@rana.betb
|
Akşam eve vardıktan sonra bana alınan yeni pijamaları giyip mesaj gelmesini beklemiş ve yatmıştım. Hakan Bey bu sefer 15.00 gibi gelmemi istemişti. Normalde 19.30 gibi kapattıklarını ama 19.00 olduğunda eğer sipariş gelmezse kapattıklarını söyledi. Bunu dün bana söylememiş olmasının sebebinin de zaten tahmin ediyor olduğumu düşünmesiymiş. Ne zaman yardıma ihtiyacı olduğunu hesap edip beni çağırması uykularımı düzensizleştirebilirdi ama kimin umurundaydı ki? Bu hayatım boyunca çalıştığım en iyi işti. Daha önce bu kadar rahat bir pozisyonda çalıştığımı hatırlamıyordum. Kahvaltı faslı yine sessiz geçmişti. Yine sosyeteye tanıtım hakkında biraz konuşulmuştu ama yine benim anladığım şeyler olmadığı için yemeğime gömülmüştüm. Bir yandan bu konu hakkında fazlaca gerilsem de benim fikrimi almadıkları çok açıktı ve onlarla konuşurken, Selenra ile konuşmam kadar rahat hissedemiyordum. Kahvaltıdan sonra Asım Dede kullandığım telefonu gördüğü vakit resmen çıldıracağını sanmıştım. Suratında ilk defa gördüğüm ifadeler belirmişti. Ne düşündüğünü pek anlayamamıştım ama eski sakinliğini koruması adına ona da aynı açıklamayı yapmıştım. Ders çalışırken dikkatimin dağılmasını istemiyorum. “Benim torunum iradelidir. Tuşlu telefon olsun ya da olmasın dersini çalışmasını bilir.” diyerek benden üçüncü şahıs olarak bahsetti. “Hamza’ya söyleriz sana en yakın zamanda bir tane alır. O külüstürü bir daha elinde görmek istemiyorum.” Ne kadar gerek olmadığını söylesem de cümlelerimi adeta yutmamı sağlayan bakışları yüzünden ağzımı açamamıştım. Bu da onu güldürmüştü. O gülünce boş bakmamak adına kendimi her zamanki gibi gülümsetmeye zorlamıştım. Kahvaltıdan sonra Selenra bahçedeki havuza girmenin iyi bir fikir olacağını söylediğinde ona yüzme bilmediğimi söyledim. Büyük bir hayal kırıklığına uğramış olsa da en azından simitle girmem gerektiğini önermişti. Yazın keyfinin ancak suya girildiğinde çıktığını vesaire vesaire… “Hiç öğrenmeye niyetlenmedin mi?” dediğinde yatağımın üzerinde bacaklarını katlayıp oturmuş ve bir omzunu başlığa doğru yaslamıştı. Ben ise ondan ödünç aldığım tokamla saçımı topluyordum. Evimdeki eşyaların hiçbirinin yanımda olmaması beni zaten yabancı olduğum bu ortamda daha da soyutluyor gibi hissediyordum. En basitinden birkaç ucu kırılmış olan plastik tarağım bile yoktu. “Öğretecek kimsem olmadı.” “Teyzem de mi bilmiyor?” Bu soruya nasıl cevap vermem gerektiğini bilmiyordum çünkü cevabını da bilmiyordum. Bu yüzden lafı yine kendime çevirmem gerekiyordu. “Ben pek istemedim sanırım. Boğulurum falan…” “Fobin mi var yoksa?” Omuz silktim. “Bilmem.” “Sana bir gün öğreteceğim.” deyip heyecanını gösterdi. “Çok tatlı bikiniler de alırız. Hatta belki birbirlerine uyumlu olurlar.” “Ne zaman?” “En yakın zamanda tabii ki! Yaz bitmiyor sonuçta.” dediğinde gülümsedim ama o benim aksime kaşlarını çatmıştı. Hatta bir anda kıpır kıpırken omuzları düşmüştü. “Neden böyle tepkiler veriyorsun?” Afalladım çünkü neyi kast ettiğini anlamamıştım. Suratımın aldığı halden habersizdim. Az önce gülerken fazla mı küçümseyici görünmüştüm yoksa? “Nasıl yani?” Gözlerini başka tarafa çevirdi ve elini sarı saçlarına götürüp sol omzuna doğru attı. Bir ucunu parmağına doladı ve bir parmaktan diğerine dolamaya devam etti. “Güzel şeyler söylediğimde sanki palavra sıkıyormuşum gibi hissettiriyorsun.” “Öyle mi yapıyorum?” “Farkında değil misin?” Kafamı iki yana salladığımda bunu görmüştü. Suratımdaki ifadelere sahip çıkmaya çalışıyordum ama bir şekilde anlıyordu. Kendimi ne kadar tutmaya çalışsam da, kurduğum cümlelerin çoğu her ne kadar normal olsa da kulağa iğneleyici gelmesini engelleyemiyordum. Kafasını kaldırıp yeniden bana baktı. “Amacının böyle hissettirmek olmadığına eminim ama söylediğim her şeyin hep arkasında dururum. Şu zamana kadar tüm dünya sana söz verip kaçmış gibi davranıyorsun.” Benim hakkımda yaptığı bu çıkarım donakalmamı sağlamıştı. Öyle mi yapıyordum? Tüm dünya bana söz verip kaçmış gibi mi davranıyordum? Sanırım haklıydı. Küçümseyici davranışlarım bu sebeptendi çünkü ben sözlerin tutulmasına ve yarı yolda bırakılmaya alışkındım. İnsanların yalanları doğruymuş gibi kamufle edip gizlemesine, gülümseyip arkamdan konuşmasına alışkındım. Sevdiklerini söylemelerine ama tamamen uçkurları uğruna kullanmalarına alışkındım. Gidenin gelmemesine alışkındım. Tek bildiğim buydu. “Özür dilerim,” dedim ve ona bakmadan önüme dönüp hızlıca saçımı bir atkuyruğu yaptım. “farkında değildim. Daha dikkatli olurum.” Yanaklarını şişirip ofladı ve yerinden hızlıca