@rana.betb
|
“Ben bunu yapabileceğimden emin değilim.” deyip altımdaki tenis eteğini çekiştirdim. Selenra ise filenin öbür ucunda topu atmamı beklerken bıkkın bir şekilde, “Neden?” diye sordu. Bugün onun sabrının sınırlarını epey zorlamıştım ve zorlamaya da devam ediyordum. “Bilmiyorum. Ne kadar korunaklı olsa da herhangi bir sporda etek giyilmezmiş ve her an bir yerlerim açılırmış gibi hissediyorum.” diye ofladığımda Selenra gözlerini devirip yanaklarını şişirerek taklidimi yaptı. “Saçmalama, şort etek o! Ayrıca bu etekle kalçalarımız harika görünüyor. Keşke hep bu eteği giyebilsem.” dedi ve raketi diğer eline alıp topu karşılamak için hazırda bekledi. “Hadi, bu sefer sana söylediğim gibi göndermeye çalış.” Beden dersindeydik ve lisenin ilk senesi herkesin bir spor seçip dördüncü seneye kadar onda profesyonelleşmesi gerektiğini öğrenmiştim. Tabii bu benim için mümkün değildi. Bu sebeple her hafta ayrı bir ya da iki spor dalını deniyordum. En azından birinden geçme notu alabilecek kadar iyi olursam öğretmenin bana çabamdan dolayı yüksek bir değerlendirme vereceğini söylemişti. Voleybol, basketbol, hentbol ve hatta futbol bile denemiştim. Ama hiçbiri benlik değildi. İlk başta voleybolu seçebileceğimi düşünmüştüm çünkü onda iyi olduğumu sanıyordum ama buradakiler eski okuluma göre o kadar iyiydi ki onlara yetişmem imkânsıza yakındı. Bu nedenle ne kadar çaba harcarsam harcayayım onların seviyesine gelemeyeceğimden dolayı her daim kötü olacaktım. Tam topu havaya atıp Selenraya göndereceğim sırada vazgeçip, “Ben bu sporda iyi değilim. Gün bitmeden başka bir şey denesem olmaz mı?” diye sordum. Selenra sanki karşısında mızıkçı bir çocuk varmış gibi gözlerini devirdi. “Ne gibi? Çoğunu denedin.” “Hayır, denemedim. Burada çok fazla seçenek var.” dedim ve elimle üstümü başımı şöylesine bir gösterdim. “Bilmiyorum. Daha az giyimime önem vereceğim bir şey olabilir belki.” Derin bir iç geçirdi ve daha sonra raketiyle bizim çaprazımızda olan sahayı gösterip, “Aslında okçuluk sana yakışırdı ama Ece de o kulüpte. Bu yüzden hiç ağzımı açmadım” dedi. O an kafamı o tarafa çevirip Ece’nin tam bir profesyonel gibi rahatça hedefin tam ortasına vurduğunu görmüştüm. “Yüzmeye ne dersin?” Yeniden Selenraya döndüm. “Çok komiksin.” “Koşu?” “Çok terlerim.” “Her spor terletir!” diye neredeyse bağırdı. “Ayrıca mücevher gibi parladığını hayal et. Ben öyle yapıyorum. Islak şeyler seksidir.” “Aklından geçenleri asla mantığa yatıramıyorum.” “Zaten şu an mantığa yatırmak yerine topu bana atman gerekiyor. Sandığın kadar kötü değilsin. Sadece gücünü ayarlayamıyorsun.” dedi. Tenis kortu okulun o kadar köşesindeydi ki ormanlık alana doğru gücümü ayarlayamayıp bir sürü topu dışarı doğru atmıştım. Ortasını bulamayıp ya çok güçlü atıyordum ya da fileden geçiremiyordum bile. Ben tenis topunu yere atıp birkaç defa sektirirken, “Topu gönder!” diye diretti. O anda onu dinleyip havaya attım ve topu gönderdim. Ama elbette bu top da saha dışına çıkmakla kalmamış ormanın derinliklerine kadar yol almıştı. Selenra gözlerini kısıp topun gittiği yeri takip etmeye çalışsa da ikimiz de hızına yetişememiştik. “Bir dahaki sefere konum göndereceğim.” “Navigasyon muyum ben? Öyle de atamam.” İşaret ve başparmağının arasına ufacık bir mesafe açıp, “O kadar negatif basıyorsun ki vazgeçmeme şu kadar kaldı.” diye isyan edip topuklarını yere doğru vurarak top sepetinden başka bir top almaya gitti. Azar yiyen küçük bir çocuk gibi suratımdaki mahcuplukla omuz silktim. “Gücümü ayarlayamıyorum.” “Ben de ayarlayamayıp kafana atarsam görürsün.” Kaşlarımı çatıp yerine geçmesini beklerken, “Niye birden şiddet meraklısı oldun?” diye sordum. “Hala okuldan kaçıp gece yarısı Arslanla ne yaptığınızı anlatmadın çünkü.” İsmini söylediği için birileri duydu mu diye etrafa baktıktan sonra işaret parmağımı sus anlamında dudaklarıma doğru götürdüm. “Anlatacağım bir