@rana.betb
|
“İsteklerimi reddetmekten sapkın bir haz duyuyorsun!” “Tabii. O haz için yaşıyorum. Tek derdim bu.” dedi Selenra ve yürümeye devam etti. Ben ve Selenra yan yana ilerliyorduk. Deha ise bedenini bize dönmüş bir şekilde geri geri yürüyordu. Bugün gerçekleşecek olan parti Hafsa’nın evinde olacağı için çok fazla kalmamamız konusunda Selenrayı ikna etmeye çalışıyordu. Deha doğrudan demiyordu ama o evde yaşanmışlıkları olduğu belliydi. Bu nedenle partiyi erken bitirme konusunda tek kalmak istemiyordu ve Arslan’ı görme ihtimalini minimuma indirmeye çalışıyordu. Bizi ikna etmek için de her yolu şimdiden denemişti. “Senin parti adamı olduğunu sanıyordum.” dedim. “Hala öyleyim. Aksini iddia etmedim.” Kafamı iki yana salladım ve sanki bu çok önemli bir meseleymiş gibi yalandan ama ciddi bir surat ifadesi takındım. “Partiyi erken sonlandırırken bizi de peşinde sürüklemeye niyetlisin. Bu parti adamına yakışmaz.” “Anca beraber kanca berabere ne oldu?” “Ben öyle bir söz vermedim. Sadece iki buçuk haftadır falan buradayım. Sanki yıllardan beridir buradaymışım gibi beni çok çabuk her şeye dâhil ediyorsunuz.” diyerek kendimi savundum ve Selenrayı işaret ettim. “Yıllarını verdiğin arkadaşından bahsediyorsan bilemem.” “O zaman şimdi söz verelim.” İşaret parmağını hala yürürken bana doğru uzattı. Çocuk yemini etmemi istiyordu ve ne kadar ciddi olup olmadığını anlayamıyordum çünkü o ciddi olduğunu sandığımızda bile dalga geçen bir tipti. Bir şeye espritüel bir şekilde yaklaşıyorsa eğer ciddi çıkması da an meselesiydi. Onu anlamak, herhangi bir insanı anlamaktan daha zordu. Kafamı iki yana salladım. “Hayır, teşekkür ederim.” Deha kolunu aşağıya indirdi ve “Seni bir yerlere zorla götürüyoruz ama şimdi partiyi erken bitirme konusunda bana katılmıyor musun? Alanza seni değiştiriyor.” diye söylendi. Hayrete düşmüş gibi poz kesiyordu. “Bari giderken dondurma falan alsaydık. Canım çekti.” “Hayır.” dedi Selenra. “En güzel dondurmacıyı beş dakika önce geçtik.” “Sen gerçekten beni reddetmekten zevk alıyorsun.” “Arada kabul edebileceğim bir şeyler söyleyip keyfimi kaçırmaya ne dersin?” Ofladı. “Bunun bir hilesi varsa söyle yapayım. Bölüm sonu canavarı gibisin.” “Yok hilesi milesi falan.” diye yanıt verdi ve koluna doğru dokunup ileriyi işaret etti. “Dön önüne ve insan gibi yürü. Yoksa bir canın gidecek. Gün daha yeni başlıyor.” Oyun göndermesinin ardından Deha arkasına refleks olarak döndüğünde direğe son anda çarpmaktan kurtulup ortamıza doğru geçti. Hemen sonra kolunu Selenraya atıp kendisine doğru bastırdı. “Hayatımı kurtardın!” Selenra onu kendisinden iterken Deha dengesini koruyamadığı için önüme doğru yalpalanmıştıı. “Of, bir yapışma. Zaten Erdem yok. Canım sıkkın.” Meraktan sordum. “Neden gelmiyor?” “İki güne Onur evlenecek. Onun hazırlıklarına yardım ediyor.” “Onur kim?” “Abisi. Biz de gideceğiz.” dediğinde Deha ona doğru baktı. Sonra sanki tepkimi ölçmek istermiş gibi kafasını bana doğru çevirdi. Sanki bir şey olmasını bekliyordu ama anlayamamıştım. “Ben tanımam etmem. Neden geliyorum?” “Çünkü kuzenimsin.” “Bazı şeylere şu açıklamayı yaptığın anda konunun kapandığını sanman beni bitiriyor.” deyip derin bir iç çektiğim sırada gözlerim yine Dehaya kaydı. Selenra bana, “Ama kapanıyor.” diye cevap verdiğinde Deha dirseğiyle