kalktı. “Özür dilemen için demedim.” “Biliyorum ama demeliydim. Kimse mimiklerine sahip çıkamayan insanlardan hoşlanmaz.” “İlay!” diye inledi. “Böyle söyleme. Senden hoşlanmadığımı kast etmemiştim.” “Trip yapmıyorum Selenra. İyiyiz. Sorun yok.” derken ciddiydim ama ben ona ne kadar bu tarz şeyler söylemeye devam edersem edeyim o kendini bir süre kötü hissedecekmiş gibi görünüyordu. “Kanıtla.” Burnunu kırıştırdı. Alt dudağı biraz dışarı çıkmıştı ve yanak denilen şey onda olmasa bile biraz şişkin duruyorlardı. Az önce elinden şekerini çok sinsi bir şekilde almışım gibi bana bakıyordu. “Bana on saniye sarılabilirsin.” derken kollarımı iki yanımda salladım. Tek kaşını kaldırdı. “Bunu geri çeviremeyeceğimi mi sanıyorsun?” Omuz silktim. “Yani, sanırım.” “Evet, yanılmıyorsun ama dayanabilirim.” deyip dudaklarını büzdü ve kollarını önünde birleştirdi. Gözlerini benden kaçırsa da kaçamak bakışlarını yakalıyordum. Benden bir atılım bekliyordu. “Ne kadar?” Yalandan kaşlarını çattı. “Ne kadar dayanabileceğimi mi soruyorsun gerçekten?” “Hayır. Düzelmen için kaç para istiyorsun diye soruyorum.” dedim hızlıca ama ironi yaptığımı hemen anladığı için uzatmadan konuşmaya devam etti. “Evet, ne kadar dayanabileceğini merak ediyorum.” Eliyle kollarımı gösterdi ve sanki şu anımız onu hiç eğlendirmiyormuş gibi davranmaya kendini zorladı ama eğlendiği suratından okunuyordu. “Yani kollarını kucaklaşmak için açarsan belki dayanamayabilirim.” Derin bir iç çekerken dediğini yaptım. “Şimdi de bana doğru birkaç adım atman gerekiyor.” “Tam olarak kaç adımdan bahsediyoruz?” “Kırk beş desem yapabilecek misin?” deyip bıkkınlıkla gözlerini devirdi. Benim gibi konuşunca eğlenmiştim. “Parmak uçlarımız değsin yeter.” “Bunu yaparsam zaten sarılmış oluruz.” “Biliyorum.” derken ciddi kalamadı ve kocaman gülümsedi. Çocuklaşması elimde olmadan beni de güldürdüğünde dediğini yaptım ve tamamen mesafeyi kapatıp ona sarıldım. Anında çenesini omzuma doğru koyup ellerini de sırtımda birleştirdiğinde hala kıkır kıkır güldüğünü hissedebiliyordum. “On saniye başladı.” “Şunu on beş yapsak?” “Şansını zorlama.” “İyi tamam be!” deyip kollarını bana daha sıkı sardığında birden bire burnumun ucu sızladı. En son kime böyle sarıldığımı hatırlamıyordum ve sanırım bu nedenle kimseyle yakın temasa geçmiyordum. Ani duygu patlamaları yaşamamak için… Çünkü eğer biraz daha böyle kalırsak ağlayabilirim. “İlay.” “Efendim?” “O yara izini anlatacak mısın?” Ona dolanan kollarım bir an için titrediğinde yutkundum. İlkokuldan beri o yara izini öz annemden bile saklamayı başarmışken şimdi birine bunu anlatmayı düşünemiyordum bile. Bu nedenle sustum. O da beni anladı ve benimle beraber bir süre susmaya devam etti. Bunun için ona minnettardım. On saniye ya da daha mı fazla olmuştu bilmiyorum ama en sonunda ondan ayrıldım. “Saçın atkuyruğu ile çok güzel görünüyor.” “Teşekkür ederim.” deyip iç çektim. “Şimdi gitmem gerekiyor.” Tam yanından geçerken ardımdan seslenmesiyle yerimde durmak zorunda kaldım. “Dedem, Hamza abinin akşam seni alacağını söyledi.” “Neden?” Uzaylıya açıklama yapıyormuş gibi bakınca sorunun bende olduğunu anladım. “Eve yürüme diye işte. Başka neden olabilir?” “Ben yürümeyi seviyorum. Zaten on beş dakika bile sürmüyor ki.” “Bunu dedeme söyle. Bana değil.” dediğinde zaten aşağıya ineceğim için tam odanın kapısına doğru ilerlediğim sırada arkamdan yeniden seslendi. “Ama doktor randevusuna gitti. Telefonla ulaşmanı da tavsiye etmem çünkü nedense telefonla konuşurken daha huysuzlaşıyor.” Sessizce oflayarak odadan çıktıktan sonra Melike ablanın verdiği sandviçe teşekkür ettim. O sırada Ahu Teyze beni gördüğü anda adımı seslenmiş ve yanıma doğru gelmişti. Bana sosyeteye takdim balosundan ayaküstü bahsettikten sonra Pazar günü alışverişe gitmemiz gerektiğini söylemişti. Ayın sonunda olacak parti normal şartlarda on yedi yaşında yapılan bir şey olmamasına rağmen benim için bir istisna gerçekleştireceklerini söyledi. On altı yaşını dolduran genç kızlar yetişkinliğin ortalarına güzel bir anı bırakması adına kutlamalar yapılırmış. Ama ben on yediydim ve benim katılmam için ayrıca görüşülmüştü. İsteyip istemediğimi bile sormamış olmaları ayrı konuydu. Mutlu olacağımı düşünmüş olmalılardı. Belki gerçekten İlay olsaydım hoşuma gidebilirdi ama şu durumum da benim için ayrı bir sorun demekti. “Hafsa’yı tanıyorsundur belki. Onun yaş grubuyla takdim edileceksin.” Düz ve isteksiz bir ifadeyle, “Ben hayatımda baloya gitmedim.” dedim. Bana öyle bir bakıyordu ki bu noktada her ne yaparsam yapayım o