şey olsa anlatırdım.” “Gecenin bir yarısı okul sınırlarına çıkıyorsunuz ve hiçbir şey olmadığını mı iddia ediyorsun?” “Hiçbir şey olmadı demiyorum. Anlatamam diyorum.” “Endişelenmeli miyim?” “Benim için değil.” Derin bir nefes alıp topu birkaç defa yerde sektirip eline aldı. Sonra da bu konuyu daha fazla diretmemeye karar verip topu gönderdi. Top bana ulaştığında karşılık verdim ve bu sefer onun da karşılık vereceği bir hızla attım. Ama heyecanım bir sonraki atışımda maalesef ki toz bulutuna dönüşmüştü. “Bu ormana gönderdiğin kaçıncı top acaba?” “Yirmiden sonra saymayı bıraktım.” “Neyse, en azından yeni bir rekor kırdın. İki kere topa art arda dokundun.” diyerek ayaklarını sürte sürte top sepetine doğru tam gidecekken içinde kalmadığını hatırlayıp yere doğru çöktü. “Ben toplamalarını söylerim ama onlar getirene kadar senin de yeni toplar getirmen gerekiyor. Malzeme odası soyunma odasının hemen yanında olması lazım.” “Daha önce oraya hiç gitmedim.” “Ben de. Ama bir şey olmaz.” “Bizim girmemize izin var mı?” “İzin kâğıdı mı çıkartalım şimdi burada? Git al ve gel işte.” Yanımızdaki tenis kortundaki kızları işaret ettim. “Şunlardan istesek?” “Sen olsan sana top verir miydin?” “Tamam, gidiyorum.” deyip elimdeki raketi yere attım ve geri geri yürüyüp önüme dönmeden önce Selenraya dil çıkarttım. “Ama şunu bil ki konu tenis olunca kaba bir insan oluyorsun.” Omuz silkti. “Huyum kurusun.” Havalar soğumasına rağmen hep hareket halinde olduğumuzdan dolayı üşümüyorduk. Zaten içimizde kalın taytlar vardı ve güneş tam tepedeydi. Bizi yakmıyordu. Sadece varlığıyla yardımcı oluyordu. Okulun merdivenlerine doğru yöneldim ve içeri girip soyunma odasına doğru yönleneceğim sırada arkamdan gelen sesle duraksadım. “Nereye?” Arkamı dönüp kim olduğuna bakmama gerek kalmadan sesin sahibini tanıdığımda bana yetişmiş ve yanımdaki yerini çabucak almıştı. Artık benimle beraber yürüyordu. Benim bacak boyun ondan daha kısa olmasına rağmen adımlarımız bile aynıydı. Kafamı ona doğru kaldırdım. “Bana verilen tüm tenis toplarını ormanın içine yolladım. Yenilerini almam için malzeme odasına gidiyordum. Sen neden buradasın?” Arslan ciddi bir ifade takındı. “Aynı sebepten.” “Gerçekten mi?” Anında ciddiyetini bozdu ve kafasını iki yana sallayıp, “Hayır.” diye yanıt verdi. “İçeriye girdiğini görünce yalnız kalmak istedim.” Suratımda saniyesinde oluşan gülümsememin sebebi onun için yalnızlığın anlamını biliyor oluşumdu. O da dudak kenarlarımın hafifçe havalandığını fark etmiş olmalı ki net görmek için kafasını eğdi. Ama onu omzundan ittim. Kitabevinde uyuyakalıp geri okula geldiğimizde o gün hakkında daha fazla konuşmamıştık. Arslan bir sonraki aile yemeğinde Eceyle de anlaşıp onlarla konuşmayı planlıyordu ama bu biraz uzun sürebilirdi çünkü bugün Ece’nin telefon konuşmasına kulak misafiri olmuştum ve babasının yurt dışında olduğunu öğrenmiştim. Kafasında nasıl bir senaryo kurup harekete geçireceğine dair en ufak bir fikrim de yoktu çünkü beni tüm bunların dışında tutmaya çalışıyordu. Kendi içinde ne yaşıyordu bilmiyordum ama onu zorlamamam gerektiğinin de farkındaydım. Çünkü o bir şekilde kendiyle hesaplaşıp beni haberdar ediyordu. Bu nedenle konuştuğumuz gibi ona saygı duyup hiçbir şey olmamış gibi davranmam en iyisiydi. Soyunma odasının oraya geldiğimizde malzeme odasının Selenra’nın da dediği gibi hemen yanında olduğunu gördüm. Kapının kilitli olmamasından faydalanarak kolayca açtım ve içeriye girmeden önce, “Malzeme odasında yalnız kalmak yerine kış bahçesini tercih ederdim.” dedim. Ona bakarak yürürken omuz silktiğini gördüm. “Yanındayken böyle küçük ayrıntılara takılmıyorum.” Hemen ardından kafamı ona doğru döndürüp merdivenlerden inmeye çalıştığım için hızlı bir adım atıp kolumdan tuttu. “Kafana dikkat et.” Önüme döndüğümde yukarıdan geçen bir borunun bize çok yakın olduğunu fark ettim. Arkama bakarak yürüsem