@rana.betb
|
Akşam yemeği faslında Asım Dedeye bulduğum işten bahsetmiş ve akşamına ben odamda Selenra’nın verdiği kitaplardan birini okuduktan sonra kapım çalınmıştı. Selenra beni odasına çağırdığında Deha’nın da orada olduğunu görmüş ve hiçbir yere gitmeden orada takılmıştık. Bana sorulan kişisel soruları geçiştirmeyi başarmış ve çoğunlukla onları dinlemiştim. Daha sonrasında uykumun olduğunu söyleyip kendi odama geçip uyumuştum. Sabah kahvaltısı yine aynı geçmişti ama dünle kıyasla bugün kahvaltı bahçede yapılmıştı ve sessiz geçmişti. Günden güne konuşacak konu kalmayacak ve hiçbir söz söylemeden karnımızı doyuracağımızı anlamış bulundum. Belki de dün, konuşmaktan kahvaltı yapamadıkları fasıl bir gösteriydi. Sahteydi. Bugün ise aynı rolleri yeniden oynamak istememişlerdi. Sandığım kadar konuşkan bir aile değildi. Ya da sadece suskun geçen günlerden biriydi. Onları tanımaya çalışıyordum. Kahvaltıdan sonra saate baktım ve çiçekçiye gidene kadar ne ile meşgul olabilirim diye düşünerek merdivenlerden çıkarken arkamdan Selenra geldi ve benimle kitap okumak istediğini söyledi. Ona eğer sessiz bir okuyucuysa kabul edeceğimi söyledikten sonra odasında takılmaya başladık. Şaşırtıcı bir şekilde sessizdi. Arada okuduğu karakterler nasıl betimlenmişse onlar gibi surat ifadeleri yapıyordu ve muhtemelen bunun farkında bile değildi. Duvardaki saate kafamı kaldırdım. Şimdi çıkarsam çiçekçiye daha erken varabilirdim ki ben de bunu istiyordum. Bu nedenle yarısına geldiğim kitabın içinden çıkan ayraçla işaretledikten sonra yerimden kalktım. Selenra yerinden hareketlenip benim gibi saate baktıktan sonra yeniden bana dönerek, “Kaça kadar çalışacağını biliyor musun?” diye sordu. “Hayır ama 17.00’de çağırdığına göre herhalde en az 22.00’e kadar orada kalırım.” “Delirdin mi? Akşam yemeğini kaçıracaksın.” Omuz silktim. “Gelince yerim. Ne olacak ki?” “Melike abladan sana sandviç yapmasını isteyeyim.” dedi ve uzandığı yerden doğruldu. Elindeki kitabı bırakmadan çıplak ayaklarını sürte süre hızla koştu ve kapısını açıp merdivenlerin oradan korkuluklara yaslanıp Melike ablaya seslendi. Hemen sonrasında yeniden yanıma geldiğinde ben de kitabı yerine koyuyordum. “Seni 19.00 gibi çiçekçiden alıp sahile gideriz diye düşünmüştüm.” Kaşlarımı havaya kaldırdım. Bu kızın hep bir planı vardı. “Sadece ikimiz mi?” Ben tam bu soruyu sorarken merdivenlerden birinin buraya çıktığını duymuştum ama merakımı çekmediğinden odağımı oraya vermedim. “Hayır. Aslında dün grupta konuşuldu. Kamp ateşi yakıp kendi çapımızda küçük partiler vermeyi seviyoruz. Plastik bardaklara içki koymak ve şezlonglara uzanıp yıldızlara bakmak gibi şeyler…” İstemsizce kaşlarımı çattım. Deli gibi paraları olmalarına rağmen kendilerine böylesine küçük eğlenceler yaratmaları bana garip geliyordu. Bir kuşun kanatları olup yürüyerek göç etmeyi tercih etmesi kadar saçmaydı. Sahil kenarında ateş yakıp normal gençler gibi takılmak orta halli insanlar yapabileceği bir eğlence yöntemiydi. Ama onlar golf kulüplerine ayda binlerce para veren tiplerdi. Normal sayılabilecek şeyler yapmalarını gülünç, hatta absürt buluyordum. Bazılarının bu tip tercihleri olabilirdi ama hepsinin bu şekilde eğlenmekte karar kılmaları, varlık içinde yokluk çekmeye örnekti. Kapıya doğru ilerlerken kaldığım odaya doğru giren Ahu Teyze ile yanında birini gördüm. Bir an için tanıdık bir yüz olmadığını fark ettiğimde üstündeki takım elbiseyle şoförleri olduğunu akıl etmiştim. Elinde birkaç parça poşet vardı ve odamın bir köşesine dizmeye başlamıştı. Selenra, “Ay, İlay’a kıyafet mi aldın!” diye benden hızlı odama doğru koştuğunda Ahu Teyzeye baktım. Kollarını önünde birleştirmiş, üstünde nasıl bu kadar rahat görünebildiğine anlam veremediğim topuklularıyla dimdik duruyordu. Kızının sorusuna rağmen bana doğru kafasını olumlu anlamda salladı ve “Eve gitmekle uğraşmanı istemedim.” dedi. Bir an için gözlerim hem poşetler de hem de onda mekik dokurken suratımın aldığı ifadeden bihaberdim. Bu nedenle gülümsemeye kendimi zorladım. “Keşke zahmet etmeseydiniz.” “Dedene teşekkür et. Ben sadece seçtim. Tarzına uygun bir şeyler almak adına epey çabaladım ama sonrasında daha kafama estiği gibi aldım çünkü, yani, senin tarzın biraz şey…” Doğru kelimeyi aradığında ona yardımcı olmak adına kendi kendime güldüm ve “Yok.” dedim. “Aradığınız kelime, yok. Benim bir tarzım yok. O yüzden zorlanmış olabilirsiniz.” Kaşları ortaya doğru kıvrıldı ve “Neden bir anda sizli bizliye döndük anlayamadım.” dedi. Benden yaşta büyük birine senli benli konuşmak çok garip geliyordu. Ona sesli bir şekilde teyze demekten kaçındığım için ağzımdan bu şekilde resmi ifadeler kaçmıştı. “Pardon.” deyip poşetleri kurcalayan Selenra’nın peşinden doğru gittim. Bu sırada şoför aşağıya inmiş ve Ahu Teyze de yanımıza doğru gelmişti. Selenra karton poşetten çiçekli bir elbise çıkarttığında Ahu Teyze konuşmaya geçti. “Dün giydiğin sarı elbiseyi gördüm. Oradan yola çıkarak sana yakışacağını düşündüğüm şeyler aldım. İçinde kot şortlar, üstüne salaş bluzlar, iç çamaşırları ve birkaç tane de pijama var. Eğer başka bir şeye ihtiyacın olursa söylemekten çekinme. Yeniden gittiğimde alırım.” Tam kafamı iki yana sallayıp tüm bunların bile fazla olduğunu söyleyecektim ki Selenra topuğunu çocuk gibi sertçe yere vurdu. “Çok kötüsün anne ya! Bizi de çağırsaydın keşke.” “İlay’ın alışveriş yapmaktan pek keyif alacağını düşünmedim. Söyleseydim muhtemelen karşı çıkardı ve senden giyinmeye devam ederdi.” diye yanıt verdi ki haklıydı. Beni az çok tanımıştı. Gerçi alışverişten keyif alıp almadığımı tam anlamıyla söyleyemezdim çünkü bu deneyimlediğim bir şey değildi. Alamayacağımı bildiğim şeyleri gezmek işkencenin garip bir yönetimi olsa gerekti. Bu nedenle tercih ettiğim bir şey de değildi. Dile getirmese bile kızından giyinmem hoşuna gitmemiş olduğu suratından ve kelimelerinin yanındaki gizli