@rana.betb
|
“Nasıl olur da böyle bir anda oturup yemek yiyebilirsin?” diye başımda dikilen Selenraya baktım. Yanaklarıma doldurduğum simidi çiğnemeye çalışırken yerinde tepinişini izliyordum. Deha’yı adeta evinden almış ve elini yüzünü yıkamasına fırsat vermeden kolundan tuttuğu gibi şu anda bulunduğumuz verandaya getirmişti. “Ayakta yersem üstüme dökerim.” dediğimde boş zamanlarımda yavru köpekleri teklemiyorum demişim gibi bana baktı. “Sana inanamıyorum.” “Siz gelene kadar yemesem yukarıdayken karnım guruldardı.” Selenra gözlerini büyültmüş sürekli bir oflama halindeyken, “Bu dediğin itibarın için mantıklı olabilir ama o simidi yarım bırakmak zorundasın!” dedi. O benim elimden simidi alırken Deha suratını buruşturarak isyan etti ve “Ben hiçbir şey yemeden geldim.” dedi. “Senin zedelenecek bir itibarın yok.” Selenradan aldığı yanıtla onu taklit eden Deha sırtını duvara vermiş düğmelerinin çoğu açık kırışık gömleğine aldırış etmeden saçlarını düzeltmeye çalışıyordu. Ayakkabısının bir bağcığı açıktı. Sahiden, neredeyse yatağından kalktığı gibi gelmişti. Benim de ondan aşağı kalır yanım yoktu gerçi. Altımda şort etek, üstümde de çizgili bir sıfır kol vardı. Kalktığım an tek yaptığım şort eteği giymek ve kâküllerimi elimle şöylesine bir düzeltip saçlarımı kıskaçlı tokayla tutturmak olmuştu. Buraya geldiğimden beri sanırım sadece birkaç defa koyu göz makyajı yapabilmiştim. Bu bir nevi benim olayımdı. Sokak aralarında beş lirayı geçmeyecek koyu farlardan alır dibini görene kadar kullanırdım ama buradayken yaptığım zaman gereksiz bir şekilde dikkat çektiğimi anladım. İlk başta adımın çıktığını ve yeni geldiğim için bana baktıklarını sanmıştım. Elbette onun da etkisi vardı ama asıl olay makyajımdan dolayıydı. Diğer yakadayken çıplak gezsen insanların umurunda olmazdı. Buradaki insanlar ellerine dedikoduluk malzeme geçsin diye etrafa ayrı bir ciddiyetle bakıyorlardı. Boğulmamın üzerinden birkaç gün geçmişti ve bugün Hafsa’nın attığı mesaj ile sosyeteye takdim balosunun provalarının başladığını öğrenmiştik. Normalde bir hafta sonra olacağını sanıyorduk ama erken bir tarihe alınmıştı ve Hafsa zaten bunu bildiğimizi sanıp hiç haberini vermemişti. Bugün akşam işe gideceğim için rahat rahat uyumayı planlarken sabahın erken saatlerinde Selenra’nın beni sarsmasıyla uyanmıştım. O kadar büyük tepkiler veriyordu ki önce dünyaya bir göktaşı çarptığını sanmıştım. Yarı uykulu gözlerimle yatağın altına bile girmeyi düşünmüştüm ama bana hemen her şeyi açıklarken göğsüme attığı eteği giymekle uğraşmıştım. Dün onunla sosyeteye takdim için giyebileceğim elbiselere bakınmıştık. O kadar abartılı şeyler göstermişti ki fiyatlarını görünce aklımın duracağını sandım. Daha sonrasında bu elbiselerin abartılı olmadığını ve herkesin bu tip şeyler giyeceği konusunda beni ikna etmeye yönelik şiirini okumuştu. Dün, sabah işe gittiğim için akşama kadar kıyafetlere bakınıp durmuştuk ama hiçbirini almamıştık çünkü söylediğine göre sadece fikir edinmeye çıkmıştık. Asıl alışverişi Ahu Teyze ile şehir merkezine inip yapacaktık. “Hadisenize!” Selenra kolumdan tutup beni Deha’nın yanına ittikten sonra son lokmamı yuttum. Deha anında elini belime doğru koyarken hafif irkildim. Bunu yapmasını beklemiyordum ama içeriye girerken zaten bu olması gereken bir prosedür gibi gelmişti. Bu nedenle yutkunup hiçbir şey demeden salonun tam ortasına giriş yaptık. Kenardan ilerleyip kendimizi göstermemeye çalışsak da kavalyeleri ile salonun ortasında dans pozisyonunu alan gençlerin bizi izlediğini görebiliyordum. Önemli olan elindeki kâğıtları işaretleyen iki kadının sonradan geldiğimizi görmemesiydi. Birinin saçlarına aklar düşmüştü. Buna rağmen bir kraliçe endamına sahipti. Bir diğeri de gözlüklü ve boyalı kırmızı saçlara sahipti. Diğer kadına kıyasla daha gençti. O kadar sessiz bir şekilde aralarına karışmıştık ki geldiğimizi bile duymamışlardı ama salon ne kadar kalabalık olursa olsun kadınlardan biri kafasını kâğıtlardan kaldırdığı anda bir fazlalık olduğunu anlayıp gözleri bizi bulmuştu. Bizi baştan aşağı süzdükten sonra dudaklarını birbirlerine bastırdı ve kafasını geç kaldığımız için bizi azarlar gibi iki yana salladı. Yine de hiçbir şey dememesinden dolayı içten içe minnettardım. “Merdivenden isimleriniz çağrıldığı vakit kavalyeniz sol elinizi tutarak sizi salonun ortasına getirecek. Siz süzüle süzüle yerinizi aldığınız vakit boşta kalan elinizi nazikçe onun omzuna atacaksınız. Elbette kavalyeniz de avucunu belinizin yanına doğru yerleştirecek.” dedi. “Ama en önemlisi duruşunuz ve mimikleriniz.” Deha anında bu pozisyonu aldığı sırada etrafta izleyici olarak oturan insanlar gördüğüm vakit Selenra’nın da ses çıkartmamaya çalışarak aramıza kaynamasını izledim. Biz en köşede pencerenin orada pozisyonumuzu almaya çalıştığımız sırada etrafı şöylesine bir incelemeye başlamışken Arslan ile göz göze geldim. Kız kardeşi kavalye bulamamış olacak ki şimdilik onunla prova yapmayı kabul etmiş gibi görünüyordu. Pek istekli olduğu söylenemezdi ama Hafsa’ya verdiği değer buradan anlaşılıyordu. Beni kurtardığı günden beri onunla konuşma fırsatım olmamıştı. Çünkü ben ne zaman işe gelsem o kitabevinden çıkıyordu. Ben ne zaman çıksam o giriyordu ve onun sadece siluetiyle karşılaşıyordum. Beni hayata suni teneffüsü döndürmüştü ama dudaklarının hissiyatını bile hatırlamıyordum. Bunu aklıma her getirdiğimde yanaklarıma adeta ateş topları düşmüş gibi al al