@rana.betb
|
Aradan üç gün geçmişti. Hafta sonunu yataktan çıkmayarak geçirmiştim. Regl olduğumu söylemiş ve kendimi uykuya vermiştim. Yalan da değildi. Bu süre zarfında Asım Dede’nin bana verdiği en üst model telefon hemen yatağın kenarından bana göz kırpmaktaydı. Kutusunu bile açmamıştım. Öylece orada duruyordu. Selenra’nın odama girip benimle konuşmasına engel olmamıştım. Onunla aramız günden güne iyi bir hale bürünüyordu. Buna şaşırmakla iyiye yorma konusunda fazlasıyla düşünceliydim. O gerçekten iyi biriydi. Farkında olmadan yanımda olarak kafamı tamamen o mesaja vermememi sağlıyordu. Yatağımın diğer ucuna geçip sevdiği kitapları ortamıza koyuyor ve işaretlediği alıntıları bana okuyordu. Muhtemelen karın ağrımı unutmam için bunu yapmaya çalışıyordu ama aynı zamanda bu en favori aktivitesiymiş gibi de görünüyordu. Sevdiği alıntıları başkalarına okumak ve bunun karşısındaki insanın hoşuna gittiğini görmesi. Eğer susmasını isteseydim bunu bir şekilde belli edeceğim konusunda bana güveniyordu. Bu nedenle ilgimi çeken bir konu olduğunu anladığı anda alıntıları bana okuyordu. Ben de ona en hoşuma gidenleri söylüyordum. Ahu Teyze ile Pazar günü yapmış olduğumuz plan tabii ki iptal olmuştu çünkü regl olmasam bile suratımdan ne kadar kötü olduğum belli oluyordu. Yine de bu Pazartesi günü işe gitmemi engellememişti. Asım Dede beni doktora götürmek konusunda ısrarcı olmuştu ama bunun normal olduğu konusunda kesin konuşunca vazgeçmişti. Hakan Bey bu sefer beni işe sabah çağırmıştı. Bu nedenle öğleden sonra yeniden eve gelmiş ve kaldığım odaya sessizce geçmiştim. O kadar hayalet gibi dolanmıştım ki muhtemelen eve geldiğimi bile görememiş olmalıydılar. Çıldırmak üzere olduğumu hissediyordum ve mesaja cevap verecek gücü kendimde bulamıyordum çünkü çok daha fazlasının geleceğini düşünüyordum. Bu mesaj buz dağının sadece görünen kısmıydı. İyiye yorulmayacak bir mesajdı. Başıma iş almıştım çünkü o mesajın ardından iki tarafında suskunluğunu koruması demek, hayra alamet değildi. Kafamda bir sürü olasılık dönüyordu. Bunların başını çeken şey ise, o kişinin benimle oyun oynamak istemesiydi. O gece, kamp ateşinin etrafını saranlardan biri kim olduğumu biliyordu ve görünüşe göre yüzüme gülmeye devam edecekti. Beni bu hale sokmaktan feci haz duyuyordu ve istese herkese gerçek kimliğimi açıklayabilirdi ama yapmıyordu. Bunun altındaki tek sebep beni oyuncağı yapmayı planlaması demek olabilirdi. Bu nedenle sessizliğinden korkuyordum. Bu konu hakkında Ayça Hanım’a hiçbir şey söylememiştim. Ona her ne desem diyeyim bana yardımcı olamayacağını biliyordum. O kadın hiç kimseydi. Hatta büyük ihtimalle benden bile daha kötü bir hayat yaşıyordu. Maddi olarak değil, manevi olarak. Şansı varken bu hayatı reddetmişti ve bunu bile isteye yapan biri bana göre sağlıklı olamazdı. Onun elinden şu noktada bana hiçbir yardım gelmezdi. Kapım tıklatılmadan açıldı ve Selenra benimle göz göze gelirken, “Burada biri mi öldü?” diye sorarak içeri girdi. Ardından kapıyı suratını büzerek kapatıp uzandığım yatağın ayakucuna doğru kalçasını dayadı. Hemen arkasında kalan yeni telefon kutusunu da kucağına aldı. “Evet. Neşem ve hayat enerjim.” “Bence o buraya taşınmadan önce de yoktu.” dedi. Bunu söylerken güleceğini sanmıştım ama zaten olan bir şeyi söylüyormuş gibi görünmesi daha komik olmasını sağlamıştı. “Ne ara geldin eve?” “Sanırım on beş dakika oldu.” Telefonun kutusunu benim yerime açtı ve bakınmaya başladı. “Şu telefonu aç ve kullanmaya başla artık.” “Telefonları sadece aramak için kullanıyorum.” “Ve?” “O şeyde bundan daha fazlası var.” “Bunu niye kötü bir şeymiş gibi söylediğini anlayamadım.” derken gülmeye başladı. “Dedem içine yeni hat taktırdığını söyledi. Tüm güncellemeleri falan da tammış. Direkt kullanmaya başlayabilirsin bence. Tabii elin tuşlara alışkın olduğu için birkaç gün ekranı zorlayabilirsin ama koruma camı da takmışlar.” Gözlerimi devirdiğim sırada telefonu eline aldı ve ekranını kaydırdı. Kendi telefonunu açarken kendi numarasının kayıtlı olup olmadığına baktı. Sonra da başka numaraları kaydetmeye başladı. Muhtemelen bu evin içinde yaşayan herkesin numarası zaten vardı. Bu da demek oluyordu ki arkadaş grubunun telefonları ekliyordu. “Sana kendi kaplarımdan birini vereyim.” “Gerek yok.” Telefonda her ne yapıyorsa yapmaya devam ederken sessizliğini korudu ve başucumda duran komodine koyduktan sonra kalçasını bana doğru kaydırıp daha yakınıma girdi. Elini belime doğru attı ve yanaklarını şişirip, “Gerçekten çok mu ağrıyor karnın?” diye sordu. Derin bir nefes aldım ve “Hayır, iyiyim. İlk iki günüm kötü geçiyor sadece.” dedim. Bu numarayı, gerçek olsa dahi devam ettirmezdim çünkü cidden doktora götürmelerinden endişe ediyordum. Yine de bitkin olduğumu görebiliyordu. Normalden daha çekilmez bir huysuzluğum vardı ve suratıma takındığım sahte gülümsemeler belli olmaya başlamıştı. Kendime gelmem gerekiyordu. Bir sır saklıyormuşum gibi görünemezdim. “O halde kalk da bizimkilerin yanına gidelim. Hem Erdem’ler yine sahne alacakmış! Onları yalnız bırakamayız.” deyip parmağını şortumun kemer kısmına geçirip beni çekiştirmeye çalıştı. “Kafamız dağılsın. Yazın son ayındayız zaten.” Kafamda binlerce şey dönerken tek şüphelenmediğim insan Selenradan başkası değildi. O bence aptalı oynamayı seven ama zekâsını göstermeyen bir kızdı. Buna rağmen hal ve tavırlarını benden gizleyeceğini düşünmüyordum. Sonuç olarak ona kuzeni olduğum konusunda