parantezlerden belli oluyordu. Konu paylaşmak değildi. Aynı kıyafetin iki kişide görülmesiydi. Bu sanki etraftakiler için dedikodu malzemesi olabilecek kadar büyük bir şeymiş gibi söylemişti. “Teşekkür ederim. Çok güzeller.” demek dışında ne diyebileceğimi bilemedim. Herhangi bir karşı çıkmada bulunmak da istemedim çünkü iade etme gibi bir durum söz konusu olamazdı. Evimdeki dolapta şu anda alınandan daha az kıyafet vardı ve muhtemelen gidip getirseydim bir şeylerden şüphelenmeleri olası olurdu. Selenra benim yerime tüm kıyafetleri çıkartmaya başladığında saate bakmak için kafamı yukarı kaldırdım ve “Onları eve gelince dolaba yerleştiririm. Şimdi gitmem gerek.” dedim ve adeta odadan kaçtım. Selenra’nın bir an için arkamdan seslendiğini duysam da duymamazlıktan geldim. Göğsümün ortasında bir anda büyüyen kara bir bulut vardı ve bana hemen dışarı çıkmamı söylüyordu. Yapılan iyilikler beni boğuyordu çünkü hak eden kişi ben değil, İlaydı. O gencecik yaşında yatağa düşmüş kızdı. Ben değildim. Kuzeninden gelen sevgiyi görmesi gereken oydu. Teyzesi tarafından verilen hediyeleri alması gereken de oydu. Dedesinin ilgisini kolayca kazanan da o olmalıydı. Kapıdan çıkmadan önce Melike abla önümü kesip elime sandviç tutuşturmasıyla bir anda onunla beraber evden çıkıp koşturmaya başladım. Şu anda bir şeyden kaçıyor gibi göründüğümün farkındaydım ama beni ne kovalayan biri vardı ne de yetişmeye çalıştığım bir yer… Eğer böyle koşmaya devam etseydim muhtemelen normalden çok çok erken oraya varacaktım ama durmak istemedim. Bu yüzden koşmaya devam ettim. Yaşamak için koşmam gerekiyormuş gibi göründüğüme emindim ama tek bildiğim buymuş gibi hızımı kesmedim. Kafamda dün yürüdüğümüz yolları yeniden canlandırıp öncesinde karar veriyor ve emin olduktan sonra o yöne koşuyordum ki en sonunda ciğerlerim bol oksijenle can çekişiyormuş gibi hissettiği için durmak zorunda kaldım. Tek elimi çıplak dizime koyup eğildim ve derin ama yavaş nefesler almaya başladım. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Diğer elimdeki sandviçimle ise komik görünüyordum. Neden böyle bir şey yaptığımı çözmeye çalışıyordum. Belki de içimde büyüyen, bastırdığım hisleri içten içe bu şekilde atabileceğimi düşünmüştüm. İyi gelip gelmediğinden emin değildim ama işe gitmeden yorulduğumu biliyordum. Bu yüzden köşeyi dönmeden önce nefes alışlarımı olabildiğince düzelttim. İlk birkaç adımda sarhoş gibi adım atsam da en sonunda toparladım ve bir an için boşta kalan elimi cebime götürdüm. Cep telefonumu alıp almadığımı kontrol etmek için elimi cebime soktuğumda orada olduğunu anlayıp rahatladım. Çıkartıp saate bakacağım sırada elimden kayıp düşmesiyle sesli bir küfür savurdum. Yere eğilip onu aldıktan sonra rüzgârdan dolayı karman çorman olan saçlarımı üfleyerek geriye itmeye çalıştım ve elimden de yardım aldım. Kafamı havaya kaldırıp doğrulduğumda sanki dün onu nasıl bıraktıysam olduğu yerde kalmış olan Arslan ile göz göze geldim. Omzuyla kitapevinin girişinin oraya yaslanmıştı. Kollarını önünde birleştirmişti ve çatık kaşlarıyla bana bakıyordu ama göz göze geldiğimizde suratı daha insancıl bir hale bürünmeye çalıştı. Hatta bir an için ne yapacağına emin olamayarak gözlerini kaçırdı. İkinci dünya savaşını görmüş kadar eski görünen telefonumu gördüğüne emindim. Hızlıca cebime attıktan sonra yanından geçene kadar gözlerimi ondan çekmedim. Çiçekçiye girmeden hemen önce üstüme başıma şöyle kısaca baktım ve sanki üstüm başım kirlenmiş gibi boşta kalan elimle üstümü silkeledim. Üstümde şort ve neredeyse üzerimde mini bir elbise gibi duran büyük 5SOS grubunun tişörtü vardı. İçimde şort olduğu belli olsun diye bir ucunu içime doğru doldurmuştum. Bunu bana verirken daha önce hiç giymediğini çünkü yanlışlıkla en büyük bedenini aldığını ve değiştirmeye üşendiğinden dolayı öylece dolabında giyilmeyi beklediğini söylemişti. Bu da benim işime gelmişti çünkü hem grubun şarkılarını seviyordum hem de bol tişörtler bir bakıma benim olayımdı. Üzerinde Sounds Good Feels Good yazıyordu. Aynı 2015 yılındaki albümlerindeki yazısıyla yazılmıştı. Çiçekçinin kapısından geçerken elimdeki sandviçi arkama doğru sakladım ve sakince ilerleyip suratıma bir gülümseme yerleştirmeye çalıştım. Hakan Bey benimle göz göze geldiği anda kolundaki saate bakmıştı. Suratında hafif bir şaşkınlık vardı ama sevindiği de belliydi. “Erkencisin.” “Sadece yarım saat erken geldim.” “Bu da iyi bir şey çünkü karım iki gündür doğru dürüst uyuyamıyor.” deyip toparlanmaya başladı. “Ne kadar erken gidersem onun için o kadar iyi olur.” “Ben de tam çok yardıma ihtiyacınız varmış gibi göründüğünüzü söyleyecektim.” dedim ve buradan öylesine geçiyormuşum ve hiç planımda yokmuş gibi, “Size yardım edebilir miyim?” diye sordum. “Çok isterim.” dedi ve çıkmadan önce ellerini ceplerine götürdü. Her şeyin tam olduğuna emin olduktan sonra bana hızlıca içeriyi turlattı. Birkaç müşterinin iki saat içerisinde geleceğini ve öncesinde yaptığı çiçeklerin kimlere ait olduğunu söyledi. Sipariş ekranını kısaca anlattı. Mutfağı rahatça kullanabileceğimden emin olmamı sağladı ve lavaboyu da temiz bırakmamı söyledi. Ayrıca telefon numaramı da aldı. Telefonumun eski oluşu dikkatini çektiğinde aynı bahaneyi sundum ve ders çalışmamı etkilemesin diye böyle bir yola başvurduğumu söyledim. Hemen sonrasında konuyu değiştirmek adına, “Anahtarlar?” diye sordum. Konuyu böyle hızlı değiştirmem karşı tarafa bir bakıma konunun benim içinde önemsiz olduğunu vurgulamak istememdi. Sanki istersen yüksek bir fiyata en iyi telefonu alabilirmişim gibi. “Kasanın hemen yanındaki kalemliğin içinde duruyor. Bende bir yedeği daha var. Yarın kaçta burada olman gerektiğini duruma göre sana yazacağım.” dedi ve geri geri kapıya doğru ilerlemeye başladı. “Mesajınızı bekleyeceğim.” diyerek teyit ettikten sonra tam gidiyordu ki yeniden bana doğru döndü. O an suratında ilk defa