifade ediyordu. “Sorun değil. Aileler birbirlerini kollar.”

Ve bu benim deneyimlemediğim bir şeydi.

Bana işaret ettiği çiçekçiye doğru adımlarken çiçekler hakkında hiçbir şey bilmediğimi fark etmemle ne yapacağımı ilk başta şaşırsam da bunun önemli olmadığını kendime inandırmaya çalışarak hızlandım ve girişine şöyle bir bakındım. Her renkten çiçek kapının etrafına dizilmiş halde duruyordu ve buram buram kokuları yayılıyordu.

Kapı zaten açık olduğu için içeriye birinin geldiğini belli etmek adına adımlarımı yere biraz daha sert bastığım sırada içeride masanın arkasında duran adamla göz göze geldim. Bir buket siparişi aldığı belli oluyordu ve onunla uğraşıyordu.

Beni müşteri sanmasını istemediğim için ellerimi arkadan bağlayarak tam karşısına geçtiğim sırada göz kontağı kurmaya gayret göstererek, “Merhaba. Ben İlay. Az önce kuzenim buradaymış. Eleman arıyormuşsunuz diye duydum.” dedim.

Elindekileri bir anda bıraktı ve geri çekildi. Bıkmış gibi bir hali vardı ve masanın en kenarında duran bazı çiçekleri yazık etmiş gibi görünüyordu.

“Eğer beni bu beladan kurtarırsan iş senindir.”

Şart koşulmadan beni alacağını sanmıştım. Bir anda bunu demesi beni biraz olsun gerse de kendimi daha rahatlamış hissettim. Daha önce hiçbir işe tanıdık vasıtasıyla girmemiştim. Bu nedenle bir teste tabi tutulmak işime gelmişti.

Kendimi bu konuda güvendiğim söylenebilir miydi? Hayır ama denemekten zarar gelmezdi.

Derin bir nefes aldım ve o masanın arkasından çıkarken ben de onun olduğu konuma geçip etrafıma şöyle bir baktım. Arkamdaki raflarda ve masanın etrafında bir sürü çiçek vardı. Aslına bakılırsa her şey çiçekti. Bu nedenle etrafıma şöyle bir baktıktan sonra, “Ne isteniyor?” diye sordum.

“Açık pembe bir buket. Aralarda mor da olabileceğini söyledi. İçeriğini bana bıraktı ama en az üç çeşit çiçek koyulmasını istedi.”

Kafamı olumlu anlamda salladıktan sonra kenarda yazık edilmiş olan çiçeklerin neden pembe ve mor renklerden oluştuğunu anlamış oldum.

Yeniden etrafıma şöyle bir baktıktan sonra gözüme kestirdiğim çoğu çiçeğin ismini bilmesem dahi üstlerinde yazanları okuyarak ezberlemeye gayret gösterdim.

Bileğimdeki tokayla saçımı topladıktan sonra tam kollarımı sıvamak adına hamle yapacaktım ki kolu kısa elbise giyiyor olduğumu fark ederek afalladım. Bu benim için bir refleks gibiydi.

“Bu sene Turna Kolejinde okuyacağını duydum.”

“O belli değil.” deyip elime pembe güllerden birini aldım. İsminin sadece gül olduğunu sanıyordum ama üstünde erengül olduğu yazıyordu. En az altı tane aldıktan sonra yeniden etrafı kolaçan ettim ve bu sefer adını sesli bir şekilde okuyamayacağım alstomeria isimli çiçeği gözüme kestirdim.

“Kuzenin öyle demedi.”

“Olaylar biraz karışık.”

Elime üstünde ithal gül yazan ve erengül ile farklı olan çiçekten de birkaç tane aldım. En sonunda pembe sümbüllerden de birkaç tane alıp dizmeye başladım. Bir yandan da adamın kenara koyduğu çiçekleri yazık etmemek için aralarına katmaya çalışıyordum.

“Selenra’nın akrabasını okulumuzda görmeyi ben şahsen isterim. Onun kadar zeki olduğunu varsayıyorum.” dediğinde, “Orası belli olmaz.” diye cevap verdim. Bu kadar ısrarcı olmasının sebebinin okuluna gelir elde etmek olduğuna varsayıyordum.

“Neden öyle dedin?”

“Her şeyi zaman gösterir. Hiçbir şey kesin değildir.”

Kollarını birleştirmiş karşımda benimle konuşmaya devam ederken her sorusuna bukete odaklandığım için kısa cevaplar verebiliyordum. Direkt cevap vermemek diye bir seçeneğim olsaydı onu kullanırdım ama kısa cevaplar veriyor olmama en azından çiçeklere odaklandığım için kılıf uydurabiliyordum.

