Yeni Üyelik
24.
Bölüm

24. BÖLÜM - ASLAN'IN İNİ

@rana.betb

Geçmişte umut etmenin aptalca olduğunu düşünen bir kız için tek kelimelik bir mesaj ne kadar anlam ifade edebilirdi bilmiyorum ama saatlerce bakıştığım tavandan gözlerimi çekmeme sebep olan o ses kulaklarımı doldurdu ve telefona kelimenin tam anlamıyla yapışmamı sağladı.

Günlerdir uyuyamıyor olmamın sebebi, elbette ki mesajın sahibiydi. Arslan iki haftadır ortalarda yoktu ve şimdi ondan gelen haber göğsümde filizlenen bu yeni umuda tutunmamı sağlıyordu.

Üstümde ne olduğuna bile bakmamıştım ama iki hafta sonra burada olmasının ardından gelen plansızlık elime kâğıt kalem almaya itmişti. Neden bunu yaptığımı bilmiyordum ama gecenin sonunu ön göremediğim için içimden gelen bir ses bunu yapmam gerektiğini söylüyordu. Eğer Selenra benden önce uyanırsa merak ederdi. Saatin sabah 04.47 olduğunu düşünecek olursak verdiğim kararın arkasındaydım.

Yazdığım kelimelerin birbirine karışıp karışmadığından bile emin değildim. Tek yaptığım en yakın boş kâğıda benim için endişelenmemesi hakkında bir notu başucuna bırakmaktı.

Üstümde beyaz renkte takım bir pijama vardı ve ben ne halde olduğumu bile bilmiyordum çünkü aynaya bakma fırsatım olmamıştı. Saçlarım muhtemelen yatakta dört dönmekten kabarmış ve birbirine girmişti. Bu nedenle dışarıya yavaş adımlarla çıktığım ilk anda tokamı saçlarımdan çıkartıp yukarıdan hızlı bir atkuyruğu yaptım.

Her adımım ayrı bir duygu barındırıyordu ve suratını gördüğüm anda hangisiyle karşısına çıkacağım hakkında bir fikrim yoktu.

Bir adım attım ve içim biraz daha özlemle doldu. Tıpkı mesajın ondan geldiğini telefonu elime almadan anladığım gibi. Resmen içime doğmuştu.

Bir adım daha attım. Ardından gelen duygu endişeydi.

Hayır, bu hep içimde bir yerlerdeydi. Hiç gitmiyordu. Sadece olduğu yerde çoğalıyor ve ara ara kendini bana daha şiddetli bir biçimde hatırlatıyordu.

Bir adım daha… Korku.

İyi miydi? Gelmemesinin sebebi Jale’nin ya da Ece’nin ailesinin ona bir şey yapması mıydı? Zarar görmüş olabilir miydi? Sağlığı yerinde miydi?

Ve bir adım daha… Hüzün.

Göz göze geldiğimiz ilk anda ağlamaktan korkuyordum. Endişe, bu iki hafta içinde tüm bedenimi öyle bir sarmıştı ki kendi kendine yoğurularak acıya dönüşmüştü.

Kış bahçesinin camlı kapısına doğru uzanmadan önce bile köprüdeki siluetini görebiliyordum. Beni daha fark etmemişti. Bu yüzden onu bir süre izledim. Kapı kolu avucumun içinde öylece dururken olduğum yerde kalakaldım.

Gerçekten oydu. Onu sırtı bana dönükken bile tanırdım.

Son adım… Öfke. Kapı kolunu çevirip ona doğru hızla yürürken tüm duygularımı baskılayan oydu.

Neden hiçbir mesajıma cevap vermemişti? Beni bu güne kadar bu kadar korkutması gerekli miydi? Bu kadar şey yaşadıktan sonra onun iyi olup olmadığını öğrenmek benim hakkım değil miydi?

Önce kafasını bana doğru çevirdi. Çenesi omzuna doğru yerleştirdikten bana döndüğü vakit burnumun ucu anında sızladı. İkimizin de mavilikleri ortada birleştiğinde bu sefer tüm bedeni benimkiyle hizalanmıştı.

Buraya onsuz gelmeyi, kilitli olsa bile cam kapıya yaslanıp bir süre yalnız kalmayı bile düşünmüştüm. Ama onsuz hiçbir anlamı olmayacaktı. Bu nedenle fikrimden çok çabuk caymış ve çok anlarımda tavanı izlemeye devam etmiştim.

Adımlarım bir an için öyle hızlandı ki hızımı alamayıp ona çarpacağımı düşünerek kendimi frenledim ve köprüye tek bir adım atıp durmadan önce, “Neredeydin sen?” diye sordum.

Kafamdan o kadar fazla düşünce geçiyordu ki ne yapacağımı ya da ne söyleyeceğimi bundan sonra ben kontrol edemeyecekmişim gibi hissediyordum. Sanki kafamın içindeki mantığa dayalı olmayan düşünceler bile ayağa kalkmış beni yönetmeye çalışıyordu.

Yumruk şeklini alan ellerimi olasılığı varmış gibi daha çok sıkarken tırnaklarım avuçlarıma doğru battı. Gözlerinden bir bir akmaya meyilli olan sözler ay ışığında bana doğru yansıyordu. O kadar merakla doluydum ki nereden başlamam gerek bilemiyordum. Ve bu da aramızdaki sessizliği daha da garipleştiriyordu.

