@rana.betb
|
Bugün ona mesaj atacak cesareti gösterdim. Onun kim olduğunu ve benden ne istediğini sordum. Hiçbir şeyi inkâr ya da kabul etmemiştim ama buna rağmen karşı taraftan cevap gelmemişti. Mesajın iletildiğine dair tik de oluşmamıştı, görüldü de atmamıştı. Ben ise saatlerce beklemeye devam etmiştim. Hala daha da bekliyorum çünkü aklımdan neredeyse bir saniye için bile çıkmıyordu. Ne yapmam gerektiği konusunda bir fikrim yoktu. Ne düşüneceğimden de emin değildim. İlk başta mesaja cevap beklerken çok gergindim ama sonra herhangi bir karşılık almadığım için biraz olsun rahatlamıştım. Dakikalar sonra yanıldığımı fark ettim. Karşılık alamamak daha kötüydü. Sanki bir hayalet benimle oyun oynuyordu. Sabah dükkâna çağırıldığım için Selenra ayrı bir sevinçliydi çünkü öğle vakti beni alıp alışveriş merkezine götürmüştü. Normal şartlarda randevusuz girilemeyecek mağazalara rahat bir şekilde girdiğimizde kendimi çok gergin hissetmiştim ama sonra Selenra sayesinde o gerginliği kolayca atlatmıştım. Hiçbir şey yapmasına gerek kalmamıştı. Mağaza içinde kendi olması ve bana iyi davranmaları için onun yanında gözükmem yetmişti. Onun aksine iyi giyinmemiştim ve bu tip mağazalara kimsenin bir şort ve üstüne salaş bir tişörtle girip de alışveriş yapacağını zannetmiyordum ama Selenra’nın aurası bile rahat olmama yetiyordu. Saçındaki kurdele ve giydiği mini elbisesiyle etrafta dört dönerken ona bakan bir kez daha bakıyordu. Bunun farkında olduğunu düşünüyordum. Kendine olan güveni bu şekilde günden güne artıyordu ama zararsız bir egoya sahip olduğunu düşünüyordum. Bu akşam bir yardım balosu olduğunu yeni öğrenmiştim. Normal şartlarda bu tip davetlere birkaç gün önce hazırlanılması gerektiğini sanıyordum ama Selenra bu durumlara çok alışkınmış gibi son gün alışverişini yapma konusunda hiç çekincesi yoktu. Aradığını bulamayacağına dair bir endişeye de kapılmıyordu. Bu güveni, kombini çoktan kafasında yaptığı için mi yoksa mağazaları bir saat dolaşsa kendine yakışacağı bir kıyafet zaten bulacağını düşünmesinden mi geliyordu bilemiyordum ama o bu şekilde kendine güvenirken benim şüphe etmem söz konusu bile olamazdı. Benim baloya gitmeme gibi bir lüksüm yoktu. Regliyim bahanesini çoktan tüketmiştim. Başımın ağrıdığını söylesem ağrı kesici ile idare etmemi söyleyeceklerdi çünkü sosyeteye tanıtımdan önce yanlarında görünmemi istediklerini üstü kapalı bir şekilde dile getirmişlerdi. Zaten Selenra’ın yanında olmam ve onun arkadaşlarıyla takılmam bile adımın duyulmasına yetmişti ama dahası lazımmış gibi davranıyorlardı. Apandistim patladı bahanesini de daha kötü bir olay için saklıyordum. Bu yüzden gitmek dışında başka bir çarem yoktu. Selenra sanki tüm işi beni bez bebek gibi giydirmekmiş gibi yakışacağını düşündüğü her şeyi elime tutuşturup kabinde denettiriyordu. Hayır deme bir şansım elbette ki yoktu ve yalan söylemeyeceğim hoşuma gidiyordu. Sadece, kabinde elbiseleri tek başıma denerken ki sessizlikte alıp başımı gitme planlarım aklıma geliyordu ve bundan ötürü kendimi boğazlayasım geliyordu ama onun dışında iyiydim. O mesaj aklıma her geldiğinde midem bulanıyordu ve karnıma acı acı kramplar saplanıyordu. “Giyindin mi?” “Evet ama bu elbisenin uzunluğunun bana göre yapıldığını sanmıyorum.” dediğimde kabini o kadar hızlı açtı ki yanlış bir şey yapıyormuşum gibi ellerimi önümde siper ettim. Ama o umursamayarak işaret parmağını havada döndürdü. Bu tüm bedenimdeki duruşunu görmek istediği anlamına geliyordu ki çok bekletmeden de yapmıştım. Ben etrafımda dönerken o da beni tam görmek istediği için iki adım geriledi ve tüm profesyonelliğiyle elini çenesinin altına attı. “Bence harika olmuş. Topukluyla hallederiz.” “Nasıl?” İşaret ve başparmağıyla dramatik bir şekilde burun kemerini sıkarken gözlerini yumdu. “Düztaban falan mı giyeceğini düşünmüştüm? Bir haftadır benimle takılıyorsun ve daha sana hiçbir şey öğretemedim mi? Bu bir hakaret.” “Ben hiçbir şey söylemedim. Kendi kendine gelin güvey oldun şu an.” “Ben anlayacağımı anladım.” deyip aynı dramatikliğiyle bir anda kabinin kapısını kapattığında sert bir şekilde çarpıp ses çıkartmasın diye elimle engelledim. O sırada gülüşünü duyabiliyordum. “İstersen diğer seçtiklerimi de dene ama üstünde bunun kadar iyi durabileceğini sanmıyorum. Bu elbise belini çok iyi ortaya çıkardı.” “O zaman beni niye hepsiyle kabine soktun?” diye seslendim. “Ne olur ne olmaz işte!” dedi ve sesi gittikçe uzaklaşmaya başladı. “Ben gerçekten sana bir şey öğretememişim.” Aynada kendime şöyle bir baktım. Dökümlü, saten bir kumaşı vardı ve eğilmediğim sürece göğsümden frikik vermem imkansızdı ki elimle de engelleyebilirdim. Yine de boğazım çok boşta kalmıştı ve kolyeye ihtiyaç duyduğunu hissetmiştim ama bunu dile getiremeyeceğimi biliyordum. Sırtı tamamen açıktı ve iplerle destekleniyordu. Etek kısmının sol taraftaki kumaşı biraz daha uzundu ve yukarı doğru çıkarken sağ tarafı biraz kısalıyordu. Kısa boylu olduğum için kendime yakıştıramasam da topuklu ayakkabı ile iyi görüneceğini söylediği için Selenraya inanmayı seçtim. Normalde bu tip yerlerde topuklu ayakkabı verilir ve elbiseyi o şekilde denememe izin verirlerdi diye düşünmüştüm. Hatta muhtemelen istesem ayak numaramı sorup verebilirlerdi ama Selenra’nın beni topukluyla hayal edip onay vermesine güveniyordum. Zaten daha fazla bu elbise mevzunu da uzatmak istemiyordum. “Giyindiysen ben diğer kabine giriyorum. Sen koltuğa geç.” dedikten birkaç dakika sonra üstümü giyinmiş ve kabinden çıkmıştım. Uzun koltuklardan birine geçip Selenrayı