yalan söylüyordum. Böyle bir sırrı öğrendikten sonra içinde tutabileceğini düşünmüyordum. O olamazdı. İlk başta hiç istekli olmasam da yerimden doğruldum. Derin bir iç çekip bacaklarımı yataktan sarkıttım. Kim olduğunu öğrenmemin tek yolu onların yanında olmamdı. Böylece bana olan tavırlarından insanları çözebilmem daha muhtemeldi. Ama her şeyden önce, onları zaten çok az tanıyordum. Yani bana mesaj atan her kimse saklanması kolay olacaktı. Normalden daha iyi bir gözlemci ve çözüm odaklı olmam şarttı. O an her şey çok hızlı gelişmişti çünkü kabul ettiğimi anladığı anda fikrimi değiştirmemek için bomboş dolaba yeni asılan kıyafetlerden bazılarını seçip giymem için elime vermişti. Kendi odasından siyah bir muz çorabı giymem için getirmişti. Üzerinde fiyonk desenleri vardı. Altımda dümdüz siyah etek, üstümde de uzun kollu beyaz ama ince bir bluz vardı. Ayakkabı olarak kısa çizme verdiğinde evden çıkmamız neredeyse on beş dakikamızı bile almamıştı çünkü saçlarımızı olduğu gibi bırakmıştık. Makyaj olarak da rimel ve koyu bir ruj sürmüştük. Normalde daha fazlasını yapmak istesem de bana engel olmuş ve karanlıkta görünmeyeceğini söylemişti. Israr etmemiştim. Normalde Deha’nın bize yolda katılacağını düşünmüş olsam da onun geç geleceğini öğrenmiştik. Bu nedenle yolumuzun üstünde olduğu için Hafsa’yı aradığımız sırada midesinin bozulduğunu ve gelemeyeceğini söylemişti. Biz de tek başımıza yürümeye karar vermiştik. Mekâna giderken ki amacım hep beraber olmak ve bana karşı tavırlarını ölçüp biçmemdi. Ama üçü bir grup olarak sahneye çıkacaklardı ve bir kişi eksiktik. Dedektifçilik oynamak için yanlış bir gün seçmiştim. Geçen geldiğimizde oturduğumuz yer ayırtılmıştı. Erdem’i gören Selenra hızlıca kolumdan çıkıp ona koşup kollarına atladıktan sonra hemen arkasında duran Anıl gözlerini devirip başka tarafa bakmıştı ve sadece kısa bir an benimle göz göze gelmişti. Ben ise o sırada Kamer ile karşılaştığımda kısaca selamlaşmıştık. “Geçen sefer geldiğini duymuştum ama bizi dinleyememiştin, değil mi?” “Bir takım aksilikler oldu diyelim.” “O halde bugün yorumlarını bekleyeceğim.” deyip samimi bir şekilde gülümsedikten sonra benden uzaklaştı. Neden bilmiyorum ama ona güvenmek istiyordum. O mesajdan sonra kimseye güvenemeyecek olduğumu düşünsem bile ona güvenmek istiyordum. Tanımaya zamanım bile olmamış olmasına rağmen yalana başvurmayacak, tüm doğruları yüzünden okunan biri olduğunu düşünüyordum. Onu güçsüz bulmuyordum. Sadece, eğer gerçek kimliğimi bilseydi benimle empati kuracağını ve kenara çekip konuşacağını düşünüyordum. Bu yüzden onu kafamdan elemiştim bile. Biz Selenra ile masaya geçtikten dakikalar sonra Deha gelip yanımıza oturmuş ve etrafına göz gezdirip Hafsa’yı sormuştu. Selenra ona ne olduğunun yanıtı hemen vermişti. “O kız kendine hiç dikkat etmiyor. Bir gün çok yiyor. Bazense hiç yemiyor.” Selenra onu onaylarcasına kafasını salladı ve endişeli bir ruh haliyle, “Onunla konuşurum.” dedi. Sonra da ortama yaratılan bu garip ruh halini düzeltmek ister gibi yerinden aniden ellerini çırparak kalktı. “Geçen sefer içecekleri sizden biri ödemişti. Sıra bende. Alıp geliyorum.” Adeta kucağıma oturarak geçtiği sırada güldüm. Dengesini koruması için yardımcı oldum ve arkasından seslendim. “Bize ne alacağını nereden biliyorsun ki?” Göz kırpıp bana yeniden arkasını döndükten sonra hiçbir şey diyemedim. Sanırım onun hayal gücüne kalmıştık. Önüme dönerken boynumu sakince iki yana kütürdettim. Bu sırada hemen yanımda tek kolu koltuğun baş kısmına dayalı olan Dehaya gözüm takıldı. Tüm bedeni bana doğru dönüktü ve gözleri belime inikti. Bunu fark ettiğim anda kafasını hemen dikleştirse de onu gördüğümü biliyordu. Yakalandığı için rahatsız olmuştu. Elimi bluzumun eteklerine doğru koyup çekiştirdim. Oturduğum için biraz yukarıya doğru kıvrılmıştı ve kısa olduğu için de belim normalde de gözüküyordu. Yine de kendimi rahatsız hissettiğim için önüme doğru döndüm ve hiçbir şey olmamış gibi davrandım. Onun da ses çıkartmamasını umut ettim. Beni rahatsız eden şey gözlerinin tenime kayması değildi, yara izimi aradığını biliyor olmamdı. “Üzgünüm, ben-” “Buna gerek yok.” diyerek bir çırpıda lafını böldüm çünkü bu konu hakkında konuşmak istemediğim açıkça suratımdan okunuyordu. Yine de onun ne kadar ısrarcı bir kişilik olduğunu biliyordum. “Anlatmak istersen-” “İstemiyorum.” Hızlı yanıtlarım ve sözünü kesmelerim hiç umurunda değilmiş, biraz olsun sinir olmuyormuş gibi derin bir nefes aldı ve yeniden konuştu. “Ama eğer yardımım dokunacak herhangi bir şey-” Hızlıca tüm bedenime ona doğru çevirdim. Zaten yakınımda oturduğu için suratlarımız yakınlaşmıştı ama bunun beni afallatmasına izin vermeden, “Ben bir hayır işi değilim, Deha.” dedim. “Yardım falan istemiyorum ve bu konuda çok ciddiyim. Rica ediyorum uzatma.” Yine aynı şeyi yapıyordu. Suratımda birini arıyormuş gibi her bir santimini inceliyordu. Gözleriyle adeta bana dokunuyordu ve parmaklarının yanaklarımda kayışını hissetmemi sağlıyordu. Bunu sadece iki buz mavisi gözle yapıyordu. “Nasıl oldu?” Gözlerimi kırpıştırdım. Bana böyle bakarken büyü yaptığını düşünüyordum. “İnatçısın, Deha! İnatçı!” Boynunu geriye atıp derin bir nefes aldıktan sonra öncekine kıyasla baygın bakan gözlerini yeniden üzerime dikmekten çekinmedi ve ikinci defa sordu. “Nasıl oldu?” “Seni ilgilendirmiyor.” diyerek önüme döndüm çünkü bana böyle bakmaya devam ederken ciddiyetimi ortaya koyamayacağımdan