gördüğüm bir ifade bürünmüştü. Hafif neşeli hali tamamen gitmişti ve bu şekilde epey ciddi görünüyordu. İçimden bu müdür tavrı olmalı diye geçirmiştim. “Sana şans verdiğim için beni pişman etme. Olur mu İlay?” Yutkundum ama endişeli olduğumu çaktırmamayı başardım. Bunun yerine suratıma hafif bir gülümseme koyup gözlerimi kısaca yumdum ve başımla onay verdim. Bu bir bakıma sessizce bana güvenebilirsiniz demekti. Kafasıyla kısa bir selam verdikten sonra gidişini izledim. Beni tanımıyordu ve beni işe alırken riske girmişti. Dün gözlerine bakarken onu her ne kadar ikna ettiğimi görsem de elbette ki şüpheleri vardı ve büyük ihtimalle bu yaptığı biri tarafından duyulsaydı hiç hoş karşılanmazdı. Bu adamı tanımıyordum ama minnettardım. Belki de hayatım boyunca tanıdığım insanlardan daha fazla minnettardım ki, benim çok insan tanıdığım da söylenemezdi. Herkesten uzaklaşıp sadece kendim olabileceğim ve bundan korkmayacağım bir ortamım olmuştu. İçinde bulunduğum tüm yalanların içinden sıyrılabildiğim tek nokta burasıydı artık. Çiçekçinin tam ortasında öylece duruyordum. Bu yüzden ben de yeniden etrafı inceledim ve gitmeden bana söylediklerini tekrarlamaya başladım. Elimdeki sandviçi mutfağa koydum. Siparişlere bakındım. Hazır çiçeklere bakındım ve dükkânın sessizliğini dinledim. O sırada içeriye giren adım sesleri duymamla Hakan Bey’in bir şey unuttuğunu düşünerek gülümsedim ve kapıya doğru döndüm ama gülüşüm hızlıca sönmüştü ki bunu bilerek yapmamıştım bile. “Sen.” “Ben.” Arslan Doğan. “Ne istiyorsun?” “Çiçek alacağım.” Hiç sanmıyordum çünkü suratında çözemediğim ifadesi bana bunun tam tersi olduğunu söylüyordu. Dudaklarım aşağıya doğru kıvrılıp büzüldü. “Çok orijinal.” İkna olmadığımı anlamış olacak ki kapıdan içeri girdiği andan itibaren arkasında birleşmiş olan kollarıyla etrafa şöylesine bir baktı. Daha önce buraya girmemiş gibi davranıyordu ama bunun imkânsız olduğunu düşünüyordum. Sonuçta hemen çaprazındaydı. “Ciddiyim Arslan. Ne istiyorsun?” “Adımı öğrenmişsin.” derken bana bakmadı. Çenesi yukarı doğru kalkmıştı ve buradan âdemelması net bir şekilde görünüyordu. Tek kaşım havalandı. “Öğrenmemeli miydim?” Hiçbir şey demeden yürümeye devam etti ve gözüne kestirdiği beyaz laleden bir tane alıp burnuna doğru götürdü. Kirpiklerini kaldırıp sakince bana baktı. Şu an ne kadar iyi göründüğünün farkında olarak mı karşımda duruyordu bilmiyordum ama suratım ister istemez buruşmuştu. Yine de tepkimi görmemesi adına kafamı başka tarafa çevirip ilgisizmişim gibi davrandım. Bana öyle davrandıktan sonra birine karşı böyle düşünmem yanlıştı. Dünün aksine epey sakindi. Onu tanımıyordum ama bu sakinliğin onun için bile fazla olduğunu biliyordum. Kollarımı kendime sarıp, “Ne aradığını sorabilir miyim?” diye sordum. “Çiçek.” Gözlerim şimdi daha baygın bakmaya başlamıştı. Amacı neydi bunun? “Tekrar ediyorum. Çok orijinalsin.” “Ben müşteriyim.” Dedi sanki üslubumun yanlış olduğunu kast ederek. “Ben müşteriyken nasıl muamele gördüysem öyle davranıyorum diyelim.” deyip gram samimiyet barındırmayan bir şekilde gülümsedim. Bundan bahsetmem hoşuna gitmemiş gibi iç geçirdi ve özür anlamını taşıyan lalelerde biraz daha oyalandı. Sonrasında sadece beyazları gösterip, “Bunlardan bir buket yapmanı istiyorum.” dedi. Hem ona hem de gösterdiği lalelere kısaca bakarken harekete geçmemi istermiş gibi elindeki laleyi kibarca bana uzattı. Sanki bukete katmak için değil de bana verir gibiydi ama aldırış etmeden elinden biraz kaba bir tavırla almıştım. Oysaki o laleyi öyle bir tutmuştu ki sanki parmaklarının arasında sadece hava vardı. Bir çiçeğe bile bu kadar nazik olan bir adam dün bana olan tutumunu nasıl açıklayabilirdi? Ya da ilk tanıştığımız gecede olduğu gibi sanki beni geçmişte tanıyormuşçasına adeta portremi çizişinin nasıl bir anlamı olabilirdi? O gün ben onun hakkında sadece tahminde bulunmuştum ama o benim içimi görmüştü. Gerçek dünyaya dönmek ister gibi kafamı iki yana şöylesine bir salladım ve etrafını saracağım kâğıtla, bağlayacağım kurdeleyi seçmesi adına küçük bir katalog gösterdim. Hızlı bir karar verdikten sonra buketi yaparken ki süre boyunca ona bakmadım. O da ben de sessizdik ama nedense gözlerinin doğruca bende olduğunu hissedebiliyordum. Daha önce hiç bu kadar tüylerim diken diken olmamıştı. Bu sessizlik nedense beni gerdiği için yutkundum ve omuzlarımı dikleştirip sessizliği bozmanın bir yolunu arayarak aklıma gelen ilk soruyu sordum. “Kime bu?” Soruma karşılık olarak sessizliğini koruduğu için kirpiklerimi kaldırıp tepkisine bakmak zorunda kalmıştım. Benim merak ettiğimi sandığını anladığım anda düzeltmek adına konuşmaya devam ettim. “Ona göre not kâğıdı önereceğim. Birinin doğum günü mü yoksa sevgilinle özel bir gün kutlaması için falan mı? Özelini merak ettiğim için değil yani.” “Bunu kast etmedim.” “Gerek yoktu. Bakışların konuştu.” İlk başta sorarken hiçbir merakımın olmamasına rağmen kelimeler dudaklarımdan çıkmaya devam ettiği anda sesim bilmeye hevesli bir tonda çıkmıştı ve bunu fark ettiği için lanet etmiştim. Kulağa neden böyle geldiğini çözememiştim ama kendimi yumruklama isteğim gün yüzüne çıkmıştı. "Bu kadar ufak tefek biri için fazla öfkelisin." "Değilim." Neredeyse dudak kenarlarının yukarıya kalkıp indiğini gördüğümü sandım ama sonra kafasını iki yana sallamış ve "Not kâğıdına gerek yok. Ben kendim yazdım." diye yanıt vermişti. Gözlerimi ondan kaçırmadan önce yeniden sert ifadesine büründüğünde gerçekten hayal kurduğuma emin olmuştum. “İyi.” Buketi kasaya doğru götürdüm. Hesap makinesiyle kısa bir hesap yaptıktan sonra kaç para tuttuğunu görsün diye ona doğru çevirdim. Hemen sonra kasanın şifresini unuttuğum için mutfağa doğru gidip buzdolabının üstüne mıknatısla tutturulmuş kâğıda bakmam gerektiğini fark ettim. “Burada bekle. Hemen geliyorum.” Mutfağa doğru hızlı adımlarla gidip kasanın şifresini ezberlemek adına birkaç