oluyordum. Tutkudan uzak, sadece nefes almamı sağlamaya çalışırken beynini açıp neler düşündüğünü görmek isterdim ama maalesef bu mümkün değildi. O zamana kadar dudaklarımın tadını hiç hayal etmiş miydi? O an aldığı tek tat tuzlu su olsa da bu sorunun cevabının beni nasıl etkileyip etkilemeyeceğini bilemiyordum. Önüme doğru döndüm. Birkaç dakika boyunca bizi yönlendiren kadının dediklerine ayak uydururken hemen camın orada oturan Selenra, bacak bacak üstüne atmış bizi izliyordu. Gözlerim onun hemen arkasındaki pencereye kaydığında Anıl’ın burada olduğunu fark ettim. Onu da, beni denize ittiği günden beri görmemiştim. Benden bir özür bile dilememiş olması öfkemi her saniye körükleyen bir gerçekti. Selenra neye o kadar uzun süre kitlendiğimi öğrenmek adına kafasını arkaya attı. Hemen sonra da eliyle yanına gelmem adına işaret yaptı. Bunu fark eden Deha, sanki dansı bu şekilde etmemiz gerekiyormuş gibi küçük adımlar atmama yardım etti. Tüm algılarımı kapatıp dansı umursamadığım konusunda endişe eden Selenra bedenini biraz olsun bize doğru eğip, “Ona öyle bakmamalısın.” dedi. Hala gözlerim ona baktığımın farkında bile olmayan Anıl’dayken, “Bakmıyorum, sadece kafasına kocaman bir tuğla düştüğünü hayal ediyordum. Bu bakmak sayılmaz.” dedim. Gülüşünü gizlerken fısıldamaya devam etti. “Hafsa eğer kendine bir kavalye ayarlayamazsa ona ihtiyacımız olabilir ama tüm bunlardan sonra yanlışlıkla üstünden arabayla geçilmesini sağlayabilirim.” Bu sanki çok normal bir konuşmaymış gibi kafamı biraz olsun ona doğru eğdim. “Senin ehliyetin yok ki.” Bana göz kırptı. “Sen orasını bana bırak.” İkimiz de sessizce gülerken Deha kötü bir koku almışçasına suratını büzdü ve “Kendisine seçkin bir kavalye bulamazsa eğer tek çaresi Anıl mı sahiden?” diye sordu. Selenra sessizce yanıtladı. “Düşüncesi bile kötü, biliyorum ama bahçede beklemesinin sebebi bu olmalı.” “Bu benim standartlarıma göre bile çok tuhaf ki beni rahatsız etmek genelde zordur.” Deha’nın kast ettiği şey, kız kardeşinin ölümüne sebep olduğunu düşündüğü adamın kız kardeşine kavalyelik edecek olma ihtimaliydi. Bu sahiden epey tuhaf bir durumdu ama onlar bir arkadaş grubuydu. Anıl her ne kadar Arslan’a bilenmiş olsa da Hafsa’yı intikam alacağı bir deney gibi görmüyor olmalıydı. Yani sanırım. Öyle umuyordum. Anıl’ın bu kadar kötü olacağını düşünmüyordum. Deha kafasını yukarıya doğru kaldırırken belimdeki eli daha sıkılaştığı için belimi dikleştirdim. O sırada Selenradan anında uzaklaşmaya başladığımızda etrafa kısa bir bakış attım. O an kadınlardan birinin yanımıza doğru geldiğini görmüştü ve bizi yerimize geri döndürmeye çalışıyordu. Kadınların hala daha adını bilmiyor olmam hoş bir şey değildi çünkü eminim ki burada olan herkesin adını biliyor olmalılardı. Onlar ise benim için, beyaz ve kızıl saçlı kadınlardı. Yarım saat boyunca dedikleri her şeyi yaptık. Her bir şeyi kafama kazımaya çalıştım. Üç günde bir prova olacağını ve son hafta her gün yarım saat tekrar yapılacağı söylendi. Alt tarafı bir dans diye düşündüğümden, bu kadar provaya neden ihtiyaç olduğunu içten içe sorguluyordum. Ben düşüncelere dalmışken Deha dudaklarını kulağıma doğru eğdi. Yanağı saçlarıma sürtündüğü için biraz olsun irkildim. “Sanırım bana mecbur kalacaksın.” Kafasını geriye doğru çekerken doğrudan gözlerine baktım. “Kavalye olarak mı?” Tek kaşını havaya kaldırırken hafif sırıttı. “Sen neyi kast ettiğimi düşündün?” Gözlerimi devirdim ve “Söylediklerimden anlam çıkartma istersen. Öylesine söyledim.” diye yanıt verdim. “Anlam çıkartsam ne olur?” “Üzülürsün.” Güldü. Hatta sesi biraz olsun salonda yankılandığı için etrafa şöylesine bir bakınmam gerekmişti. O an her ne kadar kız kardeşine ayak uydurmaya çalışsa da bize bakan Arslan ile yeniden göz göze gelmek zorunda kalmıştım ve neredeyse Deha’nın gülmesinden önce de gözlerinin bizde olduğuna emindim. “Vicdan mı yaparsın?” Derin bir nefes alıp gözlerimi zor bela ondan çektim ve kafamı yukarıya kaldırıp geri Dehaya baktım. Kafamı iki yana sallarken verdiğim cevabı şimdiden beğenmeyeceğine dair bir tavır takındı. “Hayır. Beş tane cümle kursan dördü ciddi olmuyor zaten.” Sanki hakaret etmişim gibi kaşları havalandı. “Ben de ciddi olabilirim.” “Bu dediğin bana inandırıcı gelmedi.” “Bir gün kanıtlarım. Nasıl bilmiyorum ama hallederiz bir şekilde.” “Sen bile bu dediğine inanmıyorsun ki.” Burnumdan alaycı ve kısık bir soluk verirken gözlerini devirip sağıma doğru kafamı çevirdim. Bunu bir an için Arslan’a bakmak için yapsam da yapmamak adına kendimle adeta bir savaşa girdim. Neden bunu yaptığımdan bile emin değildim. Utanıyor muydum? Beni kurtardığı için mi? Dudaklarımızın birbirine değdiğini bildiğim için mi? Saçmalık! Deha tam bir şeyler söylenecekken etrafa attığım bakışlara dikkat kesildi ve o an Arslan’a bakmasam bile onun olduğu tarafa dikkat kesildiğini anladım. Hafsa ile salonun en ucundaydı. Yani bizim tam aksi yönümüzdeydi. Birbirlerine kitlenmemeleri için iç çekip, “Herkes elbise giyip papyon takmış. Bir de bize bak.” dedim. Konuyu ancak bu şekilde dağıtabilirdim. Aklıma başka bir şey gelmemişti. Omuz silkti kafasını bana döndürürken gözleri sonradan beni buldu. “Ne bilelim kızım. Hafsa son anda ertelendiğini söylemese haberimiz olmayacak zaten. Beni de uykumdan uyandırdınız apar topar hangi zaman diliminde olduğumuzu bile bilmiyorum şu an.” “Seni buraya getirmek Selenra’nın fikriydi.” deyip omzunda olan elimi hareketlendirip