bile muhtemelen boyumdan dolayı kafamın üstünden sıyırırdı ama Arslan’ın oradan geçerken epey eğilmesi gerekmişti. Merdivenlerden aşağıya yavaş yavaş inerken buranın okulun en düzensiz yeri olduğunu söyleyecek kadar çok yeri incelemiştim. Aslında neyin ne olduğu gayet belliydi. Ama okulda başka oda kalmamış gibi burası gözden çıkarılmış gibiydi. Zemin kattan aşağıya doğru indiğimi için de bodrum katından farkı yoktu. Tüm bunların yanı sıra yer, duvarlar ve tavan tamamen taştandı. Etrafta merdivenin orada olduğu gibi bir sürü boru geçiyordu. Pencereler küçüktü ve yukarıdaydı. Işık yoktu ve dışarıdan gelen ışıkla yetinmek zorundaydık. “Eski okulumdaki malzeme odasıyla karşılaştırıldığında burası epey kötü.” deyip son adımımı attım. “Çünkü malzeme odamız yoktu. Her şekilde buradan iyidir.” Arslan güldü. “Normalde malzeme odası burada değildi. Küçük bir tadilat yapıyorlar. Bu yüzden tüm eşyaları buraya atmışlar.” Elbette buranın böyle olmasının bir sebebi olmalıydı. Yoksa bu okulda düzensiz ve göze hoş görünmeyen bir yer bulunması imkânsıza yakındı. Selenra’nın da malzeme odasının burada olması konusunda emin olmayışını da anlamış olmuştum. Etrafa şöylesine bir bakınıp tenis toplarını ararken, “Koç ortadan kaybolduğunu anlamaz mı?” diye sordum. Birkaç adımda tam yanıma doğru yeniden geçtiğinde soruma soruyla karşılık vermeyi tercih etti ve basket toplarının olduğu sepete doğru yaslanıp suratına muzır bir ifade takındı. “Benden kaçmaya falan mı çalışıyorsun?” Kaşlarımı çattım. “Hayır!” “Kulağa beni yanından göndermeye çok heveslisin gibi duyuluyor da.” Etrafta şöylesine dolanırken ona arkamı dönmüştüm ki söylediği şeyle aramaktan vazgeçip ona doğru döndüm ve karşısına doğru yürümeye başladım. “İki hafta boyunca ortalarda yoktun. Dersleri kaçırmandan endişe eden iyi bir insanım o kadar.” Ona doğru adımlar atarken boynunu yana doğru eğip keyifli bir ifadeyle beni izledi. “Boynumun ağrıdığını söyleyip mola istedim. Benim yerime yedekten birini sokmuşlardır. Zamanım bol.” Ayakuçlarımızı birleştirdikten sonra kafamı aşağı yukarı sallayıp dudaklarımı büzdüm. İşaret parmağımı karın boşluğuna doğru bastırırken ona bakmıyordum ama onun tüm odağı bendeydi. Tırnağımı karnına hafifçe batırıp döndürürken ben de ne yaptığımın farkında değildim ama Arslan’ın aldığı nefesle dahi bu yaptığımın hoşuna gittiğini belli ediyordu. Bu nedenle daha çok cesaret aldım ve üstündeki kumaşı parmaklarımın arasında ezdim. Bir süre ezip orada oyalandıktan sonra sanki çok önemli bir şey yapıyormuşum gibi ikimiz de sessizdik. Kendimi tutamayıp birden bire kıkırdadığımda göz ucuyla ona baktım. Halinden memnunmuş gibi gülümsüyordu. “Kitabevinde çok rahat bir pozisyonda değildin tabii. Hala onun ağrısını çekiyor olmalısın.” dedim ama amacım o günün can sıkıcı dakikalarını hatırlatmak değildi. O da bunu gayet iyi anlamıştı. O gün aramızdaki bir sır perdesini indirmiştik ve bir şekilde mesafe kat etmeye başlamıştık. Binlerce hikâye anlatan kitapların içinde kendi hikâyemizi yazmaya çalışırken rafların ortasında beraber uyumuştuk. Ve o da benim gibi bardağın dolu tarafına bakmış olmalı ki suratını biraz eğip göz göze gelmemizi sağlamaya çalışmıştı. “Hayatımın en güzel uykusuydu.” Gülümsemem daha çok genişlerken kafamı eğdim. O an hemen ardındaki sepette sadece basketbol toplarının olmadığını görmemle ona doğru yaklaştım. Kafamı kaldırıp yalandan çattığım kaşlarımı incelerken alt dudağını dili yardımıyla ıslattı. Bir an için onu öpeceğimi sandığından dolayı hızlıca yanından geçtiğim anda boşluğa düşmesiyle gülüşümü bastırmaya çalıştım. Kenarda gözüme kestirdiğim kumaş poşete tenis toplarını doldururken anlayacağını bilmeme rağmen inandırıcı olmaya çalışarak, “Hayal kırıklığına uğradım.” dedim. “Başından beri basketbol toplarının arasında olduğunu neden söylemedin?” Arkamdaki varlığını hissedebiliyordum. Az önce yaptığım hamlenin