defa tekrar ettim. Geri döndüğümde gitmişti. Buket orada duruyordu ve parası da hemen kenardaydı. Tam para koymuştu. Kafam karışmıştı. Bu nedenle bir an için etrafıma şöylesine bir bakıp buketi elime aldım. Tam kapıya doğru gidip kitabevine yürümeyi düşünürken hemen altından bir kitap ve üstünde adım yazan küçük bir zarf çıkmasıyla olduğum yerde kaldım. İsmimi gördüğüm anda zarfı açma isteğiyle dolup taşmışken karşıma çıkan ilk şey güzel bir el yazısı olmuştu. “Benden nefret etmen için sana bir sebep verdiğimi biliyorum ve böyle kalmasında bir sakınca yok ama hak etmediğin bir muamele gördün. Geri alabilseydim düşünmeden alırdım.” Bu bir özür müydü? Bir süre kâğıtla bakıştım. Çatık kaşlarım ve kısılan gözlerimle ne düşünmem gerektiğini çözmeye çalışıyordum. Okuduğum bu yazı onu daha önce özür dileme konusunda hiç deneyimi olmayan biri durumuna düşürüyordu çünkü bunun bir özür olduğu belli olmasına rağmen insanı muallakta bırakıyordu çünkü yazısında özür kelimesi geçmiyordu bile. Hala kâğıda bakarken elim kitaba doğru ulaştı. Gözlerimin önüne onu getirdiğimde bunun Tolstoy’dan, İnsan Ne İle Yaşar kitabı olduğunu gördüm. Daha önce okumuştum. İnsanların yaşamak için her zaman başka insanlarla bir arada olması gerektiğini anlatan bir kitaptı. Elimi saçlarımın arasından geçirdim ve köklerini hafifçe çekiştirdim. Bir süre kitaba boş boş baktım ama sonra kafamın içinde dolanan ve bana rahat vermeyeceklerini bildiğim soru işaretleri doğmaya başladığında masaya hızla yere bıraktım. Yeterince soru işaretim vardı. Hatta yeterince ünlemim vardı. Bir başkalarına gerek yoktu. Ne düşünmem gerektiğini gerçekten bilmiyordum. Özür dileyen biri olmadığını varsayıyordum ve hayatımın geri kalanında ondan hoşlanmamaya devam etmeyi planlıyordum ama şimdi bana verdiği tek şey kafa karışıklığı olmuştu. O herkese böyle hissettiren bir adam mıydı? Ne kadar uzun süre dalıp gittiğimi bilmiyorum ama yeniden kapıdan adım sesleri gelmesiyle refleks olarak, “Ben bu kitabı okudum.” diye söylendim. Geri gelmesini umut ettiğim kişinin Arslan olmasından mı bilmiyorum ama kapıdan içeri girenin Deha olduğunu gördüğümde elimde olmadan biraz afallamıştım. “Kitap mı?” Güler yüzle içeri girmişti ama söylediğim şeyle gözleri kısılıp tek kaşı havaya kalkmıştı. Masanın üstündeki kitabı alıp aşağıya koymadan önce not kâğıdını da arasına sıkıştırmıştım. Hareketlerim Dehaya biraz aceleci gelmiş olacak ki bakışlarındaki değişimi hissettim. Yine de görmezden gelerek gülümsemeye çalıştım. “Seni müşteri sandım.” “Müşterilerinle kitaplar hakkında mı konuşursun?” “Belki. Neden?” “Burası çiçekçi dükkânı olduğu için biraz ironik geldi.” deyip dudaklarını büzdü. Omuz silktim ve dirseklerimden bileklerime kadar kolumu masaya dayayarak bedenimi öne doğru eğdim. Neden burada olduğunu merak ediyordum. “Buradan mı geçiyordun?” Suratında her daim olan yaramaz bir sırıtış vardı. Böyle yaptığında onu ciddiye almak zordu çünkü küçük çocuklara benziyordu. Aynı, ilkokulda hoşlandığı kızın ilgisini çekmek için saçını çektikten sonraki gülümsemelere benziyordu. “Neden? Seni kontrol etmek istiyor olamaz mıyım?” “Kontrol garip bir tabir oldu.” Kafasını salladı ve birkaç adımda yanıma gelirken etrafa bakındı. “Farkındayım. Yanlış oldu.” dedi. “O halde şöyle diyeyim, burada çalıştığını Selenra söyledi ve benim de birkaç işim vardı. İlk günün olduğu için uğramak istedim.” “Ne gibi işler?” “Akşam için abur cubur getirme sırası bende. Ayrıca ateş için kömür de alacağım.” “Kamp ateşine kömür mü koyacaksınız?” dediğimde sesim biraz küçümseyici çıkmıştı. “Başka fikrin var mı?” “İnce dallara çakmak yakmanız yeterli olurdu. Eğer sönmesinden endişe edeceğiniz ateşle ayin yapmayacaksınız kömüre gerek yok bence.” dedim. Gereksiz bir biçimde beni çok dikkatli dinliyordu. Suratıma her bakışında artık Buket’i aradığını fark edebiliyordum. Onun bir fotoğrafını dahi görmemiştim. Bu yüzden benzeyip benzemediğimden emin değildim. “Sadece hafta sonları ayin yaparız.” dediğinde yüz yıl devam edeceği bir esprinin başlangıcını fitillemiş gibi geldiği için düz ifadeyle ona baktım. Onunla sadece birkaç gün önce tanışmıştım ama bakire kurban ettiklerine dair şakalar yapacağından emindim. “O halde gittiğimizde dal topladıktan sonra ateşi sen yakarsın.” “Bu kadar kolay bir şeyi yapmak daha önce hiç aklınıza gelmedi mi?” “Kolay yolları severiz.” Kafamı eğip sessizce mırıldandım. “Neden şaşırmadım acaba?” “Efendim?” Hızlıca, “Yok bir şey.” diye yanıt verdikten sonra yeniden ona döndüm. “O halde işlerini hallet.” Güldü. “Beni kovuyor musun?” Evet, diye bir yanıt vermem mümkün olmadığı için kibar olmayı seçtim. “İyilik ediyorum. Muhabbetim sararsa işlerini aksatırsın. Seni alıkoymak istemem.” Yeniden gülümsedi ve “Pekâlâ, öyle olsun.” dedi. “Aslında buraya bir bakıma Selenra istediği için geldim. Bugün at sürecekti ve eve gidip hazırlandıktan sonra ancak kumsala varabilir. İlk gününde seni ziyaret etmek istemişti ama harika bir insan olduğum için bu isteği onun yerine gerçekleştireyim dedim.” “Peri anne gibi mi?” “Öyle de denebilir.” “Bu durumda o külkedisi oluyor.” “Aynen. Benziyor da. Tabii üvey annesi ve çirkin kız kardeşleri yok.” Alayla güldüm. Dikkatinden kaçmamıştı ama rahatsız da olmamıştı. Hatta sanırım insanlarda bırakmak istediği etki bir bakıma buydu çünkü eğleniyor gibi görünüyordu. “Bu durumda neyi benziyor?” “Güzelliği.” Kafamı onu onaylarcasına salladım. Bu konuda haklı olabilirdi. “Her neyse, işlerimi halletmeden önce zaten bir yere uğramam gerekiyor. Seni iş çıkışında alırım. Beraber gideriz.” “Ben 22.00 gibi çıkarım diyordum.” “O saatte mi çıkman söylendi?” “Hayır.” Çenesini dikleştirdi ve kısa bir süre düşünüp, “O saatte kimsenin acilen çiçeğe ihtiyaç duyacağını sanmıyorum. Yani buradaki herkes gibi dükkânı normal bir saatte kapatabilirsin.” dedi. “Normal saat derken?” Geri geri yürümeye başladı. “18.30 