@rana.betb
|
Başımın dibindeki seslerden dolayı yerimden öyle bir sıçradım ki oturduğum sandalyede dengemi kaybetmiştim. Bir an için zaten kafamı koymak adına yerleştirdiğim ellerimle masayı kavrarken ağzımdan dökülen ilk cümle bana doğrudan bakan iki çift gözü şaşırtmıştı. “Öldüm mü?” “Hayır ama ölü gibi uyuyorsun.” Kafamı kasanın oradaki masaya koymuş ve kimse gelmediği için biraz dinlenirim diye düşünmüştüm çünkü bir saat sonra Hakan Bey’in gelip dükkâna benden devralması gerekiyordu. Bugün epey sessiz bir gündü ve dün eve çok geç saatte vardığımız için yorulmuştum. Tabii ne kadar yorulduğum ile Hakan Bey ilgilenmediği ve bilmediği için de sabah işe gelmemi istemişti. Hiçbir şey deme gibi bir lüksüm elbette ki yoktu. Bu işi adeta yalvararak ve bir takım manipülasyonlarla almıştım. Gelmemezlik yapamazdım. “Neden buradasınız?” diye sordum. Deha kasaya doğru yaslanmıştı. Hemen yanındaki Selenra ise bana iyi miyim değil miyim diye bakıyordu. “İş çıkış saatlerini öğrendim artık. Seni almaya geldik.” “Neden ikiniz?” Deha, “Kaç kişi gelmemizi isterdin?” diye sordu. Dün onunla hafif atışmam hiç yaşanmamış gibi davranıyorduk ve bu konuyu hiçbir şekilde konuşmamıştık. Deha’nın sorusuna gözlerimi devirirken Selenra, “Sahile ineceğiz.” diye cevap verdi. Uyku sersemi aynı soruyu ikiledim. “Neden? “Çünkü yapacak başka aktivitemiz yok.” “Nasıl?” “Genelde planları ben yaparım ve senin iş saatine göre planlamaya özen gösterdim ki bize katılabilesin.” dediğinde esnerken ağzımı kapatmakla meşguldüm. “Ayrıca başka 5N1K sorusu falan sorarsan elime kaptığım ilk çiçeği ağzına sokarım.” Yerimden doğrulup kollarımı kocaman açıp gerildiğim sırada tehdidini göz ardı etmiştim. “Ben sadece eve gidip uyumak istiyorum.” Selenra ağzından tch sesi çıkarttı. “Kabul edilmedi.” “Ne demek kabul edilmedi?” “Kabul edilmedi’nin başka bir anlamı yok, İlay.” “Bildiğim kadarıyla eve gidip uyumak istiyorum demenin de yok, Selenra.” dedim ve avuç içlerimi gözüme bastırıp ovuşturdum. Dünyayı hala biraz sersemlemiş şekilde görüyordum. “Ayrıca saatlerimi yanlış hesaplamışsın.” “Hayır, doğru hesapladım.” diyerek kollarını önünde birleştirip benimle inatlaştı. Kafasındaki hasır şapkayla aynı bir bez bebeğe benziyordu. “Saatlerim hep değişiyor. Bugün mesela bir buçuk saat sonra falan çıkacağım.” Selenra yanaklarını şişirip ofladı. “Bilerek sana zaman yaratalım diye tüm alışverişi de yapmıştık. Saatlerinin böyle karışık olması çok saçma. Geçen sabah çıktığında hava kararmadan gelmiştin. Bir saate güneş batmaya başlayacak zaten.” Cevabım sadece omuz silkmek olmuştu. Dün yatmadan önce Selenra odama gelmiş ve o gün olanlar hakkında bana ayrıntı vermemi istemişti. Ona her şeyi anlatmıştım ve bu ona Leyal olarak anlattığım ve sansürlemediğim ilk olay olmuştu. Tabii o, tüm bunların kuzeninin başından geçtiğini sanmıştı ve karşı yakada büyüdüğüm için oraya olan nefretini kusmaktan çekinmişti. Bana sarılmasına izin vermiş ve ağlamaya yakın olduğumu fark ettiğim vakit ondan ayrılmıştım. Ona kendimi yakın hissediyor olmam canımı sıkmış olsa da reddedemeyecek kadar çok ilgiye muhtaçtım ve bana olan sevgisini nasıl gösterirse göstersin memnuniyetle kabul ediyordum. O, bana bunun aramızda bir sır olarak kalacağını söyledikten sonra Deha’nın ona bunu soracağını ve annesine söylediği yalanı anlatacağını söylemişti. Ben de kabul etmiştim. Muhtemelen grup içerisindeki herkese de bu yayılacaktı ve aslında hiç yaşanmamış gibi davranılacaktı. Bugün olduğu gibi. “Bir saat sonra geleceğin netse sahilde buluşabiliriz.” “Uyumak istiyorum cümlesinin sözlük anlamını bildiğinize emin misiniz?” deyip hayret ederek gözlerimi büyülttüğümde Deha, “Çok durmayacağız.” dedi. “Biraz suya girip çıkacağız o kadar.” “Benim orada olmam çok saçma. Ben yüzmeyeceğim ki.” “Ayaklarını sokarsın.” “Birden bire bu fikirle uyumaktan vazgeçmem mi gerekiyor?” “Öyle umuyorum.” Selenraya bıkkınlıkla dönerken o bana köpek yavrusu bakışlarını atmakla meşguldü. Hayır denmesine alışkın olmadıklarından dolayı istediklerini almayana kadar buradan gitmeyeceklerini anladığım için bıkkınlıkla, “Tamam ama çok kalmam.” dedim. Ellerini havada çırptı ve bir adım geriye atıp kafasıyla bana kapıyı işaret etti. “Hadi, gidelim o zaman.” “Bir saat sonra dedim ya!” “Çok başın ağrıdığını söylesen? Anahtar onda yok mu sanki?” “Var ama olmaz.” Deha bir an suratını buruşturup Selenraya döndü ve “Adamın güvenini sarsıp da kovulmasını mı sağlamaya çalışıyorsun?” dedi. “Eğer amacın buysa doğru yoldasın. Çünkü seni dinlerse kesin kovulur.” Gözlerini devirdi ve yanaklarını şişirip oflarken, “Sus Deha!” diyerek çıkıştı. “Deha haklı.” deyip