korkuyordum. “Herkese ameliyat izi olduğunu söylüyorsun, değil mi?” derken nefesimi tuttum. Bedenini biraz daha bana doğru kaydırırken başını eğdi. Nefesini boynumda hissedebiliyordum. Kaskatı kesilmemi sağlamıştı. “Ben de kılıf uydurmayı severdim.” Yan gözle ona baktım. “Ne kılıfı?” “Okuldan kaçarken tellere takılmak, denizde yüzerken kayalıklara çarpmak, merdivenlerden düşmek falan filan… Yaratıcılığına kalmş.” dediğinde tek bir noktaya odaklanmıştım. Farkında değildi belki ama çok gerilmiştim. Sırrının ortaya çıkması ve suratına suratına söylenmesi böyle bir şeydi demek. “Neden söz ettiğini bilmiyorum.” “Ben de çok düşerdim, İlay.” dediğinde omuzlarım düştü. “Annen mi?” Bir çırpıda, “Hayır.” dedim ve uzatmanın bir âlemi var mı diye düşündüm. Bir şeylerin farkındaydı ama emin değildi. Bu sebeple tahmin yürütüyordu ve yanılmıyor sayılırdı. “Senin annen mi?” diye adeta fısıldadım ama duymuştu. Tam da bu sırada grup sahneye çıkmıştı. Biz hariç herkes alkışlıyordu. “Babam.” diye yanıt verdi ve bir süre sessizlik oldu. Grubun şarkıya giriş yaptığını fark etmiştim ama sözlerini bile duyamayacak kadar fazla dalmıştım. Kafamın içi bomboştu. Ne düşünmem gerektiğini bilemiyordum. “Bir şey demeyecek misin?” “Ne demeliyim?” diye sordum ve bu sefer kafamı ona doğru çevirdim. “Üzgün olduğumu mu? Başkasının üzülmesinin fayda vereceğini sanmıyorum.” “Beni çok iyi anlıyorsun.” “Hayır, Deha. Yanılıyorsun.” dedim ve derin bir iç çektim. O sırada gözleri dudaklarıma kaydı. Onun aksine ben sadece gözlerine odaklanmıştım. “Ben seni anlayamam çünkü yaşadığımız ortak bir mevzu yok.” “O yara-” derken gözleri yeniden belime kayınca sözünü kestim. “O yarayı ben yaptım, Deha.” Kaşları çatıldı. Kendi kendine düşüncelere daldığı sırada kafasının içini açıp bakmak istedim ama çok da irdeleme gereği duymadım. Bu şimdiden onu binlerce tahmin çıkmazına sokmuştu ve ne diyeceğini bilemez bir hale gelmişti. İşime gelmişti çünkü en sonunda susmasını sağlamıştım. Çok kısa bir süre sonra elindeki kredi kartını cebime sokmaya çalışan Selenra yanımıza geldi. Hemen arkasından bir görevli içecekleri tutuyordu. Selenra yeniden kucağımdan atlayarak geçmeye çalışırken Deha gerilemek zorunda kalmıştı. O sırada görevli masaya üçten fazla içecek koydu ve şişeleriyle orada bıraktı. Grubun çaldığı her şarkıyı dinledik. Getirilen her içkiden içtik. Muhtemelen bu mekân Selenra ve arkadaşlarını çok yakından tanıyordu. Onlara yasak yoktu. On sekizlerine daha girmemelerine rağmen istedikleri her şeye erişebiliyorlardı. En pahalı ve kaliteli alkoller de dâhil olmak üzere, her şeyi. Sarhoş olmak istemediğim için içeceklerin tümünden sadece tek yudum alıp denemiştim ama Selenra benim aksime abartmıştı. Deha böyle olacağını tahmin ettiği için muhtemelen arkadaşı için sarhoş olmamayı tercih etmişti ve sadece bir bardak içmişti. Kafamın çok ağır olduğunu hissediyordum. Düşüncelerim başımı ağrıtıyordu ve her nedense az önce Dehaya söylediğim şeyden dolayı onun da bu halde olduğunu düşünüyordum çünkü tatlı, eğlenceli tip gitmişti. Yerine düşünceli ve sıkıcı biri gelmişti. Selenra bunun farkına vardığı anda onu kaldırıp dans ettirmek istese de o hiç oralı olmamış ve sahnede çalan şarkılara sadece masaya koyduğu eliyle eşlik etmişti. Parmaklarıyla ritim tutuyordu. Selenra’nın bir sonraki hedefi maalesef ki ben olmuştum. Beni kaldırıp dans ettirmeye başladığında bu konuda pek iyi olmadığım için ilk başta ne yapacağımı bilemesem de Selenra sarhoş olarak yapmanın daha kolay olduğunu söylemişti. Önerisini dikkate almadım çünkü sarhoş birini dinlemenin aptallık olduğunu herkes bilirdi. Onun yerine ritme ayak uydurmaya çalıştım. Grubun çaldığı şarkıları aklımda tutamasam da iyi çaldıklarını ve seslerinin kötü olmadığını söyleyebilirdim. Hatta Kamer’in söylediği kısımlar o kadar iyiydi ki o olduğuna dair kanıt sunması gerektiğini düşündüm ama sahiden de oydu. Anıl’ın aksine bir kez bile detone olmuyordu. Masaya geçeceğimiz sırada Selenra elindeki bardağı bana verdi ve lavabonun olduğu yola doğru baktı. Çıkış daha yakınımızda olduğu için şişirmiş olduğu yanaklarıyla beraber hızlıca dışarı çıktı. Arkasından ilerlerken bir an için Deha ile göz göze geldim. Ona attığım bakışla yerinden kalkmış ve sahneye doğru adımlamıştı. Selenra’nın peşinden gittiğim sırada mekânın köşesinde kendine karanlık bir köşe bulduğunu ve oraya kustuğuna şahit oldum. Hızlıca arkasına geçip saçlarından tuttum ve sırtını sıvazladım. Öğürmemek için kendimi adeta sıkarken anlımdaki bir damarın patlayacağını sandım. “Bu kadar içmek zorunda değildin.” “Pişman değilim.” “Ama ben olacağım.” dediğimde doğruldu ve bana sarılmaya çalıştı. Anlaşılan sarhoşken temas bağımlılığı artıyordu. “Hayır, lütfen!” “Tamam, tamam.” dediğim sırada Deha yanımıza geldi ve elindeki mendille Selenra’nın ağzını anne edasıyla sildi. Öyle ki, ruju bile çıkarttı. “Hadi gidiyoruz.” “Hayır! Neden? Erdem’e veda bile etmedim.” “Ben söyledim.” dedi Deha. “Sonuna kadar kalmalıydık. Ona harika olduğunu söyleyip yanağına bir buse konduracaktım.” “Edebiyat yapma, Selenra. Hadi düş önüme.” Selenra bir an için mecazı anlayamadı ve kendini yere atıp atmamayı düşündü. Bu suratından o kadar anlaşılıyordu ki söylemesine bile gerek kalmamıştı. “Yürü yani.” dedim. O sırada Selenra gözlerini büyültüp gördüğü şeye doğru tam ilerleyecekti ki kendi ayağına takıldı. Onu ikimiz de aynı anda tuttuğumuzda hiçbir şey olmamış gibi bir çiçekçiyi gösterdi. “İstiyorum!” Gözlerimi