Selenra’nın kolunu ittirmişti. “Ne yapıyorsunuz siz öyle aranızda?” diye sordum. Gözlemlerimde yanılmayacak bir durum yoktu. Normalde de itişip kakışırlardı ama bunu yapmasında ilk defa bir sebep vardı. Deha güldü ama Selenra cevabı hazırmış gibi hızlıca yanıt verdi. “Hiçbir şey!” “Sen bir şey gizliyorsun benden.” “Ne alakası var?” “Birbirinize bakıp duruyorsunuz. Resmen iki saniyede gözlerinizle anlaştınız.” dedim ve bu sefer ben de Deha gibi suratlarını net görmek için önlerine geçip geri geri yürümeye başladım. Gözlerim ikisinin de suratında geziyordu. Bir yandan da düzgünce yürümeye ve hiçbir şeye çarpmamaya çalışıyordum. “Er ya da geç öğrenecek.” dedi Deha. “Sus!” “Söyle çabuk!” dedim. “Beni ilgilendirmiyorsa tamam ama bilmem gereken bir şeymiş gibi hissediyorum. Beni saf dışı bırakmayın!” Selenra anında adımlarını durdurup Dehaya şöyle bir baktı. Biz de yürümeyi kesmek zorunda kalmıştık. Ardından gözlerini benden kaçırıp başka tarafa doğru döndüğünde elini beline yerleştirip derin bir nefes aldı. Endişelenmem gereken bir durum yokmuş gibi düşünsem de bu hal ve tavırları merak uyandırıcıydı. “Şimdi ben ve Erdem hakkında şöyle bir durum var…” İç geçirdi. Cümlesini nasıl devam ettireceğini bilmiyor gibiydi. Hem, önemli hem de aslında herkesçe bilinen bir şeyi anlatmak üzereymiş gibi görünüyordu ama tepkim onun için önemli olacak ki tedirgin bir şekilde elleriyle oynamaya başlamıştı. “Nasıl bir durum?” “Sana bunu yarın hazırlanırken bir anda söylemeyi planlıyordum ya da hiçbir zaman. Bilmiyorum.” deyip dudaklarını büzdü sonra da doğrudan bana baktı. Deha araya girdi. “İllaki öğrenecek. Drama yaratmadan söyle.” “Nasıl söylenir ki bu?” “Ne nasıl söylenir, Selenra? Anlatsana artık şunu. Endişelenmeye başlıyorum.” Burnunu kırıştırdı ve yüzüme bir süre sessizce bakmaya devam etti. Herkesçe bilinen bir şeyi anlatacağı teorimi hala geçerli sayıyordum ama zaten herkesin bilmesinden kaynaklı olarak kimseye bu durumu anlatmadığı için kendini garip hissediyor olmalıydı. Durum ne kadar garip olabilirdi ki açıklamaktan bu kadar tedirgin oluyordu? “Biz evleneceğiz.” Gözlerim şaşkınlıkla açılırken bir an için tükürüğümde boğulduğumu sandım. Öksürdüm ve elimi göğsüme koyup elimde olmadan biraz fazla sesli bir şekilde, “Hamile misin?” diye sordum. Kafasını iki yana hızlıca sallarken kaşlarını çatmıştı ve etrafı biri duydu mu diye şöyle bir kontrol etmişti. “Hayır! Bu farklı bir şey!” “Nasıl farklı bir şey? Niye evlenesiniz ki? Daha on yedi yaşındasın!” “On sekizimizde nişan yapacağız ama düğün ancak üniversite bittiğinde falan olacak.” dedi ve bana doğru iki adım ilerledi. “Siz birbirinizi ne zamandan beri tanıyorsunuz? Annenin haberi var mı? De-” Bir an için dedesinin haberi olup olmadığını soracakken, onun benim de dedem olduğu aklıma gelip kekeledim. “Dedemin haberi var mı?” “Var. Zaten onlar ayarladı.” Elimi şakağıma koyup ovuşturdum. Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemez halde etrafa öylece bakınıyordum. Deha ise tepkilerimle eğleniyormuş gibi görünüyordu ama onunla göz göze geldiğimde eliyle ağzını kapatarak gülüşünü gizlemek zorunda kalmıştı. “Ne diyorsun sen ya? Hangi tarikatın üyesiyiz biz? Ne zaman ayarladılar bunu?” “Zorlama falan yok!” deyip açıklığa kavuşturmak için hızlıca konuşmaya başladı. “Eskiden işler burada böyle yürüyordu ama uzun yıllardır rızayı bize bırakıyorlar. Biz birbirimizi seviyoruz. Yani şanslıyız. Burada bu tip şeyler epey yaygın. Ailelerin beraber iş yapması vesaire gibi şeyler için işte. Hatta bu bizim aklımız ermediği zamanlarda konuşulmuş bir durum ama son kararı elbette bize bırakıyorlar.” Ağzımı şaşkınlıktan kapatamıyordum. “Yeşilçam filminde falan mıyız? Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz ya?” Aramızdaki mesafeyi en aza indirgeyip bana gerçekten hiçbir sorun olmadığını kanıtlamak ister gibi ellerimi yakaladı ve doğrudan gözlerimin içine baktı. “Benim rızam var, İlay. Yemin ederim kimse kimseyi zorlamıyor. Bunu ben istiyorum. Erdem’i seviyorum. Hem de tüm kalbimle.” Başından beri aralarında kondurmadıkları bir ilişki olduğunu sanıyordum. Flörtün bir üstü, sevgililiğin bir altı gibi karmaşık bir aşamada olduklarını farz etmiştim ve hiç sorma gereği de duymamıştım. O da nasıl açıklayacağını bilemediği için ancak şimdi söyleyebilmişti. Diğer yakadayken, burada yaşayanların yine buradan insanlarla evlenme konusundaki tercihlerini duymuştum. Bu hem aileleri birleştirip işleri büyütmek, hem de gen aktarımına dikkat etmek içindi. Ama bu kadar erken yaşta başladıklarını bilmiyordum. Benim bildiğim kadarıyla Özgün ailesi inşaat işiyle uğraşıyorlardı ama Erdem’in ailesinin ne işle meşgul oldukları hakkında gram bir fikir sahibi değildim. Yani beraber işleri büyütmenin ne kadar yararlı olduklarını bilmiyordum. Yutkundum ve derin bir soluk verirken tuttuğu ellerime baktım. Benim sormam bir şeyi değiştirir miydi bilmiyordum ama yine de aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Emin misin?” “Evet. Birkaç gündür Dehaya tüm akrabalarıyla ilk defa tanışacağım için gergin olduğumu falan söylüyorum. Şimdi Erdem konusu açıldığında bundan bahsetmediğim için şaşırdığından dolayı götü başı ayrı oynamaya başladı. Eğer böyle yapmasaydı sana daha sonra açıklayacaktım.” dediğinde Deha isyan eder gibi, “Ayıp oluyor ama!” dedi. Suratını buruşturdu ve az önceki halinden eser yokmuşçasına çirkefleşerek, “Ay sanki siz kendi aranızda hiç birbirinize küfür etmiyorsunuz. Hep benim küfürlerime takılın zaten!” dedi. “Normalde itin götü-” “Hoşt ama Selenra! İçinden ne çıktı senin öyle?” “Gerginim ben! Yarın müstakbel eşimin tüm akrabalarıyla tanışacağım.” Bunu demesiyle hala adapte olamadığım için yine suratımı buruştursam da diyecek bir şeyim yoktu. Bu nedenle düz bir surat ifadesine bürünmeye çalıştım ama mimiklerimi kontrol etmek zor geldi. Deha bana baktı. “Artık öğrendiğine göre bu konuda sadece benim başım şişmeyecek.” Derin bir nefes aldım ve onlara arkamı dönüp yürümeye başladım. Yolu bildiğim falan yoktu ama dakikalardır düz gittiğimiz için yolumdan şaşmadım. Zaten onlar da hemen hizamda yürümeye devam etmişlerdi. “Gerçekten çok garip.” “Görücü usulü diye bir şey var. Bu yeni türeyen bir şey değil.” dedi Deha. Kafamda burayı ne kadar modern ve ileri görüşlü bir yer olarak hayal ettiğimden bahsetmekten çekindim. Sonuçta burası hakkında fikrimin olması gerekirdi. Selenra, Ayça Hanım’ın kızını burayı neredeyse saklayarak büyüttüğünü biliyordu. Yine de bu kadar şaşkın görünmemem gerekirdi. Zaten az önce ileride evleneceği aileleri tarafından belirlenmesini duyduğumda fazlaca