elimi saçlarıma geçirdim. “Az önce uyukluyor olduğumu görmüş olsanız bile burada çalışmayı seviyorum ve adam beni karşı yakadan gelmeme rağmen güvenip çalışmama onay verdi. Bu yüzden güvenini suiistimal edemem.” Bir an ufak bir sessizlik oldu. Önce yanlış bir şey dediğimi sanmıştım ama sonra Selenra kafasını sanki daldığı yerden kurtulmak için iki yana salladı ve “Çok pardon.” dedi. “Deha’nın haklı olduğunu söylediğin anda seni dinlemeyi yanlışlıkla kestim. Ben gülmeye başlarken Deha kafasını geriye attı. “Haha! Sana daha önce esprilerinin komik olmadığını söyleyen oldu mu?” Selenra olabildiğince ciddi konuşmaya devam etti. “Espri olduğunu kim söyledi? Bunlar benim dramım dramım!” Aralarındaki bu garip arkadaşlığa sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu merak etmiştim çünkü birbirlerine katlanamıyorlarmış gibi rol yapsalar da başları her sıkıştığında birbirlerini araladıkları belli oluyordu. “Nereden dramın oluyor be?” “Senin haklı olman benim dramım.” deyip kollarını önünde birleştirdiğinde Deha gülmemek için kendini sıktı ama eğlendiği belliydi. Ortalarına geçtim ve ikisinin de omuzlarına ellerimi yerleştirip onları kapıya doğru geçirmeye çalışırken, “Lütfen çıkar mısınız şu dükkândan.” diye söylendim. “Geleceğine söz verirsen çıkarım.” Selenra suratımı görmek için geri geri yürümeye başlarken aynısını Deha da yapmaya başlamıştı. “Çıkarsan sözümü duyarsın.” “Ben bu numarayı yer miyim?” deyip kollarını ve bacaklarını açarak kapının girişini kapladı. Şu an bir denizyıldızına benziyordu. Hasır şapkalı bir denizyıldızı. Derin bir iç çekip yanımda duran Dehaya baktım. O, bana hiç bakma der gibi omuz silktiğinde Selenra’nın arasındaki gökyüzüne baktım. Dükkânın kapısını bugün açık tutmaya karar vermiştim. Bu nedenle hem dışarıdaki sesler duyuluyordu hem de gökyüzü net görünüyordu. Kolumu kaldırıp gökyüzünü gösterdim. “Bak şuradan bir kuş var. Sahile kadar onu takip etmeni söylüyor.” Kaşları yay gibi kıvrıldı. “Sen beni salak mı sanıyorsun?” O an Deha benim göremediğim bir şeyi görmüş gibi suratını buruşturdu. “Şaka yapmıyor. Az önce sahile doğru uçan bir kuş kaldırıma doğru bağırsağını boşalttı.” “Iy!” deyip refleks olarak o tarafa döndüğünde Selenra’nın sırtına doğru ellerimi bastırıp kaldırıma çıkmasına yardım ettim. O sırada Dehaya bakıp, “Sıçmayı ne kibar söyledin sen öyle.” diyerek dalga geçerken o yalandan bana inanamıyormuş gibi bakıyordu. “Sen gerçek bir leydisin, İlay.” “Teşekkürler. Şimdi gidin artık!” Selenra bana son bir kez bakıp el salladıktan sonra ikisi de bana arkasını dönmeden önce, “Orada görüşürüz!” dedi. Zamanın geçmesini beklerken bu sefer uyumadım. Hakan Bey’in beni bu şekilde yakalamasını istemiyordum diye düşünürken hava kararmaya yüz tuttuğu sırada artık geleceğini ummuştum ama o beni aramış ve gecikeceğini söylemişti. Bu sebeple dükkânda daha fazla durursam fazladan mesaiye girmiş olacağımdan dolayı erken kapatmamın daha isabetli bir karar olacağını iletmişti. Ben ise belki son dakika biri buket yaptırır diye etrafı yavaş yavaş topladım. Zaten toplanacak pek bir şey yoktu. Dışarıdaki çiçekleri içeriye almış ve tozları süpürmüştüm. Bu sırada da Selenraya mesaj atarak haber vermiştim. Gün batımının turunculuğu sokağa vuruyordu ve dışarıya doğru adım attığım anda solumu dönmem güneşin batışını görmem için yeterli bir hamle olacağından elimdeki süpürgeyi yerine yerleştirip düşündüğümü gerçekleştirme kararı almıştım. Tam o sırada gözümü alan güneşle benim aramda kalan kişiyi görmemle kaşlarım çatıldı. Elimi kaşımın üstünde sabitlemiş ve gözüme siper etmiştim. Kafasını kaldırsa beni görebilirdi ama o elini karnının oraya koymuş iki adım ileri, bir adım geriye yürüyordu. Kafası karışmış ve ne yapacağını bilemez şekilde sokağın tam ortasında duran kişiyi tanımam uzun sürmemişti. Arslan arkasına tekrardan sonra bir bakış attıktan sonra dik durmaya çaba sarf edip kafasını bana doğru kaldırdı. Güneş gözümü o kadar alıyordu ki siluet gibi karşımda duruyordu. Bu yüzden göz göze gelip gelmediğimizi bile bilmiyordum ama kafası bana dönükken duraklamasını sağlamıştım. Az önce bana doğru gelip gelmeme konusunda mı kararsızlık yaşamıştı? Bu yüzden mi şimdi ona bakarken tökezlemesini sağlamıştım? Hiçbirinin yanıtını bilmiyordum ama sanki bedenimi ben yönetmiyormuşum gibi boşta kalan elimi usulca havaya kaldırdım. Yanıma gelmesi için boşluğa parmaklarımı sallayarak el hareketi yaparken bana doğru bir adım atmasını sağlamıştım. Sokağın ortasında kimse yoktu. Burası ancak sabahları işlek bir yer oluyordu. Akşamları yapılacak pek bir aktivite barındıran dükkânlar yoktu. Eğlence mekânları