devirip sesli bir iç geçirdikten sonra Deha elini cebine attı ve çiçekçiye doğru gitti. Muhtemelen bunu ilk defa yaşamıyordu ve Selenra’nın istediğini yapmazsa ondan çekeceğini biliyordu. Burada öylesine çiçek satan insanların olabildiğinden haberim yoktu çünkü yasak olduğunu sanıyordum. Buna rağmen gizli gizli bu yakaya giriş yapmış ve işinin başına geçmişti. Eğer biri onu ele verirse tutuklanacağından emindim çünkü devlete bağlı olmayan kimsenin burada satış yapması yasaktı. Çiçekçi dahi bile olsa burada illegal sayılırdı. Deha elinde küçük bir papatya buketi ve kırmızı bir gülle geldiğinde buketi Selenraya uzattı ve bir diğerini de bana verdi. Çok kısa bir süre gözlerim hem çiçekte hem de onun buz mavisi gözlerinde mekik dokurken ikimiz de bir şey demeyerek ilerlemeye devam ettik. Bu hayatımda aldığım ikinci çiçekti. “Gitmek istemiyorum. Hadi sahile gidip yüzelim.” dedi Selenra. Deha, “Bu gece olmaz.” demesiyle bunu zaten normalde de yaptıklarını anlamıştım. “Lütfen!” “Eve gidince yatağına balıklama atlarsın, hadi.” deyip kolundan girdim. Hemen arkasından Deha da ellerini omuzlarına koymuştu ve onu itekliyordu. “Lütfen, lütfen, lütfen.” “Başka zaman!” deyip onu çekiştirdim. Rolleri değiştirmişiz gibiydik. “Çocuk gibisin, Selenra.” “Daha reşit değiliz. Bence bunda bir sorun yok.” deyip dudaklarını büzüp kendini adeta bana doğru attı ve kollarını bana sıkıca sardı. “O ağızla bana yaklaşma.” “Kusmayacağım.” “Ne olur ne olmaz.” “Ben bu ağızla Erdem’i öpmeyi planlıyordum.” dedi ve aynı bir çocuk gibi mızmızlandı. Sonra da sanki nasıl öpeceğini göstermek ister gibi dudaklarını büzüp havayı öptü. “Ayrıntıya girme, ayrıntıya girme!” deyip onu yürütmeye başladıktan sonra bir sokağa geçtik. Bu yolları biliyordum çünkü çiçekçiyi aştıktan sonra kumsal yoluna varıp düz gitmemiz ve o şekilde ulaşmamız gerekiyordu. Hala kollarını bana dolamış halde tüm ağırlığını verirken kafasını eğdi ve “Ağır mıyım?” diye homurdandı. Ben bir yandan onu tutmaya bir yandan da elimdeki gül ezilmesin diye uğraşıyordum. Ama onun buketi çoktan elinde haşat olmuştu bile. “Seni taşıdığımı kabul ediyorsun yani?” “Beraber yürüyoruz.” “Evet ama sadece bacakların hareket ediyor. Üst bedenini ben taşıyorum.” Deha, Selenra’nın kollarının altından tutup kendisine doğru çekince üstümdeki ağırlık yok olmuştu. Normal şartlarda onu sırtıma alsam rahatça eve götürebilirdim gibi geliyordu ama bana sarılır halde yürürken epey yalpalanıyorduk. “Sarhoşken böyle olacağını tahmin etmemiştim.” Deha, “Nasıl olacağını düşünmüştün?” diye sordu. “Ne bileyim, bu kadar dağıtmayacağını.” “Diğer yakadakilerden tek farkımız mal varlığımız İlay. Bizi gözünde nasıl canlandırdığını bilmiyorum ama bizim de iki gözümüz bir burnumuz, ağzımız ve diğer normal insanlar gibi bir metabolizmamız var.” deyip kendi kendine güldü. “Yine de bu kadar olacağını tahmin etmiyordum.” “Manastırdaki keşişleri de sarhoş edersen böyle dağıtırlar.” “Onlar alkol kullanmıyor ki.” “Misal konuştum. Tahmin etmesi zor değil.” “Ama kullanmıyorlar.” diye ısrar ettim ve kafamı eğip gülüşümü sakladım. Bıkkınlıkla nefesini verdi ve “Senin güzel hatırına Güneydoğu Asya’ya gidersem bir tane Budist’e sorarım o zaman.” dedi. “Suskunluk yemini etmemiş bir tanesine denk gelmezsen tabii.” Kafasını geriye atıp yanaklarını şişirdi. Normalde bu tip esprilere ayak uyduran bir tip olsa da bugün çok ayrı bir ruh hali içerisindeydi ve konuşmamızın etkisinden dolayı olduğu barizdi. Bir anda eski haline dönemiyordu. Sokağın bitimine gelip kumsala tam geçeceğimiz sırada gözüm kitabevine ilişti. Anahtar hışırdaması duymuştum ve Arslan’ı sırtından tanımıştım. Hemen yanında ayağıyla yere hızla vuran bir adam çok acelesi varmış gibi onu bekliyordu. Arslan sinirli görünüyordu ve ona bir şeyler geveleyip duruyordu. Tek bir gece lambası orayı aydınlatıyordu ve buna rağmen çenesinin ne kadar kasıldığını görebiliyordum. Bir yandan etrafa bakıyor, bir yandan da kilidi açıyordu. Yanındaki adamın hali bana hiç normal gelmemişti. Aralarında ne gibi bir ilişki vardı bilmiyordum ama Arslan ondan bir an önce kurtulmak ister gibi görünüyordu. Selenra ile önden giden Deha arkalarında kaldığımı bir an için anlamayıp gittiklerinde bu noktada kitabevinde olanları tek gören bendim. “İlay?” “Siz gidin. Arkanızdan geleceğim.” “Ne?” deyip bana doğru adımladığı sırada elimle Selenrayı işaret ettim. Tek başına dengede bile duramıyordu ve uykusu gelmişti. “Saçmalama. Seni yalnız bırakmayacağım.” “Selenrayı al ve git, Deha.” diye kesin bir yanıt verdim. Yine de ikna olmamış gibi görünüyordu. “Tek başıma yürüyebilirim.” “Sen ne yapacaksın?” Yine sorular… Bu sefer benden yanıt alamayacaktı. Israrcılık sınırını tek gecede zaten doldurmuştu. “Söylemek zorunda mıyım?” Dilini yanağına bastırdı ve gözlerini benden kaçırırken yanıtım hoşuna gitmese bile, “Elbette değilsin.” diye yanıt verdi. “Güzel. O halde ne yapman gerektiğini biliyorsun.” deyip Selenrayı gösterdiğimde bakışları daha koyu bir hale büründü. Amacım ona emir vermek değildi. Eğer ben olmasaydım da onu eve bırakanın o olacağını zaten biliyordum. “Üzgünüm. Kaba olmak istememiştim ama-” Bu sefer sözü kesilen ben olmuştum. “En azından eve döndüğünde mesaj at. Olur mu? Numaramı Selenradan alırsın.” Kafamı salladığımı gördüğü anda bana arkasını döndü ve Selenrayı sırtına alarak hızla yürümeye başladı. Onlar gözden kaybolana kadar arkalarından baktıktan sonra geri adımlar