Ona doğru bir adım attım. Ama devamı gelmedi. Belli belirsiz bir adım daha atmak için yeltendiğimde bu sefer ona değil yönetemediğim bacaklarıma doğru bakıyordum. Burnumun ucu hala o kadar sızlıyordu ki artık canımı sıkmaya başlamıştı.

Onu hem bu kadar özleyip hem de nasıl sinirli olabiliyordum bilmiyordum ama oluyordu işte. Aramızda neredeyse on kişinin sıraya dizilse çok rahat sığabileceği bir mesafe vardı ve ben yemin ederim tam bu noktadan kokusunu alabiliyordum. Burnumda tütüyordu.

“Bir şey söyle!” diye çıkışsam dahi gözlerim ayakucumda öylece dolanıyordu. Zeminde dikkatimi harcayacağım hiçbir şey olmamasına rağmen kafamı kaldıramıyordum. Sanki yere çivilenmiştim ve kımıldayamıyordum. İşin garibi gözlerim açık, zemine takılmış halde olmasına rağmen önümü göremiyormuş gibi hissediyordum.

Bir şey yap, Arslan! Bir şey söyle! Her ne olursa…

Derin bir nefes alıp yutkunurken köprünün ortasında olan Arslan bir an için kımıldandı. Ardından onu takip etmek için kafamı kaldırdığımda bana doğru yürüdüğünü gördüm. İşte o an iki zıt kutupmuşuz gibi ona çekildiğimde adımlarımı bu sefer korkmadan ona doğru atmaya başladım. Sanki her şey yavaş çekimde gerçekleşiyordu.

Ayakuçlarımız birbirlerinin tam hizalarına vardığında hafifçe eğildi ve kollarını hiç gecikmeden açıp bana sardı. İki büklüm bir şekilde öylece kalıp beni kucaklayacağını düşünmeye kalkışamadan havaya doğru kaldırıldığımda otomatik olarak ellerimi omuzlarına oradan da boynuna doğru sardım.

Bir kolu belimi, diğeri ise adeta tüm sırtımı kaplıyordu. Kendimi küçücük ve çok değerli bir şey gibi hissediyordum çünkü beni öyle bir sarıyordu ki sanki kırılmamdan korkuyor gibiydi. Ama aynı zamanda da sanki bir daha uzaklaşmamak için beni kendiyle bir yapmaya çalışıyordu.

Titrek bir nefes aldığımda suratını boynuma doğru yerleştirdi. Dudaklarım bu halimize şaşkınlıkla aralanırken ellerim titriyordu. Bunu bastırmak adına onu kollarımda daha sıkı sardığımda dudaklarından boğuk bir inleme çıktı. Bu yaptığından sonra havada kalan bacaklarımı beline dolama isteğimi zor zapt etmiştim.

“Ne kadar merak ettiğim,” diyerek zar zor konuşmaya çalıştığımda boğazımda öyle bir yumru vardı ki beni engellemek için yemin etmiş gibiydi. “ne kadar endişelendiğim hakkında bir fikrin var mı senin?”

Cevabı beni kollarında olasılığı varmış gibi daha çok kavrayarak olduğunda bundan daha da cesaret aldım. Çünkü belli ki konuşmam ve içimi dökmem için bana bir fırsat vermişti.

Titrek bir iç geçirirken, “Gözüme uyku girmedi!” dedim. Sesim neredeyse fısıldayarak çıksa da her kelimemin ardından volümüm biraz daha artıyordu. “Eceye bile sordum! Aklımı kaçıracağım sandım. Resmen yaşayıp yaşamadığına bile emin olamıyordum. Eğer Eceye sormasaydım dışarıdaki arabalardan birini alıp düz kontak yapmayı bile düşündüm ki bu çok saçma olurdu çünkü ne düz kontak yapmasını biliyorum, ne de araba kullanmasını.”

İçimde biriken tüm duygular sıkışıp beni patlama noktasına getirirken düşüncelerimin hangi birini dışarıya vurmam gerektiği konusunda kararsızdım. Ağzımdan hiç düşünmeden öylece çıkan cümlelerin haddi hesabı yokken bir an için nefessiz kaldığımda sinirim benden habersiz daha da büyüdü.

Sessizliği beni sağır etmeye yetecek boyuta gelirken derin bir iç geçirip saçlarımı kokladığını fark ettim. O an kollarında kımıldanıp yere iniş yaptığımda ellerimi göğsüne doğru bastırıp onu kendimden uzaklaştırmaya gayret gösterdim çünkü sarmaş haldeyken odaklanmak çok zordu.

“Konuş benimle! Bir şey söyle! Kayıtsız kalma!” derken beni susturan asıl şey suratındaki acı dolu ifade olmuştu. Ona vurduğum için canı acımıştı.

Suratımın saniyesinde rengi atarken ona doğru yeniden büyük bir adım attım ve avucumu çenesinin altına doğru sardım. Suratını sağa sola döndürürken ne görmem gerektiğini bilmiyordum ama hiçbir şey yoktu. Önce loş ışıkta herhangi bir iz göremediğimi sandım ama daha sonra elimi tişörtünün eteğine doğru indirdiğimde geri çekilmesiyle ne olduğunu anladım. Bunu ona yapan her kimse görülmeyecek yerlerine çalışmıştı.

“Neler oluyor Arslan?” Kafasını şimdi olmaz der gibi iki yana sallayarak cevap verdiğinde ısrar etmek dışında bir çarem yoktu. “Bunu sana kim-”

“Benimle kitabevine gelir misin?”

“Ne?”