daha çok sahilin yakınlarında olurdu ve burada olan dükkân işletmecileri bile oraya gitmek adına erken kapatırlardı. İlk başta attığı emin olmayan adımları kısa sürede hızlandığında etrafına yeniden şöyle bir baktı. Arkamdaki kapı yarı aralık olduğundan dolayı ayağımla iterek tamamen açtım çünkü kimin onu görmemesini istiyorsa acele etmesi gerektiğine emin olmuştum. Hareketleri normallikten uzaktı. Bir şey sakladığı belliydi ve bu konudaki sezgilerime güveniyordum. İçeri girmek isteyeceğini düşünerek ona yer açmak adına geri adımlar atarken gözlerimi bir an olsun üzerinden çekmemiştim. İçeriye girdiği anda arkasına baktı ama bana değil, gözleri kapıdaydı. Ardımızdan kapıyı kapattığım anda yeniden ona doğru döndüm. Bir rafa doğru tutunmuştu ve sırtı bana dönüktü. O sırada bir an için, “Burada olmamalıydım.” diye mırıldandığını duydum. Sesi o kadar kısık çıkmıştı ki bunu ben bile uyduruyor olabilirdim. “Arslan?” Adımlarımı önüne doğru attım ve iki büklüm olan bedenini baştan aşağıya inceledim. Kafasını hafifçe kaldırıp elini raftan çekti. Suratındaki acıyı gördüğümde eliyle bastırdığı noktaya doğru baktım. Büyük eli tamamen oranın üstünü kapattığı için anlaşılmıyordu. “Sen iyi misin?” Çenesini sıkarken dudaklarını araladı ve “Nereye gideceğimi bilemedim.” dedi. “Neyden bahsediyorsun?” diye sorduğumda yutkundum. O da cevap veremeden suratını buruşturup kafasını yeniden eğdi. O anda elimi onun elinin üzerine koyduktan sonra endişeyle başına ne geldiğini anlamaya çalışıyordum. Elini oradan çektiğim anda lacivert tişörtünün karnına değen yerinin koyuya büründüğünü fark ettim. Aceleyle emin olmaya çalışırken tişörtü üzerinden kaldırıp tenini gördüm. Sessizce, “Sen kanıyorsun!” dediğim anda dengesini kaybedip üzerime doğru düştü. Kollarımı ona açarken çenesi hemen boynuma yerleşmişti. Tüm ağırlığını bana vermiyordu ama gözleri kararmış olmalıydı. Yaranın çok derin olmadığını farz ediyordum. Üzerime düşmeden önce tam anlamıyla inceleme fırsatım olamamıştı. Endişeyle iç geçirdim. Acele etmem gerektiğini hissediyordum ama kulağıma değen sıcak nefesinden dolayı titredim. Kollarımı ona sarmıştım ama ellerim havada kalmıştı. En sonunda usulca avucumu sırtına bastırdığımda yere doğru onunla beraber çömelmeye başladım. Sırtını raflara yaslarken suratımı ondan uzaklaştırdım. Saçlarım yeni uzamaya başlamış çene hattındaki sakallara takıldığında ondan tamamen uzaklaşana kadar tellerim havada asılı kalmıştı. Ellerimi kucağıma koyduktan sonra yutkunup refleks olarak kafamı kapıya doğru çevirdim. Yanımızdaki büyük çiçeklerden dolayı görünmüyorduk. Bu biraz içimi rahatlatmıştı çünkü bu yaralanmanın biri tarafından yapıldığı belliydi. Kimse kendini bu şekilde kesemezdi. “Kim yaptı? Eray mı? Seni nasıl buldu?” “Bulmadı. O değildi.” Demek başka birisiydi. Önüme düşen saçlarımı kulaklarımın arkasına hızlıca attıktan sonra hem yarasına hem de suratına doğru baktım. “B-Ben ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.” Tişörtü yeniden örttüğü sırada derin ama güçsüz bir nefes aldı ve zaten kanlanan kumaşı tenine bastırmaya devam etti. “Sadece gücümü toparlamam için bana fırsat ver. Sonra gideceğim.” Kaşlarım anında çatılırken, “Kanın akarken gücünü nasıl toplamayı planlıyorsun? Durdurmamız gerekiyor.” dedim. Cevap vermedi. Onun yerine ufak bir sessizlik oluştu. Şu anda duyabildiğim tek şey onun ağır ağır aldığı nefesleriydi ve bu daha çok endişelenmemi sağlıyordu. Canının yandığını görebiliyordum ve çok fazla kan akıyordu ama yarası hem derin görünmüyordu hem de kısa bir çizikti. Ellerimle yüzümü örttüm ve sertçe ovuşturdum. Bu işlerden anlamıyor olabilirdim ama dikiş gereceğini de sanmıyordum. Bu yüzden orayı temizlemeli ve baskı uygulayarak kanı durdurmalıydım. Mutfağımızda bir ilkyardım çantası gördüğümü hatırlıyordum ama bandaj ya da pamuk gördüğümü hatırlamıyordum. Tek gördüğüm tentürdiyottu. Kitabevine gittiğimde kasa arkasında bir ilkyardım kutusuna gözüm çarpmıştı. Bu nedenle oraya hızlıca gidip gelmem mantıklı bir karar olacaktı. Ellerimi yere doğru indirdim ve “Kitapevi hala açık mı?” diye sordum. Kafasını iki yana salladı. “Gitme.” Elini refleks olarak elimin üzerine koyduğunda elinin tersi çıplak bacağıma sürtünüyordu. Onu dinlemedim ve kalkmaya hazırlandım. “Anahtar sende mi? Burada ilkyardım çantası var ama yeterli malzeme yok. Sizinkinin nerede görmüştüm ve onu almaya gittiğimde en azından kapıyı kilitleyip geri dönebilirim. Sana bunu yapan kim bilmiyorum ama böylece içeriye zarar da veremez.” Kısık bir soluk verdi ve sessizce, “Zarar vermek isteyen camı kırıp da yapar.” diye yanıt verdi. Sanki daha yüksek