kapının orayı gösterdim. “İstemiyorsan gidebilirsin.” Tek kaşı sorgularcasına havaya kalktı. “Ben olmasam ne yapmayı planlıyorsun? Samimi soruyorum bak. Hiç iğneleme falan da yapmayacağım.” Yanaklarımı şişirip ofladım. “Oradan bakınca sosyeteye tanıtılmak istiyor gibi mi görünüyorum?” Yanıt dahi vermedi çünkü bunun bir soru olmadığını biliyordu. Normalde iğneleyici bir cevap verirdi ama az önce söz verdiğinden dolayı adeta söyleyeceği şeyi yutmuştu. “Kavalye bulamazsam tanıtılmazdım işte diye düşündüm bir ihtimal.” “Tabii. Umut fakirin ekmeği.” Omzuna vurdum. “Tabii biz fakir değiliz.” Yeniden omzuna vurdum. Etrafta sadece adım sesleri duyulduğu için ayrıca bir ses çıkartmam insanların kafasını buraya döndürmeme sebebiyet vermişti ama Deha aldırış etmeden bana bakmayı sürdürdü. “Ben olmasam başka birini illaki bulurlar sana. Ahu’nun eli kolu uzun. Selenrayı hesaba katmadım bile, sen düşün gerisini.” Kadınlardan biri hareketleri tekrar ederken diğeri de doğru yapıp yapmayanları kontrol edip duruşlarını düzeltiyordu. Sanırım en çok müdahaleye maruz kalan ben ve ortalarda bir kızdı. Onun da ayak bileğine baktığımda sargılı olduğunu gördüm. Yani, bu durumda sadece bendim. Deha yeniden dikkatimi çekmek adına dudaklarını kulağıma doğru indirdi. “Ayrıca burada ne kadar popüler olduğumu görmüyor musun? Kendini şanslı saymalısın. Şu zamana kadar tüm teklifleri reddettim ben. Şu anda tüm gözler üzerimizde.” Ona boş boş bakarken, “Kendimi özel hissetim. Çok teşekkür ederim.” diye yanıt verdim. Ciddi olmadığımın farkındaydı ama sanki söylediğimde samimiymişim gibi tepki verdi. Zaten ona fazlasıyla yakınken bir de yüz yüze geldiğimizde nefesi suratıma değdiği için kafamı hep başka taraflara çevirmek zorunda kalıyordum. Bu nedenle her seferinde dikkatimi başka bir şey çekiyordu. “Senin papyonun var mı?” diye sordum. Bu bir prova olsa da kızlar elbise giymiş, erkeklerin çoğunluğu da papyon takmıştı. Sanırım tek papyon takmayan ortadaki iki tanımadığım insan haricinde Deha ve Arslan’dı. “Var.” “Bir dahaki provada takacak mısın?” “Bir dahaki provada da beraber olacağız yani?” Ona yine vurmak için elimi kaldırdığımda omzunu kaldırıp kendini korumaya çalıştı ama sakince elimi indirip, “Soruma cevap ver.” dedim. Dudak büzdü. “Hayır.” “Nedenmiş o?” "Sosyete tanıtım günü haricinde takmayı planlamıyorum.” “Sebep?” derken sesim biraz tiz çıkmıştı. “Mecbur kalmadıkça kurallara uymak pek benim tarzım değil." Alayla güldüm. "Senin tarzında ne var ki zaten?" "Sen varsın." Gülüşüm anında sönerken ona boş bakışlarımı attım ve “Papyon takmadığın iyi olmuş.” dedim. “Seni şu an onunla boğardım.” Çocuk gibi yeniden dudaklarını büzdü ve “Çekinme, İlay. Karşılık ver.” dedi. “Biliyorum sen de istiyorsun.” “Papyon yerine kravat tak. İşimi daha da kolaylaştırırsın.” Burnunu kırıştırdı. Keyfi çok yerindeymiş gibi dudak kenarları sürekli havadaydı. “Deha Altan etkisine elbet bir gün kapılacaksın ve o gün bu tepkilerini sana bir bir hatırlatacağım.” “O gün muhtemelen kötürüm falan olurum ya da gözümde katarakt çıkar.” Darbe almış gibi elini kalbinin üzerine koydu. “Çok kabasın.” Elini yeniden belime yerleştirirken sanki bunu bilerek yaptığını anlamayacakmışım gibi beni kendine biraz daha çekti. Belim dikleşirken gözlerine daha dikkatli baktım. Bana değil bir başkasına bakıyordu sanki. “Yanlış anlama Deha ama ben senin gibileri biliyorum.” dediğimde söyleyeceğim şeyler merakını uyandırmış gibi bana daha çok dikkat kesildi. “İstediğin şeylere sahip olmaya alışkın o tiplerdensin ama ben sıradaki oyuncağın değilim.” “Sence en yakın arkadaşımın kuzenine bu şekilde bakar mıyım?” Kafamı iki yana salladım. “Öğrenmeye niyetli değilim.” Prova öyle ya da böyle bittiğinde Hafsa yanımıza geldi. Selenra ile küçük bir atışma içerisine girdiler. Hemen sonra da yarın gerçekleşecek bir parti hakkında konuşmaya başladılar. Ayrıntılardan haberdar değildim ama akşam olacağını ve Hafsa’nın düzenlediğini öğrenmiştim. Onlar hala konuşmaya devam ederken köşede sıralanmış minik sandviçlerin yanına çaktırmadan küçük adımlarla gittim. Bardağa meyve suyu doldururken iki kızın kol kola girip bana bakarak birbirlerine bir şeyler söylediklerini fark ettim. Yanıldığımı düşündüğüm sırada onlarla göz göze geldiğimde birbirlerine bakıp daha çok güldüklerine emin oldum. Yargılayıcı bakışlarından kurtulmak adına etrafıma şöyle bir bakıp başkası hakkında konuştuklarını düşünmek isterken hemen yanımda Arslan’ın eline aldığı salatalığı ağzını atmasını seyrettim. Dibime kadar girmiş olmasına rağmen bana değil kızlara bakıyordu. Sanırım o da fark etmişti. Önüme dönerken yemeklere dikkat kesilerek sessizce, “Onları tanıyor musun?” diye sordum ve minik sandviçimden bir ısırık aldım. Normalde tek lokmada ağzıma atacağım büyüklükteydi ama buradaki her serçe parmakları yukarıda bir şeyleri yiyip içerken böyle bir şey yapmamam gerektiğini düşündüm. “Bizzat değil.” “Neden bana öyle baktıklarına dair bir fikrin var mı peki?” “Sana değil, bize bakıyorlar.” Kaşlarımı çatıp boynumu ona doğru döndürürken tuzlu krakerlerden ikisini eline almasını izledim. Daha sonra kızlara yeniden döndüğümde sadece bana değil, Arslan’ın da dediği gibi ikimize baktıklarına emin oldum. Ama bu sefer bakışlarını kaçırmışlar ve başka tarafa küçük ama hızlı adımlarla ilerlemeye başlamışlardı. “Burada dedikodular hızlı yayılır.” “Bizim hakkımızda ne gibi bir dedikodu yapabilirler ki? Ellerine hiçbir malzeme