atıp kitabevine baktım. Arslan, adama bir şey vermişti ve adam o kadar hızlı oradan toz olmuştu ki anlam verememiştim. Yine de adımlarım onun olduğu tarafa doğru gittiğinde kapıyı kilitleyişini izledim. Adım seslerimi duyduğu anda kitabevini hızla kilitlemiş ve benim az önceki adam olduğumu sanıp öyle bir öfkeyle dönüştü ki elimde olmadan geri adım atmıştım. “Senin burada ne işin var?” “Geçiyordum.” “Bu saatte mi?” derken tek kaşını kaldırmıştı ama az önceki sert mimiklerini beni görünce yumuşatmaya başlamıştı. “Olamaz mı?” Anahtarı parmağında bir tur döndürüp avucuna gelmesini sağladı ve ellerini ceplerine atarken suratını yere eğdi. Bir an ikimiz de sessiz kaldığımızda bir şey söylemek için atılımda bulunmaya çalıştığını hissettim. Dilini kuruyan dudaklarını ıslatmak için kullanırken en sonunda kafasını kaldırdı ve “Sanırım beyaz laleleri sevdiğini bilmiyor.” dedi. Bunu demesiyle kaşlarımın çatılması bir olmuştu çünkü bir an için neyi kast ettiğini anlayamamıştım. Bunu fark ettiği anda çenesiyle elimdeki gülü işaret ederken aynı anda ona baktı. “Her kim aldıysa yani.” Gülün dallarına tüm parmak uçlarımla narince dokunurken kırmızı yapraklarına bakıp, “Bilmiyor.” diye mırıldandım. Başını birkaç defa hafifçe sallarken ortamda kısa bir sessizlik oluşmuştu. Sahil kenarındaki mekanlardan gelen boğuk sesler haricinde sokakta bir adım sesi bile yoktu. “Senin burada ne işin var? Yani, bu saatte.” diye sorarak sessizliği böldüm. Gözlerini bir an için kıstı ve arkasında kalan kitabevine şöylesine bir bakıp sanki bana önemli bir şeyi hatırlatmaya çalışıyormuş gibi başıyla dükkânı gösterdi. “Hatırlamıyorsan eğer, burası benim.” Sorgumun açıkça hoşuna gitmediğini görebiliyordum. Ama onda gördüğüm şey öfkeden çok farklı bir şeydi. Yanlış bir şey yapıyormuş ve basıldığı için suçlu hissediyormuş gibi görünüyordu. Bana yakalanmıştı ama ben onu hangi sebeple yakaladığımı da bilmiyordum. Sadece az önce ne yaşandıysa endişelenmeden edemiyordum. Burada garip bir şeyler dönüyordu. Sanki az önce kirleri halının altına ayağıyla itmiş gibiydi. Onun orada olduğunu biliyordu ve yaptığı için pişmandı. Açığa çıkmasını istemiyordu ama yine de sonuna kadar inkâr edecekti. Derin bir iç çekip en sonunda az önce hiç de tekin görünmeyen o adamın gittiği yola doğru baktım ve “O kimdi, Arslan?” diye sordum. Kafası geriye doğru hafifçe düştüğünde suratındaki mimikler düz bir hal aldı. Sanki az önce duygularını sıfırlamıştı ve yapacağı ilk surat ifadesi için kendini hazırlıyordu. Suratını hafifçe yana yatırdı ve omuzları dikleşti. Gözlerimin içine öyle bir bakıyordu ki sanki sorduğum soru uzay boşluğunda kaybolup gitmiş gibi davranmamızı istiyordu. “Bu soruyu sormadığını farz ediyorum.” “Ama sordum.” “Sorma!” “Neden?” “Cevap verecek birini bulamazsın.” “Arslan-” “Ne var İlay? Ne diye sorup duruyorsun?” “Endişe-” dediğim anda öyle alayla soluk verdi ki cümlemi tamamlayamadım. “Arkadaş değil miyiz?” “Arkadaş…” diye sessizce mırıldandı. Ama benim aksime bunu neredeyse tiksinerek söylemişti ya da elimde olmadan ben öyle algılamıştım. Onun söylediği ya da yaptığı hareketlerin altındaki anlamları aramak zordu. “Söyleyecek misin?” Kaşlarını bir süre havaya kaldırıp indirdi ve işaret parmağını bana doğrultup, “Seni ilgilendirmeyen meselelere o küçük burnunu sokma derim.” dedi. “Ona bu saatte öfkeli bir şekilde kitap vermiş olamazsın.” Göz açıp kapatıncaya kadar aramızdaki üç adımlık mesafeyi kapatınca suratına bakmak adına kafamı kaldırmam gerekmişti. “Sen ne verdiğimi düşünüyorsun?” Yutkundum. “Bilemiyorum.” Gözlerimin içine bakarken kafasını salladı. “Güzel. Böyle de kalacak.” Alt dudağımı ağzımın içine alarak ısırdım ve gözlerinin içine bakarak kafamı aşağı yukarı salladım. Bana yanlış bir şey yaptığımı hissettirmesinden nefret ettim çünkü amacım iyiydi. “Ne diye soruyorsam? Bana ne ki zaten?” Burnumdan sinirle bir soluk verip ona arkamı dönerken sesli bir şekilde söylenmeye başlamıştım ki sorusu beni durdurmaya yetmişti. “Nereye?” İç çekip bedenimi biraz olsun ona doğru döndürüp kısaca, “Eve.” dedim. “Neyle gideceksin?” “Yürüyerek.” “Nasıl?” Sorusunun saçmalığını göz ardı edip büyük bir ciddiyetle yanıt verdim ama alaycılığımın suratımdan okunduğuna emindim. Gizlemeye çalışamayacak kadar sinir olmuştum. “Önce sağ ayak sonra sol ayağımı hareket ettirerek. Sormana şaşırdım çünkü senin de yapabildiğine eminim.” “Seni kimse almayacak mı?” “Neden böyle bir şey yapsınlar ki?” Hala istediği cevaplara ulaşamamış gibi bir bıkkınlıkla, “Şoförünüz yok mu kızım sizin?” diye sordu. Bir şekilde sadede gelmeye çalışıyordu ama nereye varmaya çalıştığını çözememiştim. “Benim yok dedemin var.” “Aynı şey değil mi?” Tüm bedenimi ona çevirdikten sonra kollarımı önümde birleştirirken, “Aynı şey diyelim,” dedim. “öyle bile olsa şuncacık yer için insanları boşuna neden yorayım ki?” Bu sefer gözlerini suratıma öyle farklı bir biçimde dikti ki bu bakışın bir adı olmalı diye düşündüm. Niye böyle baktığına da anlam verememiştim ve az önce kurduğum cümleyi içimden tekrar etmiştim. Yanlış ya da anlaşılması zor bir şey söylediğimi düşünmüyordum. “Bekle.” dedi ve arkasını dönerek dükkânın kapısındaki basamaklara çıktı. Kilitlerini kontrol etmeye başlarken onun dediğini neden yapıyordum bilmiyordum ama kımıldamamıştım bile. “Ne?” Sırtı bana dönüktü. “Beni bekle, seni eve ben bırakacağım.” Bir an için afalladım ve dediğini idrak etmeme yardımcı olacakmış gibi kirpiklerimi