duygularımı belirmiştim. “Sen niye bu kadar savundun? Sen de mi evleneceksin yoksa?” “Bilmem. Düşünür müydün?” deyip cazibeli bir şekilde yarım ağız gülmeye çalıştığında elimi omzuna koyup onu ittirdim. Onu gerçekten anlamakta zorlanıyordum ve burada ifadelerinden anlam çıkartamadığım ikinci kişiydi. Benimle ilgileniyormuş gibi davranmasının altında yatan bir anlam olduğunu düşünmek istemiyordum. O böyle biriydi. Her şeyle dalga geçen, yanındaki her kim olursa onunla uğraşan biri. “Sakın o suratı bir daha yapma.” “Etkilendin mi?” “Hayır. Kabız olmuş gibi görünüyordun.” Buruşturduğumu düşündüğü gömleğini eliyle düzeltirken dengesini hızlıca buldu ve sanki gururu incinmiş gibi bize bakmayarak yürürken, “Siz ikiniz dışında dünya üzerinde beni küçümseyen başka kız tanımıyorum.” dedi. “Seni küçümsesem sosyeteye tanıtımda kavalyem olmanı istemezdim.” “He biz onu kesinleştirdik yani.” Dalga geçer gibi, “Dilekçe falan mı imzalamamız gerekiyor?” diye sordum. “Söz senettir güzelim. İmzaya gerek yok.” deyip yakalarını kaldırıp şaklabanlık yaptığında, “Of Deha!” deyip gözlerimi devirdim ve yol boyunca suratındaki kocaman gülümsemesine maruz kaldım. XXX Bahçesi kocaman olan Doğan’ların evlerine vardığımızda merakıma yenik düşerek etrafı deli gibi incelemek istemedim ama şimdiden ortam o kadar kalabalıklaşmıştı ki baksam bilse kimsenin fark edeceğini zannetmiyordum. Geç kaldığımızı sanmıştım ama söylenen saatten iki dakika erken gelmiştik ve şimdiden evin dışına taşan, bahçede takılanlar vardı. Hafsa’nın bu yaşında ailesinden nasıl bu kadar kolay izin aldığını merak ediyordum ama izin almamış olduğu düşüncesi daha ağır basıyordu. Buradaki ebeveynlerin tutumundan haberdar değildim ama yine de kocaman eve yakadaki her bir genci toplamaya müsaade edeceklerini de sanmıyordum. Biz içeri girdiğimizde Selenra hemen Hafsa’nın nerede olduğunu buldu. Onu bulmasıyla Anıl ve Erdem de görünmüştü. Deha bize içecek bir şeyler almak için yanımızdan ayrıldığında Anıl’ın beni baştan aşağı süzdüğünü fark ettim. “Bir şey mi arıyorsun?” diye sordum. “Bugün herkesi ayrıca bir inceliyorum. Üstüne alınma. Lenslerimi takmayı unutmuşum.” “Uçkurunun yanına baksaydın. Belki orada kalmıştır.” deyip yanımda olmasını gram umursamadığımı belli ederek bilerek yanındaki boş koltuğa oturdum. Erdem, Selenra’nın omzuna kolunu altmış dudaklarını yanağına bastırmışken gülmeye başlamıştı. “Bu dediğin normal şartlarda beni sinirlendirebilirdi.” “Şartları normal yapmayan ne peki?” “Gerçekten ortalıkta kör gibi gezmem. Sen gelmeden önce de bir sürü rezil şey yaptım.” “Bağışıklık kazandım diyorsun yani.” “Öyle de denebilir.” Plastik bardağını dudaklarına götüren Erdem eğlenerek arkadaşına, “Örnek vermek ister misin?” diye sordu. Muhtemelen neler yaşandığını bizzat görmüştü ama bizim de duymamızı istiyordu. Keyfi çok yerindeydi ve içtiği şeyden kaynaklandığını sanmıyordum. “İstemem ama bu bir şeyi değiştirmiyor.” “Sen söylemezsen her türlü ben söylerim.” “Yeminle ellerim kaşınıyor ya!” deyip tek elini suratına doğru kaldırıp yumruk yaptı ama Erdem bunu umursamamış gibi tam ağzını açacakken kendisinin söylemesinin daha mantıklı olacağını düşünerek onu susturdu ve cips masasının orayı gösterdi. “Siz gelmeden önce şuradaki permalı kızla bakışıyordum.” Gösterdiği yere baktığımızda