vermedik.” Bir konuya parmak basarmış gibi göz kırptı ve “Yanımda olman yetiyor.” dedikten sonra yanımdan geçerken ekledi. “Benimle gel.” Bir an için söylediği şeyi idrak etmeye çalışırken yerimde kımıldandım ama daha sonra arkasına bakıp benimle yeniden kısa bir göz teması kurduğunda dediğini yapmam gerektiğini anladım. “Ama sandviçim…” derken gidişini izledim ve o kapıdan çıkarken elimdeki tabağı bırakıp etrafa şöyle bir göz gezdirdim. Selenra’nın olduğu tarafa baktığım sırada onların benim olduğum tarafa bakmadığına emin oldum. Hala daha Hafsa ile konuşuyorlarken çok kısa bir süre sonra dış kapıya doğru ilerledim. Verandaya çıktığım anda etrafıma bakındığım sırada Arslan’ın bulunduğumuz yapının sol tarafında kalan küçük bir ormanlık alana açılan çalılıklardan atladığını gördüm. Üç basamaklı merdivenden tam inerken Anıl’ın korkuluklara yaslı bir şekilde sigara içtiğini gördüm. Normal şartlarda asil bir hergele gibi davransa da sarma sigara içiyordu. Buradaki çoğu züppe çocuk kendini herkeslerden üstün görmelerine rağmen onlara göre fakir denilebilecek davranışlar yaptıkları oluyordu. Diğer yakada olsalar, yaptıkları bu davranışlar herkesçe normal kabul edilse de burada yapıldığında farklı sayıldığı için kendilerini özel hissediyorlardı. Kafasını kaldırıp bana baktı. Burada olduğum için pek şaşırmışa benziyordu. Yine de benimle karşılaşmayı beklemediği de ortadaydı. Yanından umursamaz bir tavırla geçerken, “Selam da mı vermiyoruz?” diye sordu. “Vermezsem yine beni bir yerden mi itersin?” Anında isyan eder gibi kafasını geriye attı ve savunmaya geçti. “Yüzme bilmediğini bilmiyordum!” “Sormayı deneyebilirdin!” “Hangi çağda yaşıyoruz? Kim bu devirde yüzme bilmez ki?” Yumruklarımı sıktım. Diğer yakada onun gibi biriyle karşılaşsam çoktan ayağını kaydırmanın bir yolunu bulur ve izimi de kolayca kaybettirirdim. Daha önce yapmadığım bir şey değildi. Ama şimdi içimi soğutacağım bir yol yoktu. “Bu bir özür değil!” Gözlerini devirdi ve sigarasını verandanın zeminine söndürdü. “Benden neden bu kadar hoşlanmadığını anlamıyorum. Beni tanımıyorsun bile.” Omuz silktim. “Ben birebirde Kral Charles’ı da tanımıyorum ama ondan da hoşlanmıyorum. Çok da şey yapmamak lazım yani.” Hayretle gülerken yaslandığı korkuluklardan uzaklaştı ve bana doğru iki adım attı. Hala aramızda epey bir mesafe varken sanki merakına yenik düşmüş gibi sordu. “Neden buradasın?” “Selenra söylemedi mi?” “Selenra birçok şey söylüyor ve çoğu benim ilgi alanıma girmiyor.” “Yani?” “Dediği çoğu şeyi dinlemiyorum.” Aynı onun gibi hayretle ama alaylı bir şekilde gülerken kollarımı önümde birleştirdim. “Yılın arkadaş ödülünü alacak gibi görünmüyorsun.” “Tüh!” “Sosyeteye tanıtılacağım.” “Çok mutlu gibi görünüyorsun.” dedi ama elbette ciddi değildi. “Sorma. Mutluluktan havalara uçuyorum.” Derin bir nefes alıp önüme döneceğim sırada ben de onun gibi merakıma yenik düşerek sordum. “Senin burada ne işin var?” “Hafsa’yla konuşacağım.” “Kavalyesi mi olacaksın?” Bu durumun garipliğinin o da farkındaymış gibi elini ensesine atıp kısa saçlarını çekiştirdi. “Sanırım.” “Peki,” deyip Arslan’ın gittiği yola baktığım sırada aramızda oluşan sessizlik beni rahatsız ettiği için tam bir adım atıyordum ki sorusuyla durmak zorunda kaldım. “Nereye?” Tek kaşım sorgularcasına havaya kalktı. “Niye meraklandın birden bire?” “Niye meraklanayım? Soruyorum sadece.” Yanaklarımı şişirip ofladım. “Muhabbetin sarmadı. Gidiyorum.” “Çok pardon hazretleri. Bir dahakine çalışıp gelirim.” dedi ve ardından kafasını verandanın oraya doğru çevirip sordu. “Senin orada olman gerekmiyor mu? Sen hariç herkes içeride.” “Prova bitti. Tıkınıp bir şeyler içiyorlar. Ben zaten yemiştim.” diye yalan söyledim. Aslında yalan sayılmazdı. Simit yemiştim ama aklım hala orada kalan tabağımın üstündeki yarım kalan sandviçimdeydi. “İyi, tamam.” Ona son bir kez baktıktan sonra tuhaflıklarına artık tahammül edemediğime karar verip Arslan’ın gittiği yoldan gitmeye başladım. Arkama döndüğümde bana bakmadığını görünce rahatladım. Verandaya çıkıyordu ve muhtemelen Hafsa ile konuşacaktı. Neden birden bire benimle konuşmaya çalıştığını çözememiştim ama benimle ilgili bir şeyler sorması ve normalden daha özgüvensiz çıkan ses tonuyla suçluluk duygusuna kapıldığını farz etmiştim. Özür dilemese bile benimle ilgileniyormuş gibi yaparak içini rahatlatmaya çalışıyor olmalıydı. Bu hala bir özür sayılmazdı ama sanırım artık bir özür duymak istediğimden bile emin değildim. Bazı insanlar eğitilemezdi. En iyi hocalardan özel ders aldırılsa ve en pahalı kurslara yazdırılırsa bile… Çalılıklardan geçip insanların yürümesinden dolayı kendi kendine küçük bir patika oluşmuş yerden geçerken Arslan’ı gördüm. Ağaca yaslanmıştı ve adım seslerimden dolayı kafasını kaldırıp bana bakmıştı. O ağaçtan sırtını iterek doğrulduğu vakit yanına doğru adımlarımı hızlandırdım ve “Nereye gidiyoruz?” diye sordum. Kısaca güldü. “Neden seni çağırdığımı bile sormadan bunu mu sorguluyorsun?” “Evet.” “Biraz bekle.” deyip yürümeye koyulduğunda hep bir adım arkasından ilerledim. Fiziksel özelliklerimizden kaynaklı olarak onun tek adımı benim üç küçük adımıma eşit oluyordu. O buraya çok sık geliyormuş gibi adımlarını çok rahat atarken ben herhangi bir dala takılıp düşerim diye temkinli ve yavaştım. “Bir anda baltalı bir katile dönüşme olasılığın nedir?” diye sorup bir çalının üstünden atladım. “Yanımda balta yok.” “Bu içimi mi rahatlatmalı?” “Genelde