En sonunda buketi yine pembe renkli parlak bir kâğıda sardıktan sonra ondan daha açık renkte bir kurdeleyle bağladım ve herhangi bir rötuş yapaya gerek duymadan ona doğru uzatırken, “İşe alındın mı?” diye sordum. Suratıma yeterince gerçekçi bir gülümseme yerleştirmeye çabaladım.

Eline alıp şöyle bir döndürdükten sonra suratından beğendiği gayet anlaşılıyordu ama ağzını açıp olumlu bir şeyler demesini bekliyordum. Onun yerine, “Bu işe niye bu kadar ihtiyaç duyuyorsun?” diye sormasıyla iç geçirip başka tarafa gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım. Buradaki hiçbir gencin işe ihtiyacı olmadığı için ilk isteyene işi vermeyi düşünmüştü ama şimdi de merak etmişti.

“Buna cevap vermem şart mı?” Tek kaşını kaldırdığında, “Kaba olmak istemedim.” diye kendimi savunmaya geçtim. “Evde boş boş duran bir yapım yok. Hem sizin de elemana, çiçeklerin de çöpe atılmamaya ihtiyacı var.”

Son dediğime güldü ve dudak kenarları aşağıya doğru kıvrılırken kafasını ritmik bir şekilde aşağı yukarı birkaç defa salladı.

“Pekâlâ, iş senindir. Her akşam sana hangi zaman aralığında gelmen konusunda mesaj atacağım. Bana kimliğini, sağlık raporunu ve prosedüre bağlı her şeyi getirdikten sonra işe başlayabilirsin. Sana zaten vereceğim kâğıtta hepsi yaza-” dediği anda sözünü kesmek zorunda kaldım çünkü bunu düşünmemiştim. Tamamen benim aptallığımdı.

“O konu…”

Kaşları hafifçe çatıldı ve çiçeği önümdeki masaya koyduktan sonra bir şeyler diyeceğimi bildiği için kollarını önünde birleştirip, “Dinliyorum.” dedi.

“Beni, size yardım eden bir arkadaşınız olarak düşünseniz olur mu?”

“Bu ne demek oluyor?”

“Ben para ya da sigorta istemiyorum. Sadece ailemden zaman zaman uzaklaşmam gerekiyor.”

“İş güvenliği için sağlık sigortası şart.”

“Başıma ne gelebilir ki? Gülün dikeni parmağımı kanattı diye sizi dava edecek biri değilim.” deyip dalgaya almaya çalıştım ama ikna olmuşa benzemiyordu.

“Bir sorun mu var?” Müdür olmadan önce öğretmen olduğu çok barizdi çünkü tam anlamıyla gözlerimin önünde saniyeler içinde öyle birine büründü. Öğrencisi adına endişelenen tipik bir rehberlik öğretmeni gibi… Gerçi branşını bilmiyordum ama tahminim bu yöndeydi.

İşe girmek istediğimi söylediğimde bunu düşünmemiş olmam doğduğumdan beri yaptığım en sorumsuzca ve aptalca şey olabilirdi. Bunu nasıl aklıma getiremediğimi bilmiyorum ama başıma iki gün içerisinde o kadar şey gelmişti ki böyle küçük ayrıntıları hatırlamak zordu. Şimdi ise işi istediğim konusunda vazgeçtiğimi söyleyip dükkândan çıksam çok ilgi çekerdim.

“Size söylersem kimseye söylemeyeceğinize yemin eder misiniz?”

“Konusuna göre değişir.”

Derin bir nefes aldım. Omuzlarım düştü. Bu işe gerçekten mecbur olduğumu ona kanıtlamak için mutsuz bir imaj sergilemem gerekiyordu. Bir bakıma ona kendimi acındırmalıydım ve bunu yapacaktım çünkü artık boş vermek için çok geçti.

“Bakın, sizi tanımıyorum bile. Güvenmediğim birine bunu anlatmak-”

“Bence o noktayı geçeli çok oldu.”

“Kendimi bildim bileli diğer yakada yaşıyorum. Yazın son haftaları dedem beni burada görmek istediği için kabul ettim ama o evde gerçekten boğuluyorum. Bana bir oda vermelerine rağmen yalnız kalamayacağımı biliyorum. Bu sebeple gerçekten yalnız kalmak adına bir bahanem olması gerekiyordu ve bunu ancak iş bularak yapabilirdim.” deyip gözlerinin içine baktım. “Beni anlıyor musunuz?”