şokunu üzerinden atlatmaya çalıştığına yemin edebilirdim ama suratını göremediğim için kanıtlayamazdım. Bunun yanı sıra gülüşümü bastırmaya çalışırken cümle bile zor kurmuştum. Gülüşümü bastıramadığım için de afallayışını canlı canlı görememiştim. Tenis toplarını sayarak arkama döndüğümde tam önümde olduğunu görünce otomatik olarak kafamı ona doğru kaldırdım. Dudaklarını birbirine bastırmış gülerken sanki az önce hiç yaşanmamış gibi davranıp hemen yanından geçtim ve merdivenlere doğru yöneldim. O ise arkamdan gelirken söylenmeye başlamıştı bile. “Az önce bana doğru yaklaşırken asıl ben hayal kırıklığına uğradım. Acılarımızı yarıştıracaksak eğer şu an için ben kazanırım gibi görünüyor.” “Kafanda kurmuşsun. Ben hiçbir şey yapmadım. Aksine, sen neredeyse dudaklarıma değecektin.” “Değemedim ki!” Ne olur ne olmaz diye boruya çarpmamak için hafif eğilerek basamakları çıkarken o görmese bile gözlerimi devirdim. Ardından kapıya ulaştığımda kolu aşağıya indirip ileriye doğru ittiğimde olduğum yerde kalakaldım. Birkaç defa kolu indirip yine itmeye çalıştığımda bıkkın bir tavırla Arslan’a döndüm ve “Çok komik Arslan. Anahtarı ver.” deyip avucumu ona doğru uzattım. Anlamayarak suratıma baktı. “Ne anahtarı?” “Bizi kilitlemedin mi?” Kaşları çatıldı ve benim olduğum yere geçti. “Seninle burada vakit harcamak için tenis toplarının yerini söylemediğimi itiraf edebilirim ama hayır, bizi buraya kilitlemedim.” Kapıyı omzuyla beraber bir süre zorladı ama nafileydi. Biri gelene kadar burada kalmış gibi görünüyorduk. “Kapı bozulmuş. Muhtemelen diğer taraftan açılıyor.” Ellerimi belime koyup, “Siktir ya!” deyip hayıflanırken sanki işe yararmış gibi kapıyı ben de biraz itekledim ama sonra geri dönüp merdivenlerden inmeye başladım. Oturacak hiçbir yer olmadığı için de son basamağa doğru oturdum. “Elbet biri yokluğumuzu fark eder.” Yanıma doğru çömelirken, “O zamana kadar ne yapmak istersin?” diye sordu. Ona attığım bakışla masum olduğunu belli edercesine ellerini havaya kaldırdı. “O manada demedim.” “Hangi manada dedin?” “Senin aklın onlara çalışıyorsa benim yapacak hiçbir şeyim yok.” “Az önce ağzıma kadar giren sendin!” “Ben olduğum yerde duruyordum. Sen üzerime doğru yürüdün.” Kendi omzumla onunkisine vurarak onu sarstım. “Değemedim diye niye hayıflandın o zaman?” “Yani olsa fena olmazdı tabii.” dediğinde onu bir kez daha sarstım. “Ama seni böyle bir yerde öpmem-” “Neden?” Tek kaşı yaramaz bir şekilde havalandığında avucumu suratına doğru dayayıp onu ittim. “Hayır, yani merak ediyorum. Beni öpmenin en uygun zamanı ve yeri mi var?” Başta gülerken sorumla beraber ciddileşti ve sanki sorum kulağa çok absürt geliyormuş gibi kaşlarını çattı. “En güzel şeyleri hak ediyorsun. Neden sana özel bir anı rezil bir bodrum katında yaşatayım?” “O özel anı yaratırken neden nerede olduğumuza bakalım ki?” Söylediğim şey ona da mantıklı gelmiş olmalıydı ama neden bunu daha önce düşünemediğine dair bir karmaşa yaşıyordu. Bu nedenle bu anı değerlendirip yakasından tuttum ve onu kendime çekiştirirken dudaklarına küçük bir buse kondurdum. Suratındaki şaşkınlığı görmek için onu kendimden hafifçe iterken kızarmamıştım bile. Artık her şey çok doğal geliyordu. Şaşkınlığını atlatıp az önce öptüğüm dudaklarının tadına bakarken elini arkamdaki basamağa doğru koyup bana doğru yönelecekken aniden ayağa kalktım. Ellerimi arkamda birleştirip bir defa sekerek yürürken ona doğru döndüm. Dumura uğramış suratı bir yandan eğlenceli bir ifadeyle harmanlanmışken bacaklarını uzattı ve dirseklerini de arkasındaki basamaklara koyarak yayıldı. “Kötü bir oyun oynuyorsun.” “Ve kazanıyorum.” Güldü ve beni baştan aşağı şöyle bir süzdü. “Tenis eteği sana yakışıyor.” Sanki üzerimdeki varlığını unutmuşum gibi hatırlatınca elimin tersiyle şöylesine bir silkeledim. “Ama yapmak istediğinden emin misin? Pek senlik değilmiş gibi.” “Beni oynarken nasıl