baloya kesin olarak gidecekmişim gibi görünüyordu. Gitmek istemediğime dair söylediğim hiçbir şey onları ikna etmeyecekti ve sadece nefesimi boşuna harcamış olacaktım. “Bilmediğimi mi sanıyorsun?” deyip elini çenemin altına koyup suratımı hafifçe sağa sola sallarken gülümsüyordu. “Zaten ayın sonunda. Bir şekilde seni hazırlarız. Çok zor bir şey değil. Sen sadece kavalye bulacaksın.” “Kavalye mi?” Tek sorunum keşke bu olsaydı. “Evet. Sen takdim edildikten sonra merdivenlerin sonunda seni bekleyecek ve piste götürecek kişi.” Anlamış olmama rağmen dudaklarımı araladığımda ağzımdan tek bir kelime çıkmıştı. “Ne?” “Dans etmenin ne demek olduğunu biliyorsun değil mi?” Bugünkü günde bana uzaylıymışım gibi bakan ikinci kişiydi. Hak vermek dışında bir şey yapamıyordum. Belki gerçekten aptalı oynarsam benden ümidi kesebilirlerdi. “Ben hayatımda balo da görmedim, o tür danslar da etmedim.” dedim. “Ayrıca kavalye falan da bulamam. Buradan kimseyi tanımıyorum.” Kafasını hafif yana yatırdı. Söylediğim şeyin doğruluk payı olup olmadığına emin olmaya çalışıyordu. “Selenra arkadaş edindiğini söylemişti. Dehaya ne dersin?” “O çocuk hiçbir şeyi ciddiye almıyor.” Kollarını önünde birleştirdi. “Sen de sosyeteye tanıtımı pek ciddiye alıyormuşsun gibi durmuyorsun. Bence halledersiniz.” “Bunu istediğimden emin değilim.” Bana yine boşa konuşuyormuşum gibi baktı. “Babam her şeyi ayarladı.” “Ama ilk bana sormanız gerekmez miydi?” Dudaklarını birbirine bastırdı ve burnundan sesli bir nefes aldı. “Senin için güzel bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ben de yardımcı oluyorum. Ayak uydursan olmaz mı?” Birkaç aya ölecek birinin hayır işi olmak istemiyorum, diyemedim. Bunun yerine gözlerinin içine baktım sessiz kadım ve “Gitmem gerek. Geç kalıyorum.” dedim. Arkamdan, “Bunu daha sonra tekrar konuşuruz.” diye seslenmesiyle görmediği için rahatlıkla gözlerimi devirdim. Onlara kızdığım tek nokta fazla hevesli ve ısrarcı olmalarıydı. Niyetlerinin iyi olduğu barizdi ve benim tüm olumsuzluklarıma rağmen bana iyi bile katlanıyorlardı ama buraya ait olmadığımı göremiyorlar mıydı? İtibarlarını bu kadar çok düşünüyorlarsa eğer beni o baloya götürmemeleri gerekirdi. Çiçekçiye giderken yol boyunca Ayça Hanım ile konuştum. Bana, ben aramıyorsam beni arama nutuğunu dinledikten sonra sosyeteye tanıtımdan bahsetmemle gözümü boyamaya çalıştıklarını söyledi. Ben bunun işe yaramadığını söyleyip ne yapmam gerektiğini sorduğum zaman da ayın sonuna dek ne istiyorlarsa onu yapmamı, böylelikle her şeye evet dediğim için liseyi burada okumak istemeyişime bir şey demeyeceklerini söyledi. En azından kafasında böyle kurgulamıştı ama hayır denmesine alışkın bir aile olmadıkları belli olduğu için bu planın nereye kadar düzgün gideceğini bilemiyordum. Ben de isteksiz görüneceğimi buna rağmen kabul edeceğimi söylediğimde tam da bunu yapmam gerektiğini söyleyip telefonu kapattı. Ben çiçekçiye vardığımda kitabevinin açık olmadığını ama karşı taraftan Arslan’ın geldiğini gördüm. Çiçekçiye girip Hakan Bey’in gidişini izlediğim sırada da Arslan’ın da dükkânına girmesine şahit oldum. Para sıkıntısı olmayan insanlar böyleydi. Kendi saatlerini kendi yaratırlardı. Keyiflerine göre işe giderlerdi ve her şeyi tek bir telefon görüşmesiyle hallederlerdi. Dükkânda birkaç kişiyi ağırladım ve Hakan Bey’in gitmeden önce bana söylediği siparişleri gelenlere teslim ettim. Bu sırada da dükkânda çalan müziklere benim karar verebileceğimi söylediği için de kendime bir müzik listesi oluşturmuştum ve günümün çoğunu neredeyse buna ayırmıştım çünkü yaptığım pek bir iş yoktu. Gün içerisinde sadece beş buket yapılsa bile kazançları asgari ücreti geçiyordu. Çiçeklerin kalitesine lafım yoktu. Gerçekten berrak, canlı ve güzel kokuyorlardı ama yine de bu kadar pahalı olmasına anlam veremeyecektim. Kapının önüne koyduğum sandalyeye oturup biraz hava aldım. Bir süre sonra yapacak bir şey bulamadığım için aklıma otomatik olarak kitap okumak geldiğinde kasanın altındaki rafta duran kitabı hatırladım. Bu kitap neden hala bendeydi? İçeriye girip onu aldıktan sonra dışarı çıkmadım. Dün yaptığım gibi sayfaları biraz karıştırdıktan sonra kitabın hala bende olmasını saçma buldum. Zaten okumuştum ve bu bir bakıma bana ödünç verilmişti, değil mi? Derin bir nefes aldım ve dükkâna kimsenin gelmediğine emin olup kitabevine doğru adımladım. Kapısını açtığım anda zil sesi kulaklarımı doldurmuştu. Hemen ardından rafların oradan kafasını çıkaran Arslan’ın beni görmesiyle o tarafa dönmem bir olmuştu. Gergin omuzlarımı