gibi.” “İyi de zaten 16.30’ta geldim buraya.” “Bir şey olmaz.” derken sondaki sesli harfi uzatmıştı. “Senin hatırına 19.00’da burada olacağım. Hadi sana kolay gelsin.” Bir şey dememem için ellerini kulaklarına örttü ve kapıdan çok hızlı çıktı. Yine de kıkırdadığını duyabilmiştim. Derin bir iç çektim. Saat gelene kadar etrafta dağınık gördüğüm yerleri düzenledim. Birkaç müşteri ağırladım. Hatta onlardan bahşiş bile aldım. Buradakiler iyi bahşiş veriyordu ve maaş almamama rağmen cebime bir şeyler girmeye başlamıştı. Siparişleri için gelen insanlara çiçeklerini verdikten sonra yapacak bir şey kalmadığı için kitabı elime almış ve sayfalarını kurcalamıştım. Sevdiğim birkaç cümle vardı ve onları aramıştım ama daha sonra kitabı elime aldığım anda bile Arslan’ın bana baktığını hissediyormuşum gibi bir paranoyaya girdiğim için yerine koymuştum. Zamanın geçmesini beklerken kapının oraya doğru ilerledim ve yaslandım. Güneş tam sol tarafımdan batıyordu. Görebildiğim bir noktada değildi. Bu nedenle gözümü almıyordu ama etraf tamamen turuncu bir hal almıştı. Etrafta bir sürü dükkân olmasına rağmen insanlar azınlıktı. Zaten tüm züppe aileler için alışveriş yapmaya çıkan insanlar vardı. Üstlerine başlarına bir şeyler almak isterlerse de merkeze iniyorlardı. Elim ister istemez göğsümün orta yerine gittiğinde gözlerim kaldırım taşlarına tek tek kaydı. Yapacak hiçbir şeyim olmadığı için düşüncelerimde boğulmak daha kolaydı ama en azından tek başımaydım. Beni rahatsız eden biri yoktu ya da rol yapmama gerek kalmıyordu. Yanıma doğru döndüm ve bu sefer sırtımı yasladım. O anda gözlerim aynı pozisyonda duran Arslan’a gittiğinde yeniden gözlerimiz birleşti. Ona doğru yürümek ve bana verdiği buketi sormak istiyordum ama nedense bana izin vermeyen bir şeyler vardı. Burada insanlarla konuşmak tehlikeliydi. Birileriyle bir şeyler paylaşmak benim için ayrıca tehlikeliydi çünkü rolümden çıkmaktan korkuyordum. Ama asıl tehlikeli olan Arslan’ın ta kendisiydi çünkü onunla göz göze geldiğim anda sakladığım bir şeyler olduğunu bilir gözlerle bana bakıyordu. Bundan hiç hoşlanmıyordum ama yanına gitme arzumu da bastıramıyordum. Ona kitabın anlamını ve gözlerini uzun süre benden çekmemesindeki özgüveni sormak istiyordum. Kendini herkesten soyutlamış biri olmasına rağmen fazla dikkatli bakıyordu bana. Belki de herkese. Ama ben şu ana kadar bana olan bakışlarını ancak fark edebilmiştim. Belki de etrafına karşı bu kadar dikkatli olması onu iyi bir analizci yapmıştı. Birbirimize bakmaya devam ediyor olmamız bir yandan parmak uçlarımı karıncalandırsa da beni pek rahatsız eden bir şey değildi. Kendiliğinden olan bir şeydi. Sanki olması gereken bir şeymiş gibi. Aramızdaki birçok şeyin meydan okumaya bağlandığının farkındaydım ama bu sefer sadece bakmak için bakıyorduk. Gözlerimizi kaçırmak istemediğimiz için kafamızı başka tarafa çevirmiyorduk. Bol beyaz gömleğinin iki düğmesi açıktaydı ve kolları dirseklerine kadar kıvrılmıştı. Duruşu dikti ve onunla ilk karşılaştığımızdaki saçlarının aksine bu hali daha ilgi çekiciydi. Kitabevinin yakınına doğru girip merdiveninden çıkan Hafsa’yı görmemle gözlerimi kaçırdım ama bana doğru usulca el salladığını fark ettiğim de kafamla selam verip yeniden içeri girmiştim. Buranın havası güzeldi. Bu nedenle dışarıya bir sandalye koymak ve içeride işim yoksa günün kalanını burada geçirmek iyi bir fikir gibi gelmişti. Ben de öyle yaptım ama bir saat kadar Deha haricinde kimse gelmemişti. Ben de ona uyup dükkânı kilitledim ve kitabı da içeride bıraktım. Yolda tam da kitabevinden çıkan Hafsa ile karşılaştığımızda ardından abisi de göründü ama sanki orada değilmiş gibi sesini çıkartmadı. Deha, onun orada olduğunu bilmesine rağmen o tarafa bakmadı bile. “Kumsala, değil mi?” “Evet. Hadi gel.” dedi Deha ve omzundaki kumaştan çantayı biraz daha yukarıya doğru kaldırdı. İçerisindeki abur cuburlar hışırdadı. “Bugün ateşi İlay yakacak.” “Eline kıymık batmasın?” deyip kaşlarını yukarı kaldırdı. “Bırak bu işi erkekler yapsın.” Omuz silktim. “İki taşı birbirine vurup kıvılcım çıkartmaya çalışmayacağım. Dalları düzgün bir şekilde dizdikten sonra çakmak yeterli olacak. Büyütülecek bir şey değil. Sen de yapabilirsin.” “Yok, teşekkürler. Biz genelde hazır kamp ateşi kullanıyorduk. Sanırım bugün bir ilk olacak.” deyip abisine doğru baktı. “Hadi dükkânı kapat.” “Sen git. Arkanızdan geleceğim.” Yeniden Arslan ile göz göze geldikten sonra içeri girdi. Biz de ilerlemeye başlamıştık. Deha’nın anlından bir damar adeta seğirmişti. Arslan’ın sesine bile tahammül edemiyordu ama kız kardeşi ile arkadaştı. Bu nedenle mecbur aynı ortamlarda yer alıyorlardı ki eminim Arslan epey uzağımızda bir yerde durup kız kardeşini kollayacaktı. Gittiğimizde Erdem ve Anıl şezlongları denize birkaç adım uzağa doğru çekiştirmişlerdi ve buldukları dalları bir tarafa doğru atıyorlardı. Yanlarına gittiğimizde sessizce selam vermiş sonra da yere çömelip verilen dalları dizmeye başlamıştım. Elbet birinde çakmak vardır diye düşündüğüm sırada Anıl’dan isteyeceğimi hiç düşünmemiştim ama mecburen elinden almış bulundum. Kısa sürede tüm dalları yerleştirdiğim sırada hava da kararmıştı ve Selenra da en sonunda gelmişti. Aslında burası onların evine epey yakındı. Yan yana dizilmiş evlerin birçoğu kumsala baktığı için büyük ihtimalle buradaki herkese yakın bir yer seçilmişti. “Tüm işleri kuzenime mi yaptırıyorsunuz?” “Kendi gönüllü oldu. Ayrıca dalları biz topladık.” “Sana zorla bir şey yaptırıyorlarsa göz kırp.” deyip bana doğru eğildiğinde güldüm ama o sırada gözlerimi istemsizce kırpabildim. Bunu bir işaret olarak anlamış olan Selenra anında yerinde doğrulup Anıl’la Erdem’e baktı. Erdem teslim olurmuş gibi kollarını havaya kaldırmıştı. “Hiçbir şeye zorlamadık.” “Gözümü öylesine kırpmıştım.” dedim. “Hele bir zorlayın var ya!” Anıl küçümseyici bir şekilde soluk verdi. “Hiç korkmuş gibi