beklerken birkaç elbisenin orada durduğunu fark ettim. Kendine seçmiş olsaydı kabinde olurdu diye düşündüm. Ayrıca bunlar az önce bana seçtiği elbiseyle tezatlık yaratıyordu. Kıyaslandığında epey gündeliklerdi. “Bunlar ne?” “Senin için alacağız.” diye seslendi. “Denemedim bile.” “Bana güvenmiyor musun?” dediği anda güldüm. “Ahu Teyze zaten bana almıştı.” “Benim zevkim anneminkinden daha iyidir.” Kısa bir süre sonra kabinden çıktı ve benimki gibi siyah bir elbiseyle karşımda durdu. Tasarım olarak benim elbisemle alakası yoktu. Daha kısaydı ve bacaklarını çok güzel ortaya çıkartıyordu. “Nasıl?” “Harika görünüyorsun.” Etrafında şöyle bir dönerken suratı gülüyordu. “Normalde masada oturacağım insanlarla aynı renk giyinmem ama kıyafet kuralı var. Sanki cenazeye gidiyoruz. Neden siyah tercih ettiklerini anlamıyorum.” “Asil bir renk.” “Kolaya kaçılan bir renk.” deyip sanki ders veriyormuş gibi beni düzeltti ve eliyle elbisenin kumaşına şöyle bir dokundu. Sonra kabine girip başka elbiseler de denedi ama en sonunda ilk giydiği kıyafette karar kıldı. Her giydiği elbisenin ona çok yakıştığını söylediğim için seçmesi zor olmuştu. Yalan söylemiyordum. Gerçekten de yakışıyordu. Görevliye, “Bunları alıyoruz.” dediğinde tercihlerini överek uzaklaştı ve kısa süre sonra bir post cihazı getirdi. O sırada Selenra çoktan çantasından kredi kartını çıkartmıştı. Üzerinde Asım Dede’nin ismi yazıyordu. Poşetler hazırlanırken önümde bedavaya verilen limonatadan yudumladım ve kurabiyeye olabildiğince nazik bir şekilde yemeğe çalıştım çünkü burada otururken tüm gözlerin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. “Poşetleri kime verelim efendim?” Soru bana gelmişti ama ne diyeceğimden emin olamadığım için kafamı dışarıya doğru çevirdim. Asım Dede’nin şoförü Hamza abiyi gözüm aradı. Burada işlerin böyle yürüdüğünü sanıyordum ama birilerine iş buyurmak benlik bir şey olmadığı için ne diyeceğimi bilememiştim. O sırada Selenra kabinden çıktı ve “Biz taşıyacağız.” deyip poşetleri görevliden istedi. Ben de benimkileri alırken bu şekilde daha rahat hissetmiştim. İkimiz de herkese iyi bir gün geçirmelerini diledikten sonra mağazadan çıkmıştık. Selenra, her zaman alışveriş poşetlerini taşımanın onu güçlü hissettirdiğini söylediğinde şu anda elimizde olmalarının sebebini anlamış bulundum. “Nasıl yani?” “Ne yapayım? Hoşuma gidiyor işte.” Ona doğru kendi poşetlerimi de uzattım. “Al bunları da taşı o zaman.” “Canıma minnet.” deyip gülerken gerçekten elimden almasını beklemiyordum. Tam o sırada yürümeye devam ederken bu seferki gideceğimiz yerden bihaber olsam da onu takip ediyordum. Bir anda adımlarını durdurduğunda ben de durmak zorunda kaldım. O sırada, “Sen burada bekle. Şuraya yeni sezon takılar hep daha erken geliyor. Sorup geliyorum.” dediğinde kafamı sallayıp dediğini yaptım. O karşımızda duran ayakkabıcıya girerken ben de kollarımı önümde birleştirip etrafıma bakındım. İnsanları inceledim ve nereye gittiklerine dair tahminlerde bulundum. Bu normalde de yaptığım bir şeydi. O sırada çaprazımdaki mağazada Selenra’nın bana telefonda gösterdiği çantayı gördüğümde çağırmak için onu gözlerim aradı ama çoktan mağazanın içinde adeta kaybolmuştu. Bu yüzden en azından fiyatını sormak adına o tarafa doğru adımladım. Ne de olsa telefon numaram onda vardı ve sadece fiyatını sorup geri gelecektim. Hızlı bir işlem olacaktı. Acele adımlarla mağazanın girişe ulaştım. İçeri adımlayıp güler yüzle selam verdim. Aynı karşılığı alamamış olmak beni afallatmıştı ama yanlış anladığımı düşünüp bozuntuya vermeden çantayı işaret ettim. “Fiyatını öğrenebilir miyim acaba?” İki kadın da benim olduğum tarafa bakıyorlardı ama sonra birbirlerine doğru döndüler. Sessiz bir yargılama seziyordum ve şimdiden tüylerim diken diken olmuştu. Az önce Selenra’nın bana aşıladığı özgüven toz olup uçmuştu sanki. Sessizlik büyürken bana yakın olan kadın göz ucuyla bana bakıp, “Neden soruyorsunuz?” dedi. “Kuzenim için.” Baştan aşağı beni süzdüğünde suratında oluşan gülümsemeden epey rahatsızlık duydum. “Burası hediyelik eşya dükkânı değil. Bunun farkındasınız, değil mi?” “Farkında değilmişim gibi mi görünüyorum?” Bariz bir cevap yanıtlanmalı mı isimli bakışlarını üzerimde gezdirirken tek elimle kolumu sardım. Başımı dik tutmaya çalıştım ama kendimi çok kötü hissediyordum. Kendimi bu tip bir durumda nasıl savunacağımı bilemiyordum. “Alamayacağınız bir çantayı sormayın bence.” Ne yazık ki haklıydı. Onu alamazdım ama soruya cevap vermek bu kadar zor bir şey olmamalıydı. Yerimi bildiğim sürece böyle kötülüklere maruz kalmamaya alışkındım ama rol yapsam bile buralı olmadığım anlaşılıyordu. Yerimin burası olmadığını adeta gözlerimden görüyorlardı. Titrek bir iç geçirip hiçbir şey demeden onlara arkamı döndüm. Kavga çıkartmasını çok iyi bilirdim ama bunu yapacak cesarete sahip değildim. Özellikle buradayken… Mağazanın kapısını sertçe açtım ve etrafına bakınan Selenra ile göz göze geldim. Bana doğru adımlarını yönlendirdiği vakit gözleri soluma doğru kaydı ve “Aa! İstediğim çanta!” diye adeta bağırdı. Hiçbir şey dememe vakit kalmadan toparlamaya çalıştığım suratımı gördü. “Bir şey mi oldu?” “Çantayı sana haber verecektim. Bir şey olmadı.” “Nasıl bir şey olmadı?” deyip tek kaşını kaldırıp eğdiğim suratıma bakmak için dizlerini kırdı. “İkinci defa sordurtma işte.” “Of Selenra!” dediğimde bana öyle bir baktı ki daha fazla saklamamam gerektiğini anladım çünük fazla inatçıydı. “İçeri girip fiyatını sorduğumda alamayacağın şey için niye soruyorsun falan dendi