düşürdüm ve avucumun içine bastırdığım kitapla beraber ona doğru yürürken içeride kimsenin olmadığına emin oldum. Derin bir iç çekip tam karşısına geçtikten sonra ben bir şey demeden elimdeki kitabı kolayca fark etmişti. Hemen yanında tekerlekli bir masa vardı ve üzerindeki kitapları önündeki raflara yerleştirmekle meşguldü. Yine de yanına geldiğim vakit hem bana hem de elimdeki kitaba dikkat kesilmişti. “Bir sorun mu var?” “Hayır. Geri vermeye geldim.” Gözleri sakince kısılırken yemin ederim mavi gözlerinin çevresindeki grilikler bir boyaymış gibi ortalara yayıldı ve “Geri vermek mi?” diye beni tekrarladı. “Kitapta bir sıkıntı mı var?” Neyden söz ettiğine bir süre anlam veremedim. Tabii ki kitabın içeriğinden ya da hasarlı olmasını kast etmiyordum ama tek sorun buymuş gibi görünüyordu. Bu nedenle cevap veremeden suratının aldığı ifadeyi çözmeye koyuldum. “Vermeden önce kontrol ettiğimi sanıyordum.” “Kitapta bir sorun yok.” “Daha önce okudun mu?” “Evet ama,” Bekledi ama ben cümlemi bitiremedim çünkü kafam o kadar karışmıştı ki ne demem gerektiğini çözemiyordum. Bana her şey çok barizmiş gibi bakmasına rağmen o kadar hiçbir şey anlamıyordum ki elimden kitabı ne ara alıp içini kurcaladığını bile anlayamadım. “O halde bunun dışında bir sorun yoksa neden hediye mi geri verdiğini sorabilir miyim?” “Hediye mi?” “Evet.” deyip çenesini dikleştirdi. “Hediyeyi geri vermek kabalıktır.” “Ben bunu bana ödünç verdiğini sanmıştım.” Dudak kenarlarını aşağıya doğru kıvırırken suratımı inceleyiş tarzından dolayı gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım. Rahatsız olmamıştım ama az önce benim yaptığı gibi, şimdi o suratımdan bir anlam çıkartmaya çalışıyordu. “Hayatında hiç karşılıksız bir şey almadın mı sen?” “Ödünç vermemiş miydin sahiden?” “Hayır. O bir özür hediyesiydi.” Tam dudaklarımı aralayıp onu tekrar edeceğim sırada kendimi tutup birbirlerine bastırdım ve terleyen avuçlarımı çaktırmadan arka ceplerime sildim. “Özür dilemeyi bilmiyorsun ama özür hediyesi vermeyi biliyor musun yani? İlginç.” diyerek kendi kendime söylensem de duyduğunu biliyordum ama bu cümleler ağzımdan neredeyse mırıldanarak çıkmıştı. Sanki hediye mevzunu daha fazla uzatma taraftarı değilmiş gibi kitabı yeniden bana uzattı ama bunu sanki önemsiz bir şeymiş gibi yaptığını hissettim. Kitabı bana hediye etmesi değil, geri vermeye yeltenmemi önemsiz bulmuştu. Hatta belki de sinirlenmişti ama kaya gibi suratından hiçbir şey okunmuyordu. Elinden kitabı aldıktan sonra bir süre ne yapacağımdan emin olamadım. Öylece yerimde dururken her ne yapıyorsa yapmaya devam etmişti. Masadaki beş kitabı aynı anda alıp hemen karşısındaki raflara özenle dizmişti. Rafların tozunun yeni alındığı belli oluyordu. Sahiden buradaki tüm işleri kendisi mi yapıyordu? Zaten diğer bacağıma kıyasla geride duran ayağımı kımıldattım. Tam topuğumun üzerinde dönecekken göz ucuyla bana bakışını yakalamamla duraksadım. Sessizce buradan ayrılma planım alt üst olmuş gibi tek bir bakışı beni durdurmaya yetmişti ve bunu başardığı için şaşkınlığımı gizlemek adına epey çaba harcamam gerekmişti. “Çiçekleri suya koydun mu bari?” Bir çırpıda, “Hayır.” diye yanıt verdim. Bir kitabı daha rafa yerleştirirken tek kaşı hafif seyirdi. “Neden?” “Onlarla ne yapacağımı bilemedim.” Gerçekten de durum bundan ibaretti. Öylece kasanın orada güzelce duruyorlardı. Gerçi onlara yasak bir meyveymiş gibi gözümü dikip bakmıyordum bile ama yine de oradaydılar. Dudağının bir kenarı belli belirsiz kımıldadı ve “Çiçekler su ve güneş sever diye biliyorum ama çiçek dükkânında çalışan sensin tabii.” dedi. Bir anda bu kadar değişmesi devrelerimi yakıyordu. Ben genelde konu her neyse ona olan yaklaşımımı belli ederdim. Hal ve tavırlarımdan belli olurdu ama o benim tam tersimdi. Sebebi olmadan dengesizleşmesinin altındaki sebebi merak ediyordum ve bunu öğrenmek için onu tanımam gerekirdi. Ben ise buna hazır değildim. Bana etki etmemesi gereken çok fazla kişiyi hayatıma almıştım zaten. “Bir daha yapma.” Bunu söylerken ne düşünüyordum bilmiyorum ama bir anda ağzımdan çıkıvermişti. Haliyle Arslan da neyi kast ettiğimi anlayamadığı için afallamıştı. “Efendim?” “Çiçek ya da herhangi bir şey. Alma. Yapma.” “Lale sevmez misin?” “En sevdiğim çiçektir.” “O halde?” Kafamı iki yana birkaç defa salladım. “Senden nefret etmem için bana bir sebep vermenden sonra böyle kalmasında bir sakınca olmadığını söylemiştin. Niye bunu söylememiş gibi davranıyorsun ki? Bırak da öyle kalsın.” “Sebep?” Derin bir nefes aldım. “Ayın sonunda burada