konuşursa acısını duyabilirdim diye çekiniyordu. Hele ki böyle bir durumda bu şekilde hissetmesini istemezdim. Hepimiz insandık ve kanardık. “Burada işlerin böyle yürümediğini sen söyledin. Hava tam kararmış değil. Etrafta hala insanlar var sayılır. Az önce başına böyle bir şey gelmişken ara sokaklara girip de kendimi tehlikeye atacak kadar delirmedim. Henüz.” deyip hızlı konuştuğum için nefes aldım. “Seni bu hale getirmek isteyen geceyi de bekleyebilirdi ama içeriye girip hızlıca her ne yaptıysa sessizce yapmış işte.” Anahtar kelime; sessizdi. Bir şey olması için etrafta insanların olup olmamasını umursamıyor olmalılardı. İşlerini sessiz hallettikleri sürece bir önemi yoktu ama ben bunun olmasına mahal vermeyecektim. “Öyle bir şey değil.” “Nasıl öyle bir şey değil?” deyip tek kaşımı kaldırdım. “Belli ki ortalıkta insanlar varken de sana istediğini yapabilirim demek istemiş. Hâlbuki ses çıkartsa ne kadar insan dükkâna toplanırdı. Harbiden neden hiç bağırmadın? Manyak mısın sen?” Yerden tamamen doğrulduğumda kucağımdaki eli yere doğru düştü. O sırada güldüğüne şahit oldum. Gülüşünde aynı anda hem sinir, hem utanç, hem de gizem vardı. “Neden gülüyorsun?” “Pasif agresif tavırlı yeni yetme bir dedektif gibi konuşuyorsun.” Lafı dolandırıyordu. Düşündüğü şeyin bu olmadığına emindim. “Kaç tane pasif agresif tavırlı yeni yetme dedektif tanıyorsun?” “Güzel soru.” “Bana anahtarın nerede olduğunu söylesene! Hala kanıyorsun! Kansızlık boş cevaplar vermeni mi sağlıyor anlamıyorum ki! Yardım etmeye çalışıyorum şurada!” Çıkışmamdan dolayı sessizce cebinden anahtarı çıkartıp bana verdiğinde uzanıp hızlıca aldım. “Hemen geliyorum. Tişörtünle baskı yapmaya devam et. Ben gelene kadar kan kaybından ölmezsin değil mi?” Belli belirsiz omuz silkti. “Bilmem. Ne kadar acele ettiğine bağlı. Belki 10 saniyem vardır.” “Yaran o kadar derin değil!” “9, 8, 7…” Gözlerimi devirip önüme döndüm ve kapıdan çıkmadan önce etrafa şöyle bir baktım. Koşarak dükkâna girdim ve kasanın oradaki hemen hemen her şeyin yere düştüğünü gördüm. Parkede birkaç damla kan vardı. Hala daha derin olmadığını sandığım yarasından bu kadar kan akması normal değildi ya da bunlar sadece onun kanı değildi. Başını nasıl bir belaya bulaştırmıştı? İlkyardım kutusunu gördüğüm anda hızlı bir hamleyle işime yarayacağını düşündüğüm her şeyi elime aldım ve dışarı çıkıp anahtarı kapıya soktum. Nasıl bu kadar soğukkanlı kalabildiğimi bilmiyordum diye düşünürken kilidi yerine sokmaya çalıştığım sırada elimin titrediğini fark ettim. Anahtarı çevirirken sağıma soluma baktığım sırada sokağın köşesinde turuncu kapüşonlu olan genç bir adam gördüm ama kendime onu incelemek gibi bir zaman yaratamadım. Koşarak aynı yolu geri gittim ve içeri girmeden önce onun hala orada olup olmadığını merak ettim. Hiç kimseyi görmediğim anda kapıyı ardımdan kapattım ve Arslan’ın yanına elimdekileri bıraktım. Hemen sonra mutfağa doğru geçip oradaki ilkyardım çantasını getirdim ve Arslan’ın yanına çömeldim. Elimdeki çantanın fermuarını açtım ve ne yapabilirim diye bakınırken kafamın karışık olduğu suratımdan okunuyor olmalıydı. Arada, zaten beni inceleyen gözlerine bakıyor ve kulağımın arkasına ittiğim saçlarımı çekiştiriyordum. Güçlü bir soluk verdim ve “Arslan?” dedim. Anında anladığında, “Şunu pamuğa dökmeme yardım et.” diyerek şişeyi gösterdi. Ona yaptırmadan kendim yapmaya başladım. Sonra da hızlıca tişörtünü yukarıya doğru sıyırdım. “Neden akmaya devam ediyor? O kadar tişörtünle de baskı yaptın. Azalması gerekirdi.” derken pamuğu karnına doğru bastırdım. Yakmış olmalı ki suratını buruşturdu ve gözlerini yumarken benim yaptığım küçük hareketlerle kafasını geriye doğru attı. Dudaklarından çıkan inlemelere engel olmak adına birbirlerine bastırıyordu ama onu duyabiliyordum. Biraz olsun rahatladığı sırada, “Bende hemofili var.” diye yanıt verdi. Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. “Şaka yapıyorsun?” “Evet, tabii. Genelde hemofili hakkında şaka yapmaya bayılırım.” dediğinde sesi her zamankinden daha derin geliyordu. “O halde bu gerçekten derin bir yara değil.” “Sadece sıyrık. Bıçağı bana batırmadı. Deli gibi salladı it oğlu it.” dedi ve elini yere koyup oradan destek olmaya çalıştı. Sırtını biraz daha dikleştirirken mırıldanmaya devam etti. Eğer tam yanında olmasaydım onu duymayabilirdim çünkü bana yanıt vermektense daha çok kendi kendine söyleniyor gibi görünüyordu. “Kamikaze gibi döndü piç kurusu. Allah’tan kitaplara bir şey olmadı.” “Kitaplara mı?” deyip kirpiklerimin altından ona baktığımda yeniden sırtını duvara doğru yasladı ve bana baktı. “Oraya kendimden bile daha çok değer