izlemiş olabilirsin ki?” “Top elimde değilken çırpınışlarını izlemek günümün en keyifli dakikalarıydı.” Gözlerimi devirdim. “Takımın senden nefret ediyor olmalı. Oyundayken odağını kaybettiğine göre bir sayı bile alamıyorsundur.” “Ben halimden memnunum. Ayrıca bu halimle bile sayı alıyorum.” “Uzun zamandır egon hakkında konuşmuyorduk. Devam et lütfen.” derken elbette ciddi olmadığımı görebildiği için bu sefer gözlerini devirip kafasını iki yana sallayan o olmuştu. Hafif doğrulup oturuşunu değiştirmek için dizlerini kendine doğru çekti. Ardından dirseklerini dizlerine yerleştirip kafasını da beni rahatça görebilmek adına kaldırdığında o an aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Bana bir soru sor.” “Hm?” “Madem biri gelene kadar buradayız,” dedim ve tekrar ettim. “Bana bir soru sor. Ben de sana.” “Aklına birden bire nereden geldi?” Omuz silktim ve ona doğru yürüdüm. “Birbirimiz hakkında spesifik şeyler bilmediğimizi fark ettim. Bu durumu değiştirmemiz gerekmez mi? Hazır zamanımız da varken iyi değerlendirebiliriz.” “Zamanı iyi değerlendirme konusunda başka fikirlerim de var tabii ama madem böyle istiyorsun o zaman tamam.” dedi ve doğrulup koluma uzandı. Beni bacaklarının arasına doğru hemen alt basamağa oturtmuştu. Dikkatimi dağıtmaya çalıştığının farkındaydım ama bu numarayı yemeyecektim. “Ne gibi spesifik şeylerden bahsediyorsun?” “Bilmem ki. En sevdiğin renk, hayvan… Buna benzer şeyler.” dedim. “Çoğu insan bunları öğrenerek bir başlangıç yapar ama biz bunun tam tersini yaptık. Hem zaten her günümüzü yeni bir başlangıç olarak görüyorsak bir şey kaçırmamışız demektir. Neden şimdi başlamıyoruz? Sen merak etmiyor musun?” “Senin hakkındaki her şeyi öğrenme konusunda hevesli olsam da her detayını yaşayıp öğrenmek bana göre daha keyif vericiydi.” demesiyle kafamı kaldırıp suratına baktım. “Tamam o zaman yapmayalım.” Anında yerimden kalkmak için hazırlanırken tam ondan uzaklaşıyordum ki beni belimden kavradı ve bu sefer dizine doğru oturturken, “Ağzından çıktı bir kere. İsteğini yerine getirmem icap eder.” dedi. “Ne demiştin, renk ve hayvan mı?” Bir eli hala belimdeyken avucuyla orayı sakince okşamaya başlamıştı. Kendine düşünmek için fırsat veriyormuş gibi yapıp benim ayarlarımla oynuyordur. “Bilerek yapıyorsun.” dedim. “Düşünmek dışında hiçbir şey yapmıyorum. Yoksa dikkatin mi dağıldı?” “İyi, düşün o zaman!” Artık bana bakması için kafasını kaldırması gereken oydu. Çünkü ben kucağındayken ona bakmak adına suratımı hafifçe eğmem gerekiyordu. Dudaklarını birbirine bastırıp ağzının içine yuvarlarken karşısındaki tek bir noktaya bakıyordu. Gerçekten düşündüğünü anladığımda cevabı daha çok merak etmiştim. “O rengin adını bilmiyorum.” “Örnek vermeye çalış.” Dediğimi yaparken kaşlarını çatıp kısaca düşündü ve “Gün batımı renklerinin mavi alt tonlu olduğunu düşün.” diye yanıt verdi. Kendi kendime güldüm ve “Pekâlâ Bob Ross,” dedim. Suratını bana doğru döndürdü. “Hangi ara böyle bir renkle karşılaştın da favorin oldu?” “Gün batımını gözlerinden izlediğimde.” Kan akışım sanki tek bir saniye içinde donmuş, kaynamış ve yeniden akmaya başlamıştı. Kalbim sanki kulaklarımda atıyormuş gibi zonkluyordu. Her ne yapıyorsa ya da ne diyorsa bunu çok doğal bir şekilde yapıyor olması asıl sorundu. Yapılması gereken komutlar, söylenmesi gereken görevlermiş gibi davranıyordu. O her şeyi bu kadar doğallaştırırken etkilenmemiş gibi davranmak çok zordu. Özellikle gözlerimin içine bakarken… Aniden konuyu değiştirmeye çalışarak, “Hayvana geç.” dedim. Amacı beni etkilemek değil de tüm zerremle bir arada olmakmış gibi gelirken hoşuma giden bir şey söylediğini fark ettiği gibi gülümsedi. “Ne oldu? Sanki bi’ kızardın gibi geldi bana.” “En sevdiğin hayvana geçer misin?” diyerek direttim. “Aslan falan deme ama çok klişe olur.” Bu halimle ne kadar eğlendiğini belli etse de çok uzatmadan dudaklarında tch sesi