Sözümü bu şekilde kesmesini ve onunla kitabevine gelmemi istemesi beklenmedik olduğundan suratımın aldığı hali tahmin edemiyordum. Bir an için kafama yatmadığından dolayı tekrar etmesini bile isteyecektim çünkü söylediğini uydurduğumdan neredeyse emindim.

“Anlatamam. Göstermem gerek.”

Gözlerim tişörtünün eteğine doğru kaydığında yaralarını göstereceğini sanmıştım ki, “Neyi?” diye sordum.

O an gözleri ilk defa farklı bir renge büründü. Bu daha önce görmediğim bir tondu. Neler düşündüğünü öngöremediğim ifadesi korku veriyordu. Korku da strese dönüşüyordu ve dolaylı yoldan onun için endişelenmemi sağlıyordu.

“Gerçeği.”

Omuzları dikleşti, çenesi kasıldı ve sırtı olabildiğince gerildi. Bir anda hızlıca bileğimi yakaladığında diğer elimle kolunu tuttum. Beni kendisiyle beraber yürütürken adımlarımı yavaşlaması adına yere çiviledim ve onu da frenlemeye çalışırken, “Dur!” dedim. Köprüden indiğimiz anda lafımı dinleyip suratını bana doğru döndürdüğünde bekledi. “Kitabevinin alt katını göstereceksen eğer yapma! Bu halde olmaz!”

Sanki dalga geçiyormuşum gibi bana bakarken kaşları çatıldı ve gözleri aynı anda kısıldı. “Bunu oranın varlığını bildiğin günden beri istiyordun!”

Kafamı iki yana salladım. “O farklıydı! Şimdi olmaz! Sen böyleyken değil!”

“Nesi farklı?” Burnundan soluyordu. Karşımda az önce beni kollarına alan adamın tam tersi vardı. Ama tek bildiğim öfkesinin bana olmadığıydı. Yine de bu haldeyken aldığı her karar onun zararına olacaktı. Bu noktada yapmam gereken tek şey onu düşünmekti.

“Bu hale gelmenin sebebi her kimse ona inat yapıyorsun! Bunu bir düşün-”

Elini benden çekip, “Her gün, her dakika düşündüğüm tek şey bu!” diyerek bağırdı ve bu sefer tüm bedenini bana doğru döndürürken iki parmağını şakaklarına doğru bastırdı. Öyle ki neredeyse kafasının içini delecek sandım. “Her saniye! Aklımda!” Aynı eliyle dışarıyı doğru işaret etti. Suratımla aynı hizaya gelebilmek için hafif kambur duruyordu. “O sikik çukur benim bir parçam! Derime kazınan bir yara! Suratımdan çıkmayacak bir leke!”

“Bunu daha sakin bir kafayla düşün-”

“Ben düşündüm!” dedi. “Gerçeğimi bilmen gerek ki haftalarca karşına çıkmadığı için endişelendiğin adamla zamanını daha fazla boşa harcama!”

Kafamı hızlıca iki yana salladım. “Pişman olacak-”

“Bir şey için pişmanlık duyacaksam, en azından bir amaç için olmalı.”

Gözlerimin içine baktığında sanki en sonunda sakinleşmek adına bir sebep bulmuş gibi sola doğru döndü. Gözlerini birkaç saniyeliğine yumdu ve çenesini bir süre sağa sola hareket ettirdi. Düşünmek için kendine birkaç saniye verdiğinde ellerini kaldırıp suratını ovaladı.

Yeniden bunun en doğru karar olacağını düşünmüş olacak ki vazgeçmedi ve gözlerini açıp elini tutmam için bana doğru uzattı.

Elini tutmadan ve acil durumlar için yan yana park edilmiş arabaların yanına gitmeden önce içimden bir ses art arda tek bir cümleyi fısıldıyordu.

O gün, bugün?

O gün, bugün.

Sessiz bir şekilde kış bahçesinden çıktığımda el ele olmamıza rağmen o benden önde ilerliyor ve etrafı kolaçan edip hızlı hareket etmemizi sağlıyordu. Merdivenlerden inip en sonunda dışarıya çıktığımızda Selenraya o notu yazdığım için iyi bir şey yaptığımı fark etmem içimi rahatlatmıştı. Çünkü beni bindirdiği siyah arabayla yolculuğumuz neredeyse bir saat sürmüştü ve geri dönüşümüzü de hesaba katarsak bugünü öldüreceğimiz kesindi.

Arabayı nasıl kullandığı, ehliyeti olmamasına rağmen polis çevirmesine denk gelme ihtimalimizi ya da ormanlık yoksa tek bir yanlış hareketiyle canımızı riske atması gibi düşüncelerim asla yoktu ki bunlar normal bir insanın aklına gelecek ilk sorunlar olmalıydı. Benim ise bu ölüm sessizliğinde düşünebildiğim tek şey oraya gidince neyle karşılaşacağımın kelimenin tam anlamıyla bir muamma olmasıydı.

Alanza’nın tam göbeğine indiğimizde arabayı sokağın köşesine park etti. Ardından arabadan o kadar hızlı indi ki ben kemerimi açarken o kapımı açmıştı.

İnmemi bekleyip kapıları kilitledikten sonra yeniden elinden tutmak istemiştim ki sanki aklımı okumuş ya da zaten bunu yapacakmış gibi bir refleksle ortada benimle buluştu. Parmak boğumlarım anında onunkilerle uyum içinde birbirlerine girdikleri vakit kitabevinin karşısına geçmiştik. O kilitleri açmadan önce etrafa o kadar dikkatli bakışlar atmıştı ki içimin ürpermediğini söylesem yalan söylemiş olurdum.