veriyorum.” “Belli.” deyip elimdeki pamuğu yarasına biraz daha bastırdığımda çenesi kasılarak yine inledi ve bu sefer bunu bilerek yaptığım için bana imalı bir bakış attı. “Kimdi o, Arslan?” Derin bir iç çekerken bir şeyler söylemesi için ona bakıyordum. Bir yandan da pamuğa biraz daha şişedeki ilacı damlatıyordum. “Sorma, İlay. Sorma.” “Benden yardım istedin. Bu kadarını bilmem gerekiyor.” “Daha ilk haftalarında benim hakkımda burada senelerdir gördüğüm insanlardan daha çok şey bilir hale geldin.” Yutkundu. “Daha fazla seni kendi meselelerime alet edemem. Burada olmam bile büyük bir hata.” “Buraya seni çağırmasaydım ne yapacaktın?” “Bilmiyorum.” “Başına ilk defa mı böyle bir şey geliyor?” Kafasını suratımı daha rahat görebilmek için yana doğru eğdi. “İster inan ister inanma, kitabevi içerisinde böyle şeyler olmasına müsaade etmem.” Elime büyük bir yara bandı aldım ve pamuğu çekip serçe parmağıma sürdüğüm kremi yarasına nüfuz ettirdikten sonra hava gelmemesi adına kapattım. “Bir şey söylemem gerek.” dediğimde artık ona bakmıyordum. “Dinliyorum.” “Seni yaralayan adam turuncu bir hırka mı giyiyordu?” Ona kaçamak bir bakış attığında gözlerinin artık daha farklı baktığını fark ettim. “Neden?” Hiçbir sorun yokmuşçasına elimdekileri temizlemeye çalışırken konuşmaya başladım. “Az önce dükkânı kilitlerken beni görmüş olabilir ama senin burada olduğunu bildiğini sanmıyorum.” “Bunu bana şimdi mi söylüyorsun?” “Tedirgin olmayalım diye demedim.” “Peki şu an sence keyfim çok mu yerinde.” “Bilemiyorum.” Omuz silktim. “Senin mimiklerini anlamak zor. Belki de bu çatık kaşların mutlu yüzün falandır.” Amacım neydi bilmiyorum. Normalde konuşkan bir insan olmamama rağmen şimdi Arslan’ın tedirgin olmamasını sağlamak adına espri yapmaya çalışıyordum. “Evet, İlay. Kesinlikle başına bir şey gelme ihtimali beni çok mutlu eder. Beni çok iyi tanımışsın.” Deyip derin bir nefes alırken kan olmayan eliyle suratını sertçe ovuşturdu. “Ya sabır!” “İyi bir şey yapmaya çalışıyordum.” Ellerini bir anda indirdi. “İşte bu yüzden arkadaş olmamalıyız!” Sesinden her şey anlaşılıyordu. Kendini kötülerden sayıyordu. Yanında olan her insanı bir şekilde kendi kötülüğüne çekeceğini düşünüyordu ve bunun doğruluğunu da Buket’te yaşadığını farz ediyordu. “Kız kardeşin her zaman yanında.” Kast ettiğim şeyi anladığını gözlerinde görebiliyordum. Arkadaşı olmamasına rağmen kız kardeşine her daim göz kulak oluyordu. Kafasını iki yana salladı. “Bu aynı şey değil. Ben onun her daim bir adım arkasındayım.” “Bu yaptığın kendine büyük bir haksızlık.” Suratı sertti ama mizacının aksine kaşları yay gibi havaya kalkmıştı. “Seni az önce büyük bir derde sokmuş olabileceğimi anlatmaya çalışıyorum ve sen buna rağmen kendime yaptığım haksızlıklara değinmeye çalışıyorsun?” Her şeyi eski yerine koyarken sesim normalden daha fazla kısık çıkarak, “Bu kadar yalnız kalmana gerek yok.” deyiverdim. “Kimsenin bu kadar yalnız kalmasına gerek yok.” Bu aslında kendime çıkardığım bir dersti. İkimiz de birbirimize söylediğimiz şeylerden farkında olmadan ders çıkartabiliyorduk. O bana bir ayna işlevi görüyordu. Temiz olan elini bana doğru uzattı. “Bana telefonunu ver.” “Neden?” “Numaramı yazacağım.” Şu cümlenin beni heyecanlandırması saçmaydı çünkü amacı saf değildi. Başıma muhtemelen açmış olduğu belaya karşı onu aramamı istemesiydi. Etrafıma şöyle bir bakındım ve ellerimi ceplerime götürdüm. “Telefonum yok.” “Emin misin?” Sesim hala aynı sakinlikteyken, “Hayır, değilim.” dedim. “Genelde telefonu nereye koyduğum konusunda gram bir bilgim olmaz. O yüzden de hep yenisini alırım.” Dalga geçtiğimi anladığı anda sessiz kaldı ve ayağa kalkıp aramamı bekledi. “Senin nerede?” “Dükkânda kaldı.” Hala etrafa bakınırken, “Neden gittiğimde bana almamı söylemedin?” diye sordum. “Kendi kanımdan oluşan bir havuz yapmamak için çaba gösteriyordum. Affet, aklıma gelmemiş.” dediğinde benimle dalga geçmesine değil sesinin artık daha sağlıklı çıkmasına sevinmiştim. En sonunda kasanın arkasında bulduğumda yeniden yanına çömelip ona doğru verdim. Telefonun yeni olduğunu fark etmişti ama sanırım bakışlarındaki şaşkınlığı ona öylece vermemden dolayıydı. İçinde gizlediğim herhangi bir şey yoktu. Aslına bakılırsa, Selenra’nın eklediği telefon numaraları haricinde içinde zaten hiçbir şey yoktu. Telefonunu hızlıca yazdı. Adını ve soyadını da girip kaydettikten hemen sonra yeniden bana verdi. “Bir şey olduğu zaman beni aramanı istiyorum.” Açıklamasına karşı aniden, “Tahmin ettim.” diye geveledim. Başka türlü telefonunu bana neden verecekti ki? Bunu dememle sanki ses tonumda anlaşılması güç bir şey varmış ve çözmeye