olmayacağım. Yeterince insanla tanıştım. Evime döndükten sonra kimsenin beni arayacağını sanmıyorum. Bu yüzden yalandan arkadaşlara ihtiyacım yok. Zaten fazlasıyla oldu.” “Öyle olacağını sanmıyorum.” Bu sefer afallayan ben olmuştum. “Ne?” “Ayın sonunda buradan ayrılacağını sanmıyorum.” deyip bir kitap daha rafa koydu ve kalçasını masaya dayayarak bana döndü. Sanki konuşma ilginç bir yerlere gidiyormuş gibi doğrudan suratıma bakmak istemişti. “Selenra şimdiden liseyi kuzeniyle okuyacağına dair şeyler söyleyip duruyor. Bu benim kulağıma bile geldiyse tüm yaka haberdardır.” “O nasıl oluyor?” “Selenra’nın bu yakada ne kadar tanındığına dair bir fikrin var mı senin?” diye sorup kollarını önünde birleştirirdi. Giydiği gömleğin kol kısımları kaslarını tamamen sararken hızlıca gözlerimi yine onun yüzüne çıkarttım. “Hayal kuruyor. Burada kalmayacağım.” Yeniden kafamı inkâr eder gibi iki yana salladım. Sanki ona bunu söyledikten sonra istediğime ulaşacakmışım gibi ikna etmeye çalışıyordum. “Kalmak da istemiyorum.” Kafasını aşağı yukarı belli belirsiz salladı ve sakin bir şekilde, “Öyle diyorsan öyledir.” dedi. Birkaç gündür tanıdığım insan bu değildi. Bir anda bana olan yaklaşımı yüz seksen derece nasıl değişebilirdi? “Hala yapıyorsun.” Kafasını hafif yana yatırdı ve “Neyi?” diye sordu. Gerçekten merak ediyordu. “Uysal kalarak senden nefret edebileceğim sebepleri azaltıyorsun.” Kafasını eğip gülüşünü sakladı. “Ben, benden nefret edebilirsin dedim. Konuşamazsın demedim. Birbirlerinden nefret eden arkadaşlar da olabilir ama madem kafan karışıyor duygularının değişip değişmeyeceğine ben karar veremem. O sana bağlı bir şey.” Bu bana söylediği en uzun cümleydi. “Duygularımın stabil kalması taraftarıyım.” Omuz silkti ve elini arkasına uzatıp bir kitap daha aldı. Hangi kitap olduğuna göz ucuyla baktıktan sonra gözlerini benden çekmeden, “Öyle olsun.” dedi ve narince rafa yerleştirdi. Gözlerini bir an olsun benden çekmediği için titreyen kirpiklerimin altından ona bakmaya devam ettim ve ortama yayılan sessizliği bölmedim. Burada hala daha ne yaptığım konusunda bir fikrim yoktu. O günün aksine burada olduğum için rahatsızlık duyuyormuş gibi görünmüyordu. Belki de o aşağıya giden merdivenlere adım atmadığım zamanlarda gerçekten böyle biriydi. Peki ya beni tanımadığı halde ölen arkadaşından daha kötü olduğumu söylediği gün? Ayrıca Buket ona ne yapmış olabilirdi ki? Ve beni ondan daha kötü yapacak şey ne olabilirdi? Önyargım mı? Sadece bu muydu yani? Daldığım gözlerinden kaçmak istercesine kafamı iki yana sallayıp eğdim. Ciğerlerime derin bir hava gönderirken buranın normalden daha oksijensiz olduğunu fark ettim. Öyle ki, burada bir saat geçirirsem neredeyse bayılabilirdim. Ya da, bu sadece onunla uzun süre bakışmamın yan etkisi olabilirdi. “Ayrıca, pişmanlığımı bir şekilde dile getirdikten sonra bile benden nefret etmek konusunda ısrarcıysan bu konuda yapacak bir şeyim yok.” deyip sessizliği bozduğunda otomatik olarak ona yeniden dikkat kesildim. “İster inan ister inanma, birinden nefret etmek için ayrı bir mesai harcaman gerekiyor. Yani öyle kalması benim için sorun olmasa bile benden sonsuza dek nefret edemezsin.” Ve bu da bana söylediği en uzun ikinci cümleydi. Alayla gülümsedim. “Bence beni hafife alıyorsun.” Suratına yayılan gülümsemesiyle beraber bana doğru bir adım atmasıyla duruşumu istemeden dikleştirdim. Sadece tek bir adım atması bile suratlarımızı hizalamak adına kafamı kaldırmam demek oluyordu. Benden o kadar uzundu ki göğsümü gererek onunla konuşsam bile yanında ufacık kalırdım. “Sanmıyorum.” “Sonsuzluk abartılıyor.” dedim. Kafasını eğmedi. Bunun yerinde gözlerini benimkilerle adeta kenetledi. Dudak kenarları yavaşça normal hizasına dönerken nasıl bilmiyorum ama hala gülümsediğini görebiliyordum. Bir insanın onun gözlerinin içine bakıp kaybolmaması imkânsız diye düşündüm ve saniyesinde kendimden nefret ettim. Ama onun hiç çekincesi yokmuş gibi kirpiklerimden, elmacık kemiklerime, hatta saç bitimime kadar suratımın her bir santimine hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyormuşçasına inceledi ve neredeyse dudaklarını aralamadan konuştu. “Öyle diyorsan…” Burada olmamalıydım. Onunla olmamalıydım. Titrek bir nefes aldım ve geri adım atarken bakışlarımı yere eğdim. O sırada telefonuma gelen mesajla elimi arka cebime attım. Mesaja bakmadan önce son bir kez ona baktıktan sonra hızlıca arkamı ona döndüm. Rafların sonuna doğru yürüdüğüm sırada telefonu havaya kaldırdım ve gelen mesajı okudum. İşte o sırada nasıl telefonu yere