@rana.betb
|
Erdem ile beraber sınıfa doğru giderken Selenra’nın bize katılmasını bekliyorduk. Erdem bana Deha ile konuştuklarını ve iyi olduğunu ama daha derine inmedikleri hakkında bir şeyler anlatırken dikkatimi toplamaya çalışıyordum. Çünkü etraftaki gerilimi o kadar hissediyordum ki bakışlara aldırış etmemeye çalışarak insanların suratıyla karşılaşmayacağım noktalara gözlerimi dikmeye çalışıyordum. İlk başta kafamda kurduğumu düşünmüştüm ama emindim. Bu bugüne özel bir şey değildi. Tam olarak üçüncü derste başlamıştı ve ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama normalden daha can sıkıcı olmaya başladığına emindim. “Neden bana öyle bakıyorlar?” Erdem’in anlattığı her neyse onun sözünü kestiğimi bile fark etmemiştim ki etrafına şöylesine bir bakıp bana bakarak omuz silkti. “Ne olmuş? Sana hep öyle bakıyorlar.” “Hep değil. Bu sefer farklı.” “Ne demek istiyorsun?” Yürümeyi kesip duvara doğru sırtımı dayadıktan sonra Erdem de karşıma geçti. Elleri ceplerinde etrafa bu sefer epey belli ederek bakmaya başladı. Öyle ki neredeyse bana nasıl baktıklarını anlamak için her bir öğrencinin karşısına geçse bu kadar belli edemezdi. Ama farkı anlamışa da benzemiyordu. Biriyle yeniden göz göze geldiğim sırada kafamı eğme refleksinden zar zor kurtuldum çünkü onlara istediğini vermek istemedim. Bakışlardan rahatsızlık duymam onların hoşuna gidecekti. Bu yüzden sakince gözlerimi ondan kaçırıp Erdem’e doğru yeniden kafamı çevirdim ve sanki onlar hakkında konuşmuyormuşum gibi bir rahatlıkta takılmaya çaba gösterdim. “Normalde yanlarından geçerken benden rahatsız olduklarını belli ederlerdi. Şimdi ise her an beni öldürebileceklermiş gibi görünüyorlar.” “Emin misin?” “Sence kafamda mı kuruyorum?” “Öyle demedim. Sadece emin olup olmadığını soruyorum.” “Eminim, Erdem. Eminim.” “Normalden daha farklı bir şey mi yaptın?” “Normalde de bana böyle bakmalarına sebep olacak bir şey yapmıyorum!” diyerek savunmaya geçtiğimde benden korkmuş gibi gülerek bir adım geri attı. “İnsanlara şu an bana takındığın surat ifadesini takınıyorsan eğer sana böyle bakmaları normal.” dediği anda şaka yaptığını bilmeme rağmen yumruğumu havaya kaldırdım. O ise işaret ve başparmağının arasına yumruğumu alıp sanki pamuk şekerden bir parça sıkıyormuş gibi tuttuğunda elimi hışımla çektim. “Ben ciddiyim, Erdem.” Deyip kollarımı önümde birleştirdiğim sırada Erdem sağ tarafına doğru kafasını çevirdi. Bunu yaptığında refleks olarak ben de o yöne doğru kafamı çevirdiğimde Selenra’nın koşarak yanımıza geldiğini gördüm. Tam yanımıza geldiğinde adımlarını yavaşlattı ve bir elini duvara koyup eğildi. Erdem anında, “İyi misin?” diyerek yanına doğru geldiğinde hala iki büklüm bir şekilde dursa da kafasını aşağı yukarı sallayarak cevap vermeye çalıştı. “Birinden mi kaçıyorsun?” deyip arkasına doğru bakındığımda Erdem bana dönüp dediğime yanıt vermek amaçlı hayır anlamında ufak bir mimik yaptı ve sevgilisi yerine cevap verdi. “Muhtemelen bir şey duydu. Onu yetiştirecek.” Selenra yutkunurken kafasını hafifçe kaldırıp Erdem’e baktı ve hala göğsü şiddetle kalkıp inerken gülümsemeye çalıştı. Onu bu kadar iyi tanıyor olması beni bile etkilemişti. Ensesine yapışmasın diye elimi saçlarına doğru götürüp saçlarını havaya kaldırdığımda Erdem de tek eliyle hava yapmaya başladı. Bunu bir süre yaptığımızda yeterli der gibi elini havaya kaldırdı. “Prenses görünümüne zıt olarak fazla koşuyorsun.” dedim. Kafasını hızlıca kaldırdığında altın saçları geriye doğru sanki reklam çekimindeymiş gibi savruldu ve “Koşarken bile iyi görünüyorum. Her neyse,” dedi. “tüm okul Ece ve Arslan’ın ayrılığını konuşuyor.” Gözlerim anında büyüdü. “Nasıl yani? Kimden duydun?” “Lavaboda duydum.” Hala nefesini düzene sokmaya çalıştığından dolayı yutkundu. “Birkaç birinci sınıf onları çok yakıştırdığı için neredeyse ağlayacaktı. İnanabiliyor musun?” “Ayrılmalarına mı ağlamalarına mı?” diyen Erdem’in sorunu hiç umursamadan ona döndüm ve deli olmadığımı kanıtlamak ister gibi söylendim. “Gördün mü? İnsanlar bu yüzden bana böyle bakıyorlarmış. Benim ayırdığımı düşünüyorlar.” “Ayırmadın mı?” “Seni yok ederim, Erdem!” Şu anda bile benimle uğraşmak için verdiği çabayı görmezden gelmeye çalıştım çünkü ufaktan sevgilisinin arkasına doğru adımlar atıp benden korunmaya çalışıyordu. “Uğraşma kuzenimle! Yemin ederim korumam.” “Tamam, tamam.” Yanaklarımı şişirip oflarken düşünmeye çalıştım ve “Bu haberin birinci kaynaktan duyulmadığı takdirde yayılacağını zannetmiyorum.” diyerek Selenraya baktım. Anında beni onaylarcasına başını salladığında yanılmadığıma neredeyse emin oldum. Ama kimin söylediği hakkında ikimizin de bir fikri yoktu. “Sence Arslan mı?” “Bana böyle bir şey yapacağını söylemedi.” “Sana yaptığı her şeyi söylüyor mu ki?” “Kesin kararlar verdiği çok olmuyor. Ne yapacağını o da bilmediği için benimle planlarını paylaşmıyor diye düşünüyorum.” O sırada arkasından neredeyse bir ordu dolusu kız peygamberleriymiş gibi Eceyi takip