hevesliymiş gibi bir ruh haline bürünmüştü. Gözleri normalden daha da kısılmış ve gri hareleri maviliklerini sarmıştı. Aldırış etmemeye çalıştım. Beni bu kadar dikkatle inceliyor olmasını görmezden gelmemek mümkün değildi gerçi… Ona kapıldığımın farkındaydım. Ne yazık ki bunu kendime itiraf etmekten çok korkuyordum. Bir şekilde kendine has gizemi beni ona çeken büyük bir faktördü. Onu tanımasam bile birbirimize benzediğimizi düşünmeden edemiyordum. İki aynı kutbun birbirlerini çekmesi imkânsızdı ama gözlerine dalıp gittiğim takdirde bedenimin ona yavaşça aktığını hissediyordum. Kafamı iki yana sallayıp düşüncelerimden ayrıldım. Gözümü kapattığım anda aklıma gelen o grilikler tam karşımda olsalar dahi içimi titretmesine izin vermeyecektim. Bu kadar zavallı olamazdım. Ancak bir çaresiz bu kadar kısa bir zamanda birine kapılabilir ve rengini belli edebilirdi. Erayla da başıma gelen tam anlamıyla buydu işte ama Arslan’ın, Eray gibi biri olmadığının elbette farkındaydım. İkisi çok ayrı insanlardı. Eray şerefsizin tekiydi. Manipületif bir canavardı. İnsanları kullanır ve istediğini aldıktan sonra onlara çöp gibi davranırdı. Kimse onun için değerli değildi. Sadece kendisini düşünürdü. Kendi çıkarları, herhangi bir insanın duygularından hiçbir zaman önemli olmazdı. Arslan ise… Öyle biri değildi. O, iyiydi. Bir süre sessiz kaldığımız vakit ne yapacağımı bilemeyerek soluklarımızı işittim. Üstüme bir sakinlik çökmüştü ki bu mantıklı değildi. Onun da dediği gibi, başımı derde sokmuş olabilirdi. Bunu bilmeme rağmen hiçbir şey olmamış gibi davranıyordum. Az önce yarasını temizlemiştim. Şimdi daha iyi görünüyordu. Hatta muhtemelen kalkıp yürüyebilirdi ama gözlerini tek bir noktaya dikmiş kara kara düşünüyordu. İkimiz de sessizliğimizde boğuluyorduk. Onun sessizliği benimkisiyle savaş halindeydi. İkimiz de bunu bozmanın kötü bir fikir olduğunu düşünüyor olabilirdik ki çıt çıkartmıyorduk. Daha önce kimseyle sessiz kalmayı deneyimlememiştim ama tek başına olmaktansa biriyle sessizleşmenin ne kadar kıymetli olduğunu yeni öğrenebilmiştim. Telefonumun çalmasıyla Selenra’nın adını ekranda görmem bir olmuştu. Telefonu gereksiz bir panikle kapattığımın neredeyse saniyesinde ondan bir mesaj gelmişti. Selenra: Neredesin? Ona birazdan geleceğime dair bir mesaj attıktan sonra kafamı yukarı kaldırıp Arslan’a baktım. O da yerinden doğrulup tişörtünü indirdi. Çağırının kime ait olduğunu ve hemen ardından gelen mesajı görmüştü. Zaten saklamamıştım da. “Gitmek mantıklı mı?” “Burada benimle ne kadar vakit geçirmek isterdin?” diye sorduğunda gözlerimi yarasından suratına doğru çıkarttım. Suratında şaka yaptığına dair hafif bir gülümseme olduğu için onu ciddiye almadım ve cevap da vermedim. Zaten öylesine söylediğini biliyordum. “Gitmen gereken bir yer varmış. Planını benim yüzümden aksatmanı istemiyorum. Zaten sana yeteri kadar dert oldum.” “Sorun değil.” derken başka tarafa doğru dönmüştüm ki bir adım atıp önüme geçti. “Hayır, sorun.” Yeniden ona doğru bakmak zorunda kaldım. Suratı epey ciddiydi. Suçlu hissediyordu. Başımdaki dertlerin farkında bile değildi ve bir yenisinin eklenmesini artık o kadar umursamıyordum ki kendimi aptal gibi hissediyordum. Bir tepki vermeli, en azından korktuğumu göstermeliydim. Ama ben, daha çok… duyguları alınmış bir ruh gibi hareket ediyordum. “Artık bir sırrımız var.” dediğinde kafamı iki yana usulca salladım. “Başına neden bunun geldiğini bile bilmiyorum. Kendimi bu sırra dâhil etmem çok zor.” “Ne kadar az şey bilirsen o kadar iyidir. Güven bana.” deyip kafasını dış kapıya doğru yöneltti. Hemen sonrasında oraya doğru adımladığında ben ise her hareketini inceliyordum. “İsterim.” Bir an için ne dediğimi anlayamayarak kapıya doğru dönük olan kafasını omzunun üstünden bana doğru çevirdi. Bana kalırsa ben de ne dediğimi anlayamamıştım. Refleks gibi çıkmıştı ağzımdan. “Yani sana,” dedim ve yutkundum. “güvenmek isterim.” Gözlerini benden uzun bir süre çekemedi. Ben dükkânın tam merkezinde öylece dururken ve o gözlerini benden çekemezken kendimi çok önemli biriymişim gibi hissettim. Kafasını yeniden kapıya doğru döndürdü. “Dediğim gibi, fazla şey biliyorsun. Buraya geldiğim için zaten yeterince kötü hissediyorum. Sana, bana güvenmek için hiçbir sebep vermediğimin farkındayım ama başına bir şey gelmemesi adına elimden geleni yapacağım.” “Nasıl?” derken yarasına baktığımı gördü. “Korkuyor musun?” Hiçbir tepki vermedim. O da bunun anlamını bir süre aradı. “Korkmanı gerektirecek bir şey yok.” “Çok emin konuşuyorsun.” Hala gözüm yarasındaydı. Artık kast ettiğim şeyi anlamış olmalıydı. Kendini bıçaklattıran bir adam beni nasıl