işte.” “Ne?” “İçeri girip bir şey yapma, lütfen.” “Ay, saçmalama! Tabii ki yapacağım.” “Gerek yok çünkü haklılar. Alamazdım.” “Sen Asım Özgün’ün torunusun. Ne demek alamazdın?” deyip alt dudağını kemirmeye başladı ve düşünürken mağazaya doğru bakındı. “Şimdi sana poşetleri taşımanın güzelliğini göstereceğim.” “Yapma.” deyip elimi koluna attım ama kendini benden hemen kurtardı. “Ellerim marka poşetlerle dolu olduğunda gerçek yüzlerini göstermiyorlar demek ki.” diye homurdandığında beni hiç dinlememişti. Mağazaya doğru girmek için yanımdan geçtiği sırada onu durduramadım bile. Ne yapacağından bihaber onu seyrederken arkasından ilerledim. Buradakiler kesin olarak onu tanıyordu ki hemen duruşlarına çekidüzen vermişlerdi. “Hoş geldiniz, Efendim.” Koca koca insanlar birkaç aya reşit olacak kıza efendi diye hitap ediyorlardı. İşte paranın gücü. “Hoş buldum, Hanımlar. Nasıl gidiyor?” Kadınlar birkaç bir şey söyledikten sonra Selenra’nın arkasındaki bana gözleri kaydı. Birinin endişeyle yutkunduğunu gördüğümde dudaklarımı birbirlerine bastırdım. Ellerimi onlar gibi önümde birleştirdiğimi fark ettiğimde tam tersini yapıp kollarımı geriye attım ve belimde birleştirdim. Kendimi bildim bileli çalışıyordum ve bir kere bile onlar gibi kaba olmayı tercih etmemiştim ama şimdi bir yalanı yaşıyor olmayı ilk defa bu kadar çok sevmiştim. “Komisyonla çalışıyorsunuz, değil mi?” “Evet, Efendim.” “Güzel.” dedi. “Şimdi size bir soru. Buraya geldiğimde size hiç kaba davrandım mı?” Selenrayı tanıyor olduklarını o sırada anladım. Buranın düzenli müşterisi olmalıydı. “Hayır, Efendim.” Selenra elindeki poşetleri havaya kaldırdı. “Biliyor musunuz kızlar, bunların bazıları onun ve bugün deli gibi para harcadık. Ne kadar yazık ki bugün size de çok güzel komisyon kazandırabilirdik.” “Bir yanlış anlaşılma-” diyerek konuşmaya başladığında Selenra sözünü kesmişti. “Gerçekten çok büyük bir hata yaptınız. Takipçilerime burasının çalışanlarının ne kadar kaba olduğundan bahsetsem mi acaba?” İki kadın da ne söyleyeceklerini bilemedikleri için birbirlerine bakarken Selenra benim olduğum tarafa döndü ve “Sen ne dersin kuzen?” diye sordu. Kafamı iki yana salladım. Her ne kadar beni koruması hoşuma gitmiş olsa da daha fazlasına katlanacağımı sanmıyordum. O mahcup kadınların konumuna bakınca kendimi görmeden edemiyordum. Ben hiçbir zaman onlar gibi kaba olmasam da empati kurmamak imkansıza yakındı. Selenra huzursuzluğumu fark etmiş olacak ki daha fazla uzatmadı ve kadınlara sırtını dönerken poşetlere rağmen koluma girmeyi başardı. “Hadi gidelim. Az önce aldığımız elbiseye yakut bir kolye çok iyi gider. Saten eldivenler de öyle!” Kendimize topuklu ayakkabı ve çanta aldıktan sonra mücevherciye girip bahsettiği yakut kolyelerden birini seçti. Boynuma takılmasını rica edince ona dokunmaya bile kıyamamıştım ama duruşuna mest olmuştum. Kafamın içindeki ses bunları hak etmediğime dair yankılar yaparken onu duymamazlıktan geldim ve rolümü oynamaya devam ettim. Oradan çıktıktan sonra yol boyu sessiz kaldım ama sonra birbirimize baktığımızda tek bir gülümsemem bile yetmiş olacak ki gülüşü suratına daha çok yayılmıştı. Bu sessizce söyleyip anlaşılan ilk büyük teşekkür edişimdi. Üstü utançla kaplıydı. Bu nedenle hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ettik. Bunun için ona minnettardım. Eve girdikten sonra hazırlanmak adına iki buçuk saatimiz vardı. Bu nedenle eve çağırılan kuaföre saçlarımızı yaptırdıktan sonra makyaja geçilmişti. Kıyafetler giyildikten sonra topuklu ayakkabıları ve eldivenleri en son giymek adına çıplak ayaklarımla etrafta geziyordum. Ahu Teyze bizden önce her şeyi halletmişti ve kalem bir etek giymişti. Üstüne giydiği şey boynuyla omuzlarını mükemmel şekilde gösteriyordu. Onun da boynunda değerli taşların olduğu kocaman bir kolye ve kulaklarında uyumlu küpeleri vardı. Asım Dede ise simsiyah bir takım giymişti ve boynunda papyonu vardı. Birkaç dakika salonda Selenra’nın tam olarak hazırlanmasını bekledikten sonra kapı çaldı. Ben salonda Asım Dedeyle beraber otururken kapıyı Melike abla açmıştı. O sırada içeri giren Deha’yı görmüştüm ama benim burada olduğumu göremeden Ahu Teyzeyle göz kontağı kurduğu gibi yanına gitmişti. İşaret parmağını havaya kaldırdı ve diğer elinin avucuyla parmağını kaldırdığı elini sardı. Dudaklarını çocukça büzüp kaşlarını havaya yay gibi kaldırdı. Jilet gibi takımını üzerine çeken biri olarak bu yaptığı ona yakışmıyordu ama komik olduğunu itiraf edecektim. “Ahu Abla, Selenra ve İlay bizimle oynayamaya gelebilir mi?” Ahu Teyze histerik bir kahkaha attı. “Sen kapının yerini bilir miydin Deha?” “Giydiğim takıma yazık olmasın dedim.” dedi ve eski haline büründü. Ahu Teyze gözlerini Asım Dedeye diktiğinde suratını bizim olduğumuz tarafa döndürdü ve önce benimle sonra da Asım Dedeyle göz göze geldi. Kısa bir saniye beni baştan aşağı süzmüştü ama Asım Dededen çekindiği için sertçe yutkunup odağını ona vermişti. “Çok iyi görünüyorsunuz Özgün Bey.” Asım Dede kendi kendine güldü ve elini havada sallayıp, “İzin faslına geç.” dedi. Bu, boşa iltifatlara gerek yok demenin başka bir yoluydu. Ben o sırada sanki onları dinlemiyormuşum gibi topuklularımı giydim ve eldivenleri koluma geçirmeye başladım. “Babam limuzin ayarladı. İzniniz olursa Selenra ve İlay da bize katılabilir mi diye soracaktım?” “Biz derken?” “Erdem ve Anıl’la beraber. Anıl şu an arabada. Sadece geçerken Erdem’i de alacağız. Ufak bir turlayacağız ama asla geç kalmayacağız. Yani tabii geç kalacağız ama usulüne göre. Kimse tam zamanında