rol yapamayacağım.” “Role gerek kalmaz.” “Et, et. Tehdit et.” “Sen böyle davranmaya devam et de ben seni ziyan anca ederim.” Erdem kendini tutamayıp gülebildiği sırada kollarını indirmişti. Anıl ise onun omzuna vurmuştu. Tam bu sırada yanımıza doğru yaklaşan adım seslerini duyduğumdan sağıma doğru baktım. Birkaç kişi daha oraya bakmıştı. Hafsa, abisini gördüğü için sevinmişti ama epey uzağımızda duruyordu. Yine de rahatlıkla görülecek bir yerdeydi. Biz onun aksine denize daha yakındık ama o kaldırımın oraya dizilmiş olan şezlonglara oturmuştu. Deha’nın getirdiği taşları kamp ateşinin etrafına destek olması adına dizdikten sonra Anıl’dan aldığım çakmakla ateşi yaktım. Kısa sürede yandığında Selenra ellerini havada üç defa çırptı. Bu tür şeyler için takdir edilmeye alışkın olmadığım için kafamı eğip gülüşümü gizledim. Herkes Deha’nın getirdiklerini inceleyip tek bir şezlongu masa olarak kullanmaya çalışırken ben gözlerimi bir süre denize oradan da yakaya diktim. Hava iyice karardıktan sonra binaların ışıkları daha net görünmeye başlamıştı. Uzaktan çok zengin görünen bir yaka olmasına rağmen sefaleti çeken yerin orası olması ve asıl cennetin Alanza olması bana garip hissettiriyordu. Alanza’da ilk fark ettiğim şey yıldızların daha belli olmasıydı. Dün neredeyse yıldızlara bakmaktan uyuyamamıştım bile. Çocukluğumu o yakada geçirmiştim ve binalardan dolayı yıldızlar belli belirsiz görünürdü. Ama burada yıldızlar adeta insanlara göz kırpıyordu. Yerimden doğrulurken dizlerimin üzerinde epey kaldığım için bacaklarımın uyuştuğunu fark edememiştim. Tam kalktığım sırada yalpalanırken kolumdaki el dengemi bulmama yardımcı olmuştu. Kim olduğuna dair bir fikrim yoktu ama ona şöyle bir bakınca ancak tahmin edebilmiştim. Elindeki gitarı, geç kalışı ve buradaki diğer erkekler gibi giyinmemesinden yola çıkarak grubun bir parçası olduğunu anlamıştım. Benim gibi diğer yakadandı. Geç kalış sebebi bu yüzden olmalıydı. “Teşekkürler. Bacaklarım uyuşmuş da.” “Epey dalmışsın.” deyip elini benden sakince çekti ve gitarı şezlonga doğru koydu. “Ben Kamer bu arada.” “İlay.” derken kafamı öylece sallayıp tek elimi arka cebime sıkıştırdım. Kendi ismim dışında bir isim söylerken gözlerimi kaçırmadan edemiyordum ama buna artık alışmam gerekiyordu. “Orayı mı özledin?” “Efendim?” “Yaka’ya öyle bir bakıyorsun ki…” Bu soruya ne gibi bir yanıt vereceğimi kestiremediğim için ona öylece baktığımda sırıttı. “Emin ol özlenecek bir tarafı yok. Mümkün olsa hiç düşünmeden taşınırdım.” “Neden taşınmıyorsun o halde?” “Bırakamayacağım şeyler var diyelim.” deyip burnunu tatlı bir şekilde kırıştırdı. “Ne gibi?” “Özel biri gibi.” Gülümsedim ve kafamı salladım. “Haberi var mı peki?” “Bir gün olacak.” dedi kendinden emin bir şekilde. “O halde şanslı biri çünkü böyle bir çöplüğe katlanıyor olmak çok zor.” “Bu yorumunla orayı özlemediğine ve benim yanıldığıma dair bir çıkarım yapacağım.” dedi ve gamzelerini gösterdi. Kumral dolgun saçları ve mavi gözleri vardı. Muhtemelen benim gibi diğer yakadan olduğu için kendimi ona yakın hissetmiştim. Aynı anda hem soğuk, hem içe kapanık hem de özgüvenli görünüyordu. Sanırım o arkadaş olmak isteyeceğim biriydi. “Doğma büyüme oralı olmak oradan nefret edemiyorum demek değil ama,” deyip omuz silktim. “aynı zamanda kolayca aşabilirim demek de değil.” “Haklısın.” Bir an için sessizleşmiştik. O da bana dudaklarını birbirine bastırıp kısa bir kafa selamı verdikten sonra kalabalığın yanına doğru adımlamıştı. Kafamı kızlara doğru çevirdim. Aklımdan ayakkabılarımı çıkartmak geçtiği için diğerlerinin ne yaptıklarına baktım. Erdem hariç herkesin ayakkabıları ayağındaydı ama ben kumsalda çıplak ayak durmak ve denize doğru yürüyüp suya sokmak isterdim. Bu nedenle kendimi tutamayıp beyaz ayakkabıları ayağımdan çıkarttım. Çorapları içine koyduktan sonra da etrafa şöylesine bir taradım. Her şeyi hazırlamış olmalılar ki Selenra bana, gelmem adına elini sallıyordu. Yanlarına doğru adımladıktan sonra kalçasını kaydırıp bana yer açtı. Şezlongun dengesi bozulmaması adına hemen oturduktan sonra arkama doğru bakındım. Arslan’ın yanı da kalabalıklaşmaya başlamıştı. Onu tamamen yalnız biri sanıyordum ama görünüşe göre onun da arkadaşları vardı. Kimler olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu ama onların içerisinde olmasına rağmen sanki yalnız gibi görünüyordu. Önüme döndüm. Deha’nın bana uzattığı marşmelovu alıp ateşe doğru uzattım. Yanmasını beklerken konuşanları dinliyordum. Kamer ağzına birkaç cips attıktan sonra gitarını tıngırdatmaya başlamıştı. Hemen yanında Hafsa vardı. Yanlarındaki şezlongda Anıl ve Deha oturuyordu. Biz ise hemen yanlarındaki şezlongdaydık. Selenra ortamızdaydı. Erdem onun solunda ben ise sağında kalıyordum. Bir bakıma ortamıza koyduğumuz şezlongu saymazsak oturma pozisyonumuza garip bir üçgen şekli vermiştik. “Tamam, hazır mısınız?” “Neye?” Selenra, “Daha önce hiç yapmadım oyunu oynayacağız.” dediğinde birkaç kişi yanaklarını şişirip ofladı. “Bu oyunu her seferinde oynamaktan sıkılmadın mı?” diye sordu Hafsa. “Artık her şeyimizi resmen öğrendik sayılır.” “Bazılarımız mızıkçılık yapıp duruyor. Şu zamana kadar hiç hakkını vererek oynayamadık ki.” dedi. “Ben çabuk sarhoş oluyorum.” Selenra, “Sanki sarhoş olmaktan nefret ediyorsun da!” deyip gözlerini devirdi ve Arslan’ın olduğu tarafı işaret etti. “Abin hemen orada duruyor. Korkma seni organ mafyasına vermeyeceğiz. Böbreklerin güvende.” Anıl ondan beklenmedik derecede keyifli bir ifadeyle, “Hem aramıza yeni katılan bir arkadaşımız da var.” diyerek lafa girdi. Beni kast etmesinden nefret ettim. Erdem ona, “Sen bu oyunu sevmezsin.” dedi. “Belki artık seviyorumdur.” deyip elindeki bardağı bana doğru kaldırıp göz kırptığı anda öğürmek istedim. “Onu güzelce tanımak için iyi bir fikir olabilir diye düşünüyorum.” “Düşünebildiğini bilmiyordum.” diye kendi kendime mırıldanırken