düşürmediğimi bile bilmiyordum çünkü bir an için saniyeler saçlarıma aklar düşecek kadar yıllara dönüşmüş gibi gelmişti. “Kim olduğunu biliyorum, Leyal.” Adım atmayı kestim çünkü bacaklarım tek bir saniye içinde neredeyse tutmayacak hale gelmişti. Kulaklarım uğuldamaya başlarken mesajı içimden tekrar ve tekrar okudum. Bir anda çok vahim bir rahatsızlığa kapılmak ve mesajı yanlış okuduğumu düşünmek istedim. Hatta bunun için kısacık zaman diliminde dualar ettim ama mesaj hiçbir türlü değişmiyordu. İşim bitmişti… Vücudumdaki tüm kan çekilmiş gibiydi. Boğazımda yutkunamadığım koca bir yumru oluştuğunda ense kökümden tüm bedenime yayılan dehşet verici bir elektrik akımı acı çekmeme sebep olmuştu. Hayır. Halledebilirim. Bir yanlışlık olmalı. Beni eskiden tanıyan insanlardan biridir belki de? Hayır… Hayır, hayır, hayır. Neresinden tutsam kendimi kandırmaya yetmezdi. Yalanımı üstlenip rolümü oynamaya çalışırken İlay’ın aile içi sorumlulukları peş peşe gelmişti. Hepsiyle başa çıkmaya çalışmak adına tüm atılımlarım, planlarım, alışma sürecim… Hepsi boşunaydı çünkü biri artık gerçek kimliğimi biliyordu. Başka birisinin yerine geçtiğim artık biliniyordu. Paramı alamayacaktım. Yine istemediğim işlerde, sigortamın yatırılıp yatırılmadığını düşünmek zorunda kalarak aynı anda üç işte çalışmam gerekecekti. Aynı zamanda okul, dersler derken üniversiteyi nerede kazandığıma göre yerleşimimi değiştirmem gerekecekti ve bunu sıfır birikimle yapacaktım. Kimlik hırsızlığından dolandırıcı damgası yiyip beni içeri alırlar mıydı? Sadece bir an olsun düzgün düşünmeye çalıştım. Bunun için o kadar gayret gösterdim ki anlımdaki bir damarın patlayacağını sandım. Telefon numaram sadece Selenra’da vardı ama o gün kumsalda otururken cebime batmasın diye şezlonga koyduğum çok an olmuştu. Dikkatimi oraya veremediğim bir anda telefonumu içlerinden biri almış olmalıydı. Beni bilen onlardan biriydi. İçlerinden biri gerçek kimliğimi biliyordu. Bir an için gözlerimin karardığını sandım. Bulunduğum bu kitabevindeki tüm kitaplar sanki etrafımda dönüyor ve tek düz duran benmişim gibi hissediyordum. Etraf bir an için hem çok soğuk hem de cehennem kadar sıcak oluyordu. Yemin ederim öleceğimi düşündüm. Hatta bundan emindim. Titreyen ellerimle telefonu avucumun içine alıp sıkarken neredeyse orada bile olduğunu unuttuğum Arslan’ın adım seslerini işitmemle resmen çığlık atacaktım. Yanımdan geçip karşımda durmasıyla endişeli bir şekilde, “Sen iyi misin?” diye sorması bir oldu. Kendi kendime güldüm ama hiç inandırıcı olmadığım için buna ben bile inanmamıştım. “Hayatımda hiç bu kadar iyi olmamıştım.” Ona bakarsam sanki tüm gerçekleri suratımdan okurmuş gibi gözlerimi kaçırdım. Elimde olmadan sanki düşüyormuşum gibi hissettiğim için dengemi korumak adına geriye doğru bir adım attığımda telefon elimden düştü. O sırada Arslan da düşeceğime emin olduğu için ellerini kollarıma koydu. “Yalanın arkasına sığınmak için çok yanlış bir zaman.” “İ-İyiyim.” Sesim titredi. Hatta tek bir kelime söylememe rağmen birkaç harfi yuttum. “Titremesen inandırıcılığın fazla olabilirdi.” dedi ve bana olan her şeyin farkındaymış gibi olabildiğince sakin bir şekilde bana şefkatle bakmayı sürdürdü. Kafasını belli etmek istemese de tedirgin bir edayla suratımı görmek adına indirdi. O suratıma ve bedenime bu şekilde dikkatli bakarken çok hızlı nefes alıp verdiğimi ancak fark edebilmiştim. Titremeyi sonlandıramayarak ellerimi hala kollarımda olan bileklerine koydum ve gerileyip ondan uzak durmaya çalıştım. Şu noktada yaptığım hiçbir şeyin pek farkında olarak yaptığım söylenemezdi. Kendimi tanıyamayacak haldeydim çünkü ilk defa böyle tepkiler veriyordum. İlk defa böyle bir ruh hali içerisindeydim. Annemin ölüm haberini aldıktan sonra bile öfke patlaması haricinde başka bir duygu hissetmemiştim. Peki, şimdi bu ruh haline bürünen kız da kimdi? Rafların tam ortasında durduğu için yanından geçemeyerek arkamı döndüm ve sanki kaçacak yerim varmış gibi yürümeye çalıştım. Dengem o kadar şaşmıştı ki raflara tutundum ama o sırada geriye doğru yalpalanıp sırtım Arslan’ın bedenine çarpmıştı. Çok hızlı nefes alıyordum ama aynı zaman da alamadığımı hissediyordum. Hiçbir oksijen bana yeterli gelmiyormuş gibiydi. Dışarı çıksam da dünya üzerindeki tüm temiz havayı yutsam da fayda vermezdi. Boğuluyordum. Elim göğsüme gitti. Kalbimin yerini aradım ama bulamadım. Yumruk olan elimle birkaç defa göğsüme vurduktan sonra çıkan tok seslerle beraber bir şeyler gevelemeye çalıştım ama sesim sadece kısık inlemeler şeklinde çıkmıştı. Gözlerim