orada olmaktan hoşlanmaz, bilirsiniz.” deyip gülümsedi. “Söz veriyorum. Bana emanetler.” Hafsa’dan bahsetmemişti. Bu da büyük ihtimalle ya izin alamamıştı ya da abisiyle gelmeyi tercih etmiş olması demek oluyordu. Asım Dede bana emanetler kısmında ciddiyetini koruyamayıp güldü. Çok ciddiye almışa benzemiyordu ama Deha, bu tip izinleri zaten hep alıyormuş gibi görünüyordu. Dede kısaca düşündü ve kafasını aşağı yukarı salladı ve “Tamam, gidin ama geç kalmayı abartmayın.” dedi. Selenra aşağı inerken Deha ile karşılaştı ve zaten aralarında konuştuklarını anladığım bir bakış attı. Gülüşümü sakladım ve Asım Dedeye kibarca gülümsedim. “Umarım ilk haftan senin için iyi geçmiştir güzel kızım.” “Her şey harika. Teşekkür ederim.” dediğim sırada lafı fazla uzatmayı gerek görmeden başıyla bana izin verdiğinde dışarıya doğru çıktım. Limuzine ilk defa biniyordum. İlk defa bindiğimi saklamama da gerek yoktu. Yine de abartılı tepkiler vermek istemiyordum. Ama içerisi parti yapılacak genişliğe sahipti. Oturarak ne kadar parti yapılabilirdi ondan pek emin değildim gerçi. İlk başta Erdem’i evinden aldık. Sonra da yakanın en ucunda köprüye yakın olduğunu öğrendiğim yardımlaşma balosunun olduğu mekâna en uzun yoldan gittik. Yol boyu en güzel şarkılar açıldı. Bağıra bağıra eşlik edildi ve bir şeyler içildi. Ben bunların birçoğuna azar azar katılmayı tercih etmiştim. Katılmak istemediğimden dolayı değil, bu şeylerin bana çok yeni olduğundan dolayıydı. Ben o güne kadar bağıra bağıra eğlenmek için şarkı söylemediğimi fark etmiştim. Bunun nasıl yapıldığını bile bilmiyordum. En sonunda mekâna vardığımızda devlet binasını andıran yere giriş yapmıştık. Birkaç kişi fotoğraflarımızı çekmeye başladığında suratımı elimle kapatıp adeta içeri kaçarak girmiştim ama bu topuklularla yapmam gereken en son hareketin bu olduğunu anlamam kısa sürmemişti. İçeriye girdiğim anda sendeledim. Neredeyse yere düşecekken karşımda beliren bedene doğru çarpmıştım. Daha doğrusu kendisine çarpmama izin vermişti. Yere kapaklanmamam adına kendini siper etmişti. Bedenlerimiz birbirlerine yapışmışken ellerimi kollarına koydum. Tamamen doğrulduğum vakit bunun Arslan olduğunu görmemle ne kadar sevindiğimi anlatamazdım. Tanımadığım bir insanla bu halde olmak istemedim. “Yakaladım.” Suratına bakarken elimde olmadan yutkundum. O ise hafifçe aralamış olduğu dudaklarıyla bana kumral kirpiklerinin altından bakıyordu. “Teşekkürler.” Parmaklarım onun kollarını sımsıkı tutarken benden biraz olsun ayrıldı ve ayağıma baktı. Ayakkabımın bilekteki kemeri çıkmıştı. Çok fazla sıkıp gece boyu beni rahatsız etmesin diye gevşek tutmuştum ama bunun iyi bir fikir olmadığını kötü yolla öğrenmiştim. Tamamen dengemi bulduğuma emin olup suratıma bakmaya devam ederken yere doğru eğilmeye başladı. En sonunda kirlenmesini önemsemeden bir dizini yere koyup çömeldi. Elini bileğime doğru götürdükten sonra doğrudan oraya odaklandı ve kemeri takmaya başladı. Parmakları çıplak tenime her değdiğinde titrek bir nefes alıyordum. Alt dudağımı üst dudağımın içine alırken rujumun bozulacağından korkup mimiklerimi kontrol etmeye çabaladım. O sırada kafasını yukarı kaldırdığını fark ettiğim vakit yeniden suratımı ona doğru indirdim. Gözlerimizi hizaladığı vakit göz kontağını bir kez olsun bozmayarak yerden kalkmıştı. Üzerinde siyah bir takım, içinde siyah bir gömlek vardı ama buradaki insanlara kıyasla kravat ya da papyon takmamıştı. “Teşekkürler.” “Bunu zaten söylemiştin.” Kafamı hızlıca aşağı yukarı salladım. “İki kere teşekkürler.” Dudaklarını birbirlerine bastırıp gülümsediği sırada arkamdan Selenra’nın sesini duymamla o tarafa doğru döndüm. Erdem’in koluna girmiş bizim olduğumuz tarafa gelirken hemen arkalarından Anıl ve Deha’nın hala fotoğraf verdiğine şahit oldum. “Selam Arslan. Nasılsın?” diye sordu Selenra. “Her zamanki gibi.” Bu belirsiz bir cevaptı ve kimse tatmin olmasa da uzatmadı. “Hafsa buralarda mı?” “Babamın yanında. Size katılmasını istiyorsan göz temasın yeterli olur.” dedi ve ardımızdan gelen Deha ile Anıl’ın sesini duymasıyla bizimle son bir kez bakıştı. Usulca kafasını bir defa sallayıp iki adım geri attı ve sırtını bize dönüp babası olduğunu tahmin ettiğim adamın masasına doğru ilerledi. Hemen Hafsa’yı gördüğümüz sırada Selenra çoktan ona el hareketi yapmıştı. Çok güzel görünüyordu. Herkes ışıl ışıldı. Oturacak herhangi bir yer yoktu. Uzun masalara konulan kollar, topuklularının üzerinde saatlerce durmak zorunda kalmış olan kadınlar ve onlara eşlik eden kocaları/sevgilileri vardı. Saatlerce buna katlanmak istediğimden emin değildim ama elbette fikrimin bir önemi yoktu. Ayakkabımın platform topuk olmasından dolayı çok acı çekmiyordum ama benim aksime işkence aletine benzeyen ayakkabılar giymiş olan kadınlara acımıştım. Yardım etkinliğinde ne yapıldığından pek emin değildim. Ne için yardım toplanıyordu onu bile bilmiyordum ve bu yüzden dikkatimi tamamen kaybetmiştim. Ahu Teyze ve Asım Dede beni arada gençlerin masasından alıp birileriyle tanıştırıyorlardı. Bazılarının isimlerini bile hatırlamıyordum ama Kılıç ailesi tüm ihtişamıyla ortadaki bir masaya yerleşmişlerdi. Kızıl saçlı kadın kocasının hemen dibinde duruyordu ve göze epeyce hitap ediyorlardı. Ben her seferinde gençlerin masasına geri döndükten sonra yeniden çağırılıyor, gelecek hakkında planlarım öğreniliyor ve hobilerim soruluyordu. Yalandan bir şeyler söylüyordum ve güzellik şovlarına çıkan mankenler gibi dünya barışı alt metniyle dolu birkaç cümle sıkıyordum. Yalandan gülümsemekten yanaklarımın