çıkarttı ve “Kartal sanırım. Uçmanın nasıl bir şey olduğunu merak ederim. Ama yırtıcı kuşlara da yem olmak istemem.” dedi. “Senin sıran.” “Baştan söyleyeyim, ben senin gibi yanıtlarımı süsleyemem.” Yalandan kaşlarını çatıp burnunu kırıştırdı. “Tüh ya, seni etkilemek için girdiğim çabayı anladın demek!” “Tam bir kolpacısın!” Diğer elini belimin arkasında olan eliyle birleştirdiğinde beni tamamen sarmaladı ve olasılığı varmış gibi kendine daha çok çekti. “Seni etkilemek için böyle ucuz numaralara girmem ben. Neyse doğrusu onu söyledim.” “Ben de o zaman mavi ve gri diyeyim mi?” Sorgularcasına tek kaşı havaya doğru hafifçe kalkıp indi. “Gözlerim gri değil.” “Sen öyle san. Mavi olabilir ama gri hareleri var ve bazen daha baskın görünüyor. Kendinden bir habersin.” İşaret parmağımla gözlerini gösterdim. “Şimdi ki gibi. Gel ayna bulalım istersen de kanıtlayayım. Gerçi bu ışıktan anlaşılmaz ama…” Tam kucağından kalkmaya yeltenmiştim ki, “Gerek yok. Sana inanıyorum.” diyerek beni yerime yeniden oturttu. Ama bu sefer düşeceğimi sanıp ellerimi omuzlarına yerleştirmiştim. “Şimdi doğru yanıtı ver.” “Yeşil.” Kafasını olumlu anlamda salladı. “Peki hayvan?” “At.” dedim. “Ama kendi başınaysa. Binek hayvanı olarak kullanılmayacaklarsa… Bilmiyorum neden. Sanırım, çok, özgür hissettiriyor.” Çenesini tamamen havaya kaldırdı ve tüm odağıyla beni dinliyormuş gibi gözlerini tam gözlerimin içine dikti. Beni gerçekten dinlediğini biliyordum ama dikkatim o kadar dağılmıştı ki bundan sonra iki kelimeyi yan yana getirmekte zorlanacağıma emindim. “Devam et.” “Sen çok oldun ama! Böyle yaparsan devam edemem ki!” deyip omzunda olan elimle ona hafifçe vurdum. “Ne yaptım ki? Ben dinliyorum seni.” “Belli, belli. Kulağın bende.” “Çok net bir şekilde.” deyip alt dudağını ağzına doğru yuvarladığında kaşlarımı havaya kaldırıp ona bir süre baktım. Öylece dururken bile heyecandan göğsüm hızla kalkıp iniyordu ama onda, keyfi yerinde gibi görünse de en ufak bir hareketlenme bile yoktu. Yanağımın içini ısırıp dudaklarımı büzdüm ve meydan okurcasına, “Kazanamayacaksın, biliyorsun değil mi?” dedim. “Ne? Oyun mu? Ben çoktan unuttum onu.” “Tabii. Kesin öyledir.” “Öyle. Şüphen mi var-” demesiyle omuzlarında olan ellerimden yardım alarak bir bacağımı diğer yanına doğru attım. O rahat oturabilmem için anında refleks olarak bacaklarını kapatıp ellerini de belime yerleştirdiğinde bir süre suratıma şaşkın şaşkın baktı. Gözleri büyümüştü. “Ne yapıyorsun?” Onun lafını ona satarak, “Ne oldu? Yoksa dikkatin mi dağıldı?” diye sorduğumda kucağına doğru tamamen yerleştim. Belimdeki parmakları kasılıp tenimi avuçladığında gözleri bir an için uzun uzadıya kapanıp açıldı. Sesli bir şekilde yutkunup dudakları aralandığında kirpiklerinin arasında bana bakıyordu. Ona beni öpmesi için yerin ve zamanın önemli olmadığını söylemiş olup onun da bana bir şekilde katılmasını sağlasam da ilk öpenin ben olmam istediğini gözlerinden görebiliyordum. Ama ona bu zevki tattırmayacaktım. Bu küçük oyun beni kucağına aldığı anda başlamıştı. “Tehlikeli sularda yüzüyorsun.” Atkuyruğumu açıp sağ tarafıma doğru saçlarımı attım ve suratına doğru yaklaştım. Nefesim suratına değdiği anda âdemelmasının yukarı aşağı hareket ettiğini gördüm. Son anda dudaklarından teğet geçtiğimde kulağına doğru yaklaştım ve fısıldadım. “Ben yüzme bilmiyorum. Unuttun mu? Boğulmadan önce beni kurtarman gerekecek.” Bu cesaretimin kaynağı nereden geliyordu bilmiyordum ama sanki tenimin altında kor bir ateş yanıyordu. Söndürülmesinin yolunu bile bilmiyordum ama bana verdiği özgüvenle yaptıklarımdan sorumlu değilmişim gibi hissediyordum. O benimle uğraşıp dururken bunu büyük bir doğallıkla yaparken aynı refleks bana da geçmişti sanki. Yapılması gerekiyordu ve yapıyordum. Çünkü istiyordum. Üzerinde bıraktığım etkiyi gözlerimde görmek istiyordum. Omuzlarımda olan ellerimle teninin üzerinde kumaşı