önüme döndüm. Bunu dediğimi sadece yanımdakiler duymuş olacak ki gülmüşlerdi. Selenra, Dehaya baktı. “Sen bardakları doldurmaya başla.” “Emredersiniz.” O bardakları olmayanlara bardak verip doldurmaya başladığı sırada bir tane plastik bardağı önce en yakınındaki olan bana, sonra da diğerlerine uzatmaya başladı. Bu oyunun nasıl oynandığını biliyordum ama daha önce hiç oynamamıştım çünkü böyle bir arkadaş grubunun içerisine ilk defa katılıyordum. Selenra büyük bir keyifle, “Ben başlıyorum.” dedikten sonra birkaç kişi aynı anda, “Her zamanki gibi.” diye cevap verdiğinde güldüm. “Ben daha önce kimseyi aldatmadım.” Hafsa bıkkınlıkla ofladı. “Bunun cevabını biliyoruz. Sadece Anıl içiyor işte. Başka bir şey sor.” “İyi tamam.” dedi ve kısaca düşündü. “Ben daha önce kimseyi öldürmeyi aklımdan geçirmedim.” Erdem ve elbette soruyu sorduğu için Selenra haricinde bir anda herkes hiç düşünmeden içtiğinde ortamda kısa süreli bir sessizlik oldu. Ardından herkes gülmeye başladığında Selenra, “Bunu bildiğim iyi oldu. Ortamdaki kesici aletleri saklayalım. Sarhoş olduktan sonra yapabileceklerinizden korkuyorum.” dedi. “Birini öldürmek için sadece kesici aletlere ihtiyaç duyulduğunu sanmıyorum.” diyen Dehaya gülünmüştü. Selenra ise ona abartılı tepkiler vermeye devam etmişti. “Arkadaşlığımızı gözden geçireceğiz.” “Çok geç, değil mi?” Hafsa, “Tamam, sıra bende.” diyerek lafa girdi. “Daha önce âşık olmamam gereken birine âşık olmadım.” Bir an için duraksadım. İster istemez elimdeki plastik bardağı hafifçe sıkıp ses çıkmasını sağladıktan sonra Deha’nın bardağı neredeyse bitirdiğini gördüm. Suratı ekşimiş, kaşları çatılmıştı. Ortamda yeniden ufak bir sessizlik olduğunda Deha’nın cevabını herkes zaten tahmin ediyormuş gibi suskundu. Ben ise kendime, geçmişimde yaşananların aşk olmadığını hatırlatmaya çalışıyordum. Bu yüzden bir yudum bile almadım ve sessiz kaldım ama gariptir ki bir hamle yapmam adına herkes bana bakıyordu. Onlara gülmeye çalışıp kafamı iki yana sallayarak cevap verdiğimde başka bir soruya geçildi. Birkaç kişinin ardından Kamer soru bulamadığı için aklına ilk gelen kolay soruyu sordu. “Ben daha önce tanıdığım birini selam vermemek adına görmemezlikten gelmedim.” “Bunu sen de yapmışsındır!” “Yapmışımdır.” Erdem, “İç o zaman!” dedi. Selenra, “Oyun böyle oynanmıyor Kamer!” diye sızlandı. “Yapmadığın bir şey söylemelisin.” “İyi de aklıma bir şey gelmedi.” Onların bu haline gülerken marşmelovumu yedim. Ateşte fazla bile tutmuştum diye düşündüğümde ağzıma attım. Tam olması gereken kıvamın bu olduğuna karar vermiştim çünkü normalde pek şekerli şeyler sevmememe rağmen tadını beğenmiştim. Anıl, “Tamam, susun. Sıra bende. İşleri kızıştıracağım çünkü belli ki siz daha önce hiç el ele tutuşmadım gibi şeyler söylemeye devam edeceksiniz.” deyip bardağını doldurdu. “Ben daha önce hiç çıplak yüzmedim.” Birkaç kişi aynı anda karşı çıktı. “Bunu yaptığını biliyoruz!” Deha söylene söylene bardağı dudaklarına götürdü ama içmedi. Sadece bıkkınlıkla dişlerinin arasına aldı. “Bu soruyu geçen oynadığımızda Erdem söylemişti.” “Biliyorum, İlay’ın cevabını merak ettiğim için sordum.” Benimle uğraşmasına hala daha anlam veremiyordum ama suratındaki çarpık gülümsemesi midemi bulandırıyordu. Hâlbuki daha geçen gün onun için üzülmüştüm. Selenra elindeki bardağı şezlonga adeta atarken bıkkınlıkla, “Aranızda bu oyunu bilen var mı? Cidden soruyorum?” dedi. “Ben hala cevabı istiyorum.” “Keyif kaçırınca komisyon falan mı alıyorsun sen?” diye sordum. “Kim bilir?” “En klişe sorulardan başlamasaydın bari.” “Birileri bu oyunu oynamış.” deyip kafasını salladı. “Oysaki ilk defa oynadığına çok emindim.” “Yanılmıyorsun.” dedim. “Ama uzayda yaşamıyorum. Şimdi düzgün bir soru sor ya da sıranı başkasına devret.” Selenra bu cevabıma karşı kıkır kıkır gülse de Anıl bozulduğunu belli etmedi ve “Seni istesem sarhoş edebileceğimi biliyorsun değil mi?” diye sordu. “Aynı anda sarhoş olacağımıza şüphem yok çünkü oyunun kurallarına göre kendi yapmadıklarını söylemen gerekiyor.” dediğimde Selenra işaret parmağını havaya kaldırarak araya girdi ve “Ki ben bunu size her oynadığımızda otuz sekiz kere falan hatırlatmışımdır ama saymadım tabii ki sadece tahmin.” dedi. “Yemediğim hiçbir bok kalmamış mıdır diye düşünüyorsun?” “Sence?” “İyi tahmin.” dedi ve içeceğini soru sorulmasa dahi dudaklarına götürdü. “Sıradaki.” İstese benimle uğraşmaya devam ederdi ama ya pes etmişti ya da hafif çakırkeyifti. Bu nedenle aklına soru gelen sırayı devralıyordu. Kendimi pek sarhoş hissetmiyordum çünkü sadece iki bardak içmiştim. Yanlışlıkla büyük yudumlar aldığım için çabuk bitirmiştim. Aklına aniden soru gelen Selenra heyecanla ateşe uzattığı marşmelovu üzerimdeki tişörte değdirdiğinde aniden geri çekildim ama çoktan yapışmıştı. Elindeki bardağı bıraktı ve “Ay, çok özür dilerim ya!” dedi. “Sorun değil. Senindi zaten.” Elindeki marşmelovu Erdem’e verip Dehaya ıslak mendil olup olmadığını sordu. O sırada zaten ayaklanan Deha istediğini yerine getirmişti. İkimiz de aynı anda ayağa kalkınca tişörttekini daha rahat çıkartmak için elini içime doğru soktu. “Ben hallederim.” “Saçmalama. Ben yaptım. Ben telafi etmeliyim.” Yukarıya doğru büzüştürürken silmeye başlamıştı ki gözüne karnımın hemen yanında çapraz, işaret parmağı genişliğindeki yara izi çarptı. “Bu nedir?” “Hiçbir şey.” diyerek tişörtü aşağıya doğru çekiştirip elinden ıslak mendili aldım. O sırada etrafa şöyle bir baktığımda Deha’nın da gördüğünü fark etmiştim ama aniden sesimi normalden biraz yükselttiğim için sorgulamaya devam edemeden sessizce geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Islak mendille üstümdekini sildikten sonra çöp olarak kullandığımız boşta olan poşete attım. O sırada Hafsa kafasını Anıl’ın omzuna koyduğunu gördüğümde sarhoş olduğuna emin olmuştum. Anıl önüne düşen saçlarını geriye attığında Hafsa aniden kalktı. “Of, çok