uyuştuğunu söyleyebilirdim. Yeniden masaya döndükten sonra dik duruşumu bozmamaya gayret göstermiştim çünkü buradaki herkes çubuk yutmuş gibi bükülmüyorlardı bile ama en sonunda omurgamı rahatlatmak için üst bedenimi masaya biraz olsun yaslamak zorunda kalmıştım. Elimi anlıma dayayıp biraz öyle kaldığım sırada Deha bana gülüyordu. Erdem ve Selenra etrafta insanlarla konuşuyordu. Hafsa da onlara katılmıştı. Anıl büyük ihtimalle ikram edilen viski bardaklarıyla dolu olan tepsiyi yürütmüştü. Ortalarda görünmüyordu. “Ne var?” “Hiç.” “Gülüyorsun.” “Komik görünüyorsun.” “Sen aç da kendi gö-” deyip kendi kendime lafımı kestiğimde Deha tüm mimiklerini kullanarak şaşkınlığını gösterdi. Hala gülüyordu ama ağzı kocaman açılmıştı ve ses çıkartmıyordu. Kaşları hava kalkmış, gözleri pörtlemişti. “Sakın tek kelime etme. Ağzımdan kaçtı.” “Çok yabanisin. Buradaki leydilik işleri sana göre değil anlaşılan.” “Yeni mi fark ettin?” “Çok önce fark etmiştim ama suratına vurmak istemedim.” “Çok mutlu ettin beni, sağ ol. O kadar iyisin ki!” dediğimde yanımdan birileri geçerken yeniden dik durmaya gayret göstermiştim. “Sosyeteye tanıtılacağını duydum.” Kafamı aşağı yukarı istemeyerek salladım. “Evet, onun gibi bir şey.” “Kendine kavalye seçtin mi?” “Hayır.” Lafın nereye geleceğini anlayabiliyordum ama anlamamazlıktan gelmeye çalışarak başka taraflara bakındım. “Çok uzaklarda aramana gerek yok.” “Neden?” derken masada duran ellerime bakındım. “Çok iyi dans ederim.” İlgisizliğimin farkında olmasına rağmen asla vazgeçmemişti ve konuyu en sonunda buraya getirmişti. Azmine hayranlıkla bakakalmıştım. Kafamı ona doğru döndürdüm ve “Kavalye seçiminde tek kriter bu mu?” diye sordum. “Dans etmek mi?” “Sabıka geçmişimi de gösterebilirim.” dediğinde bu beni güldürmüştü. “Uğraşma diye spoiler veriyorum, tertemizdir.” “Kaç defa sabıkana işlenmesin diye polislere para verdin?” Elini göğsüne koydu ve gülerken, “Kalbimi kırıyorsun.” dedi. “Bir mi? İki mi?” “Dört ama uğurlu sayım olduğu için.” “İnanılmazsın.” derken tam tersi yöne bakıp gülüşümü saklamaya çalışırken bir an için Arslan’ın olduğu tarafa baktığımın farkında değildim. Göz göze gelmemiz çok kolay olmuştu çünkü o zaten bana bakıyordu. Hiç çekincesi yokmuş gibi gözlerini kaçırmadı. Bana bakmayı kısa bir süre sürdürdü ve hemen yanımdaki Deha’yı şöylesine bir süzüp tekrardan önüne döndü. Yanında babası olduğunu tahmin ettiğim adam ve bana yakın zamanda anlattığı üvey annesi Jale vardı. Üzerinde gri bir kürk vardı ve siyah elbise giymesine rağmen renk kuralına karşı geliyordu. Akşamları, sabahlara kıyasla soğuk olduğunu biliyordum ama kürk giyecek kadar olmadığını düşünüyordum. Tamamen şov yapıyordu. Yeniden soluma doğru bakıp Deha ile göz göze geldiğimde ancak şimdi yakınımda olduğunun farkına varabilmiştim. O sırada gençler masaya yavaş yavaş doluşmaya başladığı sırada Anıl’ın çakırkeyif bir şekilde, “Bu aktiviteler tam Ece’lik. Annesi falan da burada ama kendisi yok. Bir türlü dönemedi tatilinden kraliçe.” dediğini duydum. Ece denen kızla ne tür bir yakınlığı olduğunu bilmiyordum ama Hafsa da ona karışık olarak, “Ayın sonunda geleceğini duydum. Annesi de bu yardım etkinliği için gelmiş. Sonra onun yanına geri dönecekmiş.” diye yanıt vermişti. “Her şeyi de bil.” “Hatırım kalır.” Kim olduğunu bilmiyordum ve sorup da meraklı gibi görünmek istemedim. Bu nedenle önüme baktım. O sırada masamıza gelip içecekleri tazelemek isteyen garson yere çivilenmemi sağlamıştı. Kafamı eğmek ya da başka tarafa bakmayı düşündüğüm anda göz göze gelmiştim. Bu Eraydı. Geçmişime gömdüğüm adam. Bana iğrenç gibi hissettiren ve hiçbir şeyi hak etmediğimi düşündüren adam. Kaburgalarımın saniyeler içinde milyon parçaya bölündüğünü ve kalbime doğru batıp bana dehşeti yaşattığını hissetim. Gözlerini bir süre benden çekmedi. Herkes sahnede açılışın yapılmasını izlerken Eray içecekleri masaya koyup boşları aldı. Sahnede ne olup bittiğini bile duyamıyordum. Sadece uğuldamalar vardı. Kulaklarım çınlıyordu. Göz ucuyla ona bakmayı sürdürürken o da çaktırmadan bana bakıyordu. Tam her şeyi toplamışken kafasıyla bir hareket yaptı. Ona göre sağ, bana göre solunu gösterdiği yere bakındım. Çıkışı gösteriyordu. Benimle konuşmak istiyordu. Onu dinlemem gerektiğini biliyordum. Şu zamana kadar hep onu dinlediğim gerçeği beni küçük düşürüyordu. Ama şimdi onun dediğini yapmama gibi bir şansım da maalesef ki yoktu. Her an bana gerçek ismimle seslenebileceği endişesi beni kusturacak boyuta getirdiği vakit uzaklaşmasını izledim. Tepsiyi koyacak bir yer buldu ve çıkışa doğru yürüdü. Birkaç dakika bekledim. Sonra da Selenraya lavaboya gitmem gerektiğini söyledim. “Ama başladı.” “Hemen döneceğim. Sorun yok.” deyip bana lavabonun yerini göstermesine izin verdim. Hemen sonra oraya doğru adımladım ama kalabalığın arasına karışıp çıkışa doğru yürüdüm. Binanın köşesinde garson kıyafetiyle ellerini arkasında birleştirmiş bekliyordu. İleri geri adımlar atarken en sonunda topuklularımın taş zeminde çıkardığı sesi işiterek bana baktı. Titreyen ellerimi gizlemek üzerine çok çaba harcıyordum. Belki de eldivenler görmemesini sağlar diye düşündüm. “Burada ne işin var? Piyango mu kazandın?” Derin bir nefes aldım ve çenemi dik tuttum. Gardımı düşürmemeye niyetliydim. Onu terk ettiğim zamanki gibi kararlı görünecektim. “Bu seni hiç ama hiç ilgilendirmez, Eray.” Alayla gülümsedi. O çirkin gülümsemeyi her gördüğümde travmalarım tetikleniyordu. “Yeni arkadaşlar edinmişsin. Oysa bu hiç senlik bir şey değil.” “Benlik nedir biliyor musun ki