baltalı katiller öyle olduğunu söylemezler.” “Tekrar ediyorum, bu içimi mi rahatlatmalı?” Yeniden güldü ama sadece burnundan soluk verdiğini duydum. Sırtı bana dönük olduğundan suratındaki mimikleri ne yazık ki göremiyordum ama tahmin ediyordum. Yolun üzerine düşmüş olan kocaman bir ağaç gövdesinin üzerinden kolayca atladığı sırada onu gözlemleyip nerelere adım atmam gerektiğine karar verdim. Ayağımı kovuğa koyduktan sonra diğer bacağımı attım ve dalı tutup kendimi yukarıya doğru çektim. Kalçamla oturur pozisyonu aldığım anda Arslan’ın bana doğru dönük olduğunu ve kollarını kaldırdığına şahit oldum. Olası bir durum için mi bekliyordu yoksa ona doğru mu atlamamı istediğini anlayamadığım zaman elleriyle gelmem için işaret yaptığında kendimi ona doğru attım. Kollarımın altından tutup ayaklarımın yere basmasını sağladığı sırada saliselik bir dilimde karşı karşıya olan suratlarımız çok geçmeden bozuldu. Göz kontağını ilk bozan kafasını eğen ben olmuştum. Bunun sebebi burnumun yanağına belli belirsiz sürünmesiydi. Ellerini yavaşça benden çektikten sonra yeniden arkasını döndü ve yürümeye başladı. Az önce yürümekten kaynaklı aşınan yollardan eser yoktu. Kimsenin daha önce bu ağacı aşıp yolun devamını görmek akıllarına gelmemiş ya da tenezzül etmemişler gibi çalılar ve dallar düzensizdi. Bu yüzden Arslan’ın bastığı yerleri daha dikkatli izledim. Arada basmam gereken yerleri zaten o söylüyor ve elini uzatıp atlamam için yardım ediyordu. “Buraya kimse gelmez.” dedi ve iki ağacın orada oluşan sarmaşıklarla kaplı yolu eliyle itti. “Yani?” Açtığı yoldan geçerken hala sarmaşıkları tutuyordu. Beni beklediğini anladığım anda adımlarımı hızlandırıp hemen yanından geçtim ve “Sana yüzmeyi öğreteceğim.” demesini işittim. Kelimenin tam anlamıyla büyülenmiştim. Bu manzarayı görebiliyor ve hissettiklerini yaşıyor olabildiğime şaşırıyordum. İleride küçük bir iskele ve muhtemelen üzerine binilse anında batacak iki eski tekne vardı. Burası küçük, durgun ve berrak bir nehirdi. Deniz gibi koyu bir renge sahip değildi. Neredeyse Arslan’ın mavilikleri kadar açık bir renkti. Daha önce bu kadar temiz bir su gördüğümü hatırlamıyordum ama Alanza’nın cennet lakabını burası tek başına karşılayabilirdi. Kuş sesleri kulaklarımı dolduruyordu. Havası ise ayrı güzeldi. Hayatımda daha önce bir yerin havasını övdüğümü hatırlamıyordum ama oksijeni bile farklıydı. Öyle ki akciğerlerime dolmasını istediğim tek hava olabilirdi. Dudaklarım buranın büyüsünden dolayı şaşkınlıkla aralanmışken, “Neden burası?” diye mırıldandım. “İstediğim son şey varlığımla itibarını zedelemek. Belli ki bunu zaten yeterince yapmışım.” demesiyle hemen yanımdaki ona doğru kafamı döndürdüm. Sarmaşıkları hala daha tuttuğu için belini eğmişti ve benim aksime onun bedeni tamamen bana dönüktü. Benim vücudum ise tamamen manzaraya bakarken suratı çok yakınımda olmasından dolayı sadece gözlerine odaklanmak zordu. Kafamı usulca iki yana salladım. “Bu senin hatan değil. Sen söyledin, burada insanlar konuşur.” “Beni yıllar sonra ilk defa buradan birinin yanında görüyorlar.” dedi ve sarmaşığı bırakıp doğruldu. “Ellerine malzemeyi ben verdim.” Bu söylemiyle şezlonglarda takıldığımız gün yanında gördüğüm insanların karşı yakaya ait olduklarını anladım. “Ben buradan değilim ki.” Bu hiç önemli değilmiş gibi yavaşça gözlerini kırptı. “Sen Selenra’nın kuzenisin. Özünde bir Özgün’sün. Başka yerde doğup büyümen kimsenin umurunda değil. Doğduğun andan itibaren üstüne yapışan olumlu bir itibarın var. İnsanlar hata yapman için ağzının içine bakıyor ki konuşacak konu çıksın. Burası böyle leş bir yer işte.” İçimden sözlerini tekrar ettim. Bir yanım benim hakkında bildiği şeyleri sesli bir şekilde söylediği anda inkâr etmeye başlıyordu. Ben özümde Özgün falan değildim. Bu soyadını taşımıyordum. “Madem itibarım bu kadar önemli, benden uzak durman gerekmiyor mu? Bu durumu bu kadar düşünüyorsan hiç risk almaman gerekirdi. Neden beni kimsenin görmeyeceği bir yer dahi olsa buraya getirdin?” diye sordum. Sessiz bir iç geçirip, “Bir bilsem.” dedi ve küçük iskeleye doğru ilerledi. Arkasından bir süre bakakaldım. Derin bir iç çektikten sonra hafif meltemi yüzümde hissetmek adına gözlerimi yumdum. Dediği şeyin etkisine kapılmamaya çalışıyordum ama üzerimde yarattı bir etki vardı. Muhtemelen farkında bile değildi. Ben de farkında olmamak isterdim. Kendisi, imkânsızmış gibi davranıyordu ama bu gizeminden kaynaklanmıyordu. Hiçbir şeyi hak etmiyormuş gibi kendini suçladığı yargıları vardı. Daha ne olduğunu bile bilmediğim ama tuttuğum sırlardan dolayı mı benden uzaklaşamıyordu yoksa başka bir sebebi mi vardı merak ediyordum. Sorsam söyler miydi sanki? Gözlerimi açmamın sebebi suyun çıkardığı ses olmuştu. İskelenin hemen yanında tişörtü, pantolonu ve ayakkabıları öylece duruyordu. O ise görünürde yoktu. İskeleye doğru hızlı adımlar attığım sırada dalgalanmış olan nehre bakındım. En sonunda suyun yüzeyine çıktığında derin bir nefes aldığına şahit oldum. Yutkundum. Yüzme bilmesine rağmen neden bu kadar korktuğumu bilmiyordum ama beni endişelendirmişti. “Su epey güzel!” dedi ve sesini bana net duyurabilmek için biraz yükseltti. Suyun altında epey bir yüzmüştü ve iskeleden uzaklaşmıştı. “Bunu hemen yapacak mıyız sahiden?” “Buraya seni bunun için getirdim.” “Kabul bile etmedim.” dediğimde kafasını yana doğru yatırıp bana o bakışlarından birini attı ve yanıma doğru yavaş yavaş yüzmeye