ederlerken yanımızdan geçiyorlardı. Adeta onunla yavaş çekimde göz göze geldiğimizde onda farklı bir ifade gördüm. Bu, daha önce onda görmediğim bir ifadeydi ve onu neredeyse hiç tanımadığımı düşünecek olursak bunu fark ediyor olmam garipti. Uydurup uydurmadığımı kesinleştirmem gerekiyordu. Ani bir kararla, “Birazdan geliyorum. Siz sınıfa gidin.” diyerekten yanlarından hışım ayrıldım. Selenra ise arkamdan seslendi. “Ortak dersimiz var unutma! Fizikçi geç kalmalara tahammül etmez!” Ece’nin peşinden koşar adım giderken arkasındaki sürüsü onlara yakın yürüdüğümden dolayı kafaları karışmış bir şekilde bana baktı. Onlarla hiç göz temasına girmeden Eceye yetiştim ve durması adına arkasından bağırdım. “Ece!” Anında yürümeyi kestiğinde arkasındakiler ona çarpmamak adına adeta yerlerine çivilenip dengelerini korumaya çalışıyorlardı ki elimi kolumu sallaya sallaya karşısına geçtim. Onunla en son yaşadığımız şeyden sonra beni artık bir tehdit olarak görmemesi temenni ediyordum. “Konuşabilir miyiz?” Ece benimle göz göze gelince boynundaki bordo fuları biraz bollaştırdı ve memnuniyetsiz bir şekilde başka tarafa doğru baktı. O tam düşünürken arkasındaki bir kız, “Seninle neden konuşmaya tenezzül etsin ki? Nasıl utanmadan karşısına çıkabiliyorsun?” diye sorunca gözlerimi devirdim ve onlara hiç takılmadan Ece’den bir cevap bekledim. “Ece.” Sessiz bir iç geçirdi. “Ne konuşacağız?” “Doğrudan söylememi ister misin?” diye sorduğumda tek kaşını havaya kaldırdı ve gözleriyle suratımı süzdü. Sessizliği bir meydan okumaymış gibi gelirken kendimi tutmaya çalışıyordum ama zaman kaybetmek de istemiyordum. “Sen mi yaydın?” “Sınıflarınıza dağılın!” Sorum ağzımdan çıktığı anda Ece sesini yükselterek çenesini omuz hizasına getirdi ve kimseyle göz kontağı kurmadan onlara seslendi. “E-Emin misin? Biz-” “Gidin dedim! Sabahtan beri kuyruğum gibi arkamda dolaşıyorsunuz! Bu size son ikazım. Rahat bırakın beni.” dediğinde Ece’nin de bu yoğun ilgiden hoşlanmadığını anladım. Normalde seviyor olabilirdi ama bugün birinci sınıfların ona kene gibi yapışmasından hiç hoşnut olmadığı belliydi. Hepsi ağzından dedikodu niyetinde bir cümle çıksa da havada kapsak diye bekliyor olmalılardı. Hepsi koyun sürüsü gibi çobanlarından aldığı emirle adeta otlanmaya dağılırken Ece suratını hafifçe bana doğru döndürdü ve konuşmamı beklercesine olduğu yerde kaldı. Ben ise sorumu direttim çünkü karşısına geçmemin başlıca amacı zaten buydu. Etrafıma şöylesine bir bakış attım. “Ayrıldığınızı sen mi duyurdun?” “Neden soruyorsun?” “Bilmem gerek. Arslan’ın yapmadığını biliyorum. Bana söylerdi.” “Söyler miydi?” Bunu kafamı karıştırmak için değil de gerçekten bilmek istediği için mi sormuştu emin değildim ama kafamı sabır dilercesine havaya kaldırıp yeniden sordum. “Sen mi yaptın?” Aslında bu konu çok da umurunda değilmiş gibi kafasını eğip tırnaklarına doğru bakarken, “Doğrudan değil.” dedi. “Birine ayrıntı vermeden bahsetmem yetti. Gerisi çorap söküğü gibi geliyor zaten. İlişkimizi de böyle duyurmuştum.” Kafamı olumlu anlamda sallayıp bir süre öylece sessiz kaldıktan sonra Arslan’ın kitabevinde farkına vardığımız konuyu anlatıp anlatmadığını merak ettiğim için anlık gelen cesaretle sorma kararı aldım. Başka hangi gün Eceyle bu şekilde yüz yüze gelebilirdim bilmiyordum. “Arslan ile yakın zamanda konuşmuş olabilir misin?” Ece benim gibi etrafa bakmıyor, biri bizi dinliyor mu diye hiç endişelenmiyordu çünkü lafının dinleneceğine çok emindi. Kovduğu birinci sınıflar en azından bu konuşma bitene kadar yanına gelmeyecekti. “Bir şeylerden bahsetti, evet. Neden soruyorsun?” derken bile suratımı inceliyordu. Kısık gözleriyle kafamın içini görebiliyormuş gibi bakıyordu ve ima etmeye çalıştığım konuyu anladığına yemin edebilirdim. Lafımı toparlamaya çalışırken ellerimle oynamaya başladım. “Sadece, bilmiyorum… Ortada size yapılan büyük bir haksızlık var. Haberdar olman gerekir diye düşündüm.” Neyi kast ettiğime emin olduğunda omuzları bir an için düştü. Bu konuyu açıp üzerinde duracağımı tahmin etmiyordu ve bilmemden de hoşlanmadığı belliydi. Gardını düşürmemeye çabalarken gözlerini başka tarafa kaçırdığında, “Sen iyi misin?” diye sordum. Kafasını iki yana salladı. “Seninle bu konuyu konuşmak istediğimden emin değilim. Ayrıca çok dikkat çekiyoruz.” “Aklından neler geçiyor bilmiyorum ama bu konuyu benim haricinde kimsenin bilmediğine eminim. Yani patlayacağın raddeye gelmeden biriyle bunu konuşmak akıllıca olur.” diyerek düşünmeden konuştum. Aklıma gelen hiçbir şeyi süzgecimden geçirmeden direkt dilime vurduğumu gören Ece kafasını hafifçe yana yatırarak bana baktı ve ona acıdığımı düşündüğü için adeta gözlerimin önünde eski soğuk haline büründü. “Eski müstakbel kocamın yeni sevgilisi olduğunu düşünürsek eğer bu çok uygunsuz olurdu.” “Biz-” Savunmamı duymak dahi istemeden lafımı bölerek, “Açıklama yapmana gerek yok.” dedi. “Ben ilişkinizin nasıl bir safhada olduğunu merak etmiyorum. Ne yaptığınız sizi ilgilendirir. Ben