sen?” diye sordum. Normal şartlarda kısa kesip onu uyaracak ve belki biraz tehdit edecektim ama beni sorularıyla tahrik etmenin yolunu bir şekilde buluyordu. “Ne sevip ne sevmediğim hakkında en ufak bir fikrin bile yok senin.” Aramızda neredeyse on adımlık mesafeyi yavaşça kapatmaya başlarken, “Kucağımda oturup ağlamayı sevdiğini biliyorum. Dahası ne?” demesiyle başımdan aşağıya kaynar sular inmesi bir oldu. Titremesin diye sıktığım ellerim daha çok titremeye başlamıştı. “Bak, Eray-” “Bakıyorum güzelim, bakıyorum.” dedi çok bilmiş sesiyle. Sinirle gözlerimi yumup yanaklarımı ısırdım ve cümlemi devam ettirmeye çabaladım. “İçeriye döndüğümüzde beni tanımıyormuş gibi yap. Anladın mı beni?” “Neden?” Tek kaşını kaldırdı. Benimle konuşurken ki özgüveni her daim yerinde oluyordu. Bunu ona maalesef ki ben yapmıştım. İpleri eline vermiş ve sıkıca tutmasını sağlamıştım. “Bu züppelerin ilişki tercihleri konusunda seni yargılayacağını mı düşünüyorsun? Arkadaşsız kalırsın diye mi korkuyorsun, ha?” En sonunda aramızda sadece küçük bir adım kaldığında cesaretini daha fazla toplamıştı. “Her şeyin benken peşimden ayrılmıyordun.” Burnumun ucu sızlamıştı. “Hiçbir şeyim yokken her şeyim olmak çok kolay.” Sesim titrerken kendime lanet okudum ama yine de dik duruşumu bozmadım. “Sen bunu bir başarı mı sanıyorsun? Bana olan zehirli davranışlarını aşk sanmıştım. Şu anda karşımda bu kadar özgüven sahibi olmanın sebebi benim ama artık senin fikirlerin de varlığın da benim için önem arz etmiyor. Sen benim gözümde bir hiçsin artık.” Annemle aramız çoğu zaman iyi olmasına rağmen eve neredeyse gelmezdi. Gelse bile hemen sızardı. Yine de onunla ayda yılda bir gülüşlerimiz hep aklımdaydı. Güzel anılardı. Onu anca bu hatıralar ile yaşatabilirdim çünkü ondan nefret etmek istemiyordum. Çocukluğum ilgisizlikle geçmişti. Sevgiyi doya doya hissedememiştim. Hissettiğimi sanmıştım ama başkalarının ailesiyle olan bağını gördüğümde yanıldığımı anlamıştım. Eray ile tanıştığımda bana olan ilgisine tek bir saniyede tutulmuştum. Bu elimde olmadan gerçekleşen bir şeydi. Kendimi ona kenetlenmişim gibi hissetmiştim. Hatta zincirlenmiş. Ama o zincirler zehirliydi. Canımı yakıyordu. Yaksa bile ona sarılmaya devam ediyordum çünkü kucağına oturup başımı okşadığında tüm acılarımın dindiğine kendimi inandırmıştım. Çok utanıyordum. Bana yol gösterecek ya da doğrusunu söyleyecek bir arkadaşım da yoktu. Bu yüzden yanlışın, benim için en doğrusu olduğunu sanıyordum. Onunla içiyor, kimi zaman bir takım şeyler kullanıyorduk. İyi olduğumuzu sanıyordum. Beni sevdiğini, hatta âşık olduğunu… Gözünün benden başka kimseyi görmediğini… Sevgili bile değildik. Ben bir gün öyle olacağımızı ümit ediyordum. Ben ona her daim sadık kalmışken onun takılmadığı kimse kalmamıştı. En sonunda beni bir arkadaşıyla aynı odada bıraktığında ve bana dokunmasında hiçbir sakınca görmediğinde tüm zincirleri koparmam gerektiğini zor yoldan anlamıştım. Annemin öldüğünü duyduğunda bana yeniden yanaşmıştı ama en kötü günlerimi yaşarken bile ona sığınmayı kabul etmemiştim. Ona artık kapılmamın imkânı yoktu. Gözüm açılmıştı. “Bu konuşma iki kişilik.” O kadar dalıp gitmiştim ki arkamdan gelen adım seslerini duymamıştım bile. Hemen o tarafa döndüğümde Arslan’ın sesini duydum. “Saymayı biliyorum.” Ona cevap vermiş olsa bile bana bakıyordu. Midem bulanıyordu. Eray’ın her an ismimi söylemesinden ötürü çok korkuyordum. “Buradan öyle görünmüyor.” “Karaktersizliğin seni tek kişiden saymamamı gerektiriyor.” Arslan kolumu tutmuştu ama neredeyse hissetmiyordum. Benim, Erayla aramda mesafe açmamı sağladıktan sonra önüme geçti. Artık tam ortamızdaydı. Eray benden büyük olsa da kısa boylu bir adamdı. Bu yüzden Arslan’a bakarken kafasını kaldırması gerekmişti. Duruş konusunda Arslan’ı taklit etmeye çalışıyordu. Kendine bu şekilde çekidüzen verdiğini düşünüyordu. Fark ettirmeden onun gibi omuzlarını dikleştirmişti ve göğsünü germişti. Ondaki duruşu epey yapma duruyordu çünkü iki büklüm yürümeye alışkındı. Hâlbuki Arslan’ın dik duruşu doğuştandı. Taklit edilemezdi. Eray üst dudağını dişlerinin arasına aldı ve çenesini iki yana hareket ettirirken başka tarafa alayla baktı. Burnundan çıkan soluklar sesliydi ve karşı tarafın ondan korkması konusunda çaba harcadığı her halinden belli oluyordu. Oysaki Arslan’ı göremesem bile mermer gibi suratının beraberinde boş bakışlarını ona doğrulttuğuna yemin edebilirdim. “İçeri git kardeşim. Hadi işine.” “İçeride parayla çalışan sen değil misin?” Eray sessizce ya sabır çekti ve eliyle beni işaret etti. “Konuşmamızı bölüyorsun.” Arslan elleri ceplerinde bedeninin üst tarafını bana doğru yarım tur döndürdü ve geri önüne dönerken, “Pek sanmıyorum.” dedi. “Senden rahatsızlık duyduğu açık. Söylemesine bile gerek yok.” “Onunla tanışıyoruz.” “Bununla ilgilenmiyorum. Rahatsız olduğuyla ilgileniyorum.” Kafasını yavaşça aşağı eğdi ve yukarıya doğru kaldırdı. Onu süzdüğünü anladım. “Ve sana şöyle bir bakıyorum da, ben de rahatsız olduğumu söyleyebilirim. Bunun için bizi suçlayabilir misin?” Eray sesli bir nefes aldı. Epey öfkelendiği tüm hal ve tavırlarından belli oluyordu ama bir şey dememek için de kendini zor tutuyordu. Bana doğru kaydığı anda geriye doğru refleks olarak bir adım attım. Arslan da yanıma ulaşmasın diye Eray’ın yeniden önüne geçmişti ve bunu neredeyse çaba harcamadan yapmıştı. “Siktir git aslanım! Hadi! Fazla uzattın! Çık yolumdan!” Arslan sadece güldü ve “İçeriye git ve işini yap.” dedi. Dişlerinin arasından konuştu. “Senden emir almıyorum.” “Bu bir