çekiştirdim ve kulağına doğru nefesimi verdim. Hemen ardından kalçamı hafifçe hareket ettirdim. Tam bu anda elleri durmam için kalçamın iki yanına vardığında yanlış bir hamle yapıp beni kendine daha çok bastırdı. Bunu yapmayı planlamadığını ama daha çok refleks olarak gerçekleştiğini dudaklarından çıkan inlemeyle kanıtlamıştı ki kıkırdamaya başladım. Sesli bir şekilde yutkundu ve “Siktir!” diye homurdandı. “Bir sorun mu var?” Suratımı yeniden ona doğru çıkarttım ve dudaklarımızı hizaladım. Birkaç saniyede bir yumduğu gözlerini aralayıp bana bakarken, “Kendimi tutmamamı mı istiyorsun?” diye sordu. “Ben ne yapıyorum da sen kendini tutacakmışsın anlayamadım?” Dişlerini birbirlerine sürtüp takırdatırken bir dudak kenarı sakince ama öldürücü bir biçimde havalandığında titrek bir nefes verdim. Boynunu biraz daha ileriye doğru götürdü. Dudaklarımız birkaç defa birbirlerine sürttüğünde sesli bir şekilde iç geçirdim. Aklım bulanmıştı. Dakikalardır aklını başından almaya çalışırken tek bir boyun hareketiyle beni mağlup edebilirdi. Tek elini kalçamdan koluma doğru koydu ve oradan boynuma doğru bir yol izledi. Parmakları boynumu yavaşça sararken avucunun içinde eridiğimden emindim ki anın etkisiyle hafif aralık olan gözlerimi duyduğum sesle beraber açtım ve hızlı bir şekilde kucağından kalktım. Yukarıdaki pencereden Selenra’nın sesini duyduğuma emindim. Bu yüzden bir şeylerin üzerine çıkıp ona bağırmam gerektiğini düşünerek ismini birkaç defa söylemeye başladım. “Selenra! Buradayız! Kapı açılmıyor! Selenra!” Bulduğum sandalyeye çıkıp pencere açık olsa da camına doğru tıklatıp ses çıkartmaya çalıştım. Görüş alanımda olmasa da saniyeler içinde beni duymuş ve dizlerini yere koyup benimle yüz yüze gelmişti. “Her şey de seni buluyor!” Etrafa şöyle bir göz gezdirdi. “Ne leş bir yermiş burası ya! Aa, Arslan da orada! Neden varoluşsal kriz geçiriyormuş gibi görünüyor? İyi misin?” Arkamdan sesi duyuldu. “Turp gibiyim!” Yetişebileceğim tek uzvu bacağı olduğu için elimi çıkartıp gitmesi için onu ittirmeye çalıştım. “İncelemeyi bırak da bizi buradan çıkart.” Aklına gelen şeyle yerden kalkmadan önce söylendi. “Az önce futbol topunu patlattıkları için Koç’un Dehayı oraya yolladığını duydum. Peşinden gideceğim. Bekleyin.” “Başka şansımız yok ki zaten!” O sırada Arslan’ın bana doğru yaklaşan adım sesleriyle dikkatlice ona doğru döndüm. Bana el işaret yapıp, “İn oradan. Düşeceksin.” demesiyle kollarını uzatması bir oldu. “Abartma. Normal bir sandalye işte-” derken adımımı atmamla ona doğru düşmem bir oldu. Hafif ve zararsız bir iniş olsa da ona sarılmamın büyük bir etkisi de vardı. Ondan ayrılıp arkamdaki sandalyeye baktığımda kırık olduğunu fark etmemle kendimi oraya çıkarken şans eseri iyi dengelediğimi fark ettim. “Bunun için demiştim.” İşaret parmağımı havaya kaldırıp ona doğru salladım. “Tamam. Haklıymışsın ama fazla böbürlenme.” Gözlerini kısıp burnunu kırıştırarak bana baktığında parmağımı ısırıyormuş gibi uzandığında hemen çektim. Tam o sırada gülerken kapının açıldığını duymamızla o tarafa doğru döndük. Kimin geldiğini buradan tam göremesek de Arslan hızlı davrandı ve “Sakın kapıyı kapatma!” diyerek merdivenlere koştu. Tam o sırada sert bir ses duyulduğunda ne olduğunu anlamak için peşinden gittim. Deha basamaklarda öylece uzanırken Arslan onun üzerinden atlamış ve kapı kapanmadan yetişip tutmuştu. Ben ise şaşkınlıkla merdivende boylu boyunca uzanan Deha’nın yanına doğru gitmeye başlamıştım. Birkaç basamak çıkıp yanına doğru eğildim ve anlındaki izi gördüm. Muhtemelen yere bakarak indiği ve boruyu ilk başta uzakta gördüğü için çarpmayacağını düşünmüş olmalıydı. Yüksek ihtimalle de hızlı hareket ediyordu. Elimi omuzlarına koyup sarstım. “Bayılmış!” “Beter olsun.” Arslan bu durumu o kadar umursamıyordu ki ona doğru kafamı kaldırdığımda kapının orada öylece beklediğine şahit oldum. “Hadi gel.” “Nereye