sizin ilişkinizin bir parçası değilim. Sen de benim iyi olup olmadığımı merak etme. Şu zamana kadar kimse etmedi. Neden birden bire böyle bir vazifeyi üstlenesin ki? Kimsin sen?” Derin bir iç çektim ve sakin kalmaya çalışarak gözlerimi çok kısa bir süreliğine yumdum. “Yaşadığın şeyler çok zor. Nasıl hissettiğini anlayamam ama benim de senin sandığın gibi bir hayatım yok. Bu yüzden, öyle güzel kendimi senin yerine koyabilirim ki şaşar kalırsın.” “Sadede gelir misin?” “Hayatın sır küpü olmakla geçmiş olduğundan arkadaşlığın bu tip şeylere yaradığını bilmiyor olabilirsin. Beni de bir anda arkadaş olarak görmen çok absürt olurdu zaten.” deyip hızlı konuştuğum için sesli bir nefes aldım. “Demem o ki, senin gibi bir durumda olsam elini uzatan biri olsun isterdim. Belli ki senin yok.” “Beni garip yoldan aşağılamaya falan çalışıyorsan işe yaramıyor.” Gözlerimi öyle bir devirdim ki Ece bile bir an öyle kalacağımı sanmış olabilirdi. “Zeytin dalı uzatmaya çalışıyorum ama sen işleri çok zorlaştırıyorsun!” Aklından geçenleri bilmiyor, tahmin de edemiyordum ama onu susturmayı başarmıştım. Bir kez olsun laf sokmadan ya da canımı sıkmak için hazırda beklettiği cümlelerini sarf etmemişti. Bir süre ciddi olup olmadığımı anlamak için suratıma bakmış sonra da hiçbir şey demeden arkasını dönüp uzaklaşmıştı. Aramızda birkaç adımlık mesafe koyarken ilk zilinin çalması bir olmuştu. O sınıfa girip birkaç saniye sonra da ardından ben girdiğimde ortak sınıfta garip bir uğuldama oluşmuştu. Bana bakıp arkadaşlarıyla fısıldaşan öğrencilere doğru kafamı kaldırıp baktığım sırada sanki az önce Eceyle birebir konuşmam işe yaramış gibi gözlerini benden kaçırmışlardı. Ne konuştuğumuzu tahmin ediyorlardı bilmiyordum ama en azından gözümün içine bakarak fısıldamıyorlardı diyerek bardağın dolu tarafından bakacak halim yoktu. Sevgilisine odaklanmış olan Selenra’nın yanındaki yerimi almadan önce gözlerim Arslan’ı aradı ama sırasında olmadığını fark ettim. Emin olmak adına gözlerim etrafı tararken tam oturuyordum ki yan sıramda engelleyemediğim bir takım olaylar döndü ve ben oturmamla oluşan baskıyla bir şeyi patlattım. Gözlerim kocaman açılırken neye uğradığımı şaşırmış bir şekilde sol tarafıma baktım. Bana bunu yapan kızın gözlerinde öyle bir pişmanlık vardı ki hızlı düşünmem gerekiyordu. Öfkemi ona yöneltirsem pişman olacaktım çünkü çok büyük bir ihtimalle bunu yapmak istememiş ama zorla yapmak durumunda kalmıştı. Arka çaprazımda kalan kızların kıkırdadığını duyduğum anda yavaşça kafamı onlara doğru çevirdim. Kirpiklerimin uçlarında bile öfkemin tohumları filizlenirken Selenra o sırada Erdemle konuştuğu için ancak bir şeyler yaşandığını anlayabilmişti. Ayağa doğru yavaşça kalkarken neyin üzerine oturduğuma bile bakamamıştım ki Selenra ayağa kalkıp yanıma doğru geldi. Ben ise eteğime değil de sandalyeme baktığımda patlamadan önce içinde boya olan bir poşet olduğunu gördüm. Bunlar, bundan önceki resim dersinden kalan artık boyalardı. İçim titriyordu. Sanki büyük bir depremin ardından gelen şiddetli artçılar gibiydi ve ben kımıldayamıyordum. Boynumdaki tüm damarlar sanki çok hızlı bir şekilde olmayan kanları pompalıyor gibilerdi. Tüm bedenim kasılmıştı. Ayaklarımı sürterek hareket edebiliyordum çünkü adım atamıyordum. İçimde büyüyen fırtınadan ben bile korkuyordum. Selenra kimlerin yaptığını benim gibi anladığı anda, “Aferin ucubeler! Kimse yanımdayken kuzenime sataşmaya cesaret edememişti. Ama siz bunu başkasına yaptırsanız bile kim olduğunuzu açık etmekten çekinmediniz. Tebrik ediyorum.” diyerek yanlarına doğru gitti. Benim aksime hiç sinirli gibi görünmüyordu. Ama bu onun taktiğiydi. Hiçbir şey onu kızdıramazmış gibi görünerek karşı tarafı kışkırtıyordu. Yumruklarımı sıkıp burnumdan hızlı hızlı nefes alırken Erdem nereden bulduğunu bile anlamadığım bir hırkayı belime doğru dolayıp çabucak önümde bağladı. Cansız bir manken gibi öylece sıraların ortasında dururken hırkanın kirleneceğini söylemek dilimin ucuna gelse de dudaklarımı aralayamadım bile. Sanırım limitime ulaşmıştım. Olan tüm olaylar küçük çakıl taşları gibi bir araya gelip büyük bir kayayı oluşturmuştu. Şimdi de o kaya ortadan hafifçe çatlamaya başlamıştı. Kızlardan biri yerinden sanki bunu yapıyor olması bile bir lütufmuş gibi kalkıp ellerini sıraya yerleştirdi ve doğrudan Selenraya bakarak konuştu ama beni işaret etti. “Kuzenin sayesinde okuldaki kimse senden korkmuyor artık! Bize içi boş tehditler savurmaya kalkma hiç.” Bu kızların isimlerini bile bilmiyordum. Bana olan nefretleri içler acısıydı. Onlara hiçbir şey yapmamıştım. Selenra öyle alayla güldü ki kız afalladı. Muhtemelen öfkeli bir çıkış bekliyordu. “Ben zaten korkulacak biri değilim, tatlım. Saygı duyulacak biriyim. O beynin olacak 2gb’lık hafıza kartına bunu eklemeden önce bir şeyleri sil ki iyice kafana kazınsın.” Kız bozulmamış gibi rol yapmaya çalışmadan önce kafasını iki yana hızlıca sallayıp toparlandı. “Sırf kan bağınız var diye onu