kırpıştırarak ona baktım. “Pekâlâ, ataerkil perspektiften bakıldığında bu yaptığının normal olduğunun farkındayım ama senden bunu istemedim.” Bir çırpıda, “Feminist savunuculuğu yapmana gerek yok, İlay.” dedi ve yeniden bana doğru dönüp basamaklardan tek seferde indi. “İnan bana ben de destekliyorum ama bu durum farklı.” “Bu yakada başıma bir şey geleceğini sanmıyorum.” Birden aramızda sadece küçük bir adımlık yer bıraktı. Karşımda şu an davasını savunan bir avukat gibi duruyordu. İkna olmama ihtiyaç duyuyordu. “Alanza’ya gelmeden önce nasıl hayal ettin bilmiyorum ama kuş cıvıltıları eşliğinde çiçekler ve böcekler hep bir ağızdan şarkı söyleyip sana kimsenin zarar veremeyeceği gökkuşaklı bir patika göstermeyecek.” Omuz silktim. “Sorun değil. Ben de pamuk prenses değilim zaten.” “Anlam çıkarman gereken yer bu değildi.” “Ne demek istiyorsun?” Kafasıyla yakanın diğer tarafını kısaca işaret etti. “Buranın en az diğer yaka kadar tehlikeli olduğunu söylemek istiyorum. Bariz olduğunu düşünmüştüm.” “Bazen söylediğin her şeyin altından başka bir şey çıkacağını düşündüğüm için kafam karışıyor.” “Bunu kendi kendine yapıyorsun. Ben anlaşılması güç biri değilim.” Yalandan gülmeye başladım. “Emin ol, eğer surat ifadelerinin anlaşılmazlığı sana para getirseydi şu an Elon Musk’tın.” Söylediğim şeyle beraber gülmeye başladığında gözlerim dudaklarına kaydı. Bunu fark edemeyecek kadar gülüşünü saklamaya çalıştığı için fark edememişti. “Gülerken neredeyse insana benziyorsun.” Elini kalbinin üstüne koyup duygusallaşmış gibi poz kesti ve “Bu bana söylediğin en güzel şeylerden biri sanırım.” dedi. “Son olacak.” deyip uyarır tonda işaret parmağımı ona doğru kaldırdım. “Her neyse, ben gidiyorum.” “Ben ciddiyim, İlay.” dediğinde beni yeniden durdurdu. “Bu saatte yalnız olmamalısın.” “Ben öyle bir duyum almadım.” dediğim sırada nazikçe yanımdan geçti ve omuzlarımız neredeyse birbirine değerken yanımdan geçti. Peşinden geleceğime çok emindi. Yanılmasını çok isterdim. “Haberi yapılmaması için para veriyorlar çünkü.” Tamam. İşte bu beni korkutmuştu. Ama ben diğer yakadayken her şeyi tek başıma yapardım. Bu tür şeylere alışkındım ve yanımda hep biber gazı taşırdım. Gece geç saatlerde yolu uzatmam gerekse dahi kalabalık sokakları tercih edip eve giderdim ama şimdi kendimi koruyacağım herhangi bir şey yanımda taşımıyordum çünkü bu yakanın sessizliğine güveniyordum. Haberlerde cennetteki arsa diye adlandırılan Alanza, gerçekten de Arslan’ın söylediği gibi iğrenç bir yer olabilir miydi? O önden gittiği için yetişmek adına koşar adım yanından ilerledim. Tam yanına ulaştığımda peşinden geleceğine emin olduğu için suratındaki zafer gülümsemesini görebilmiştim ama aldırış etmemeye karar verdim. “Burada yaşayanların bok gibi parası olduğu için her istediklerini yaptıklarını mı söylüyorsun?” Kafasını aşağı yukarı salladı. “Çoğu mayası bozuk serseriden ibaret.” “İnsanlardan bu yüzden mi uzaksın? Hepsinin böyle olduğunu düşündüğün için mi?” diye sorduğumda yan gözle bana baktı. Birkaç saniye duraksayıp sonra da acı acı güldü. “Bence neden uzak durduğumu biliyorsun.” “Nasıl bilebilirim ki?” “Selenra’nın kuzenisin.” Bunun başka bir anlamı Selenra’nın ağzında bakla ıslanmaz demek oluyordu. “Kuzenime dedikoducu mu diyorsun?” Omuz silkti. “Yakın görünüyorsunuz. Yakınlarına bildiği her şeyi anlatmaktan çekinmeyen bir huyu olduğunu bilecek kadar onu tanıyorum.” Benden daha uzun olduğu için elinde olmadan hızlı yürüyordu. Benim ise ayrı bir efor harcamam gerekiyordu çünkü onun normalden de hızlı yürüdüğüne emindim. O da bunu çok geçmeden fark ettiğinde göz ucuyla ayaklarıma baktı ve kısa süre içinde aynı anda adım atmaya başladık. Önce sağ, sonra sol. Sağ ve sol. Sağ ve sol. Sağ ve sol. Birkaç dakika sessizce yürümeye devam ettik. En sonunda sokak aralarından çıkmayı başardığımızda ay göründü. Sahildeki kumlar ve hemen ötesindeki mavilik. Denizin dalgaları tüm sessizliği alıp götürüyordu. Sessizliği bozup bozmamak arasında kalarak kendimle adeta savaş veriyordum çünkü aklımı kurcalayan bir şey vardı. “Peki, ona gerçekten de benziyor muyum?” Adımlarımız karıştı. Şimdi ben sağ adım atarken o sol adımını atıyordu. “Buna sonra karar vereceğim.” “Suratım daha fazla değişemez.” “Fiziksel özelliklerinizin benzemesinden bahsetmiyordum.” Kişilikten bahsediyordu. Bu sebepten aklıma ilk tanıştığımız gece geldi. Hatta gözümde canlandı. Uzun saçları gözlerini kapatıyordu. Ayın ışığı suratına vuruyordu ve grileşen gözlerinin ardında gizlenen bir yığın öfke vardı. “Ondan daha kötü olduğumu söylemiştin.” diyerek ağzımın içinde homurdandım ama duymuştu. Doğrudan önüne bakarak yürüyordu. Benim ise çoğu zaman suratım ona dönüktü. O da bazen göz ucuyla bana bakıyordu ama sanki içten içe bunu yapması bile yasakmış gibi görünüyordu. “Arslan.” “İlay?” Kafasını bana çevirirken derin bir iç çekti. Göğsü kalkıp inerken sorduğum soruyla kaldırımda öylece durdu. “Sana ne yaptı?” İki adım gerimden kaldığında ben de adımlarımı durdurdum ve ona doğru yarım dönerek omzumun üstünden suratına baktım. “Çok şey.” “Peki ben?” “Hiçbir şey.” Bu iyi bir şeydi. Hiçbir şey, anlam olarak olumsuz olsa da burada iyi bir şeydi. Gözlerine bakarken daha fazlasını sormamam gerektiğini hissettim. Sanki üstüne gelsem anlatabilirdi ki gibi geliyordu ama hazır değildi. Her şeyden önce, ben onun için hiçbir şey ifade etmiyordum. Hiçbir şeydim ve hiçbir şey burada iyi bir şey değildi. Derin bir