anlamaya çalışırken Selenra onu düzeltti. “Orada permalı bir erkek var.” “Kesinlikle!” diye adeta sinirden parladı. “Permalı olması beni yanılttı!” Erdem o anı tekrar tekrar yaşıyormuş gibi içeceğini neredeyse burnundan çıkartacak raddeye geldi. Burnu içten yanarken Anıl onun bacağına tekme attı. “Bu piç de farkında olup hiçbir şey söylemedi.” Erdem elini bacağına koyup eliyle ovuştururken suratından acı çektiği bariz belli olmasına rağmen gülmeden de duramıyordu. “Acıdı amına koyayım!” “Gülme o zaman salak herif!” Selenra çocuğu daha çok inceledi ve “Saçları gerçekten çok güzelmiş.” dedi. “Hangi kuaföre gittiğini sorsam mı?” Erdem, “Hazır gitmişken Anıl için numarasını da al.” dediğinde içime doğru gülmeye başlamıştım ki Deha geldi ve “Ne kaçırdım?” diye sordu. “Anıl’ın ilgisini permalıların çektiğini öğrendik.” Anıl yerinden doğrulurken adeta bağırdı ama ciddiye alınamayacak kadar kopmuştuk. “Kızlar! Permalı kızlar!” Saçları kıvırcık ve kumral olan Deha çok korkmuş gibi rahatlarcasına derin bir nefes verdiğinde hepimiz gülmüştük. “Bugün benimle uğraşma kotanızı doldurdunuz.” Erdem çocuk gibi isyan etti. “Daha yeni başlıyorduk.” “Ben başlayacağım birazdan sen merak etme.” Küçük atışmaların ardından parti hakkında konuşuldu. Arslan’ın nerede olduğu çaktırmamaya çalışarak kulaktan kulağa soruldu ve Hafsa farkına varacakken partinin harika olduğu hakkında bir şeyler söylendi. Tahmin ettiğim gibi ailesi ufak bir kaçamak yapıp yurt dışına gittiğinde o da evi bu şekilde değerlendirmeyi tercih etmişti. Birkaç dakika sonra ise Kamer geldi. Davetli olduğunu bilmiyordum ama yanıma bir yer açıp oturmasını beklemiştim. “Demek geldin.” “Hafsa ısrar etti.” “Bayadır göremiyorum seni.” Dilini yanağına doğru bastırdı ve çaktırmadan Anıl’a baktı. “Pek buralarda olmayı sevmiyorum diyelim.” “Provaları nasıl yapıyorsunuz o zaman?” diye sorarken karnım guruldadı ama müzik sesinden dolayı sadece ben duyduğum için şükretmiştim. Bugün işe sabah gittiğimden dolayı akşam yemeğini kaçırmıştım ama Selenraya bir şeyler atıştırdığımı söylemiştim. Burada da cips ya da kraker yiyip midemi bastırmayı planlıyordum. “Genelde bizim evin garajını kullanıyorduk. Arabamız olmadığı için epey yer vardı ama bir süre sonra gelmekten yoruldular.” dedi. Öfkesini gizlemeyi başarmıştı ama anlamıştım. “Çalmanız için size para veren mekâna ne oldu?” “Çağırmayı kestiler. Diğerlerinin de pek umurunda değil.” “Sen ne istiyorsun?” Sorumla derin bir iç çekti ve kafasını geriye doğru atıp koltuğa yasladı. Herkes başka bir âlemde olduğu ve ortamdaki sesten dolayı onu sadece benim dinlediğime emindim. “Artık bir şeyler değişsin istiyorum.” “Ne gibi?” Neredeyse gözünün dolduğunu fark ettiğimde endişelendim. Boşta kalan elini kaldırıp işaret ve başparmağıyla burun kökünü sıktı. Gözlerini yumduğu sırada yukarı doğru sıyrılan gömleğinden kollarını gördüm. Elimi refleks olarak hayrete düşmüş bir şekilde koluna doğru götürdüğümde hızlı bir şekilde çekti. Kafasını kaldırıp bana baktığında gözlerimdeki endişeyi gördü. Bunun olmasına nasıl müsaade edermişçesine kendini suçlarken yerinden hızlıca doğrulup kalabalığın arasına karıştı. Anıl suratını buruşturup, “Onun nesi var?” diye sordu. Bu olabildiğince umursamaz ve tiksinme dışında duygu belirtisi göstermeksizin bir