Belki üzerimde bir travma yaratmış olmalıydı ama bu saatlerde buralarda olduğumda aklıma turuncu kapüşonlu adam geliyordu ve kolay kolay da düşüncelerimden ayrılmıyordu.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde ışıkları açtı ve perdeleri indirdi. Hemen sonra hiç düşünmeden alt kata inen kapının kilidini de açtıktan sonra sensörlü ışık açıldı ve merdivenlerden inmeye başladık. İlk başta burası depo gibi görünse de tüm duvarlar boylu boyunca kitaplıklarla kaplı olduğu görülüyordu.

Merdivenin bitiminden hemen sola doğru döndüğümüzde bizi ayrı bir kitaplık karşılıyordu. Eğer kafamı oraya çevirmesem orada olduğunu tahmin edemeyeceğim bir kitaplıktı bu. İlk başta karşısında neden dikildiğimizi anlamasam da sesimi çıkartmamıştım. Buraya kadar indiğimizde Arslan hep aceleci davranmıştı ama şimdi hal ve tavırları daha dingindi.

Elimi yavaşça bıraktı. Onun hemen arkasında öylece beklerken kalbim şimdiden o kadar hızlı atıyordu ki duyabileceğinden neredeyse emindim.

Sol kolu hareket etti ve kitaplığın alttan dördüncü rafına doğru uzandı. Kitapların birkaçını elini alıp üst rafa doğru yatay bir biçimde koyduktan sonra açılan boşluğa doğru elini uzattı. Tam net göremiyordum ama dijital ekranı ve üzerinde sayılar olan elektronik bir alet çıktığında birkaçının üzerine basmaya başladı. Hemen sonra yanda görünen kolu tuttuğunda omzunun üzerinden bana bakıp derin bir nefes aldı.

Gözlerimiz birbirine değdiği anda yutkundum. Bu kitaplığın aslında gizli bir kapı olduğunu hayal bile edemezdim.

Kitaplığı, yani gizli kapıyı kendine doğru çekiştirdiğinde gözlerimi kısmam gerekmişti. İçerisi o kadar parlaktı ki daha önce maruz kalmadığım bir aydınlık suratıma doğru adeta çarptı. Öyle ki bir süre buraya alışmam için kendime zaman tanımam gerekecekti. Ama Arslan benim aksime buraya çok alışık olmalı ki neyle karşılaşacağını bildiğinden dolayı verdiğim tepkilerin hiçbirini vermemişti.

Refleks olarak gözlerimi ışıktan korumak adına kaldırdığım ellerimi yavaşça iki yanıma indirdiğim sırada kapıyı açtı ve içeriye ilk benim girmem için bir süre sesini çıkartmadan usulca bekledi. Ama stresi iliklerine kadar yaşıyordu ki adeta duyguları elektrik akımı gibi beni çarpıyor gibi hissediyordum. Ona değsem kim bilir neler olurdu…

Kafasını eğip gözlerini yere diktiğinde birkaç yavaş adımla beyaz odaya hiç çekinmeden girdim. Buraya bizden önce giren birileri varsa eğer ona deli gömleği giydirildiğine yemin edebilirdim ama bu oda kesinlikle böyle bir şey için tasarlanmamıştı.

Etrafta bir sürü camdan dolap vardı. Çeşitli bitkiler haricinde tam ortada sanki her an aşağıya birileri inip toplantı yapacaklarmış gibi bir masa mevcuttu. Kalın bir cama sahip olan masaya parmağım değse kırılacakmış gibi görünüyordu ama kalitesinden şüphe etme gibi bir lüksüm yoktu.

Deli odası haricinden aklıma gelen ilk şeylerden biri distopik bir evrene açılan geçit olmasıydı. Ama bu tuhaf düşüncelerimi bir kenara atmam gerektiğini bildiğimden gerçek dünyaya dönermişçesine kafamı iki yana hızla salladım. Güneşin doğmasına çok az kalmışken ve ben uykumu alamamışken aptalca düşüncelerimin beynimi işgal etmesi normaldi. Stres altında olduğumu da bir kenara koyarsak ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum.

Kitabevinin alt katında ne olduğunu öğrenmeyi orada bir şeyler olduğunu bildiğimden beri istiyordum. Ama şimdi burası bana hiçbir şeyi çağrıştırmadığı için bir cevap bulana kadar etrafta gözlerimi boş boş dolandırmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu.

Bir duvar tamamen küçük raflarla kaplıydı ve yine camdan duvarlarla korunuyordu. İlk başta dolap sansam da kırılmaz bir camla sonradan rafların üzerine eklendiklerini anladım.

Rafların üzerinde neredeyse kusursuz bir şekilde el emeği paketler bulunuyordu. İçlerinde ne olduğunu anlamam için daha yakınlarına girmem gerektiğini anladığımda arkamdan en sonunda Arslan’ın içeri girdiğini duyabiliyordum.

Bir elimi cama doğru koydum ve gözlerimi kısarak paketin içindekilere bakındım. Bu dayanıklı camların ardında bu kadar değerli neyi koruduklarını anlamak zamanımı almıştı ki karnıma ağrı saplanması bir olmuştu. Yumruk yemişim gibi hissediyordum.