savunuyorsun! Ece senin arkadaşın değil mi? Tüm yaptıklarından sonra nasıl arkadaşına sırtını dönebilirsin? Doğruya doğru, yanlışa da yanlış denir-” Selenra bir şey midesini bulandırmış gibi suratını buruşturdu ve ardından elini havaya kaldırıp kızın susmasını sağladı. “Kes sesini ya! Kulak tırmalamaktan ve boş konuşmaktan başka yaptığın bir şey yok. Ne diye seni kale alıyorum bile bilmiyorum.” Kızlardan biri suratını buruşturarak, “Seni de kendine benzetmiş!” diyerek Selenrayı suçlamaya çalışsa da onun bir kulağından gibi diğerinden çıktı ve “Başka lüzumsuz konuşup kelime haznesinin sınırlarını zorlamak isteyen var mı? Bu şans elinize bir kez geçer.” dedi. Kızlara iyice bir baktığımda bunların Ece’nin ağzının içine bakıp onu memnun etmeye çalışanlardan olduklarını anladım. Bunu zaten tahmin edebiliyordum ama bunlar kafeteryada yanına oturmak için yer kapmaya çalışan kızlardı ama Ece’nin bu yaptıklarından haberi olmadığına neredeyse emindim. İki kızın ağzını bundan sonra bıçak açmazken diğer bir arkadaşları onları savunmak ister gibi arka çıkarak, “Hepimiz İlay’ın diğer yakadan geldiğini biliyoruz. Kuzeninin statünü düşürmekten başka bir vasfı yok.” dedi. Selenra neredeyse kahkaha atacaktı. Ellerini beline yerleştirdi ve kendi kendine gülerken, “Sizin bu statüye olan takıntınız yok mu?” diye söylendi. “Konu statü değil. Ece senin neredeyse 10 senelik arkadaşın. Bu yaptığın-” “Aferin Parla. Saymayı biliyormuşsun.” diyerek lafı bölünen kız neredeyse duvara toslamış gibi kalırken birkaç topuk tıkırtısıyla yanıma doğru geçen Eceye bakıyordu. Bu duruma ben bile afallamıştım ama tepkilerim o kadar donuktu ki sadece izliyordum. “Ece, sen-” “Benim adımı ne çok anar oldunuz siz ya?” diyerek sakin bir şekilde konuşuyordu. “Biz sadece seni-” “Ben size beni savunun falan mı dedim?” diye sordu ama hiçbir cevap gelmedi. Bu yüzden ondan beklenmedik bir şekilde sesinin volümünü olduğundan daha fazla arttırdı. Ama zarafetinden hiçbir şey eksilmemişti. “Dedim mi?” Üçü birden anlaşmışlar gibi aynı anda konuştu. “Demedin.” “Peki, ihtiyacım varmış gibi mi görünüyorum?” diye sorduğunda yeniden bir sessizlik oluştu. “Bana iki kere tekrarlattırmayın!” “Yok.” “O zaman neden ucuz numaralarla adımı kirletiyorsunuz? Sanki size yapmanızı söylemişim gibi?” diyerek onların sıralarının önünde adımlarını durdurdu. “Ayrıca statüden bahsedecek en son insanlar siz değil misiniz? Özgün ailesinin verecekleri davetlere çağırılmadığınız bir tek gün olduğunu düşünün ve o zaman sizin ailenizin ne kadar dibi göreceğini hayal edin. Ona göre Selenrayla dikleşin. Bu okulda okuyor olabilirsiniz ama onun seviyesinde değilsiniz. Bunu unutmayın.” Tüm yaşananlardan sonra beni savunuyor gibi görünmek istemeyip Selenra’dan bahsediyordu ama Özgün ailesi diyerek beni de dâhil ediyordu. Onu anlıyordum çünkü bir anda hiçbir şey olmamış gibi beni savunması insanlar arasında dedikoduya yol açardı. Ağzım sanki dikilmiş gibi açılmıyorken yerimde öylece robot gibi dikiliyordum. Tüm kaslarımı sanki görünmez binlerce el çekiştiriyormuşçasına gergindi. Gördüğüm tüm bu muameleden dolayı canlı bir bomba gibi hissediyor ve öylece dikilmekten başka bir şey yapamıyordum. Çünkü tek bir adım dahi atarsam neler yapabileceğimi kestiremiyordum. Ben tam bunları düşünürken duyduğum şeyle kafamın için adeta bir şimşek çaktı. O kadar beyazdı ki görüş alanımı dahi etkiledi ve ben birkaç saniye kör olmuşken bedenim işlevini kaybetmemiş gibi hareketlendi. “Seni sinirlendirmeye çalışmıyorduk. O eğer Arslan’ın altına girmeseydi siz şimdi böyle-” Gerisini hatırlamıyordum. Sadece önümde kim varsa onları itip kızların sırasına doğru atıldığımı ve saçlarına ulaşmak için masanın üzerine dizimi koyup yükseldiğimi biliyordum. Ama başaramamıştım. Eğer parmaklarımın arasına bir saç tutamını geçirebilseydim kökünden koparacağımı bileceğim bir güç bedenimde doğmuşken hiçbir şey yapamadan biri belimden sarılıp beni tahtanın oraya doğru götürmüştü. Her ne kadar kollarında çırpınsam da bırakmamıştı ama bir an için kaçmayı başarsam da beni yeniden kapmıştı. Kollarıyla kollarıma sarılmış ve hareket etmemi engelliyordu. Bu kişi benden daha güçlüydü. “Bırak beni! Bırak!” “Evet, Arslan. Bırak da biraz eğlenelim.” Deha’nın sesini duydum. “Kes sesini Uğur!” Kafamı kaldırıp göğsünde çırpındığım Arslan ile göz göze geldiğimde dudaklarını kulağıma doğru götürüp, “Sakin ol.” diye beni telkin etmesini dinledim. “Arslan, bırak!” diye bağırıp omuzlarımı olduğu yerde hareket ettirdim ve onu itmek için kalçamı kullandım. Topuğumla ayağına hedef aldığımı anladığı anda beni havaya kaldırdı. “Gördünüz mü? Bana saldırıyordu!” diyerek mağduru oynayan kız onun kılına dahi dokunmamışken neredeyse ağlamaklı konuşması beni daha çok öfkelendirmişken kapıdan içeri Fizik Öğretmeni girdi. “Bu ne kepazelik böyle?” diyerek bağırdı. “Okulda olduğumuzu unutuyor musunuz? Sadece beş dakika geç kaldım!” Arslan beni yere doğru indirirken sarılmayı bırakmadı. Öğretmen