koruyabilirdi ki? “Kendimi sana siper etmekten çekinmem.” “Saçmalıyorsun!” “Anlamıyorsun.” diyerek bir anda yanıma doğru adımlayıp tam kaşıma geçti. “Az önceki yardımın benim için öylesine bir şey değildi, İlay. Yapamayacağımı sanıyorsun ama yaparım. Sen-” “Ben ne?” derken sesimin tonu yükselmişti. “Ben senin hiçbir şeyin değilim. Bana borçlu olduğunu düşünüyorsun ama arkadaş olamayacağımızı söylüyorsun. Kim, neden değer bile vermediği bir insana karşı kendini siper eder ki ve hangi manyak bunu kolayca söyler? Seni anlamak çok zor! Artık anlamak istediğimi bile sanmıyorum.” “Bu manyak söyler.” “Sen gerçekten ruh hastasısın.” deyip elimi anlıma koydum. “Önce sanki hayatının hiçbir önemi yokmuş gibi kitaplarına siper olurum dedin, şimdi de bana. Sağa sola öylece hareket eden bir bıçak söz konusu olduğunda polis nedir biliyor musun?” Birden ellerini omuzlarıma doğru koydu ve doğrudan gözlerimin içine bakarak, “Polis işin içine girerse zararlı çıkacak olan benim.” dedi. O kadar kayıtsızca ve utanmadan bakıyordu ki bir an bu benim için bir hakaret gibi geldi çünkü söylemek istemediği konu hakkında onu zorlamış bulunmuştum. “Ne?” Hırıltılı bir şekilde derin bir nefes aldı ve kollarını yavaşça yere doğru indirirken gözlerini yumdu. Âdemelması hareket ederken gözlerimi suratından çekemiyordum. Ne düşünmem gerektiğini bile çözemiyordum ama az önce başımın biraz daha derde girdiğini öğrenmemden daha çok tedirgin olduğumu söyleyebilirdim. “Lütfen, daha fazla şey sorma.” Gözlerini açmazken suratındaki çizgileri izledim. Utanıyordu. Benden değil, başına her ne geldiyse bu gerçekle yaşamaktan utanıyordu. Yutkundum. Ellerimi havaya kaldırdım. Parmaklarımla kendi kendime oynamaya başladım. Dudaklarım anında kurumuştu. Ona bakıyor ve ne demem gerektiğini düşünmeye çalışıyordum. Benden bir şey bekleyip beklemediğinden de emin değildim. Soru sormamı istemiyordu ama bedeninden gelen sıcaklık resmen harekete geçmem gerektiğini söylüyordu. Başına her ne geldiyse, konuyu bilmesem bile bir şekilde mecbur kaldığını görebiliyordum. İstemiyordu. Hatta istemediğini sessizce haykırıyordu ama bununla yaşamak zorunda kalmıştı. Bir sürü soru sormamak için kendimle verdiğim savaş kollarımı açıp sırtında dolayarak son bulmuştu. Bunu bir bakıma kendimi susturmak için de yapmıştım. Anında kollarımda olan kasları seğirmişti. Gözlerini açıp açmadığından emin değildim ama sanki başına ne geldiğini anlamak adına kafasını hareket ettirip bana bakıyordu. Sol kolu hareket etti ama bana dokunmadı. Bir süre yeniden sessizlik bizi aldı götürdü. Derin bir iç çekerken çenesi kafamın tam üstüne doğru sakince yerleşti. Neredeyse oradaki varlığını hissetmiyordum bile. Nefes alıp almadığından bile emin olamadım. Tek duyabildiğim kulağımın hemen altındaki kalbinin ritmiydi. Havada kalan eli en sonunda sırtımı bulduğunda avucu neredeyse tüm kaburgalarımı sardı. Kendimi o kadar küçük hissetmiştim ki burada olduğumu kanıtlamak için kollarımı ona daha çok sarmam gerektiğini düşünerek hareketlendim. Kafasını belli belirsiz eğdi. Dudağıyla saç tellerimi okşarken derin bir nefes aldığı vakit sanki cayır cayır yanıyormuş gibi sırtımda olan elini omzuma koyup kollarımı açmamı sağladı ve bir adım geriye doğru attı. Gözlerimiz birbirlerine saniyelik bir dilimde kenetlendiği anda göz temasını çok hızlı bozdu ve kapıya doğru yeniden yönlendi. Ben öylece yerimde bir süre dururken dışarıda beni bekledi. Ben ise kollarımda hissettiğim ani boşlukla kalakaldım. Bekledim. Bekledi. Ve birlikte yine sessizce yürümeye başladık. İkimizin arasında geçen her şey sessizdi. Sırlar sessizdi. Yürüyüşlerimiz sessizdi. Yaşadığımız anılar bile sessizdi. Peki böylesi daha mı iyiydi? Beni sahile götürmesine sesimi çıkartmadım. Bir süre sonra yollarımızı ayırmak zorunda kaldığımızda Hafsa diğerlerinin yanında olmasa bile kaldırımın orada yavaş adımlar attığını gördüm. Bu grubu uzaktan seyretmesinin tek nedeninin Hafsa olduğunu sanıyordum. Son kez arkama doğru baktığımda beni izlediğini görebiliyordum. Nasıl oluyordu bilmiyordum ama bana olan bu bakışları tüylerimi diken diken ediyordu. Bunu yapabilen tek insandı. Ben iskeleye doğru adımlarken en ucuna doğru gittiğim sırada Anıl hemen yanımdaydı. Kurulanmaya çalışıyordu. Bana baktığının farkındaydım ama selam dahi verme gereği duymamıştım. Ama o bu tepkime alayla ses çıkartmayı tercih etmişti. Varlığını yok saymak en iyisiydi çünkü sadece nefes alması bile beni rahatsız ediyordu. Hepsi uzaktan bana doğru el sallıyor, Selenra ve Deha sahte adımı bağırıyorlardı. “İlay!” Kimse Arslan ile geldiğimi fark etmemişti ama ben onların aksine onun hala