“Burası…” Kaşlarım çatıldı. Hala daha anlamak istemediğimden dolayı sersemlemiş gibiydim. “Bunlar…”

“Uyuşturucu hanesi.” diyerek en sonunda sözümü tamamladı. Sesi öyle tiksinç bir konu için ağzını açmış gibi çıkıyordu ki onu göremesem de suratını buruşturduğunun çıkarımını kolayca yapabilmiştim. “Ailemin geçimini sağladığı yer. Buket’in öğrendiğinde bana şantaj olarak kullandığı yer. Ve en önemlisi de birçok gencin bağımlılıklarından faydalanıp cebimize kara para girmesini sağlayan yer!”

Gözlerim hayretle büyürken artık neden buraya kimsenin girmesini istemediğine tanıklık etmiş oldum. Artık her yapbozun parçası yerli yerine oturuyordu. Hem de hiç zorlanmadan. Sadece ufak bir baskı yeterliydi.

Gece yarısı toplantı yapmaya gelir gibi takım elbiseleriyle buraya gelen adamlar, turuncu kapüşonlu adamın bağımlı oluşu, Jale’nin yanında sürekli iki adamla dolaşması ve daha fazlası…

Bir an için yer sarsılıyor sandım. Zemin sanki ayaklarımdan çekiliyor gibiydi. Kafam bir an için o kadar yükle dolmuştu ki başıma giren ağrı gözlerimi yummama sebep oldu. Sanki gözümü kapatıp açsam bir kâbustan uyanacağımı sandım ama içten içe bunun olmayacağını biliyordum. Bu yüzden ummuyordum bile.

Ona doğru hızlıca döndüğümde bana bakamadığını gördüm. Kollarını önünde birleştirmiş karşımda öylece dikiliyordu. Benden daha yoğun duygular hissettiğine emindim çünkü buraya ilk defa kendi isteğiyle getirdiğin tek kişi bendim. Ben diyecek bir şey bulamazken onun kafasından ne düşünceler geçtiğini çok merak ediyordum.

“Bizim sattığımız mallardan sonra kaç genç öldü ve kayıtlara onlarda olmayan rahatsızlıklarıyla öldü diye geçildi biliyor musun?” diye sorduğunda yanıt beklemedi. “Ben de bilmiyorum. Sayamadığım kadar fazla.” Bir an için siniri öyle bozulmuştu ki kendi kendine hiç de içten olmayan bir şekilde güldü. “Sadece on beşinde bir çocuğa kalp krizi bile dediler. Ama sebebinin uyuşturucu olduğunu hiçbir raporunda yazmadılar.”

Buranın cennet rolünü üstlendiğini ama cehennem ateşiyle kaynayan bir çukur olduğunun imasını binlerce defa yapmıştı. Zaman zaman ona hak verdiğim olsa da ondan hiç beklemediğim bu sırla beraber başka kimler ne gizemler saklıyordur akıl sır erdiremiyordum. Muhtemelen artık duyduğum, duyacağım ya da bir şekilde kendi kendime öğreneceğim hiçbir şeye şaşırmayacaktım.

Aklıma annem geldiğinde tek gözüm seyirdi. Anında midemin bulandığını hissettim ve içime öyle bir ürperti girdi ki sanki ensemden aşağıya biri buz küpleri atıyordu.

Annemin ölümü bu boktan bağımlılıkken Arslan’ın ailesinin bu işi yaptığını öğrenmek daha önce nasıl hissettirirdi hiç düşünmemiştim. Kim böyle bir şeyi öngörüp de düşünebilirdi ki zaten?

Gözlerimi birkaç defa kırpıştırırken tek bir noktaya bakakaldım ve içimi ürperten bir diğer soru aklımdan doğrudan dilime varmasına izin verdim. “Peki Buket-”

Devam etmeme bile gerek kalmadan kafasını anında hızlı bir şekilde iki yana salladı ve “Hayır!” dedi. O kadar afallamıştı ki yanlış anlaşılmalara mahal vermek istemiyordu çünkü zaten benim gözümden yere battığına emindi. Daha fazlasını kaldıramazdı. “Sana tamamen doğruları anlattım. Ama eksik anlattım. Ondan uzaklaşmamın tek sebebi burayı bir şekilde kendi çabalarıyla öğrendiğinde bana yaptığı şantajdı. Ona şans vermezsem herkese söylemekle tehdit ediyordu. Onunla ne yapmam gerektiğini düşünürken öldüğüne dair bir telefon aldım. Sonra da Jaleye söyledim ve kalan diğer Çetin ailesi üyelerinin bilmediğinden emin olmasını sağladım. Kimseye söylememişti ama güvenimi zedelemişti.”

Elimi yumruk yapıp kalbimi hissetmek için göğsüme doğru koyduğumda titrediğimi fark ettim. Kulaklarım uğulduyordu çünkü bu kadarı çok fazla gelmişti ki daha hiçbir şey bilmediğimden de emindim. Bu sadece buz dağının görünen yüzüydü.

O her yaptığım hareketi incelikle gözlemliyor, tepkilerime kendince anlam vermeye çalışıyordu. Ona ne söyleyebilirdim çıkmazından hala kurtulamamışken göz ucuyla kapıya doğru baktım ve alt dudağımı ağzımın arasına doğru yuvarlayıp kemirmeye başladım. Burası beni o kadar boğmaya başlamıştı ki bayılacağım sandım. Burada kesinlikle oksijen yoktu.

Kapıya doğru hızla iki adım attığımda kaçtığımı sanır gibi acı bir tonlamayla, “Güneş!” dedi. Kulağa sanki adım hep buymuş gibi geliyordu. Ondan istemediğim için bana İlay diyerek seslenmemişti. Bu da beni durdurmaya yetmişti.