de olanları anlamaya çalışarak tüm sınıfı süzdü. Kıza göz ucuyla baktığımda arkadaşları onu yatıştırmaya çalışıyormuş ve büyük bir darbe almış gibi davranıyorlardı. “İlay!” Selenra hızlı adımlarla karşıma geçti. “O hiçbir şey yapmadı!” “Yalan söylüyor Öğretmen’im. Helen’e saldırdı!” “Saldırsaydım şu an ayakta duramazdı!” diyerek o tarafa doğru gitmeye yeltendiğimde Arslan beni yeniden kendine doğru çekti. “Yeter!” diyerek araya giren öğretmen doğrudan bana baktı ve elindeki sınıf defteriyle beni işaret etti. “Dersten sonra kütüphane görevindesin.” “Ona elimi bile sürmedim!” dediğimde Arslan’ın kolları hafifçe aralandı. Bunu fırsat bilip ellerinden tutup ittim ve bir adım ileriye atıp eteğimin halini göstermek için hırkayı çıkartıp yere attım. “Ne halde olduğumu görmüyor musunuz? Beni kışkırtan onlardı!” “O boyayı biz koymadık!” “Çünkü başkasını korkutarak koydurdunuz!” “Yetkili birine gelmen gerekirdi, İlay. Şiddet bir çözüm değildir! Bu nedenle sizin tavırlarınızın da bir yükümü olmak zorunda.” dediğinde Selenra hayret ederek savunmaya geçti. “Ona dokunmadı bile!” Kafasını iki yana salladı. “Ceza puanınızın artmasını istemiyorsanız eğer sesininiz volümünü düşürün ve siz bu işe karışmayın küçük hanım.” Arslan sesli bir iç çekerken sanki kendi kendine söyleniyormuş ama herkesin duyacağı bir şekilde, “Saçmalık!” diyerek homurdandı. “Kütüphane görevinde ona katılmak mı istersin, Arslan?” Arslan alayla güldü ve yanıma doğru adımladı. Öğretmen söylediği şeyden sonra en azından Arslan’ın kendine çeki düzen vermesini ummuş olmalıydı ki bu hareketiyle kaşları çatıldı. “10 puana gelmek için kaç yanlış yapmam lazım?” Selenra’nın bana geçenlerde söylediği puan sistemi aklıma geldi. Her yanlışın puanı vardı ve hepsi beraber 10 puana ulaştığında öğrenciye bir ceza veriliyordu. Bu cezalar belli bir sayıya geçtiğinde yaptırımları oluyordu. Artık puan sistemine göre yargılanmıyor ve öğrenci direkt disipline gidiyordu. Bu da siciline işlenmesi demek oluyordu. “Ne demek istiyorsun?” Arslan arkasında bağladığı elleriyle gayet saygılı görünüyormuş gibi görünüyordu ama sözleri tam aksine alay doluydu. “Dönem başladıktan sonra 4 puan almıştım diye hatırlıyorum. Doğru mu?” Öğretmen afalladı ve elindeki sınıf defterini açıp hızlıca bir kontrol yaptıktan sonra, “Evet ama-” dedi. Arslan ise o anda sözünü kesmişti. “Güzel. Bana kütüphane cezası vermeniz için elinizde daha fazla puan olması gerekli. Haksız mıyım?” diyerek elini boynuna doğru götürdü ve zorunlu olan kravatı tek çekiştirmede açıp boynundan çıkartıp yere attı. “Bu 2 puan olsa gerek.” Tek eli gömleğinin en üstteki düğmelerinde kalmaya devam ederek teker teker birkaç düğmesini açmaya başladı. “Bu da 1 puan desek.” “Arslan Doğan! Hemen bu şaklabanlığa bir son verin!” Şaşkınlıkla aralanmış dudaklarımla yanımdaki Arslan’a bakarken kaşların havalandı. O ise yaptığı şeyin arkasında büyük bir güvenle durup her ne yapıyorsa onu yapmaya devam etti. “Bunları gözünüzün içine bakarak yaptığımı ve ders zili çalmasına rağmen sınıfı meşgul ettiğimi de hesaba katarsak sanırım 10 puanı tamamladım diyebilir miyiz?” diye sorduğunda eliyle yakalarının birini hafifçe havalandırdı. Gömleği böyle iyice şekilsiz bir hal almışken herkes ona dünyanın düz olduğunu savunuyormuş gibi anlamsızca bakışlar atıyordu. Ve bu onun her zamanki gibi umurunda değildi. XXX “Sen gerçekten hastasın.” “Yo, gayet sağlıklı hissediyorum.” Ben kitapların olduğu arabayı iterken koyulması gereken rafların yerlerini arıyordum. Arslan ise peşimden geliyordu. İstediğini başarmış olmasının haklı kazancını yaşıyormuş gibi bir memnuniyetle arkamdan beni takip ediyordu. Dersler bittiği gibi bizi buraya yönlendirmişlerdi. Altımda yedek eteğim vardı ve boyalı olanı okulun kuru temizlemesine vermiştim. Kütüphanenin çalışma masası olan kısmı bir uçtaydı. Bu nedenle kitaplıkların arasında pek kimseler bulunmuyordu. Yine de fazla ses çıkartırsak bu sessiz ortamı kolaylıkla bozabileceğimizi biliyordum. Bu yüzden elimden geldiğinde sessiz kalmaya çalışıyordum ama söylenmeden de edemiyordum. “Böyle bir saçmalık yapmana gerek yoktu. Tek başıma halledebilirdim.” Birkaç adımda arabanın önüne geçti ve nereye gittiğimi bilmediğime emin olup beni sağ tarafa doğru yönlendirdi. “Seni kütüphanede kimse yokken kitaplarla yalnız mı bıraksaydım? Bu ödülü tek başına hak etseydin çok kıskanırdım.” “Cezaya ödül dediğini duysalar sana tuvalet falan temizletirler.” “Burası nazi kampı değil güzelim. O kadar da değil.” “Sen gerçekten üşütüksün. Boşu boşuna puanlarını harcadın.” Arabayı durdurdu ve kitapları koymamız gereken rafları işaret ederken, “Ben halimden gayet memnunum.” dedi. Bana öyle bir bakıyordu ki sanki buradan başka gitmek istediği bir yer yokmuş gibi görünüyordu. “Belli. Özlemişsindir kitaplarla içli dışlı olmayı.” derken enseme değen saçlarımı toplamak için bileğimdeki tokayı çıkartıp dudağıma götürdüm ve ısırdım. Yukarıdan sıkı bir atkuyruğu yaparken dudağımda