soruydu. Hâlbuki bunu ona gerçek anlamıyla sorsalardı kollarının aldığı hali öğrenebilirlerdi. Hafsa onu partiye çağırmıştı. Hatta Kamer, onun ısrar ettiği için burada olduğunu söylemişti. Onu arkadaşı olarak görüyor olabilirdi ama hayatından hiçbir şekilde haberdar değildi. Burada ya da diğer yakada dostum diyebileceği biri olduğunu sanmıyordum. Kalbim neredeyse fiziksel olarak acırken elimi göğsüme doğru bastırdım ve nereye gittiğini anlamak adına yerimden doğruldum. O kadar hızlı ortadan kaybolmuştu ki onu göremiyordum. Kimsenin de umurunda değil gibi görünüyordu. Birbirleriyle konuşmaktan fark etmemişlerdi bile. O an herkesin sevdiği bir şarkı çaldı. Hep bir ağızdan gençler coşkuyla bağırmaya başladıkları anda oturanlar hızlıca ayağa kalktı. Salonun ortasında her ne varsa boşaltılmıştı. Buraya daha önce gelmemiştim ama bu kadar boş olması imkânsızdı. Birkaç duvar göze o kadar boş geliyordu ki eminim bir tablo ile süslenmişti ama sırf parti için zarar görmemesi adına kaldırılmıştı. Boğazım kuruduğu için içeceğimi yudumlarken yavaş yavaş onlardan uzaklaşmam gerektiğini anladım. Dans etmem için en azından biraz çakırkeyif olmam gerekirdi ki az önce gördüğüm şeyden dolayı keyfim hiç yerinde değil. Bu yüzden beni tutup salonun ortasına çekmemesi adına Selenra’nın beni görmeyeceği bir yerde olmalıydım. Burası yeterince havasız kaldığından dolayı açık olan bahçe kapısına doğru ilerledim. Bir an için bahçenin köşesindeki ağaç ev gözüme takılmıştı ki havuza kıyafetleriyle atlayanlara şahit oldum. Bu ne çeşit bir partiydi bilemiyorum ama modern dizayn edilmiş iki katlı gösterişli evin altına üstüne şimdiden getirilmişti. Etrafta plastik bardaklar çöp gibi geziyordu. Bir takım iç şişeleri, zemine damlamış alkoller, cips kırıntıları, havuzun dışına taşan köpükler, hiçbir sebep yokken bağıranlar ve kendilerine özel bir yer bulmadan ortalık yerde ağız ağız olanlar kol geziyordu. Bir an yanımdan geçen konuşmalara şahit olduğum sırada gruptan bahsettiklerini fark etmiştim. Anıl, Erdem ve Kamer’in burada küçük bir sahne alacağı konuşuluyordu. Ne zaman yapacaklarına dair meraklanmış halde yanımdan gittiklerinde biri onları duymuş olmalı ki Kamer’in gittiğini gördüğünü söyledi. Hafsa parti için Kamer’i çağırmıştı. Ben ise arkadaş oldukları için onu çağırdığını sanmıştım. Belki iki niyetle de burada olmasını istemişti. Erkenden bir yargıda bulunmak istemiyordum ama durum bundan ibaretmiş gibi görünüyordu. Kamer bu ortama nasıl girmişti de bu insanlarla arkadaş olmuştu bilemiyordum ama onunla benzediğimizi düşünüyordum. O da kalabalık ortamlara girse bile benim gibi sırları vardı. O da yalnızdı. Bir süre etrafı incelediğim sırada tanımadığım biri elinde metal tepsiyle karşımda dikilince dikkatim dağıldı. “İster misin?” Tepsiye baktım ve bu ortam için fazla nazik kaçan tepsinin üzerindeki yiyeceğe baktım. “Kek mi?” “Beğenmekten havalara uçmazsan şerefsizim.” Gözleri adeta parlıyordu ve ikram ettiği keklerden gurur duyuyormuş gibi gülümsüyordu. “İyi de sen kimsin?” “Aşçı.” deyip göz kırptı ve tepsiyi bana doğru uzattı. O kadar ısrarcıydı ki bir tane elime almak zorunda kaldım. Ancak bu şekilde yanımdan gideceğini anlamıştım. O tepsisindeki diğer kekleri başkalarına uzatırken birkaç kişiye daha ikram ettiğini gördüm. Bazıları