Kapıya doğru gitmedi ve sanki kapının orada durup hiçbir çıkışım kalmamış gibi hissetmemi istemedi. Tam arkamda durdu ve ellerini omuzlarıma nazikçe koyarak ona doğru dönmemi sağladı. Yaşlı gözlerini gördüğüm anda kanımın çekildiğini hissettim. Adeta bedenim onun avucunun içine doğru akıyordu.

Âdemelması yukarı kalkıp inerken bu yaptığı en zor şeymiş gibi yutkundu ve derin bir iç geçirip, “Sana ihtiyacım var.” dedi. “Gitme. Ne olursun gitme, lütfen.”

Hangi ara gözlerim yaşlandı ve biri yanağıma doğru kayarak firar etti bilmiyordum ama afallamış bir şekilde kirpiklerimi birkaç defa kırpıştırdım ve gözlerinin içine bakarak kafamı usul usul aşağı yukarı salladım.

“Tamam, buradayım.”

Kollarımı ona dolamak için parmak uçlarımda yükseldiğimde içinin titrediğini bir araya gelen bedenlerimiz sayesinde adeta göğüs kafesimde hissettim. Tek elim ensesini kavramış orayı okşarken derin bir nefes aldım. Çenesi omzuma öyle güzel oturmuştu ki sonsuza kadar böyle kalabilirdim.

Bu olanlara kendi kendime anlam vermek çok zordu. Bu yüzden cevaplar almam şarttı ve suratına baktığımda gördüğüm o küçük çocuğunda beni yanıltmayacağını içten içe biliyordum. Ondan daha fazlasını duymalıydım. Tüm gerçekleri bilmem şarttı.

Bir süre daha kısa saçlarını okşadıktan sonra içtenlikle, “Buradayım.” dedim. “Yanındaydım. Hiçbir yere girmiyorum ama lütfen yukarı çıkalım.”

Burnunu yukarı çekti ve bana fark etmeden yaşlı gözlerini silmeye çalışırken boşta kalan eliyle elimden tuttu. Beni buradan çıkartırken son kez kapanan kapının ardından içeriye doğru baktım. Kapı kapandığı anda bembeyaz florsan ışıktan iz dahi yoktu.

Beraber yukarı çıktıktan sonra derin bir iç çektim ve aklıma ilk gelen soruları sordum. “Bu nasıl oldu? Neden? Ne zaman?”

Kitabevinin içerisinde yürümeye başlarken, “Hep böyle değildi.” diyerek konuya girdi. Bundan sonrasında onu bölmemem gerektiğini hemen anladım çünkü uzun bir hikâye beni bekliyordu. “Buraya ben çok küçükken taşındığımızda babam kitabevinin iyi bir yatırım fikri olacağını söyleyerek burayı satın aldı. Biz de diğer yakadan geliyoruz ama babam orada yaşayan kimsenin geleceği olmadığına kendini inandırmış biri. Annem ona güvendi ve tüm birikmişini, evliliğindeki takılan tüm mücevherleri paraya çevirdi. İkisi de burası için çok emek harcadı çünkü tutacağından çok eminlerdi. Özellikle annem... Evlenmeden önce hep böyle bir şeyin parçası olmak istediğini anlatıp dururdu.”

Bir kitaplığın arasına doğru yürürken peşinden onu takip ettim. “İşler beklemedikleri kadar iyi gidiyordu. Bunun sebebi annemin buraya ikinci evimiz demesiydi. Bana kalırsa buraya bir yuvadan daha fazla emek verdiğini söyleyebilirim.”

Annesinden bahsederken suratı ışıldıyor, dudak kenarları buruk bir gülümsemeyle havaya kalkıyordu. Ama bundan sonra bahsedeceği şeylerden dolayı suratı, sanki etrafı aniden kara bulutlarla kaplanmış gibi gözle görülür bir biçimde düştü. “O kansere yakalandığında hasta yatağında aklında hep burası vardı. Buraya kim bakıyordu? Kasada kim vardı? Müşterilerle kim ilgileniyordu? Hepsinin keyfi yerinde miydi?” Diğer kitaplığa doğru giderken sağa doğru döndü. Onun cümleleri haricinde kitabevinin içinde duyulan tek şey aynı anda atılan adım seslerimizdi. “Babam kitabevini çok boşladı çünkü tüm odağı hastalık sürecinde haliyle annemdeydi. Ama annem iyileşemeyeceğini anladığında ve babamın da kitabevini onsuz işletemeyeceğini hissettiğinde başka bir güvence istedi. Beni yanına çağırdı.”

O bir sonraki kitaplığın arasına girdiğinde durdum ve aramızda kalan raflara dizilmiş kitapların arasından biraz boşluk açıp olduğum yerde onu izlemeye koyuldum. “Benim ne olursa olsun babamı ikna etmemi ve kitabevinin, yani ikinci evimizin sağ kalmasını istediğini söyledi. Ölse bile ruhunun oralarda bir yerlerde olacağını sayıklar dururdu. Kafamın bir köşesine bunu çocuk aklımla yazdım ve bu görev bilinciyle yaşadım. İflas edemezdik. Bu kitabevi kalmalıydı.”