dişlediğim tokayı ve açıkta bıraktığım boynuma büyülenmiş gibi bakıyor olması bedenimi gözle görülür bir şekilde titretmişti. Dudaklarını birbirine bastırıp ağzının içine doğru yollarken bir süre gözlerini boynumdan çekmedi. Ardından ondan bir cevap bekliyormuşum gibi göründüğü için kafasını olumlu anlamda sallayıp, “Hem de nasıl!” dedi. Sesli bir iç geçirdim ve işimizin başına der gibi kolları sıvadım. O da benim taklidimi yaparak kol düğmelerini çözdü ve dirseklerine kadar katlamaya başladı. Bunu yaparken bu kadar iyi göründüğünden haberi olmaması ona daha çok odaklanmamı sağlıyordu. “Kitaplar?” “Efendim?” Güldü ve çenesiyle arabayı gösterdi. Ben ise sanki dalıp gitmemişim gibi topuklarımın üzerinde dönüp kitaplardan birini elime aldım. Sırtında yazan rakamı ve harfi olması gereken rafla eşleştirdim ve aşağıdaki rafa doğru koydum. Hemen ardından seri olan iki kitabı onun hemen üstüne koyduğumda Arslan aynı yere koymam için bana birkaç kitap uzatmıştı. Kitabevi sahibi olan biriyle kütüphane cezası almak çok ironik olduğundan aklıma bir soru doğmuştu. “Sahi sen buradayken kitabevini kim işletiyor?” diye sorduğumda bir an için duraksayıp onun öyle anlamayacağını bilsem bile sorumun başka bir tarafa çekilebileceğini fark ederek kendimi açıklama yaparken buldum. “Yani, demek istediğim, gerçekten kitabevi olarak.” Bozuntuya vermeden omuz silkti ve “Kimse.” dedi. “Orayı yazları kitabevi olarak sadece ben işletiyorum.” Sorumu yönlendirmeden önce etrafta birilerinin olmadığını bilmeme rağmen kontrol ettim ve kimseyi görmememe rağmen sesimi alçaltarak, “Şüphe uyandırmaz mı?” diye sordum. Bunu yaparken sesimin yayılmasını korumak adına avucumu yanağıma bastırıp gereksiz bir çabaya girdiğim için sırıtmıştı ve benim taklidimi yaparak, “Uyandırmaz.” demişti. “Hiç mi?” Bana son kitabı daha verdiğinde seri kitaplarını yan yana dizmeyi başarmıştık. “Merkezde bir kitabevimiz daha var ve orası hep açık. Yıllardır burada yaşadığımızdan dolayı insanlar kaybımı da biliyor. Oranın benim için anlamını da öyle. Sadece benim işletiyor olduğumun sebebini de buna yoruyorlar. Yani, hayır. Şüphelenecek kadar dikkat çekilecek bir şey olmadı.” Ben arabaya gidip buranın son kitabını elime aldığımda nereye koyulması gerektiğini fark ettiğim anda ona uzattım. Arabanın altındaki merdivene ulaşıp koyabileceğim bir yerdeydi ama Arslan yanımdayken bununla uğraşmamıza gerek yoktu. Sadece kolunu havaya uzatması ve yerine yerleştirmesi yeterliydi. “Al. Bak, şurası. Anne Boleyn’in yanına.” Elimden alıp o kadar efor sarf etmeden koydu ki neredeyse can sıkıcıydı. Ben tam arabaya doğru gidecekken hepsinin sıralı olduğundan emin oldu ve el yordamıyla her birinin dümdüz biçimde görünmesini sağladı. Ama bunu yaparken gözüme boynunda olan bir şey takıldı. Elimi refleks olarak hızlıca kaldırıp kulağının aşağısındaki hizaya parmak ucumla dokunurken irkilmedi bile. Sadece ne yaptığımı anlamak için suratını bana doğru döndürdü. “Ne var orada?” Yakası yeniden katlanınca yakınına kadar girmeme rağmen göremedim. Bu yüzden daha da yaklaşmak isterken tüm bedeniyle bana doğru döndü ve elimi kaptı. Suratı suratıma bu kadar yakınken ve benim tek odağım boynundaki şeyken alanına girmemden memnunmuş gibi görünüyordu. Ama benim aksime göğsü sertçe kalkıp inmiş ve bu anın tadını çıkartmaya çalışıyordu. “Huylandın mı?” “Hayır. Elini tutmak istedim.” derken beraber olan ellerimize baktı. Bu ani hareketi dikkatimi dağıtmak için yaptığına neredeyse emin olduğumdan elimi çektim ve az önce tuttuğu elinin üzerine hafifçe vurup güldüm. “Nedir o?” “Boynuma doğru nefesini verirsen cevabını alamazsın.” “Uğraşma benimle!” İşaret parmağını çenemin altına doğru sürttü ve sanki isyan edermiş gibi, “Suratın bu kadar yakınımdayken asıl uğraşılan benim.” dedi. “Arslan!” deyip ona aldırış etmemeye çalıştım ve parmak uçlarımda yükselip gözlerimi kısarak boynuna doğru biraz daha yaklaştım. Yakasını birazcık aşağıya doğru indirdim ve ince çizgiler halinde basit ama zarif bir güneş simgesi gördüm. Bu bir dövmeydi. Ve kızarık görünmediğini göz önünde barındırırsak sanırım en az bir hafta önce yapılmıştı. Güneş... Güneş bendim. Kalbim yerinden çıkacak sandığım sırada ne kadar uzun o güneşe bakmama müddet verdi kestiremiyordum ama simge bir süre sonra artık gözlerimin gördüğü şekilden çıkmaya başlamıştı. Adeta sarı rengine bürünmüş ve bana göz kırpıyor, yuvarlağın etrafındaki çizgilen dalgalanıyordu. Hem kalbim hem de aklımın her bir köşesine uyarılar gönderen bu dövme ayarlarımla oynarken mantığım bile devre dışı kalmıştı çünkü bu dövmenin anlamını bildiğimi çok iyi biliyordu. Bu yüzden sessiz kalıyor ve tepkimi usulca ölçüp biçmeye çalışıyordu. Derin bir iç çekerken daldığım yerden çıkmak adına gözlerimi birkaç defa kırpıştırdım ve topuklarımın üzerine doğru düşerken kirpiklerimin altından ona doğru baktım. Kokusu burnuma dolarken aklımı bulandırdığı için soru sormak bile kafa karıştırıcı bir hal almıştı. “Bunu ne zaman