başladı. “Boğulmayacağıma söz verir misin?” “Seni kurtaran birine güvenmiyor musun?” Elimi havada öylece sallayıp indirdim. “Ben kendime güvenmiyorum.” “Sudan mı korkuyorsun kendinden mi?” “Benim sudan korktuğum falan yok. Sorun boğulmak.” “Burası benim boyumu geçmiyor.” deyip kanıtlamaya çalıştı. Suyun içinde yürümesini göstermesi beni güldürmüştü. “Ama benim geçiyor.” “Bu da yüzmeyi öğrenmeni kolaylaştıracak zaten.” Derin bir iç geçirdim. Kurtulmanın yolu olmadığını biliyordum. Kaçmak bir şeyi değiştirmezdi ve beni kurtaran birine güvenmemezlik yapamazdım. “İyi tamam.” deyip üstümdeki sıfır kolluyu hızlıca çıkartıp onun kıyafetlerinin üzerine doğru attım. Arslan neye uğradığını şaşırmış gibi kafasını başka tarafa çevirdiğinde, “Gömleğimi giyebilirsin diyecektim. En azından arkamı dönmemi beklemeliydin.” dedi. O böyle deyince kızarmıştım. O ana kadar utanmamış olmam garip hissetmemi sağlamıştı. İçimde sporcu atleti vardı ve normal giydiğim bikiniden bile daha çok göğsümü örtüyordu ama altım konusunda ne yapmam gerektiğinden emin değildim. “Merak etme, amacım kendimi teşhir etmek değildi.” Gömleğini elime alırken yeniden bana doğru döndü. Kalçamı kapatıp kapatmayacağını anlamak adına üstümde tuttum. “Sen sonra ne giyeceksin?” “Orasını düşünme.” “Islak ıslak gömleği mi giyinmeyi planlıyorsun.” “Hiç giyinmemeyi düşünüyorum.” Kaşlarım havalandı. “Ben değil ama sen kendini teşhir etmeyi seviyor gibisin.” “Utanacağım bir şey saklamıyorum.” deyip böbürlenişine gözlerimi devirdim. Amacının bu olmadığını biliyordum ama bu dediği kulağa fazla meydan okurcasına duyuluyordu. Ellerimi şort eteğimin üzerine koyup avucumla kumaşı sıktım. Düşüncelerim bile ellerimin terlemesini sağladığı için bir süre içimden kendimi telkin etmeye çalıştım. Sessizce eteğin yandan düğmesini açtıktan sonra, “Yine aynı şeyi yapıyorsun!” diye seslendiğini duydum. Sudaki hareketlenme sesini fark ettiğim anda arkasını döndüğü gördüm. “Haber vermen gerek!” “Utandın mı?” diye sorarak gülüyordum. “Erkek türünü tanımadığını düşünmeye başlıyorum.” dedi. “Seni düşünerek arkamı döndüm. Bir başkası olsa dikizlemekten çekinmezdi.” “Tam bir beyefendi!” dediğimde suratını görmesem bile gülümsediğini anladım ve eteği kıyafet yığınının üstüne attıktan sonra ayakkabılarımı da çıkartıp iskelenin en ucuna doğru ilerleyip oturdum. Önce ayaklarımı suya soktum. Hemen sonra da bacaklarımı sokup onu tekrar ettim. “Neyse ki utanacak bir şey saklamıyorum.” Bana doğru usulca döndü. Beni kısaca baştan aşağı süzdüğü sırada gözlerimi ondan kaçırmamaya çalıştım çünkü utanacak bir şeyim olmadığına dair söylemimin arkasında durmaya çalışıyordum. İç çamaşırım aynı giydiğim bikini altı gibiydi. Tek farkı ikisinin de kumaşının farklı olmasıydı. Bu nedenle utanmamı gerektirecek hiçbir neden olmamalıydı ama onun karşısında böyle duruyor olmak ve bana sadece gözünü dikip bakacağını bilmek yanaklarımı alevlendirmeye yetiyordu. Dudaklarını suya doğru gömerek yanıma doğru geldi ve “Hazır mısın?” diye sordu. Ellerimi iskelenin tahtalarına koymuştum. Korktuğum, tahtayı sıkışımdan belli olurken gözleri beyazlaşan parmak boğumlarıma kaymıştı ama yine de kafamı aşağı yukarı sallayarak yanıt vermiştim. Suratı dizlerimin hemen önündeydi. Küçük bir hamlesiyle dudağı tenime değebilirdi ama olabildiğince dikkatli olarak kollarını bana doğru kaldırmıştı. Birden bire hiçbir sebep yokken, “Suya girdiğim an sana sarılacağım.” deyiverdim. Onu ne için uyardığımı bile bilmiyordum. “Sorun yok.” “Hayır, bak, sahiden. Bacaklarımı da saracağım. Eğer rahatsız olacaksan-” “Suya girdiğin an denizkızı olmanı beklemiyorum, İlay. Birkaç gün önce boğulduğunu düşünürsek korkman normal. Yeter ki ani hareketler yapıp ikimizi de tehlikeye atma.” deyip ellerini yeniden kollarımın altına doğru yönlendirdi. Ben ise ona yardımcı olmak adına kalçamı ileriye doğru götürdüğümde beni en sonunda kapmış ve yavaşça suyun içine doğru gömmeye başlamıştı. Anında bacaklarımı beline doladım. Ellerimi omuzlarına koyduktan sonra beni suya yavaş yavaş sokmasına rağmen gergindim. Bu nedenle ellerimi ilk başta nereye koyacağımı bilemeyip kollarımı boynuna sardım. Sakince, “İyisin.” dedi ve kıyıdan biraz uzaklaştı. O anda daha çok panikledim ve ellerimi bilinçsizce hareket ettirmeye başladım. “Gitme, gitmeyelim. Kıyıya yakın ol! Boyun yetmez!” “Boyum yetiyor, İlay. Sakin ol.” “Sakinim, sakinim! Ama-” deyip derin bir nefes aldığımda o yürümeye devam etti. O anda yeniden hareketlendim. Bacaklarım bir an için belinden kaydığında omzundan yükselmeye çalışırken elim kaydı ve kafam omzuna doğru düştü. Dudaklarım kulağının altına değdiğinde hemen çektim. Şu an en son derdim ten temasımızdı. “Ani hareketler yapman konusunda sana ne demiştim.” Dişlerimin arasından konuştum. Boynum gerginlikten kasılmıştı. “Şu an hiçbir şey bilmiyorum.” “Sana bir şey olmayacak. Yerinde durur musun?” “Tamam, tamam ama çok derine gitme.” Kollarım omuzlarında ve bacaklarımı belinde bağlamış bir şekilde biraz ondan ayrıldığımda onun gayet rahat olması beni de sakinleştirmişti. “Benleyken sana bir şey olmasına izin vermem. Korkma. Yüzme de biliyorum, birini kurtarmayı da. Ama bu kadar hareket edersen su dizime kadar bile gelse ikimizi de boğarsın.” “İyi tamam be!” deyip omzuna şöyle bir vurdum. “Öğreteceksen öğret.” Güldü ve bir süre sakin kalmam adına bana telkinlerde bulunduktan sonra bacaklarımı nasıl hareket ettirmem gerektiğini gösterdi. Bunu on beş