nefes alırken kafamı yukarı kaldırdım. Gördüğüm şey buraya geldiğimden beri odamın camından saatlerce baktığım yıldızlardı. Dudak kenarlarım havalandı. Bu benim için refleks gibi bir şeydi çünkü yıldızları oldum olası seviyordum. Kaldırımdan aşağıya indim ve yolda kimsenin olmadığını bilerek hala gökyüzüne bakarak yürümeye devam ettim. Her biri orada göz kırpıyordu. Parlıyordu ve yerlerini biliyorlardı. Mesela ben bir yıldız olsam yerimi bilirdim diye düşündüm. Görünmesi gereken zamanda görünür diğer yıldızlarda uyum içinde olmak isterdim. Ama sonra Arslan’ın dediği aklıma geldi. Aykırı yıldız. Güneş. Bir amacım var ama yalnızım. Hayır, yalnız değildim. Tek başımayım. İkisinin arasında büyük bir fark var. Yolun sonuna gelip kumsala ayak bastığımda topuklarım kalın olsa da kuma batmıştım. Bu yüzden yere çömelip hiç düşünmeden çizmelerimi bir çırpıda çıkartmaya başlamıştım. “Ne yapıyorsun?” “Kumsalda kaç tane kum tanesi olduğunu saymaya hazırlanıyorum.” diye homurdandım ve yerimden doğrulup saçlarımı geriye atarken ona kafamı yana yatırıp baktım. “Ne yapıyor gibi görünüyorum?” “Bilemiyorum. Şu saatten sonra ne yaptığını sorgulamayacağım.” “Bu yoldan gitmek istediğime karar verdim.” Benim gibi kuma basarken gözlerini bir an olsun benden çekmemişti. “Bunu yapmak zorunda mıyız?” “Bana eşlik etme konusunda ısrarcı olan sendin. Seni hala zorlamıyorum.” “Her an kararımı gözden geçirebilirim.” Gözlerimi devirip kendi kendime güldüm. “Buna inanmamı bekleme. Kolpa sıktığın çok belli. Daha deminden beri yılnız kılmın çık tihlikili demeyi biliyordun.” “Bu hayatımda gördüğüm en kötü taklitti.” “Bildiğim iyi oldu. Hep yapayım o zaman.” derken kafamı az önce yere eğdiğim için karışmış olan kâküllerimi elimle hızlıca düzelttim ve kafamı yeniden kaldırıp küçük adımlarla yürümeye başladım. Hala eve giden yola doğru adımlıyordum. Peşimden geldiğini duyabiliyordum ve bunun hoşuma gitmediğini söylemek yalan olurdu çünkü şu noktada her ne yaparsam yapayım beni takip edeceğini biliyordum. Amacım onu endişelendirmek değildi ama biri tarafından korunduğumu hissetmek hoşuma gitmişti. Bildiğimi sandığım bir duygunun doğrusunu öğrenmeye benziyordu. “Bu yakadayken yıldızlar daha belli.” Suratımda aptal bir gülümseme vardı. Yıldızları izlerken hep neşeli bir ruh halinde olurdum. “Oradayken uzun binaların ışıklarından dolayı yıldızlar hep gizleniyordu. Uyduyu uzun bir süre yıldız sanmıştım.” Yerimde durup bakınmaya devam ederken o da durdu. Hala arkamda durmayı tercih ediyordu. Konuştuğunda kafamı yere indirmediğim için aramızda iki küçük adım olduğunu tahmin ettim. “Hiç teleskopla bakma fırsatın oldu mu?” Kafamı iki yana salladım. “Onlar hakkında hiçbir fikrim yok. Sadece uzaktan izlemeyi seviyorum.” Bir süre dalgaların sesini dinledik. Deniz, geceleri şiddetlendiği için dalgalar bizim nefes alışlarımı adeta yutuyordu ama arada birbiriyle uyum içinde ahenklerini tutturuyorlardı. Başka hiçbir ses yoktu. Alanza geceleri sessizdi. Herkes evlerine çekiliyor ya da eğlence mekânlarına gidiyordu. Diğer yakaya kıyasla burası hakkında sevdiğim bir şeydi çünkü orası asla uyumuyordu. Kaldırıma uzanmış alkolikler ve sokak aralarında uyuşturucu satıcıları kol geziyordu. Kendine polis diyen herkes uyuyordu. Birinin yardıma ihtiyacı olsa çığlık atması fayda bile etmiyordu çünkü yardım etmek isteyenler de korkuyordu. Bir anda büyük bir adım atarken düşüncelerimden ayrıldım. Hemen yanımda bitmişti. Kafamı ona doğru götürmeme bile gerek kalmamıştı çünkü gözümü kımıldatmam yetmişti. Omuzlarımız neredeyse birbirlerine değiyordu. Çene hattı adeta kusursuzca oyulmuştu. En iyi heykeltıraşın ustalık eseri gibiydi. Şu anda yanımda olduğunu idrak etmek bile zordu çünkü konuşmadan dursa hayal ürünüm olduğuna yemin edebilirdim. “Şu parlayan yıldızı görüyor musun?” deyip kolunu kaldırdı ve suratını bana doğru yaklaştırdı. Omuzlarımız birleşti. Şakaklarımız neredeyse birbirlerine değecekti. İşaret ettiği yere gözümü diktim ve gökyüzündeki en parlak yıldızı gösterdiğine emin oldum. Parıl parıl parıldıyordu. “Evet.” “İşte o Sirius.” dedi. “Akyıldız diye de geçiyor. Kendisi büyük köpek takımyıldızında yer alan en parlak yıldızıdır.” Artık gökyüzünden tamamen çekmiştim suratımı. Doğrudan ona bakmak adına suratımı bir anda ona doğru çevirmiştim. Onun ise benden biraz uzaklaşması gerekmişti. Kolunu indirmiş, dikkatimin neden dağıldığını sorgulayarak bana bakıyordu. “Yıldızlara ilgin mi var?” Kafasını aşağı yukarı sallarken yutkundu. “Küçükken teleskopum vardı. Annemle bakınırdık. Epey küçüktüm. Bilgilerim taze değil.” Dudaklarıma bir gülümseme yerleştiğinde büyümesine engel olamadan ona bakmayı sürdürdüm ve “Belki de sandığım kadar antipatik bir tip değilsindir.” dedim. “Bu ne demek?” “Bilmiyorum. Öylece çıktı ağzımdan.” dediğimde sırıttı. “Yıldızlara olan ilgin neden eskide kaldı?” Sanki önemsiz bir konuşmanın başlangıcını yapıyormuş gibi omuz silkti. “Jale evin balkonundaki dekorasyona yakışmadığını söyleyip bodruma indirtti. Yıldızlara annemsiz bakmak ilgimi kaybetmemi sağladı. Bu yüzden sesimi çıkartmamıştım.” “Jale kim?” “Üvey annem.” Sustum çünkü ne diyeceğimi bilemedim. O da neden herhangi bir şey sormadığımı sorgulamadı ama beklediği suratından okunuyordu. Muhtemelen bunu kime söylese garip bir konuşma döngüsüne giriyordu. Bu yüzden ben de garip (?) bir şekilde sustum. Derin bir iç çekip yürümeye devam ederken ara ara yıldızlara bakmayı sürdürdüm. O da