uykum geldi.” Selenra bana bakıp sanki onun bebek bakıcısıymış gibi, “Sarhoşken hep uykusu gelir.” diye bilgi verdi. Hafsa o an tam karşısında kaldığım için beni incelerken çıplak ayaklarımı gördü ve dünyanın sanki en iyi fikriymiş gibi gözlerini büyültüp ayakkabılarını hışımla çıkarttı. Bana doğru yürüyüp kollarını bir anda bana sardığında, “Hadi gel. Ayaklarımızı suya sokalım.” dedi. Bir anda tam tersi bir ruh haline bürünmüştü. Ayıkken daha asil ve oturaklı biriyken, şimdi ise adeta konuşmayı yeni öğrenen çocuk gibi bir heyecanla dolanıyordu. Çok az içmesine rağmen bu haldeyse birkaç bardak ona ne yapardı merak ediyordum. Beni denize doğru götürdüğü sırada peşimizden kimse gelmedi. Kolunu omzuma atmıştı ama adeta tüm bedeniyle bana asılıyordu. Arslan’ın onu hep uzaktan gözlemlemesinin sebebini anlamıştım. “Bence eve gidip uyumalısın.” “Arkadaşlarından hep böyle kurtulmak mı istersin? Bağ kurduğumuzu sanıyordum.” deyip alt dudağını sarkıttı ve bir anda aklına çok komik bir şey gelmiş gibi gülmeye başladı. “Kovalent bağ.” “Efendim?” Artık su ayaklarımıza doğru geliyordu. Bir anda soğuk olduğu için ikimiz de irkilmiştik ama o hala gülmeye devam ediyordu. “Bağ deyince aklıma geldi.” “Peki, tamam. Kesinlikle eve gitmen gerekiyor.” Bir anda Hafsa’nın kollarının altından giren elleri fark etmemle beni hala bırakmadığı için dengemi korumaya çalışıyordum çünkü o eller Hafsa’yı benden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bunun Arslan olduğunu gördüğüm anda kafamı ona doğru kaldırdım. “Onu eve götürmen gerek.” “Farkındayım.” dedi ve kız kardeşine doğru kafasını uzattı. “Hadi güzelim, benim. Arslan. Eve gidiyoruz.” “Hayır ya, kalmak istiyorum!” diyerek bana daha çok sarıldığında benim kollarım iki yanda öylece durduğu için çok komik bir pozisyonda olduğumuzu kabul ediyordum. Çıtı pıtı bir kız olmasına rağmen çok da güçlü olduğunu fark edebilecek kadar beni çok sıkıyordu. “Hadi! Gitmemiz gerek.” “Gıdıklamayı dene.” “O gıdıklanmaz.” “Garip.” diye homurdanırken hala ona bakmaya devam ediyordum. Ne dediğimi duymadığı için, “Efendim?” diyerek tekrar etmemi istedi. Hafsa’nın kafası tam göğsümdeydi ve ikimizin ortasında kalıyordu. Tam suyun içinde değildik ama dalgalardan dolayı zaman zaman ayaklarımız hem kumlanıyor hem de suya giriyordu ve sanki her seferinde daha çok üşüyormuşçasına bana sokuluyordu. “Diyorum ki, birinizde insani refleksler yok diğeriniz özür dilemesini bilmiyor.” Arslan burnundan sesli bir soluk verirken kaşlarını havaya kaldırdı. Sorgularcasına gözleri kısılırken bakışları değişti. Dudakları aralanmıştı ve dişlerini birbirlerine sakince sürtüyordu. “Hayatında kaç defa sana özür dilenirken aynı anda çiçek verildi?” Bunu küçümsemek için sormadığı belliydi. Normal insanlar özür dilerken istisnalar haricinde çiçek vermezdi ve o da buna değinmeye çalışıyordu. “Hayatında kaç defa sesli bir şekilde özür diledin?” diyerek sorusuna soruyla karşılık verdiğimde birkaç saniye duraksadı. O an Hafsa’nın kafası hala göğsümde olsa da gözleri kapanmıştı ve kolları yere doğru düşmüştü. Arslan da bunu fırsat bilip kardeşini kucağına çok rahat bir şekilde almıştı. “Çiçek yeterli gelmedi mi?” “Sesli bir şekilde özür almak yeter ve artardı.” “Hayatımda kaç defa birilerine çiçek aldığımı biliyor musun?” Sessiz kaldım çünkü cevabını merak ettiğim bakışlarımdan belli oluyordu ve hiçbir şey söylemesem bile cevabını vereceğini biliyordum. Bu yüzden ben de öyle yaptım. Bakışları derinleşirken sessizliği bozmasını bekledim. “Hiç kimseye. Bu hatırlaması kolay bir istatistik.” “Bu yüzden sesli bir özürden daha mı değerli olmalı?” Bu sefer yanıt vermeyen o olmuştu. Sessizliği benim bozmam taraftarı olduğunu anladım. “O çiçekler en az kopan kolyem kadar değersizdi.” Amacım canını yakmak değil, gerçekleri söylemekti. “Birinden özür dilemek istiyorsan sözlerini kullan, paranı değil.” Akşam karanlığında tamamen grileşen gözleri olasılığı varmışçasına biraz daha kararırken, “Yazdım bir kenara.” diye homurdandı. “Yaz bakalım.” dediğim anda geri geri yürümesini ve sırtını bana dönerek gidişini izledim. Bu noktada düşünebildiğim tek şey gitmeyi çok iyi beceren bir adama benzediğiydi. O akşam, kamp ateşi sönene kadar herkes hakkında çok fazla şey öğrenmiştim. Kendimi kahvaltı kulübünde gibi hissediyordum ama onların aksine hiç duygusal bir bağ yaşamamıştım. Artık onlar hakkında günden güne daha fazla şey öğreneceğimi biliyordum çünkü buraya geleli sadece üç gün olmuşken şimdiden önemli önemsiz birçok şey öğrenmiştim. Anıl ortaokulun sonunda sigara içmeye başlamış ve liseye başlayana kadar içtiği tüm sigara izmaritlerini biriktirirmiş. Buna bir sebep bulamamış. Sadece yapmış. Hafsa’nın bana göre parayı neye harcayacağını bilemediği için aldığı şeylerden biri çerçevelermiş. Bunu bize Selenra söyledi çünkü kendisi abisiyle beraber çoktan gitmişti. Nedenini söylemedi ama bulduğu güzel işlemeli, büyük ya da küçük fark etmeksizin satın alıyormuş. Erdem’in midesi çok hassasmış. Deha’nın boğazına neredeyse marşmelov kaçıp öğürdüğü anda kusmaya başladığı sırada bunu öğrenmiştim. Selenra çok içince okuduğu kitaplardaki karakter gibi rol yapıyor. Onların alıntılarını söylüyor. Konumuz her ne olursa olsun aklına o sırada kitaplardan alıntı söylemek geliyorsa söyleyiveriyor. Kamer, gitarı sırtına doğru yaslayıp ters bir şekilde çalabiliyormuş ve Deha’nın sesi de çok kötüymüş. Kamer’in çaldığı şarkılara eşlik edince anlamış oldum. İlk başta sarhoş olduğu için şarkı söylüyor sanıyordum ama kendisi alkolü su gibi içiyor ve sesinin kötü olduğunun da farkında. Buna rağmen söylemekten çekinmiyor. Benim ise bugün hakkımda öğrendikleri tek şey ilkokuldan bu yana benimle olan yara izim olmuştu ki onu da sadece Selenra ve Deha görmüştü. Nasıl olduğunu merak ettiklerini biliyordum ama benim tarafımdan yapıldığını tahmin edip etmediklerini bilmiyordum. |
0% |