emir değildi. Davettekilerin istediklerini yaptığınız için para alıyorsunuz. Farkında değilsen diye hatırlatma yapıyorum, iş tanımınızda bu var.” dedi ve binaya doğru kafasını çevirdi. “İçeriye gidip bana az buzlu bir viski getirir misin? Şimdi.” Kafasını beni görmek adına sola doğru eğdi. Bir süre gözleri hem bende hem de Arslan’da mekik dokudu. “Benden sonra kapak attığın piç kurusu bu mu? O yüzden mi sus köpeğiymişsin gibi koruyor seni?” Bir sessizlik oldu. Hiçbir şey diyemedim. İsmimi söyler ve ifşa olurum diye o kadar korkuyordum ki yere doğru çivilenmiş halde hızlı nefesler alıp veriyordum. Bacaklarım titremesin diye kendimi o kadar çok sıkıyordum ki karnıma ağrılar girmişti. O sırada Arslan ceplerinden ellerini çıkarttı. Önünde birleştirdi ve bir elini bileğine doğru sarıp yumruğunu birkaç defa sıkıp bıraktı. Kafasını yere eğdi ve ağzının içinden gülerken, “Orospu çocuğu.” diye homurdandı. Daha önce bu cümlenin daha kibar bir söylenişini duymamıştım. “Sen ne dedin bana?” Eray sanki az önce ikimize de ağır hakaretlerde bulunmamış gibi köpürdüğünde Arslan yine histerik bir şekilde güldü ve “Adi bir orospu çocuğu olduğunu söyledim. Hem de en rezilinden.” diye yanıt verdi. O an Eray hızlıca Arslan’ın yakasına yapıştığında boşta kalan elini yumruk yaptı. Yakasını tuttuğu eliyle onun dengesini bozup geri gitmesini sağlarken onlara doğru bir atılıp yaptım ve elini avuçladığı gömleğinden ayırmaya çalıştım ama Arslan elinin tersini karnıma doğru koyup beni geriye doğru itmişti. “Bırak onu, Eray!” diye bağırdım. “Sen kendini ne zannediyorsun lan?” “Yumruğu havada olan sensin. Sana sormak lazım. Çok mu tahrik ettim seni?” “Ağzını burnunu kırmama şu kadar kaldı.” “Herkes ezilene kadar kendini pehlivan sanır.” deyip yarım ağız güldü ama gözlerindeki öfkeyi sadece ben görüyormuşum gibi hissettim. Öfkesini gülümsemesinin ardına saklamasını daha tehlikeli bulmuştum. “Vur. Vur, çekinme.” Bu söylemine Eray bile afallamıştı ama hala öfkeden kızaran gözleriyle aynı deli ifadesiyle ona bakıyordu. “Ha?” “Elini kaldırdıysan amacına yönelik indirmen gerekir.” “Sebep?” “İlk vuran haksızdır ve ben hep haklı olmayı severim.” Afalladığıyla kalan Eray, “Sen hastasın amına koyayım!” diyerek tuttuğu yakasından onu olabildiğince güçlü geriye itti. Dengesi bozulan Arslan kuruyan dudaklarını dili yardımıyla ıslattı ve üstüne çıkıp yumruklarını suratına geçirmeden önce son bir cümle kurdu. “Bu da işe yarar.” Ağzımdan sesli bir çığlık çıkmasını engelleyemedikten sonra bastırmak için ellerimle ağzımı örttüm. Onlara doğru atılım yapıp yapmama konusunda büyük bir endişeye düşmüştüm. İki ileri, bir geri adımlar atarken etrafıma bakıyor ve yardım istiyordum. O sırada mucizevi bir şekilde sesimi duyan Selenra içeriye doğru, “Erdem!” diye bağırdı ama Deha ondan daha hızlı hareket etmişti. Arslan, Eray’ın tek eliyle boğazına sarılmıştı ve boşta kalan eliyle suratını kelimenin tam anlamıyla dağıtmaya devam ediyordu. Nefes alamayacağından korktuğum için en sonunda omuzlarından tuttum ve “Dur! Arslan, lütfen! Onu öldüreceksin!” diye bağırdım. O tek saniyede duraksadı. Kafasını tam bana doğru döndüreceği sırada ayaklarım yerden kesildi. Deha kollarını belime sararak beni oradan uzaklaştırırken Erdem ise Arslan’ın kollarının altından girmişti. Ayaklarımı yere basmak istediğim için bir iki kere tepindim. “Deha, bırak beni!” Yolunu şaşırıp beni çimenlerin oraya götürdüğü sırada ellerimle belimdeki kollarına doğru vurdum. En sonunda beni bıraktığında ona doğru döndüm. “Ne yapıyorsun?” “Bıraksaydım da elinin tersi suratında iz yapsaydı, değil mi?” “Beni değil, onu durdurman gerekiyordu!” deyip yeniden onlara döndüğüm sırada çimenlerden taş yola doğru adımladım. O sırada Selenra bana doğru koşturdu ve kolumdan yakaladı. “Sen iyi misin?” “İyiyim.” “O kimdi? Arslan neden onu kaldırıma gömmeye çalışıyordu?” dediğinde titrek iç geçirişimden dolayı ona bakmasam bile doğrudan suratıma odaklandığı için az çok tahminleri oluşmuştu. Bu nedenle sesli bir nefes verdi. Kafamı aşağı yukarı salladıktan sonra ortamın kalabalıklaştığını gördüm. Az önce tanıştığım Kılıç ailesi ortamı yumuşatmaya ve herkese etkinliğe geri götürmeye çabalıyordu. Erdem, Arslan’ı baya uzağa doğru götürdüğü sırada Eray’ın garson arkadaşları onu yerden kaldırmıştı. Suratı şimdiden şişmişti ve yere doğru kan tükürüp, “Ben iyiyim!” diye bağırıyordu ama başı döndüğü dengede duramadığından dolayı belli oluyordu. Gözleri beni aradı. Ona titreyen kirpiklerimin altından bakarken kolumu tutan Selenra’nın elinin üzerine elimi koydum. O ise huzursuzlandığımı anladığı gibi beni başka tarafa doğru yönlendirdi. Eray binaya gireceğinden dolayı beni tam zıttı yere götürmesi şarttı. Bu nedenle Arslanların gittiği yola doğru hızlı adımlarla yürümeye başladık. “İlay.” “Lütfen sorma.” Yürümeye devam ettik ve binanın en arka tarafına geçtik. Burası epey sessizdi. “Annem sizi gördü. Soru soracaktır. Ona gerçeği söylemek istemiyorsan eğer benim için tamam ama ona söyleyeceğimiz şey konusunda ağzımızın bir olması şart.” Yutkundum ve gözlerimi kaçırdım. “O eski sevgilim.” “Daha önce hiç sevgilin olmadığını söylemiştin.” Sesinden hayrete düştüğü belli oluyordu. Kafamı iki yana sallarken onunla göz kontağı kurmaya utanıyordum. “Yalan değildi. Ben öyle olduğunu sanmıştım ama hiçbir zaman benim olmamıştı. Sadece ben kabul edememiştim.” “Kaç yaşında o?” “Yaşıtımız değil.” deyip kafamı başka tarafa çevirmiştim ki Arslan ve Erdem’i gördüm. “Seni rahatsız ettiğini görünce Arslan da yardım mı