orada olduğunu düşündüğüm kaldırıma bakmamaya çok çaba harcıyordum. Bana hala daha el sallayıp şaklabanlıklar yapan Deha, Selenra ve Erdem’e gülerek bakındım. O kadar uzaktalardı ki seslerini buradan duyabilmem bile bir mucize sayılırdı. Yüzme bilip böylesine derinlere gidebilmeleri benim için bir yetenek sayılırdı. Yere çömelmiş kollarımı bacaklarıma sarmışken sesimi duyabilmeleri adına ellerimi ağzımın iki yanına sabitleyerek bağırdım. “Keşke yanınıza gelebilsem!” O sırada Deha’nın sırtına çıkmaya çalışan Selenra, “Keşke!” diye bağırırken onu boğmaya çalışıyordu. Kahkahalarını rahatlıkla duyabiliyordum. Onları bu şekilde seyretmek beni biraz olsun mutlu etmişti. Anıl’ın hemen arkamdaki sesi rahatsız edici bir yakınlıkta duyulduğunda ona doğru dönüp ayaklandım. Tam o anda suratında çarpık gülümsemesiyle, “Bunu ayarlayabiliriz.” dediğini duyduğum anda elleri omuzlarıma ulaştı. Ona yapmamasını bile söyleyemezken suya düşmeden son gördüğüm şey gittiği yoldan koşarak geri dönen Arslan olmuştu. Suya değmediğim saniye içerisinde çığlık attım. Deniz ile temas ettiğim anda artık bedenimi kontrol eden tek şey korku olmuştu. Ellerimi çırpıyor, bacaklarımı hareket ettiriyor ve yüzeye çıkıp nefes almak adına elimden geleni yapıyordum. Derine epey batmıştım ve ayaklarım yere doğru değdiği için kendimi hışımla yukarıya doğru itmeye çalışmıştım. Yüzeye çıkmak için verdiğim çaba beni o kadar yormuştu ki ciğerlerim şimdiden acı çekiyordu. Suya batmadan son anda nefes almayı akıl etmiş olsam da korkudan ve panik halinde oluşumdan dolayı suyun altında nefes almaya çalışmıştım. O kadar çok su yutmuştum ki bir an için suyun üstüne çıksam bile aldığım oksijen yeterli gelmiyordu. Bir kere nefes alsam, geri suyun içine dalıp on defa su yutuyordum. Bilincimi giderek kaybederken Selenra ve Deha’nın sesini işitiyordum. Hemen yanıma birinin atladığını varla yok arasında gördüğüm sırada dubaların oradan gelen kulaç seslerini duyabilmiştim. En sonunda kollarımı hareket ettiremez hale geldiğimde etraf karardı. Son hatırladığım şey bir elin kolumu kavradığıydı. Karanlığın beni yuttuğundan habersiz bir şekilde çok geçmeden Arslan’ın suratını görmemle yerimden hızlıca doğrulup ağzımdan gelen suları çıkartmaya başladım. En sonunda nefes aldığım vakit ciğerlerim oksijene kavuşmuştu. Bedenim panikten titriyordu ama nefes aldığım için şükrediyordum. Arslan’ın kadife sesi kulaklarımı doldurdu. “Derin nefesler al.” Ellerini yüzüme koyup saçlarımı geriye doğru iterken etrafımda olanlara kulak kabartmaya çabaladım. Bir yandan da etrafa yeni doğmuş bir bebek gibi bakınıyordum. Korku hala beni bırakmıyordu. Sanki kollarını bana sarmış ve kemiklerimi kırmaya ant içmiş gibi beni daraltıyordu. Selenra, Anıl’a küfürler ederken Erdem onu tutmaya çalışıyordu. Anıl ise yüzme bilmediğimi bilmediğini söyleyip kendini savunmaya çalışıyordu ama ukalalığı hala sesinin tonunda gizliydi. Ellerini onun göğsüne bastırıp ittiğinde Anıl geriye doğru yalpalandı. “Eğer Arslan burada olmasaydı ne bok yiyecektik acaba?” “Hallederdik.” “Suni teneffüs senin bildiğin şeylere benzemiyor hıyar herif! Burada hiçbirimiz de bilmiyoruz!” diyerek Anıl’a hiç çekinmeden yine bağırdı. Erdem ise onu belinden yakalayıp kucaklayıp bana tarafa doğru götürmeye başladı ama o benim yanımda olmak istediğini söyleyip kollarından kurtulmuştu. Elimi hala nefes nefeseyken Arslan’ın koluna attım. Hatta elimde olmadan sıktım. Hala titrerken sadece onun duyabileceği şekilde, “Beni öptün mü?” diye sordum. Beynime kadar su kaçtığı için ne dediğimin farkına ancak sorunca anlamıştım. Elinde olmadan güldü. Çenesinden aşağıya hala daha sular dökülüyordu. O da derin nefesler alıyordu ama kesinlikle benden daha iyi haldeydi. “Hayır, bu bir öpücük değildi, İlay. Öptüğüm kişinin ayık olmasını tercih ederim.” Elim hala kolundayken yutkundum ve gözlerimi yere doğru indirdim. Kuma doğru kanı akıyordu ve bunun farkındaydı ama önce benim iyi olduğumdan emin olmaya çalışıyordu. Selenra neredeyse korkuyla bağırdı. “Kanıyorsun sen!” “Suya atlarken kayaya çarpmış olmalıyım.” diyerek yalan söyledi. “İyi ama senin hemofilin-” derken Arslan sözünü tamamlamasına izin vermeden yerinden hızlıca kalktı ve yanından geçerken beni işaret edip, “Ona iyi bakın.” dedi. Son anda Anıl’la bakışmasını yakaladığımda gözlerinden adeta zehir akıyordu. Avucumun altında sıktığım kumla gücümü tartarken gözlerim Dehaya kaydı. Şu ana kadar fazlasıyla sessiz olmasından kaynaklı olarak neredeyse onun burada olduğunu unutmuştum. İyi olduğum için rahatlamış gibi görünse de az önce gördüğü şeyden memnun değilmiş gibi dişlerini sıkıyordu. |
0% |