yaptırdın?” Âdemelması o kadar yakınımdaydı ki yukarı kalkıp inişini net bir şekilde izleyebildim. Bu benim de yutkunmama sebebiyet vermişti. “İki hafta boyunca ortalarda yokken.” “Neden bir anda böyle bir şey-” “Yanımda değilken seni hatırlatacak bir şey gerekiyordu.” Gülüşüm ezberden değildi. Dudak kenarlarım havalanırken yanaklarım yeni bir umutla doluyormuş gibi yuvarlandı. Kızardığıma yemin edebilirdim ama utandığımdan dolayı değildi. Heyecan basmıştı. Göğsüm öyle kabarmıştı ki böyle bir şeyi hak edip etmediğimi bile sorgulayamadım. Çünkü biliyordum. O bana hak ettiğim gibi davranmaya özen gösteriyordu. Değerimin bu kadar fazla olduğunu bile ondan öğreniyordum. Arslan Doğan, doğrusuyla yanlışıyla elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu. Farkına bile varacağımı düşünmeden bu dövmeyi yapıp bana söylemiyor olması benden herhangi bir takdir beklememesinden kaynaklıydı. Bu dövmeyi gerçekten kendisi için yaptırmıştı. Benim görmem ve hayranlıkla onu izlemem için değil. O an aklıma dövmeler hakkında konuştuğumuz konu geldiğinde yana doğru küçük bir adım atıp omzumu kitaplığa doğru dayadım ve “Şimdi her gün aynaya baktığında kafana takacaksın.” dedim. O gün annesinin mezarının karşısındayken konuştuğumuz konudan bağımsız olarak kolundaki minik dalga dövmesini görmemle bana onu yaptırdığını bile unuttuğunu ve onun için bir anlam ifade etmediğini söylemişti. Dövmelerin bir anlamı olması onun için yorucu bir şeydi çünkü baktığında neden yaptırdığını hatırlayacak ve bunun üstüne kafa yoracaktı. Tam olarak söylediği şey buydu. Kısaca gülerken kafasını eğdi ve “Her şeyi de hatırla.” diyerek homurdandı. “Nedenini bilmeden yaptırdığın dövmeyi vücudunda görmenin kafa yormadığını söyleyen sendin.” dedim ve hafifçe dönüp bu sefer de sırtımı kitaplığa dayadım. Elini hemen yanımdaki rafa doğru koyup destek yapmış ve vücudunu bana çevirmişti. “Söyledim.” Elimi yeniden kaldırıp işaret parmağımın ucuyla dövmeye dokundum. Elimi oradan hiç ayırmak istemiyordum. “Bu yaptırdığının bir anlamı var, değil mi?” Sorumun aptalca olmasından kaynaklı bana ‘Sanki anlamını bilmiyorsun.’ bakışı attığında gülmemeye çalışıyordum. “Dövmeyi her gördüğünde o anlamı düşünmek seni yormaz mı?” Gözlerini yumup kafasını sakince iki yana salladı. “Öyle bir şey olmayacak.” “Ya olursa.” “Olmaz.” “Söylediklerinin arkasında durmuyorsun.” “Çünkü sadece aynaya baktığımda hatırlayacağım biri değilsin.” Dövmenin üzerinde gezdirdiğim parmağımla sanki güneşi yeniden ben çiziyormuşum gibi çizgilerin üzerinde döndürmeye başlamışken duraksadım. “Bu ne anlama geliyor?” İşaret parmağıyla birkaç defa şakağına doğru vurdu. “Zaten aklımdan çıkmıyorsun anlamına geliyor. Vücudumda bir iz olacaksa senden bir parça olmasında bir sakınca yok.” Elimi indirip omzuna koydum ve kafamı hafifçe eğip anlımı onun göğsüne doğru bastırdım. Alt dudağımı dişleyerek ısırdım çünkü bunu yapmasaydım suratımdan sonsuza kadar asılı kalacak bir gülümsemeye sahip olacağımı biliyordum. Ve şimdiye kadar muhtemelen bir kütüphanede çıkartılmayacak kadar çok ses çıkartmıştım. “Neden özellikle boynuna yaptırdın ki? Orası acıtmaz mı?” “Beni ilk oradan öpmüştün.” Kafamı göğsünden o kadar hızlı kaldırdım ki kitaplığa vuracağımı düşünerek elini refleks olarak kafamın arkasına koymuştu. “Ne? Ne zaman? Nasıl? Nerede?” Gülmeye başlarken çok bağırdığımı fark ettiği için işaret parmağını dudaklarına doğru götürdü ve ardından, “Sana yüzmeyi öğrettiğimde.” diye yanıt verdi. “Seni suya bırakmaya çalışırken dengeni bulamamıştın ve omzuma elini koyduğunda kayıp dudaklarının boynuma değmesini sağlamıştın.” Yakın tarih anında gözümün önünde belirdiğinde boşta kalan elimi dudaklarıma doğru götürdüm. Alt dudağımı aşağıya doğu hafifçe çekiştirmeye başlamıştım ki o an düşünmeye bile gerek kalmadan aklıma gelen şeyi söylemek adına yeniden gözlerimi ona diktim. Ama o sanki ne diyeceğimi biliyormuş gibi bir ifade takınmıştı bile. “Yanlışın var. İlk kez beni boğulmaktan kurtardığında-” “Son kez söylüyorum, o suni teneffüstü!” diyerek lafımı böldü. Zaten bunun için hazırda bekleyen bir tavır çoktan takınmıştı. “Dudaklarımız birbirine değmiş olsa da kalbimi ağzıma getirecek tek an nefes almıyor oluşundu. Bu durumdan faydalanmak kötü bir izlenim yaratırdı ama yumuşaklığını aklımdan çıkartamadığımı söylesem yalan söylemiş olurdum.” Gülmemeye çalışarak dudaklarımı büzerken gözlerinin içine daha fazla bakamayacağımı fark ederek kaçırdım ama bu sohbeti daha çok ilerletme isteğimi de zapt edemedim. “Öyle mi?” Boynunu hafifçe eğdi ve suratı suratıma daha çok yaklaştı. “Öyle.” Bu kadar yakın durmasını fırsat bilerek kafamı boynuna doğru gömdüm ve dudaklarımı dövmenin üzerine doğru bastırıp öptüm. Geri çekilip suratının aldığı hale bakınırken neredeyse burnumun ucunda olduğu için nabzımı yoklamam gerekiyor gibi hissediyordum. “Sen beni çok zorluyorsun ama.” “Ben hiçbir şey yapmıyorum.” “Bu hiçbir şey yapmamış halinse yandık.” demesiyle kolunun