dakika boyunca tekrarladığımda çok hızlı hareket ettiğimi söyledi. Battığı hisseder ve bunun farkına vardığım anda daha çok hareket ediyordum. Bu da yüzeyde kalmamı önlüyordu ve boğuluyordum. Hala daha sakin kalamadığım için panik halinde olduğumu söylediğinde elimde olmadığını söyledim. Su yuttuğumda da korkuyorum ve bu böyle bir döngüye giriyordu. “Bir de şunu deneyelim,” dedi ve bir elini bacağıma doğru koyup çözmemi istedi. Bana her bir şey gösterdiğinde dediğini yapmaya çalışıyordum ama hemen sonra yeniden kendimi ona doluyordum. “Paniklediğin anda hareket etmemeyi aklına getir. Su seni kaldıracaktır. Nefesini tut ve kollarını denizyıldızı gibi aç. Suratın havaya dönük olduğu anda sadece dengeni korumaya çalış. Ben bunu yüzmekten kollarım yorulduğunda yapıyorum. Bir bakıma huzur verici.” “Beni bırakacak mısın?” “Evet.” “Kulağa hiç de huzur verici gelmiyor.” “Sen dediğimi yap. Elim suyun altında sırtının hizasında olacak. Yapamadığın takdirde ben seni yukarıya doğru iteceğim.” dediğinde suratımı buruşturdum. Bana kaçışım yokmuş gibi bakarken ellerimi omuzlarından sakince çektim. Bir şey öğretirken otoriter havası daha da artıyordu. Ona yaklaşık on dakika boyunca zorluk çıkarttıktan sonra en sonunda dediğini yapmak zorunda kalıp sırtımı suya vermeye çalıştım. Suratıma azıcık su gelse korktuğum için bunu birkaç sefer daha denedik. Yüzmektense bunu daha çabuk kavramıştım. “Yaptım, yaptım!” derken suyun altındaki eli arada sırtıma çarpıyordu. Konuştuğum için hafif sarsıldığımdan dolayı suratıma yine su geldiğinde gülmüştü. “Konuşmadan yap.” Sağa doğru battığımı hissettiğimde elimi biraz oraya gömüp çırpıyor ve aynı şeyi sol tarafım için olduğunda da yapıyordum. Bunu kavramış olmam bile iyiye gittiğimin göstergesiydi ve yaptığım için de eğlenceli bir hal almaya başlamıştı. Güneş gözlerimi aldığı için yummak zorunda kalmıştım. Bir süre kulağıma değen minik dalgalar eşliğinde kuş cıvıltılarını dinledim. Suyun üstünde yüzdüğüm gerçeğini nasıl oluyorsa göz ardı etmiştim. Zaten sanki orada olmam gerekiyormuş ve yerim burasıymış gibi suyu avucumda yönlendirmek bana özgüven vermişti. Arslan’ın da dediği gibi, huzur vericiydi. Kafamı kaldırıp yeniden Arslan’a tutunacağım sırada gözlerinin zaten bende olduğunu gördüm ve çok geçmeden yeniden ona yapıştım. Elimde olmadan gülmeye başlamıştım. Suya girdiğimiz süre zarfında sürekli bu şekildeydik ve ben daha önce kimseyle bu kadar sarıldığımı hatırlamıyordum. Sanırım komik olan da buydu. Göğsümden artarak gelen gülüşümden dolayı meraklanmış olacak ki dudak kıvrımları beni izlerken yukarıya doğru yol alırken sordu. “Komik olan ne?” “Arkadaşlar,” dedim ve devamını getirmek için gülüşümü bastırdım. “bu kadar yakın olmazlar.” Gülümsemesi biraz düştü ve ciddi ifadesini takınarak, “Neyse ki arkadaş değiliz.” dedi. Sarmaş dolaş bir haldeyken hala daha ciddi kalabiliyor olması inanılmazdı. Gülüşümü durdurmaya çalışırken, “Yabancılar birbirlerini de kurtarmazlar.” dedim. “Özellikle kurtaran kişi yarım saat öncesine kadar bıçaklanmışsa.” Kafasını manzaraya doğru döndürdü. “Bu hikâye bana tanıdık gelmedi.” “Bıçaklanan kişide hemofili var.” “Hala tanıdık gelmedi.” Bacaklarımı ona biraz daha sardım ve yüzüne daha net bakabilmek için omuzlarından destek alarak isyan ettim. “Arslan!” Kendini, “Hepsi sana uzaktı.” diye açıklarken gülüşüm tamamen kesilmişti. “O an yaram umurumda olamazdı. Harekete geçmeseydim-” “Umurunda olur muydu?” Kaşları çatıldı. Sorum hoşuna gitmemişti. “Böyle sorular sormaya ara vermelisin.” “Arkadaş değilsek neyiz peki?” diye sordum. Onun gibi çatmamıştım kaşlarımı. Aksine sakin hatta biraz durgun bir şekilde ona bakınıyordum. Suratındaki her bir ifadeyi özümseme konusunda çaba harcıyordum. “Arkadaşlar birbirlerini umursar. Sen umurunda olmayan insanlara yüzme mi öğretirsin mesela?” Bir süre sessiz kaldı ve bana bakmayı sürdürdü. Duyguları değiştiğinde göz renginin değiştiğine yemin edebilirdim ama kanıtlayamazdım çünkü bunu sadece ben görüyor olmalıydım. Elmacık kemiklerinden âdemelmasına kadar her şeyi bu kadar yakınken bile kusursuz görünüyordu. Nasıl olurda bunca insan böyle bir güzellikten nefret edebilirdi? Hala sessiz kalırken yutkundum. Düşünceli bir hale bürünmüştü ama hala söyleyeceklerim bitmediği için aynı durgunlukla konuştum. Sesim neredeyse çıkmıyordu bile ama bu kadar yakınımda olup beni duymaması imkânsızdı. “Eğer sırrını sakladığım ve yaranı bandajladığım için bana borçlu hissediyorsan tamam ama her an birine söylerim diye korkup beni yoklamaya çalışıyorsan yaptığın hoş değil.” “Hakkımda bilmediğin çok şey var ama buna rağmen yıllardır aynı ortamlarda olduğum insanlardan daha çok şey biliyorsun.” Bunu daha önce zaten söylemişti. “Bu bir lütuf mu yani?” Kafasını bıkkınlıkla iki yana salladı. Sanki açıklamak istediği asıl şeye hazırlık yapıyor ve lafını bitirmesine fırsat vermemişim gibi kızmıştı. “Konuşmama izin ver.” “Sen bana bu kadar yakınken susup beklemek çok zor!” deyip sesimi biraz yükselttiğimde duraksadı ve sanki bir itirafta bulunmuşum gibi bana baktı. Âdemelması aşağı yukarı hareket ettiği sırada onu izledim ama sonra gözlerimi başka tarafa kaçırdım. Boğazını hafifçe temizledi. Ben kafamı sağa doğru çevirirken o hala suratıma bakmaya devam ediyordu. Gözlerini kısa bir süre yumdu ve sanki pes etmiş gibi, “Hayatımda ilk defa birine tüm günahlarımı anlatmak istiyorum. Yapmamam gerektiğini bile bile.” dedi. Bir savaşa