beni taklit etti ama hiç yanımda yürümedi. Hep bir adım arkamdan geldi. Kısa bir süre sonra evin önüne geldikten sonra ne demem gerektiğini bir an için bilemedim ve sakince demir korkuluklara sırtımı dayadıktan sonra bekledim. Bir şey demesini umduğumun farkında vardığında kafasını belli belirsiz salladı ve “Bir dahaki sefere eve tek başına dönme.” dedi. Kaşlarımı yukarı kaldırdım. “Emir veriyorsun.” “Uyarıda bulunuyorum. İkisi farklı.” “İtici bir otoriterliğin var.” Burnunu kırıştırırken tek eliyle ensesindeki kısa saçları kaşıdı. “Çoğu kızın hoşuna gittiğini biliyorum. Beni kandıramazsın.” Ben hariç, deyip kendimi o klişenin içine sokmak istemedim ama neredeyse ağzımdan çıkıyordu. Ben bildiğin kızlardan değilim klasiği fazlasıyla 2010’lardan kalmaydı. “Bunu bilmek hoşuna mı gidiyor?” “Hoşuma gittiğini söylemedim. Doğruları çarpıtamayacağını ima ettim.” Kendine olan özgüveni beni normal şartlarda güldürebilirdi çünkü aslında söylediği şeyleri şakayla harmanlamaya çalışıyordu. Başkası olsa pek de şaka olduğunu sanmayabilirdi ama mizacının böyle olduğunu az çok anlamıştım. Bacaklarımı üst üste attım. “Yanında bu büyüklükte ve ağırlıkta ki bir egoyu nasıl taşıyabiliyorsun?” “Hani egoist değildim?” “Düşünceler değişebilir.” deyip omuz silktim. “İnsanlar da öyle.” “Birkaç günde mi?” “Orası belli olmaz.” Gözleri kısılırken bana doğru bir adım attı. “Başka nasılmışım ben? Değişkenliklerle dolu olan egom haricinde tabii?” “Gerçekten mi?” deyip kendi kendime güldüm. “Yine bir analiz mi istiyorsun? Kesecek kadar saçın bile yok. Uzat, ondan sonra konuşuruz.” “Saçımı senin söylemlerinden dolayı kestirdiğimi hiçbir zaman söylemedim.” Kafamı iki yana sallarken, “İtiraf etmene gerek yoktu.” dedim. “Neyse, dediğim gibi yakışıyor.” “Öncekine kıyasla mı?” “Öncekine kıyasla.” “Teşekkürler.” Saçının bu halde olmasını yine de itiraf etmemişti ama ben öyle olduğunu farz ediyordum. Hayatında bir etki yaratmaya amaçladığımdan değil… Bir tarafım böyle bir tesadüfü kabul etmediği için. “Ne demek.” deyip kısaca gülümsedim. “Yeni arkadaşıma en azından böyle bir iltifatı söylemekten çekinmemeliyim, değil mi? Beni panik ataktan kurtardıktan sonra en azından bu kadarını yapabilirim.” Kafasını eğip bugün ikinci defa tiksinerek aynı kelimeyi söyledi. “Arkadaş…” “Arkadaş.” diye tekrar ettim. Aramızdaki iletişim normallikten çok uzaktı. Onunla konuşurken kendimi rahatsız hissetmiyordum ama adlandıramadığım ve sebebini bilmediğim karışık ruh hallerine girdiğinde ondan nefret edecek hale geliyordum. Yine de ona şöyle bir bakınca tüm bunları göz ardı etmek çok kolaymış gibiydi. “Sanırım senden nefret etmemin hala daha iyi bir fikir olduğunu söyleyeceğin kısımdayız.” Kafasını kaldırmadı. “Belki de.” “Ve arkadaş olmamamızın mantıklı olacağını da söyleyeceksindir.” deyip tek kaşımı kaldırdığımda yeniden bir cevap vermesini beklerken yanağımı ısırıyordum. “Belki de.” İkinci defa aynı belirsizlikle dolu olan yanıtı aldığımda, “Belki de kendini insanlara kapatman saçmadır.” diye söylendim. En sonunda kafasını iki yana sallayarak kaldırırken gözlerinde saklamaya çalıştığı tükenmişliği nasıl oluyorsa görmeyi başardım. “İnsanlara kendimi kapattığım falan yok.” Sesim elimde olmadan az önceki sakinlikten çıkmıştı. “Arkadaş dediğin insanları gördüm. Plajda. Bir grup keşten ibaretti.” Tek kaşını kaldırırken alayla gülümsedi. “Önyargılı davranmaya devam ediyorsun.” “Sen de her seferinde beni zaten tanıyormuşsun gibi davranmaya devam ediyorsun.” deyip elimdeki çizmeleri bir kenara fırlattım. Hıncımı onlardan çıkartmıştım. “Beni tanımıyorsun ama çoktan hakkımda birçok fikre sahip gibisin.” “Belki de tanıyorumdur.” “Şu kelimeyi kullanmaktan vaz- Ne?” Donakaldım. Dudaklarımı araladım ve herhangi bir ses çıkması adına gayret gösterdim ama kafam karışmıştı. Saçma sapan bir espri mi yapmaya çalışıyordu anlaması zordu. “Benimle dalga geçmenin yeni bir yöntemini buldun ve bunu kullanıyorsun, değil mi?” Mesaj… “Belki de.” “Hay sikeyim!” diye sesli bir küfür ettiğimde neredeyse kahkaha atacaktı. “Belki sana bir gün söylerim.” Mesajı atan o değildi. Eğer o olsaydı rengini şu konuşmanın ortasında çoktan belli ederdi ama yapmamıştı. Bunun yerine dalga geçiyordu. Az önce kısa süreliğine yeniden panik atak geçireceğimi sandım. Küçük küçük terler dökmüştüm bile. Kafamı iki yana salladım. “Benimle dalga geçtiğini biliyorum. Uzatmanın bir anlamı yok.” “Bel-” “Yemin ederim o kelimeyi bir daha söylersen içeceğine küçük parçalar halinde cam katar mide kanaması geçirirken seni izlerim.” dediğim anda hayretle bana baktı. “Katil belgeseli izlemeyi bırakmalısın.” “Nasıl tahmin ettin?” “Ya o ya da napolyon kompleksli bir seri katilsin diye düşündüm ve can güvenliğim açısından ilkini tercih ettim.” deyince gözlerimi devirdim. “Ne zaman?” “Ne, ne zaman?” “Beni nereden tanıdığını ne zaman söylemeyi planlıyorsun?” Ellerini yeniden cebine attı ve düşüncelere daldı. Kafasını sağa doğru çevirdi ve cevap vermesine yardımcı olacak bir şeyler aradı. “Kumsalın üzerine kar tutarsa.” Bıkkınlıkla ona bakmayı sürdürürken, “Alanza’ya en son ben doğmadan önce kar tutmuş.” dedim. “Biliyorum.” deyip geri geri adımlar atmaya başladı. “Ve Ağustos ayındayız.” “Bunu da biliyorum.” Arkasını dönüp gözden yavaşça kaybolmaya başladığı sırada ben de yerden çizmeleri alıp gerçek dünyaya döndüm. Yeniden mesajı atan kişiyi düşünecek ve anksiyete atakları eşliğinde kâbuslarımın tadını çıkaracaktım. |
0% |