Birkaç saniye düşündü ama sonra net bir şekilde, “Bunu yapamam.” diye yanıt verdi. İşte bu kötüydü. İşe alınmıyor olsam bile bu olayı ya Selenraya ya da Ahu Teyzeye anlatması mümkündü.

“Size her şeyi anlattım. Buna rağmen-”

“Ben bu yakanın seçkin kolejinin müdürüyüm. Benim bir kimliğim var. Eğer sigortasız birini çalıştırdığım öğrenilirse-”

“Çalışmayacağım! Yardım edeceğim.” diyerek keskin bir savunmaya geçtim. “Genelde hangi zamanlarda meşgul oluyorsunuz?”

Cevap vermeye pek hevesli değilmiş gibi başka tarafa baktı. “Belli olmuyor.”

“Tamam o halde. Bugün sabah burada olduğunuza göre yarın akşama doğru burada olacağım. Az önceki gibi yardıma ihtiyaç duyuyor gibi görünürseniz de, ki görüneceğinize eminim, size yardım edeceğim. Neden biliyor musunuz? Çünkü ben iyi biriyim.”

“İlay-”

“Adınız neydi efendim?” diyerek lafını böldüm çünkü hala adını bilmiyordum.

“Hakan. Hakan Kara.”

“Yeni çocuğunuz olduğunu duydum. Kız ya da erkek-”

“Kız.”

Derin bir nefes aldım ve ikna kabiliyetimin devreye girmesini sağladım. “Harika! O halde bir kız çocuğuna sahip olmanın ne demek olduğunu anlamış olmalısınız. Eminim çocuğunuz harika bir aileye doğmuştur. Ama benim annemle aramdaki ilişkiyi geçelim, akrabalarımı yıllar sonra ilk kez görüyorum. Bu yüzden ara ara sığınacak bir liman, nefes almak için kendime ait oksijene ihtiyacım var. Yalnız büyüyen bir çocuğun bir anda kalabalığın içine atılması inan ki çok zor. Siz nasıl bir ailede doğdunuz bilmiyorum ama biraz olsun kendinizi benim yerime koymanızı istiyorum.”

Ağzını tam açacağı sırada elimi konuşmaması için havaya kaldırdım. Bir an bu hareketimle sustuğuna şaşırmış gibi duraksayıp yeniden konuşacağı sırada iki elimle de kulaklarımı kapattım ve “Sizi duyamıyorum ama yarın burada olacağım.” dedim. “Eğer elemanınıza vereceğiniz para için endişeleniyorsanız o parayı sokak hayvanlarına mama ya da ne bileyim hayır kurumuna falan bağışlayabilirsiniz. Ben size birkaç tane önerebilirim.”

Bana doğru daha yakın durdu. Bu sefer suratında daha babacan bir tavır vardı. Bir an kollarını havaya kaldırdı. Elleri ellerime giderken bunun büyük bir hata olduğunu anlayıp kollarını yine önünde kavuşturdu ve dudaklarını okumam için ağzını daha yayarak konuşarak ellerimi kulaklarımdan çekmemi istedi.

“Benim de çocukken yalnız kalmam gereken zamanlar oldu. Seni anlıyorum.”

“Bu işi bana verdiğiniz anlamına mı geliyor?”

Suratına hafif bir gülümseme yayıldı. “Yarın 17.00 gibi yardıma muhtaç gibi görüneceğim demek oluyor. Eğer buradan geçersen ve iyi bir insan olup bana yardım etmek istersen yardımını seve seve kabul ederim.”

“Çok teşekkür ederim gerçekten. Bana ne kadar yardımcı olduğunuzu tahmin bile edemezsiniz.” diyerek ellerimi önümde birleştirip gülümsediğimde kafasını olumlu anlamda salladı ve “Şimdi git ve yarın gel.” dedi.

Son kez kafamı olumlu anlamda salladıktan sonra dükkândan çıktım. Bir an için Selenra’nın nerede olduğuna bakacağım sırada ayağıma sürtünen şeyden dolayı afalladım. Hemen kafamı aşağı eğdiğimde kendi kendime kıkırdadım.

“Sen miydin?”

Turuncu yavru bir kedi ayağıma doğru atlamıştı. Tam onu sevmek için eğileceğim sırada ileriye doğru koştu ama sonra yeniden bana doğru koşup ayağıma doğru zıpladı. Bunu tekrar yaptığında dükkândan beni uzaklaştırmayı başarmıştı. En sonunda dizlerimin acımasını umursamadan kendimi kaldırıma adeta attığımda kediyi elime alabilmiştim. Eğer başka bir pozisyonda oturmayı deneseydim eteğim çok kolay bir şekilde açılabilirdi ve o kediyi sevmek için her şeyi yapabileceğim için dizlerimin acımasını umursamamıştım.