kapanırken bir anda hala arkamda duran Arslan ondan beklemediğim bir hareket yaptı ve bana tüm bedeniyle sarıldı. Tek eli belimde, diğeri ise göğsümdeydi. Göğsüme vuran elimi avucunun içiyle kavradı ve olabildiğince şefkatli bir tonda, “Panik atak geçiriyorsun.” dedi. “Hayır, geçirmiyorum.” demeye çalıştım ama dediğimden emin değildim. “Görünüşe göre ilk.” derken kafam ileriye doğru düştü ama kendimi tutmaya çalıştım. Tırnaklarım avuç içime batarken o bunu engellemeye çalışırken kafamı resmen koordine edemedim. Artık tamamen ona yaslanmış haldeydim. Gözlerim yaşlanmıştı. Ağlamak istemiyordum ama sanırım bedenimin kontrolü artık bende değildi. Boğazımdan küçük küçük iniltiler çıkıyordu ve gözlerim ağırlaşıyordu. Çok korkuyordum. Ölecektim. Yemin ederim ölecektim ve etrafta bana yardı edecek kimse yoktu. Arslan’ın kollarında olsam ve bana yardım etmek istediğini görüyor olsam bile öleceğimi biliyordum. Dudakları kulağıma doğru nefesini verdi ve sakin bir sesle, “Otur.” diye emretti. Amacım ona ayak uydurmak değildi çünkü çığlık atıp ölüyorum demek istiyordum ama resmen kendimi ona itaat ederek yere doğru çömelirken buldum. Tamamen onun kollarındaydım ve gözlerim yardım dilenir gibi ona bakıyordu. Bir bacağını kırmıştı ve kolları hala bana sarılırken sırtımı oraya vermemi sağlamıştı. Benim bacaklarım onun zeminde olan bacaklarının üzerine doğru temas ediyordu. Yaşlı gözlerimle titremeye devam ederken, “Bana ne olduğunu söyle.” dedi. “Y-Ya… Yapamam.” “Beni dinle, İlay. Dediklerimi yapmak zorundasın. Konuşmak iyi gelecektir. Derin nefesler al ve ver. Herhangi bir şeyden bahset ve unutma ki ben buradayım. Seni dinleyeceğim. Tamam mı?” Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Benim aksime o çok sakindi ve sanki ilk kez panik atak geçiren birini yatıştırmıyormuş gibi görünüyordu. Beni kundaktaki bir bebek gibi kendime vurmayayım diye sarmış olmasına rağmen sıkmıyor, aksine rahat hissetmemi sağlamaya çalışıyordu. Tutuşundaki hafifliği çok kolay hissedebiliyordum. Hiçbir şey diyemediğim için, “Tamam.” diyerek sözü yeniden kendisine verdi. “Bir yalan ve bir doğru. Böylece başına ne geldiğini söylemiş olacaksın ama hangisinin yalan ya da doğru olduğunu bilemeyeceğim. Anlaştık mı? Ben başlıyorum,” Yaşlar sessizce yanaklarımdan akarken tamamen sesine odaklanmaya gayret gösterdim. “Benim adım Arslan ve on dört yaşımda gizlice babamın arabasını kaçırmıştım.” Yutkunmaya ve derin nefesler almaya çalıştım. Bir şeyler demek için kendimi zorlarken yeniden konuştu ve “Bu çok bariz oldu, değil mi?” diye sordu. “Sen daha iyisini yapabilirsin. Hadi dene.” Dudaklarımı araladım ve göğsüme büyük bir hava doldururken, “B-Benim… adım… İ-İlay.” dedim. Bir elim hala onun avucunun içindeyken okşuyordu. “Güneşli havaları çok severim.” Bu kadar bariz gibi görünen iki cümlenin hangisinin yalan olduğunu sadece ben biliyordum. Bir de mesajı atan her kimse… “Benden de kötüsün. Resmen söylediğimden kopya çektin.” dedi ve güldü. İlk defa dişlerini göstererek gülmüştü. “Sıra bende.” Boğazını temizledi. “Burada çalışmaktan nefret ediyorum ve daha önce kitap yazmayı düşündüm.” Hangisinin yalan olduğunu anlamıştım. Bunu bilerek yapıyordu. Kolayca bir şeyleri anlamamı ama sıra bana gelince daha iyi üretmemi sağlamaya çalışıyordu. Titrek bir iç geçirdim ve kekelememe rağmen konuşmaya çalıştım. Onun da söylediği gibi konuşmak işe yarıyordu. “İ-İnsanlara… kendimi tanıtmayı seviyorum ve… kitaplarını okumama rağmen Harry Potter’ın s-sadece ilk filmini izledim.” Yeni insanlardan nefret ediyorum! Yeni insan hep sorun demektir! “Bu kabul edilemez! Bir gün kesinlikle izlemen gerekiyor.” derken yeniden gülümsüyordu. Doğrumun o olduğunu hemen anlamıştı. Bana hala daha en güzel gülüşlerini bahşediyordu. Böyle güzel gülümsemesi dikkatimi olumlu yönde dağıtıyordu. Yani her ne yapıyorsa başarıyordu. “Lens kullanıyorum ve suratındaki çilleri çok çirkin buluyorum.” Bana bunu söylemezdi, değil mi? O halde, güzel mi buluyordu sahiden? “Saçın öncekine göre daha iyi.” derken nefesimi artık kontrol edebildiğimi fark ettim. “Ve?” “Şu an daha iyi hissediyorum.” “Hangisi yalan?” Yeniden titrek bir iç geçirdim. Artık kasılan her bir kasım yumuşamaya başlamış gibi kollarında adeta eriyordum. “İkisi de değildi.” Hala gülümsüyordu. Ben ise kendimi biraz olsun iyi hissettiğim için karmakarışık bir ruh haliyle ona bakıyordum. Gülümsemesini izlemek, gözlerinde o gülümsemenin gerçekliğini kanıtlayan izleri görmek beni de gülümsetiyordu. Ne ara suratıma yayıldığının bile farkında