etti?” Kafamı aşağı yukarı sallayarak cevap vermeyi tercih ettiğim sırada düşünmeye başladı. O sırada Erdem de yanımıza doğru geliyordu. Arslan’ı o köşede yalnız bırakmıştı. “Anneme o çocuğu tanımadığını ve hava almak için dışarı çıktığın sırada seni rahatsız ettiğini söyleyeceğim ve tabii ki Arslan’ın da seni korumaya çalıştığını. Anlaştık mı?” Erdem elini Selenra’nın omzuna koydu. “İçeriye dönmeliyiz. Yokluğumuz belli olacak.” “Ben biraz daha burada kalacağım.” dedim. Selenra kafasını iki yana salladı. “Seni onunla yalnız bırakmak konusunda çekincelerim var.” “Beni koruduğu bir yalan değildi, Selenra. Gerçekten bana yardım etmeye çalışıyordu.” İki elini boşlukta salladı. “Ne yapacaksın? Onu kahraman ilan edip boynuna mı atlayacaksın?” “En azından bir teşekkürü hak etmiyor mu sence de?” Derin bir nefes aldı ve kafasını aşağı yukarı sallayıp köşede sırtı bize dönük olan Arslan’a baktı. Elini saçlarına geçirdi ve geriye doğru tararken istemeye istemeye, “Haklısın.” dedi. Yanımdan ayrılmadan önce elimi sıkıca tuttu. “Çok durma. İçeride seni bekleyeceğiz. Gecenin kalanının bizim için böyle olmasını istemiyorum.” Başımla kısaca onayladıktan sonra Arslan’a doğru sakin adımlarla ilerledim. Peşinden geldiğimi topuk seslerimden dolayı duyduğu için kafasını hafifçe sola doğru çevirdi. Çenesi omuzunun üzerindeydi ve beni bu şekilde görmesi imkânsızdı ama siluetimin farkındaydı. Bu sebeple arkasından geleceğimi biliyormuş gibi köprünün manzarasına daha yakın bir yere doğru yürümeye başladı. Adımlarını kısa süre sonra durdururken iki ağacın arasına yerleştirdi. Tek omzunu ağaca yaslarken epey sessizdi. Elini yumruk yapıp açıyor ve iyi olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Kanı gördüğüm anda dudaklarımın arasında sesli bir soluk verdim. “Kan?” “Benim değil.” Verdiği kısa cevapla beraber ona bakmayı sürdürdüm ama benden kaçıyormuş gibi göründüğü için aynı onun gibi diğer yakaya giden köprünün manzarasına döndüm. Sanki bu köprüyle arasında bir bağ varmış gibi gözleri başlangıçtan sona doğru usulca ilerliyordu. Veda, bulunduğumuz yakanın adı buydu. Sahi, neden buraya Veda Yakası diyorlardı? Veda etmesi en kolay yer olduğu için mi yoksa adımını attığın anda arkanda bıraktıklarına çok kolay veda ettiğin için mi? Hiç düşünmemiştim. Derin bir iç çektim ve kurumuş kanın ardına gizlenmiş kızaran parmak boğumlarına bakmamaya gayret göstererek konuyu değiştirdim. “Burasının tam adı Alanza mı yoksa Veda mı?” Göz ucuyla benim olduğum tarafa baktı ve kısa bir sessizliğin ardından cevap vermek adına genzini temizledi. “İlk başta konulan ismi Alanza. Sonradan Veda denmeye başlandı.” “Tam tersi olduğunu sanıyordum.” “Burada doğup büyüyenler değil, sonradan gelenler Veda demeyi tercih etmişler.” Alayla nefes verirken, “Kim, neden bir yere Veda ismini verir ki?” diye sordum. “Veda edemeyenler.” Soruma cevap vermesini beklememiştim çünkü bu öylesine kurduğum ve cevabının olduğunu düşünmediğim bir soruydu. “Anlayamıyorum.” “Buraya adımını attığın anda başka hiçbir yere ait hissetmezsin.” dedi ve bu sefer sırtını ağaca dayayarak bana doğru döndü. “Veda, seni öyle bir büyüler ki burası hariç her yere veda edersin derler.” Bu sefer ben köprüye dalıp gitmişken, “Cennetteki arsa.” diye mırıldandım. “Bir diğer ismi de bu, evet.” “Gereksiz. Çok fazla isim konulmuş.” “Kime ne ki? Sen de bir tane koy.” dediğinde onun gibi diğer ağaca doğru kendimi konumlandırıp sırtımı dayadım ve artık topuklularımın üzerinde durmaktan bıktığım için eğilip bileğimdeki kemerleri açtım. Toprağa basmak, topuğunun yumuşak zemine batmasından iyiydi. “Bilmiyorum, Arslan. Bir anda gelmez ki.” “Düşünme. Aklından ilk geçeni söyle.” Ayakkabıları iki parmağımla tutup doğrulduğumda dediğini yaptım ve hem köprüye hem de bulunduğum noktaya bakarak, “Altın kafes.” deyiverdim. Beni baştan aşağı süzüşünü izliyordum. Binanın bahçesindeydik ve etraftaki küçük ışıklandırmalar pek de işlevini yerine getiren türden değildi. Yine de güzel yüzünü seçebiliyordum. “Hiç oraya veda ettin mi?” Geldiğim yerden bahsediyordu. İşte Alanza’ya Veda Yakası denmesinin ironisi de buydu. Buraya gelirken her yere veda etmek zorundaydın ama vedalarında yaşamaya başlayacaktın. “Etmedim.” dedim sessiz ama bir yandan da keskin bir tonlamayla. “Etmeyeceğim. Ağustos’un sonunda buradan gideceğim.” Dudaklarını büzüp kafasını aşağı yukarı salladı ve “Veda hariç her yere ve ardında bıraktığın herkese elveda demek zorunda kalacaksın gibi görünüyor.” dedi. Kaşlarım anında çatıldığında savunmaya geçti. “Bunu ben demedim. Buraya sonradan gelen herkes dedi. Tecrübeyle sabit.” Kafamı iki yana salladım ve sessizliğin bizi kucaklamasına bir süre izin verdim. Sanırım on beş dakikaya yakın ağzımızı açmamıştık. Sadece nefes alışverişlerimize odaklanmıştım. “Arslan-” Ne diyeceğimi anlamış gibi sözümü olabildiğince kibar bir şekilde kesti. “Yapma.” Nasıldır bilinmez, sesi ninni gibi gelmişti. “Ama-” Kafasını iki yana salladı ve “Gerek yok. Yapmam gerekeni yaptım.” dedi. Hemen sonrasında doğruldu ve kafasıyla binayı işaret etti. Artık burada olmak istemiyordu ama benimle mi yoksa burada mı olmak istemediğinden emin değildim. “Geliyor musun? Seni burada tek başına bırakamam.” Ağaçtan uzaklaşıp kaldırıma doğru çıktım. Ayakkabılarımı giyerken beni beklemişti ve içeri girdiğime emin olduktan sonra benim aksime binaya girmemişti. Tam zıttı tarafa doğru yürüyordu. Evine gidiyordu. Veda hariç her yere ve ardında bıraktığın herkese elveda demek… Ay’ın sonunda gerçek anlamda zorlanacaktım. |
0% |