İki elime alıp onu yukarıya doğru kaldırdım. Bana miyavlarken neredeyse uzun zamandır gülümsemediğim kadar gülümsedim. Onu kucağıma doğru yatırdıktan sonra çenesinin altını okşamaya başlamıştım. O sırada anında mayıştı ve kollarımda resmen eridi. Mutlu olduğuna dair mırıldanmaları okşadığım parmaklarımı gıdıklıyordu.

“Turunç şey seni.” diye mırıldandım. “Ne oyuncu bir kedisin sen öyle.”

İleriden gelen adım sesleri bir süre sonra tam karşımda durup bana gölge yarattığında Selenra’nın tanıdık sesi bana doğru, “İlay.” diye seslendi. “Kedinin çok tatlı olduğunun farkındayım ama herkes sana bakıyor.”

Bir an kafamı kaldırıp etrafa gözlerimi diktiğimde gülüşüm söndü. Bunu diğer yakada yaptığımda kimsenin umurunda olmuyordu ama yanımdan geçen insanlar yürümeye devam ederken kafalarını çevirmeden bana bakıyorlardı.

Selenraya döneceğim sırada dükkânın girişinde kapının oraya omzunu yaslamış olan Arslan’ı gördüğümde doğrudan bana olan bakışlarını yakaladım. Buna rağmen gözlerini asla kaçırmamıştı ve kaçırmayı da planlamıyormuş gibi üstümde gezdirmeye devam ediyordu. Suratından ne düşündüğünü anlaması çok zordu.

Kirpiklerimi kırpıştırdım ve kucağımdaki kediyi yere isteksizce bıraktıktan sonra koşarak gittiği yeri izledim. Fark edemediğim sokağın köşesindeki kedi evinde annesiyle buluşmuştu.

“Ayrıca turuncu kediye sen az önce turunç mu dedin?” diye sordu bilmiş bir edayla. “Bir saat öncesine kadar benim isim koyma becerilerime laf etmiştin diye hatırlıyorum.”

“Başlama şimdi.”

“Haksız mıyım?”

Selenra bana elini uzattığında bir an için tutup tutmamak konusunda kararsız kalmıştım ki bunu garipsiyor olmamı gerektirecek bir durum olmadığını düşünerek elinden tuttum. Yardımıyla yerimden kalktıktan sonra herhangi bir frikik vermemek adına epey çaba harcadım ve dizlerimdeki kirleri elimle şöylesine bir sildim.

“İşi aldım.”

“Harika!”

“Sen ne konuştun onlarla?” deyip çenemle kitapevini işaret ettiğimde kafasını o tarafa çevirip Arslan ile göz göze geldi. İnatla gözlerini bizim olduğumuz taraftan çekmiyordu.

“Arslan’ı biraz silkeledim diyelim.”

“Silkeledin mi?”

“Ne var? Ben böyle kelimeler kullanamaz mıyım?”

“Yani… Garip geldi ama hoşuma gitti.”

“Aslan’ı inine geri gönderdim!” dediğinde suratımı buruşturup güldüm. Bu da ona daha çok cesaret vermişti. “Ona pençelerimi geçirdim! Yelelerinden kendime postiş yaptım!”

Koluma girip beni istediği gibi yönlendirdi ve yürümeye başladı. Mecburen onu takip ettiğim sırada suratı gülümsüyordu. Ben ise yaptığı esprilere devam etmemesi için kalçamla onu biraz iteklemiş ve “Tamam, yeter bu kadar.” demiştim. Ama o devam etmeye hazır göründüğü için konuyu değiştirmem gerektiğini biliyordum. “Arslan çoğu zaman kitapevinde mi çalışıyor?”

“Orası genel olarak kapalı. Arslan yapacak bir şey bulamadığı zaman orada takılıyor.”

“Niye ki?”

“Ülke içerisinde sanırım on yedi tane kitapevleri daha var. Bunların bazıları aynı şehir içerisinde. İyi para kazanıyorlar ama burası ilk açtıkları dükkân. Bir bakıma işler orada yürütülüyor gibi bir şey.”

“Hangi işler?”

“Bilemiyorum. Her ne yapıyorlarsa işte.” deyip omuz silkti. “Nedense orada telefon bile çekmiyor. Garip bir noktada.”

Loading...
0%