girmiş ve mağlup olmuş gibi kasları gerilmenin tam aksini yaparak yumuşamıştı. Omuzları düşmüştü ve ağır ağır nefesler veriyordu. “Benim hakkımda bildiğin bilinmezliklerden bile pişman değilim ve bu yüzden endişe ediyorum. Kendim için değil.” Kollarındaydım. Suyu üzerindeydim. Nefes alıyordum ama aynı zamanda da tüm bu sözlerinin ardından boğulduğumu hissediyordum. Bir insan heyecanlandığı için boğuluyor gibi olabilir miydi? Ben oluyordum. O bunları söylerken endişe içindeydi ama beni özel hissettirecek kelimeler kullanmıştı. Amacı bu muydu emin değildim. Bu nedenle kafamda kurmak istemiyordum ama teninden yayılan sıcaklık kafamı bulandırıyordu. “Birine güvenmekten mi endişeleniyorsun?” Burnunu kırıştırdı. “Sırlarımın yükünün ağırlığını siktir et. Daha önce birine güvendiğimde başıma ne geldiğini biliyorum. Bir daha aynısına maruz kalmak istemiyorum. Bu yükün altında tek ezilen ben olsam, Eyvallah. Ama durum öyle değil işte.” “Ailen mi?” diye fısıldadım. “Hafsa mı?” Sessiz kalsa da suratında beni onaylayan bir şeyler vardı. İçten içe Hafsa’dan bile daha çok şey biliyormuşum gibi hissediyordum ama daha ne bildiğimi bile bilmezken bunun farkına varmak saçma geliyordu. Birden bire aklımdan geçen ilk şeyi sormak adına dudaklarımı araladım ve “Güvendiğin kişi Buket miydi peki?” dedim. Elimin altındaki kasları anında gerildi. Cevabımı sessiz kalmasına rağmen yine bir şekilde almıştım. “Ne yaptı da ondan nefret ediyorsun?” “Ondan nefret etmiyorum. Beni hayal kırıklığına uğrattığı için kendime kızıyorum.” dedi. “Çünkü her şeyden önce ona güvenmek benim tercihimdi.” “Güvenmek insani bir davranış. İhanet ise bir tercih. Bunu yapacağını bilemezdin.” Dudaklarını birbirine bastırdı. Bana bu şekilde bakarken kalbimin atış hızını bile duyabildiğini düşünüyordum. Daha önce kimsenin birine bu kadar dikkatli baktığına şahit olmamıştım. Sanki içimi görüyordu. “Sana, Buket’in bana ihanet ettiğini söylemedim.” “Gerek kalmadı ki. Belli oluyor.” “Nasıl?” Dudaklarımı büzüp hafifçe omuz silktim. “Sanırım ihaneti tatmış biri olmak kolay empati kurmamı sağlıyor.” Bir süre sessiz kaldığımız vakit kısa saçlarından şakaklarına, oradan da çenesine doğru akan bir damlayı seyrettim. Ona bu kadar yakın olmaya alışmışken beni yavaşça iskeleye götürmesini sessizce bekledim. Ellerini kollarımın altına koyup kalçamı iskeleye doğru koyarken ona yardımcı olmak adına ellerimi tahtaya koyup güç aldım. Benim oturduğuma emin olduğu anda hemen yanımdaki boşluğa kendi çıktı. O sırada gözüm yarasına kaydı. Üstü kapanmış değildi. Yara bandı bile yoktu. “Sanırım tamamen geçmiş.” “Ne?” O arkama geçerken ben ayaklarımı suya sokmaya devam ediyordum. Doğrudan manzaraya bakarken onun giyinmesine fırsat vererek, “Yaran.” diye cevap verdim. “Sana sadece bir çizik olduğunu söylemiştim.” “Biliyorum.” “Seninki ne zaman oldu?” dediği anda elimi yaramın üzerine koydum. Beni suya sokarken fark etmiş olmalıydı. O an yaralarımızın aynı noktada olduğunu anladım. Onun muhtemelen izi kalmayacaktı ama ben kendi yaramı ömrümün sonuna kadar taşıyacaktım. “İlkokuldayken.” “Kim?” Sesi giyinirken boğuk çıkmıştı. “Kim, kim?” “Yarayı kim yaptı?” “Kendim yaptım.” Bunu bu kadar kendimden emin ve böbürlenecek bir şeymiş gibi söylemiştim ki kendime inanamamıştım. Aynaya bakıp yaramı gördüğümde, hatta sadece aklımdan geçirirken bile utanan ben, şimdi avucumun içinde onu hissederken kendisinden önemsiz bir şeymiş gibi bahsetmiştim. Hâlbuki o yara çocukluğumun dönüm noktasıydı. Ne diyeceğini bilememiş olmalı ki bir süre sessiz kaldı ve yanıma doğru adımlarken kıyafetlerimi yanıma doğru koydu. Kendisi tamamen giyinmiş olmalıydı. “Neden?” Kendi kendime acıyla güldüm. “İlgi istemiştim.” Boğazıma anında oluşan yumruğu göndermek adına yumduğumda bir şeyler için çok geç olduğunu hissedip kafamı eğdim. Gözlerim çoktan dolmuştu. “Eğer anlatmak-” Kıyafetlerimi elime hızlıca alıp ayağa kalktığım sırada lafını bölmüştüm. O da konuşmak istemediğimi anladığında arkasını dönmüştü. Bazen ısrar edilince çözülen insanlar konuşur ve konuştuğu için de rahatlardı ama bu öyle bir konu değildi. Bunu ancak çocuk aklımla deştiğim karnıma sebep olan insanlara bağırabilirim. Biri zaten ölmüştü. Diğeri de hayatımda hiç tanımamıştım. Dolan gözlerimi geri göndermek adına kafamı bir süre yukarı kaldırdım. Karıncalanmış olan burnumu kırıştırdım. Ardından konuyu değiştirmek adına hızlıca giyinirken, “Yüzmeyi öğrenmediğimin farkındasın değil mi?” diye sordum. “Tek günde harikalar yaratman mucize olurdu.” “Bana ona güvenin gözlerimi yaşarttı.” dediğimde kafasını eğip güldü. “Selenra bana öğretmeyi teklif etmişti. Sırt üstü suda durabildiğimi görünce şaşıracak.” “O yüzmek sayılmaz.” “Bugün ayrı bir pozitifsin. Fark ettin mi?” “Huyum kurusun.” Tamamen giyindikten sonra yanından geçtim. Artık yolu bildiğim için sarmaşıkları kaldırarak ormanın içine doğru girdim. Peşimden geldiğini biliyordum. “Ara ara gelmemiz gerekecek.” “Hı?” “Benden aldığın verimi Selenradan bulamazsan eğer arada buraya gelmemiz gerekecek.” dediğinde güldüm. Kendini övmüş olması bir an için boşluğuma gelmişti. Gereksiz neşeli bir şekilde, “Artık bakacağız orasına.” dediğimde gülmeden edemedi. “Bakalım o zaman.” Bakacağımız meselelerle beraber bu nehri de bir süreliğine ardımda bıraktığımda suratımdaki aptal sırıtışı bir kenara koyup Selenraya nerede olduğumu açıklayacak bir bahane bulmam gerektiğini fark etmem uzun sürmemişti. |
0% |