altında geçip arabaya doğru gittim ve peşimden geleceğini biliyorken ittirmeye başladım. “Peki sonra?” “Ne sonra?” “Aklından çıkaramadığın başka bir an oldu mu?” diye sorduğumda öyle güzel kahkaha attı ki bu soruyu neden daha önce sormadığıma bin pişman oldum. Derinden gelen gülüşü neredeyse tüm kitabevinde yankılanırken bir an ben bile nerede olduğumuzu unuttum ve elimi susması için beceriksizce havada salladım. O ise gülüşünü bastırmaya çalışırken işaret parmağını burnunun ucuna doğru bastırıp yukarı doğru çekti. “Bunu sorduğuna pişman olabilirsin.” Kaşlarımı çatıp arkama dönmeden önce arabayı önümdeki not defterinde yazana göre ilerlettim ve sol tarafa doğru döndüm. “Neden?” “Ağaç evdeyken de üzerime atladığın bir an oldu çünkü.” Arabayı öyle hızlı durdurdum ki itenin ben olmama rağmen neredeyse arabaya çarpıp dengemi kaybediyordum. “Pardon?” “Hatırlamadığını biliyordum. Pişman olacağını söylemiştim.” dediğinde tam karşıma doğru geçti ve aramızdaki mesafeyi minimuma indirgedi. Aşırı eğleniyordu. “Labirentteyken sana biraz bahsetmiştim.” O gün bahsetmemesini istediğim şeyin böyle bir şey olduğunu tahmin etmemiştim ve şimdi de bunu anlatmasına hazır olmadığım suratımdan kolaylıkla okunuyor olmalıydı çünkü şaşkınlıkla dudaklarımı bir süre kapatamamıştım. Utanmış mıydım? Belki biraz. Çünkü sarhoştum ve konuştuklarımızdan neredeyse bihaberdim. Hal böyleyken onun üzerine atlamış olabilir miydim? Lütfen abartıyor olsun… “Altından böyle bir şey çıkacağını düşünmemiştim. Neden bunca zamandan beri söylemedin?” “Benim için de iyi bir deneyim değildi.” diyerek bir adım daha attığında ona bakmak adına kafamı tamamen kaldırmam gerekmişti. Kötü bir şey duyarım korkusuyla sorgularcasına gözlerim kısıldı. “Nasıl yani?” “Dudaklarını öpmenin nasıl bir şey olduğunu düşündüğüm ilk seferde kendimi sana suni teneffüs yaparken buldum. Ayık değildin.” dedi ve ikinci cümlenin altını güzelce çizmek adına bir süre durakladı. “İkinci seferinde kafan iyiydi. Yani yine ayık değildin. Bu benim için utanç verici çünkü haberin olmadan senden yararlanmışım gibi hissediyordum.” Elimi havaya kaldırdım. “Dur biraz, ne zamandan beri hayalini kuruyordun ki?” Sorumu hiç dalgaya almadı ve gerçekten düşündü. “Tam olarak zaman veremem.” “Burası benim çöplüğüm prenses, modundayken hiç de beni öpmeyi arzuluyormuşsun gibi görünmüyordu.” dediğim anda kitabevinde ilk karşı karşıya geldiğimiz anı onu hatırlattığım için suratını buruşturdu. Roller değişmişti. Şimdi kızarıp bozaran oydu. Neredeyse inledi. “Onu hatırlatma!” “Neden? Utandın mı Arslan Doğan?” Tek elini suratına doğru götürdü ve sertçe sıvazlarken konuşmaya çalıştı ama böyle yaptığı için sesi boğuk çıksa da onu net bir şekilde anlayabiliyordum. “Amacım sinir bozucu olmaktı. Böylelikle yanıma yaklaşmazdın.” O zamandan bu zamana o kadar fazla şey değişmişti ki bu haline gülmek dışında bir şey yapamıyordum. O gün egosundan dolayı onu boğazlamak istesem de şimdi yaptığı şeyden dolayı utanç duyduğunu gözlerimle görebiliyordum. Ve elbette ki bu da beni eğlendiriyordu. Sanki onu yatıştırıyormuşum gibi naif bir ses tonu kullandım ve onu desteklermişçesine elimi omzuna koydum. “Çok zorlanmana da gerek yoktu. İstemeden de sinir bozucu olabilecek beceriye sahipsindir eminim.” Elini suratından indirdi ve beni arabayla arasına alıp sırtımı dayadığım yere ellerini koydu. “Bak sen!” “Ama öyle!” “İstemeden birçok şey yapabilecek beceriye sahibim aslında.” “Hepsini gösterebilecek kadar vaktin var mı?” Kolundaki saate bakmak için bileğini kaldırdı. “Bilmem. Cezamız ne zaman bitiyor?” Gülüp onu omuzlarından ittirdiğimde yeniden arkamı dönüp arabanın üzerindeki birkaç kitabı elime aldım ama bir an için duraksadım. Sanki uzun bir süre boyunca engebeli bir yolda ilerledikten sonra dümdüz bir alana ulaşmışım gibi bir rahatlıkta derin bir nefes aldım. Bu aydınlanmayı birden bire yaşamayı beklemediğim için garip hissetsem de bu garipliğin iyi bir şey olduğunu biliyordum. Sanki göğüs kafesimin tam ortasına bir güneş doğmuş gibiydi. “Adım Leyal.” Bu iki kelime dudaklarımdan öylece dökülmüştü. Nasıl olmuştu bilmiyorum ama adımı söylemek konusunda bundan daha iyi bir zamanı düşünemiyordum. Bir an için ona bakamadım. Tepkisini merak etsem ve ismimi söylemek konusunda ne kadar rahat olduğumu bilsem de yapamadım. Uzun süredir gerçek ismimi dışarıya söylemeyi geçtim, artık içimden bile kendime Leyal diye seslenmiyorum. Ben, ben olmaktan çıkmışken onun yanındayken farkında olamadığım bir şey vardı. O yanımdayken uzun zamandır olamadığım kadar kendim olabiliyordum. Ve bu his öyle güzeldi ki, herhalde daha iyisi ağzından onun adımı duymak olurdu. Suratımda belli belirsiz bir gülümsemeyle en sonunda ona doğru döndüğümde gözleriyle neredeyse bana sarıldığına şahit oldum. Farkında olmadan başardığı o kadar fazla şey vardı ki, üstüne üstlük her şeyi çok kolaymış gibi gösteriyordu. “Bayıldım.” Ve güneş göğüs kafesimi tatlı bir şekilde yaktı. “Leyal.” |
0% |