aldı. Bazıları almamak için ısrar etti. Alıp ısırık alanlara güvenerek ben de tadına bakmak için etrafındaki kâğıdı açtım ve ağzıma doğru götürdüm. Midemdeki gurultuyu bastıracağı konusunda ümitliydim. Tadı güzeldi ve elimde tutmak istemediğim için hızlıca yemiştim ama boğazımda hafif bir acılık bırakmıştı. Hızlı yediğim için olduğunu sanıp biraz öksürdükten sonra yeniden Selenra’nın olduğu tarafa baktım. O an salonun ortasında dans eden herkes dalgalanmaya başladığında avucumu tek gözüme doğru bastırdım. “Anıl’a laf ettim. Ben kör oldum.” diye söylenirken yumduğum gözlerimi yeniden açtım. Salonun ses sistemi epey yüksekti ama saniyeler içinde müzik sanki içimde ötmeye başladı. Bir an için keki değil de müziği yutmuşum gibi hissettim. Kendimi epey mayhoş hissediyordum. Nasıl olduğunu bilmiyordum ama hem uykulu hem de epey dinçtim. Kafamı kendi omzuma yasladım ve evin içinde oluşan yıldızları izledim. Yıldızlar sanki bana yol gösterir gibi yukarı merdivenleri işaret ederken aklıma Arslan geldi. Sanki hafızamdaki tüm insanlar, tüm nesneler ve maddeler işlevsiz bir hale geldi. Sadece Arslan’ın varlığına odaklanmıştım. Bedenim benden habersiz bir şekilde ilerlemiş olmalı ki merdivenlere ulaşmıştım. Ne ara buraya gelmiştim onu bile bilmiyordum. Bu hale gelmemin sebebini bir an için düşündüm. Kek… O olmalıydı. Yani sanırım oydu. İçinde her ne varsa etkisine fazla hızlı kapılmıştım. Bundan nefret etmem gerekirdi. Çünkü tamamen uyuşmuştum ama umurumda değildi. Aksine, sanırım mutluydum. Galiba mutluydum. Mutlu muydum? Bir an için yalpalanıp birkaç insana omuz attığımda uğuldayan kulaklarımı elimle kapatmak istedim ama onun yerine merdivenin korkuluklarını tuttum. Dizlerimi kırmış tek korkuluğa iki elimle tutunup yürümeye benzer adımlar atarken en sonunda üst kata çıkmayı başarmıştım. Yani sanırım. Sanırım, sanırım, sanırım. Sanırsam? Sanırsam. Sanıyor muyum? Sandım sanırım. Ortam karanlık bir hal almıştı. Koridordan geçerken yıldızlar daha da artmıştı. Bu yıldızları sadece ben mi görüyordum, şu an yanımda geçen insanlar gerçek miydi ya da ben nefes alan kanlı canlı bir varlık mıydım onu bile idrak edemeyecek haldeydim. Bana ne olduğunu bile sorgulamıyordum. Sadece yaşıyordum. Bir kapıyı açmak adına hamle yaptığımda buranın lavabo olduğunu ve iki gencin sarmaş dolaş olduğunu gördüm. Bu insanların rengi pembeydi. “Ay, çok pardon! Siz devam edin. Rahatınızı hiç bozmayın. Benim çişim yok zaten.” Gülerek kapıyı kapatırken koridorda daha çok ilerledim. En ucuna gittiğimde sonuna geldiğimi sanmıştım ama sola doğru giden bir yer daha vardı. Orası başka bir koridora açılıyordu ama buradan aşağı katı görebiliyordunuz. İstesem burada oturup saatlerce salonun ortasındaki arkadaşlarımı izleyebilirdim ama bunun yerine yürümeye devam ettim. Yeniden bir kapıyı açmaya çalıştığımda kilitli olduğunu görüp başka bir kapıyı denedim. En sonunda boş bir oda bulduğuma sevinip birden yere oturdum. Bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum ama kollarımı ve bacaklarımı açıp denizyıldızı şeklini almıştım. Suda olduğumu düşlüyordum. Kulağıma su çarpıyordu. Sırtımda ne olur ne olmaz Arslan’ın eli vardı. Orada olduğunu hissettirmemeye çalışıyordu. Orada olduğunu ve dengemi koruyamasam müdahale edeceğini biliyordum. Tıpkı dün ki gibi. Dündü, değil