Sanki bana anlatmıyor da sesli günlük tutuyormuş gibi bir hali vardı. “Annem öldüğünde bir süre daha idare ettik. Okuldan çıktığım gibi üstümde formayla çocuk yaşımda orayı kendim işletiyordum. Bazen okula bile gitmiyordum. Ama Alanza’da yaşamak maliyetliydi. Artık faturalara paramız zar zor yetiyordu. Babam da eski masa başı işine girmeyi denedi ama istifa ettiği için onu geri almadılar. Bana kalırsa zaten onu işe alsalar iki güne kovulurdu çünkü o kadar mutsuz ve çekilmez bir adama dönüştü ki uyum sağlaması mümkün değildi.”

Benimle göz göze geldiğinde sanki burada olmadığımı bilmiyormuş gibi irkildi. Ben de vakit kaybetmeden ona doğru yürüdüm. O yere oturup raflara doğru yaslandığında ben de aynı şeyi yaptım ve “Lütfen devam et.” dedim.

Kafasını olumlu anlamda salladı ve asıl konuya geldi. “O sıralarda babam Jaleyle tanıştı. Anında âşık olduğunu söylediğinde Jale’nin onu kör ettiğini anlamam zor olmadı. Yalnızlıktan kafasının bunaldığına emindim ama onu mutlu gören Hafsa beni de ikna etti. Evlenmelerine karşı çıkmadık. Ama babam ayrı bir işe girse de Jale’nin isteklerini karşılayamıyorduk. Kitabevi de ona asla yetmiyordu. Bu yüzden o da bir gün bir fikirle geldi. Babamla aralarında o sırada ne geçti de kabul etti bilmiyorum çünkü ben kitabevinde uyuşturucu ticareti yaptıklarını öğrendiğimde on dört yaşındaydım. Yani her şey için çok geçti. Bu fikri ortaya koyduğunda benim fikrim zaten alınmadı. Çocuk olduğum için gizlendi. Eğer kazayla görmeseydim de muhtemelen uzun yıllar gizlenmeye de devam edilirdi.”

Bacaklarımı kendime doğru çektim ve yanağımı dizlerimin üzerine yatırdım. “Kitabevi bir marka haline gelmişti ve ülke içerisinde bir sürü dükkân açılmaya başlamıştı ama uyuşturucu ticareti sadece burada yapılmaya devam ediliyordu. Jale risk almak istemiyordu. Tüm üretim de, alım satım da burada gerçekleşiyordu. Artık geçim derdimiz olmasa bile gölgelerde adımız biliniyordu. Karanlığa bir kere girdiğinde çıkman imkânsıza yakındır. Sektörden dilediğimiz gibi elimizi ayağımızı çekemiyorduk çünkü öyle büyüklerle ticaret yapıyorduk ki biz artık kendimizi temizlemeye çalışsak bile bize izin vermezlerdi çünkü kim olduklarını biliyorduk. En ünlü oyunculardan tut, şarkıcılara, iş adamlarından tut, siyasetçilere, oradan da ismini ağzına almanın bile yasak olduğu ağır abilere kadar.” Avucuyla suratını ovuşturdu. “Burayı ne olursa olsun kitabevi olarak işletmeye çok çabaladım. Alt katta olan her şeyi görmezden gelmeye çalıştım ama işin ucu bir şekilde bana değiyor çünkü alt katta olan her şeyin farkında olduğum alımı yapan herkes tarafından biliniyor. Babam her şeyin farkında ama göz yumuyor. Her şeyle Jale’nin ilgilenmesine razı. Hafsa’nın hiçbir şeyden haberi yok. Belki de bir şeyler seziyor ama hayatından memnun olduğu için değirmenin suyunun nereden döndüğü umurunda bile değil… Ben ise hiçbir şey yapamıyorum. Bilmeme rağmen sessiz kalıyorum. Kısacası, annemin olmamızı istemediği her şeyim ben.”

Duyduklarımı trajik bir masal gibi dinlemek ve başrolünün hayali bir karakter olmasını dilerdim. Ama yanımda benimle beraber rafların arasında oturan bu adam tüm anlattıklarının doğruluğunu suratından okunmasını sağlıyordu. Şu an benim için açık kitap gibiydi.

“Kılıç ailesiyle yapacağınız anlaşmalı evlilikle bunun bir bağlantısı var mı?” diye sormamla dudaklarını birbirlerine sıkıca bastırdı ve kafasını maalesef der gibi aşağı yukarı salladı.

“Giray Kılıç, Ece’nin babası, büyük bir mafya lideri ama o kadar gizli tutuluyor ki onu herkes iş insanı olarak biliyor. Eli konu çok uzun magazin onu yılın babası olarak biliyor. Karanlığa bulaşmış olduğunu ancak Eceyle işleri ciddiye bindirme kararı aldıklarında öğrendim.” dedi ve elini ensesine götürüp kaşıdı. “Jale bana eğer onunla evlenirsem daha fazla uyuşturucu ticareti yapmayacağını ve bundan elini eteğini çekeceğini söyledi. Kimse de bundan sonra bizden hesap soramazdı çünkü arkamızda Giray Kılıç olacaktı.”

Kafamı kaldırıp bir süre öylece önüme doğru bakındığımda kaşlarım refleks olarak çatıldı. “Ece bana, eğer seninle evlenirse babasının karanlık işlere daha fazla bulaşmayacağını söylemişti. Eğer bu işlerden uzaklaşırsa babasının annesiyle eskisi gibi olacağını düşünüyor ve buna tutunarak sesini çıkartmıyor.”

Yeniden ona doğru döndüğümde, “Böyle söylediğine emin misin?” diye sordu.