değildim ama uyuşmuş bir haldeydim. “Daha iyi misin?” Maviliklerine bakarken usulca kafamı aşağı yukarı salladım ve “Gülümseyebildiğini bilmiyordum.” diye mırıldandım. “Evet. Birçok yeteneğimden biridir.” Sessiz ama derin bir soluk verdim. “Sanırım görebilen nadir insanlardanım.” Suratını kulağıma doğru eğdi ve beni daha iyi gördüğüne rahatlamış gibi bir keyifle çok gizli bir şey söyleyecekmişçesine, “Bu bir sır olarak kalsın.” dedi. Az önce kendimi o kadar kasmış ve sıkmıştım ki hiçbir şey yapmamama rağmen çok yorgun hissediyordum. Şimdi ise mayışmış haldeydim ve sanırım dizinin üstünde gözümü kapatsam saniyesinde uyuyabilirdim. Belki de az önce yaptıklarından sonra bu yakaya adımımı attığımdan beri çekeceğim en rahat uyku olurdu. “Panik atak geçiren biriyle ilk kez uğraşmıyorsun, değil mi?” Kafasını iki yana usulca sallarken gözlerini gözlerimden hızlıca çekti ve çenesini yukarı kaldırdı. Bir an için dakikalar önceki katı Arslan olacağını sandım ama bunun olmaması adına çaba harcadığını gördüm. Gözlerindeki hüznü fark etmemden endişe ediyormuş gibi adeta bir çırpıda yara bandını çekmek ister gibi, “Annemin de ölmeden önce atakları olurdu.” dedi. Avucumun içinde sıktığım gömleğini ancak elimi ondan çekerken fark edebilmiştim. Muhtemelen bunu atak sırasında yapmıştım ve o da engellemeye tenezzül bile etmemişti. Ondan yavaşça uzaklaşırken tek elimle suratımı ovuşturdum ve “Teşekkür ederim.” dedim. Anlımda boncuk boncuk terler birikmişti ve küçük saçlarım yanaklarıma yapışmıştı. “Sen olmasan ne yapardım bilemiyorum. Öleceğimi sandım.” “Öyle hissettirir derler.” Sırtı raflara dayanmıştı. Kendine doğru çektiği dizinin üstüne kolunu koymuştu ve en az benim kadar yorulmuş gibi görünüyordu. Az önce bana bir gram bile belli etmese de endişe etmiş, hatta belki de korkmuştu. Bu nedenden dolayı benim için normalde verdiği enerjisinden çok daha fazlasını vermişti. Gözlerini sakince yumup bir süre öylece nefes aldım. O sırada Arslan da kafasını geriye atmıştı. Bedenlerimiz öncekine kıyasla uzaklaşmış olsalar da hala yakınlardı. Yerden destek aldığım elim neredeyse bacağına dokunacaktı. “Demek saçım öncekine göre daha iyi?” Gülümserken gözlerimi açtım. Yeniden sorunlarımı düşünmemem için konuyu dağıtmıştı. “Benim söylediklerimden dolayı mı kestirdin?” “Soruya soruyla karşılık veriyorsun.” “Ben cevabımı az önce söylemiştim zaten. Neden tekrar duymak istiyorsun ki?” Dudaklarını büzdü. “Belki egom o kadar kalındır ki ulaşması zordur ve birkaç tekrara ihtiyaç duyuyordur.” Kafamı belli belirsiz iki yana salladım. “Sanmıyorum.” “Nasıl emin olabilirsin?” “Az önce sana teşekkür ettim, Arslan. Sen ise önemi yokmuş ve herkesin yapacağını yapmışsın gibi göz ardı ettin.” “Çünkü herkesin-” “Herkesin yapabileceği bir şey değildi.” Omuz silktim. “Muhtemelen yanımda biri panik atak geçirse çığlık atarak yardım isterdim. Hatta belki de onunla beraber panik atak geçirirdim. Az önce yaşananlar çok korkunç ve utanç vericiydi.” Adeta uyarır bir tonda, “Böyle hissetme.” dedi. Kendini önemli biri olarak hissetmekten korkan insanlardan biri olsa gerekti. Duvarları o kadar aşılmaz gibi görünüyordu ki suratını okumak çok zordu. Buna rağmen gardını biraz olsun indirdiğinde zırhını aşabilmek mümkündü. Onu yavaş yavaş tanımaya başlıyordum. Kapıdan içeri birinin girmesiyle beraber sanki dünyanın en yanlış şeyini yapıyormuşuz gibi yerimden kalkmak adına hızlandım ama burada olduğumuz apaçık ortadaymış gibi adımlar dibimizde bitince ne yapacağımı bilemeden kafamı kaldırdım. İkimiz de aynı anda gelenin Hafsa olduğunu görmüştük. Arslan benden önce kalkıp bana elini uzattığında yardımını görmemişim gibi yapıp kendi başıma doğruldum. “Orada ne yapıyorsunuz siz?” Elimi saçlarıma geçirdim ve aklıma ilk gelen şeyi söyleyiverdim. “Kafamı çarptım.” Dudaklarını büzdü ve hafif keyifli bir tınıyla, “Abimin kucağına mı?” diye sordu. Anında bunu duymamışım gibi davranıp ikisine de son bir defa baktım ve “Ben gidiyorum.” diyerek Hafsa’nın yanından geçtim. Arkamdan seslendi. “Dur bekle, sadece şaka yapıyordum.” Kendimi huzursuz hissettiğimi fark eden Arslan, “Bırak gitsin.” diyerek kız kardeşini susturmaya çalışmasını duydum ama o seslenmeyi bırakmadı. “Kafanı çarptıysan yalnız kalmamalısın, İlay! Uyanık kal. Sakın uyuma.” diyerek arkamdan adımlasa da yürümeyi kesmedim ve hiçbir şey demedim ama son anda abisine söylediği şeyi duyabilmiştim. “Kız burada kalmaktansa sessizce kendi başına beyin sarsıntısı yaşamayı tercih ediyor. Ona ne yaptın sen?” “Hiçbir şey.” Aslında, çok şey. |
0% |