geleyim? Onu burada böyle mi bırakalım?” dedim ve onu omzundan biraz daha dürtükledim. “Ya beyin sarsıntısı geçirdiyse?” “Umarım geçirmiştir.” “Arslan!” Kafasını yana eğip bıkkınlıkla, “Hafızasını kaybedip seni kökten unutsa fena mı olur?” diye sorduğunda ona yardım etmeye hiç de hevesli olmadığını görebiliyordum. “Ayrıca ona daha fazla dokunmamanı senden rica ediyorum.” “Galiba tanıdığım en kıskanç adamsın.” “Kaç tane adam tanıyorsun?” “Bilmem, işte Deha var. Anıl var.” “Adam, dedim.” Bilmişlik taslamasının üzerine sıkılmış gibi omuzlarımı düşürdüm ve ona baygın gözlerle bakıp Dehayı gösterdim. “En azından yardım getirmek için koridora kadar çıkartalım. Uyanırsa o da burada mahsur kalır.” “Biraz ondan uzaklaşıp yanıma gelir misin?” “Arslan!” “Ne var? Revirden birini çağırırız. Önce biz çıkalım.” “İki büklüm duruyor. Şu haline bak! Konuşma da yardım et!” Ona sanki kanalizasyona girelim demişim gibi bana bakıp suratını ekşitti ve “Ben ona dokunmam.” dedi. “İyi, ben yaparım.” “Tamam! Ben yaparım!” diye aniden çıkıştığımda tam ellerimi kaldırıp Deha’nın üzerine yerleştirecektim ki havada kaldı. Kapıyı tutmak için onun yanına doğru giderken gülüşümü bastırmaya çabalıyordum. “Ama bilmelisin ki, bu iyilik meleği tavırlarından hiç haz etmiyorum. O lağım faresi bu kadarını bile hak etmiyor.” Hiçbir şey demeden kapıyı sonuna kadar açtığımda onu izledim. Kollarının altından girip onu yukarı doğru biraz çekiştirdikten sonra borunun diğer tarafına geçtiler. Bunu yaptıktan sonra eğilip onu omzuna doğru almak için bir kolunu boynunun altına sabitledi ve tek kavrayışla beraber doğruldular. O sırada koridorun sonunda ayak sesleri duymamla o tarafa dönmem ve Selenrayla göz göze gelmem bir olmuştu. Hemen arkasından Erdem’in gelmesi ise tam bir sürprizdi. “Sen ne alaka?” “Kütüphaneye gidiyorum sanınca peşime takıldı.” “Neden beden dersinde kütüphaneye- Ha şu kütüphaneye!” diyerek kendi kendime bir aydınlanma yaşadığım sırada Erdem gülümseyerek bana göz kırptı. Ben ise ikisine birden gözlerimi devirdiğin sırada Selenra arkamdan gelen Arslan ve Dehayı gördü. “Ne yaptın Dehaya?” Arslan tam yanımda bittiği sırada Selenraya doğru baktı. “Hemen benden bil!” Erdem avuç içlerini birleştirip birbirlerine sürttü. “Ceset mi saklıyoruz?” Selenra sevgilisine hayretle döndü. “Hemen havaya girdin Erdem. İnanamıyorum sana.” “İlay’a yaptığından sonra Arslan’ın böyle bir şey yapmasını desteklemeyip ne yapacaktım?” deyip Arslanla beni işaret etti. “Adam kadınını koruyor!” Selenra şaşkınlığını gizleyemedi. “Orman kanunlarıyla da büyümedin ki, kadınını koruyor ne demek?” “Kimse kimseye bir şey yapmadı. Salak hızlıca aşağıya inerken kafasını boruya çarptı.” diyerek hızlı bir açıklama yaptım. O sırada Erdem boş ver anlamında kafasını sallayıp Arslan’a döndü ve kollarıyla bacakları iki yanına sarkmış olan Dehayı işaret edip, “Sen aldırma Selenrayı. Ben arkandayım. Nereye gömüyoruz?” diye sordu. Birkaç küçük adımda ortalarından çıkıp Selenra’nın yanına doğru geçtim ve sanki ona sır veriyormuş gibi kulağına doğru yaklaştım. “Potansiyel bir işbirlikçiyle evleneceksin. Buna hazır mısın?” Erdem bunu elbette ki duymuştu. “Sana da yaranılmıyor. Sevgiline yardım edeceğim işte.” Arslan bunu duyduğu gibi bana baktığında sanki benden bir şey bekliyormuş gibi geldiği için hiç düşünmeden, “Biz sevgili değiliz.” diye yanıt verdim. Ama anında pişman oldum çünkü hiçbir cevap vermemeyi tercih ederdim. Erdem güldü. “Öpüşen arkadaşlar mısınız? Friends with benefits ayağı, ha? Güzel. Biz de öyle başlamıştık.” “Ya sana ne? Sen sussana!” diyerek araya giren Selenra, sevgilisinin omuzlarından tutup onu döndürdü ve yürümesi için sırtından ittirdi. “Yürü hadi. Revire gidiyoruz. Deha’nın beynine kan doluyor.” “Kan gitmediği için böyledir belki de. Az daha gitsin. Belki adam olur dallama.” Arslan ona hiç düşünmeden destek verdi. “Sanmam.” |
0% |