Anında kafamı onaylarcasına aşağı yukarı sallayarak sessiz bir yanıt verdiğimde duvara çarpmış gibi bir hali vardı.

“İkimize de farklı şeyler söylenmiş.” diye mırıldanırken belli belirsiz küfür etti. Suratını sertçe avuçlarken birden elini hışımla yere koydu.

Kalçamı suratını daha rahat görebilmem için öne doğru kaydırıp ona doğru döndüğümde bacaklarımı bağdaş yaptım ve “Eceyle bunu konuşmadınız mı peki?” diye sordum.

Kafasını iki yana salladı. “Ece etrafa göstermek için yanıma geliyor. Daha önce söylediğim gibi aile yemeklerinde bırak konuşmayı, göz göze bile gelmiyoruz.”

“Size yalan söylüyorlar! Planları başka bir şey olmalı.”

Çok kısa bir an düşündüğünde birden, “Ticareti büyütecekler!” diyerek parlarken sesi adeta çeliği kesebilirdi. “Bilmiyorum, belki de fiyatları arttıracaklar ama müşteriler karşı çıkamayacak çünkü arkamızda Giray piçinin ismi olacak.”

Kafasını geriye atıp bir süre derin nefesler alırken onu izledim. O kadar sersemlemiş haldeydim ki her dakika başı bunların yaşanıp yaşanmadığından emin olmak için kendimi çimdiklemem gerekiyordu ama nefes alışını duymak da yeterliydi.

Birinin varlığı içinde bir şeyler uyandırıp hislerine dokunduğunda bununla yapabileceğin sadece iki şey olduğunu düşünürsün vardır. Ya âşık olursun ya da nefret edersin. Başta nefret etmek için çabaladım çünkü başka seçeneğim olmadığını düşündüm. Ama o kusurlarına rağmen o kadar kusursuzdu ki diğer seçeneğe tutunmak artık çok kolay geliyordu.

Böyle bir hayatın içinde olmasına rağmen yanlış yollara sapmamış, doğru olduğunu düşündüğü her izin peşinden gitmişti. O yaşamın içinde her normal insan gibi yalpalanarak ilerlemiyordu. Çok büyük darbeler almıştı ve almaya da devam ediyordu.

Şu zamana kadar sırlarıyla baş başayken elimi uzatmak en doğru karar gibi geliyordu.

“Neden bana öyle bakıyorsun?” O kadar dalıp gitmiştim ki suratını bana eğip göz göze geldiğimizi bile fark edememiştim.

“Nasıl?”

“Hiç yanlışım yokmuş gibi.”

“Yok çünkü.” Kafasını iki yana sallayıp bir dizini kendine doğru çekip ardından kolunu onun üzerine doğru koydu. “En son ki aile yemeğinden sonra ne oldu? Neden iki hafta ortalıkta yoktun?”

“Suratımın iyileşmesini bekliyordum.”

Alt dudağım titrerken şakağıyla saç bitiminin olduğu yerde belli belirsiz yeşil bir leke gördüm. Biraz yaklaşıp elimi hafifçe kaldırdım. İşaret ve orta parmağımla yeşilliğin üzerine dokunurken, “Kim? Neden?” diye sordum.

“Bu evcilik oyununa bir son verilmesi gerektiğini söylediğimde sözüm dinlenmediği için kendimi tutamadım ve olaylar biraz hararetlendi.”

“Nasıl?”

“Giray’ın suratına yumruk attım ve bedelini de misliyle ödedim.”

Dudaklarım hayretle aralanırken, “Baban hiçbir şey yapmadı mı?” diye sordum.

“Başta araya girmek istese de sonrasında seyirci kaldı.”

O an kalbim fiziksel olarak nasıl acıyabilirse o kadar acıdı. Kapayamadığım dudaklarımın üzerine elimi koyduğumda bir süre şaşkınlığım dinmedi. Nasıl bir baba oğlunun dayak yemesini öylece yemek masasında oturup izleyebilirdi ki?

Yeniden oturuşumu değiştirip yanına doğru kaydım ve kolumu onun kolundan geçirip tutundum. Kafamı onun omzuna doğru yatırdığımda, “Çok üzgünüm.” diye mırıldandım.

Sesli bir nefes verdi. “Olma. Senin bir suçun yok.”

Kolunun üzerinde olan elimi hareket ettirip ona defalarca varlığımı hissettirmek ister gibi okşarken, “Ne yapacaksın?” diye sordum.

“Eceyle konuşmam gerek. Onun da gerçekleri bilmesi lazım.”

Omzunda yatan suratımı biraz ona doğru hareket ettirerek buradan suratına doğru bakmaya çalışarak başka bir soru yönelttim. “Peki, biz ne yapacağız?”

Kuruyan dudaklarını dili yardımıyla ıslattıktan sonra, “Hiçbir şey olmamış gibi devam edeceğiz. Başka çaremiz yok.” diye yanıt verdi.

Yeniden omzunda doğru daha rahat bir şekilde yaslandığımda o da kafamın üzerine yanağını yerleştirdi. O sırada dükkâna güneşin doğduğunu belli eden turuncu yansımalar girmeye çalışırken gözlerimi yumdum ve esnedikten sonra, “İstersek sadece kış bahçesi değil, her yer bize başlangıç olur, değil mi Arslan?” diye sordum.

“İstersek evet.”

Onun da gözlerini yumduğunu hissettiğimde ne kadar süre orada öylece uyuduk bilmiyordum ama günlerdir aldığım en rahat uyku olduğuna yemin edebilirdim.

Loading...
0%