mi? Düz zeminde dengede durmaya çalışmaya devam ederken kapı açıldı. O an gözlerimi açtığımda odanın karanlığından dolayı koridorun ışığı gözümü acıttı. Halının üzerinde olmak beni hayal kırıklığına uğrattı. Suda olduğuma bir an için çok inanmıştım. Yerden doğrulduğumda bana gülen bir çift göz gördüm. Loş ışıkta bunun Deha olduğunu anlayabilmiştim. Kendi kendime, “Burası çok havasız.” dedim. Bana şaşkın şaşkın bana surata söylediğim ilk şey buydu. “Evet. Öyleymiş.” deyip elini bana doğru uzattı. Yerden kalkmam için bana yardım ederken elinden tuttum. Endişeli bir hali vardı ve her zamanki alaycı tavrından uzaklaşmışa benziyordu. Sanki o tavrı kalabalıkken suratına taktığı bir maskeydi. Kimsenin duymadığını ve görmediği zamanlarda ciddi olabiliyordu. Tıpkı şu anki gibi. “Burada ne yapıyorsun?” “Odanın kapısı açıktı.” dedim. “Yani?” “Kilitlemelisin. Burası bir parti.” “Biliyorum.” “İsteyen herkes girebilir.” “Yani?” “Yanisi, kapatman gerek. Neden odanı kilitlemiyorsun?” Deha tek kaşını kaldırdı ve gözlerini kıstı. Sorgular ifadesini takındığında bir şeyler demesi için onu bekledim. “Burada komşularımıza güvendiğimizi gösterme şeklimizdir. Herkes dış kapısını da sonuna kadar açık bırakır.” Ona inanıyordum ama bu dediğine herhangi bir tepki vermediğim için kaşlarını çatmıştı. “Burası benim odam bile değil, İlay. Unuttun mu? Hafsa’nın evindeyiz.” Dudaklarım yavaşça aralandı. Bir an için öylece kaldıktan sonra bir anda gülüverdim. “Ve Arslan’ın. Doğru.” Dengemi kuramıyormuşum gibi ellerini omuzlarıma doğru koydu. Ancak o zaman dümdüz durmadığını anlamıştım. Şimdi dünya daha az dönüyordu. “Onun adını ağzına hiç yakıştırmıyorum.” “Hayvanat bahçesinde bir çalışan olduğumu düşünsene.” dediğimde Deha elini enseme doğru götürdü. Hafifçe geriye doğru saçlarımı ittiğinde vücuduma yapışan telleri benden uzaklaştırmaya çalıştı. Bu kadar terlediğimin farkında değildim. “Aslan bakıcısı falan olsam sürekli ondan bahsederdim. Aslan, aslan, aslan. Tabii bir harf eksik söylenişi ama olsun.” Gülmeye devam ederken saçlarımı kulağımın arkasına attı. Bunu yaparken hem işinin başında hem de beni dikkatlice dinliyormuş gibi görünüyordu. “O keklerden yedin, değil mi?” “Evet. Neden?” “Sana kim verdi?” “Hatırlamıyorum.” “Neyse ki anlık sürüyor. Birkaç dakika sonra etkisini yitirir.” Anlı kırışırken birkaç saniyeliğine başka tarafa bakındı. Kızgın görünüyordu. “Annen sana yabancılardan bir şey almaman gerektiğini söylemedi mi?” Refleks olarak, “Hangisi?” deyip kahkaha attığımda bana öyle bir baktı ki kafam karıştı. Gülmemi sonlandıramamıştım ama dediğim şeyin bir an için farkına varabilmiştim. Kendimi toparlamam lazımdı ama nasıl yapacağımı bilemiyordum. Birkaç saniyede bir gerçek kimliğime dönüyordum ama hemen sonra zihnim bulanıyordu ve bilincimi yönetemiyordum. Aynı zamanda midem bulanıyordu ve başım dönüyordu. Öyle uzun süre Deha’nın gözlerinin içine bakmıştım ki bunun farkında değildim. Ama sanırım o farkındaydı ve olabildiğince sessizdi. Sanki uzun zamandır bu anı bekliyormuş gibi suratımı doya doya inceliyordu. “Ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Gülüşünü.” Çok saçma bir şey söylemiş gibi suratımı buruşturdum. “Neden?” “İçimi ısıtıyor.” Yeniden güldüm. Tek eli hala ensemde ve omzumdaydı. Bana bu kadar yakın olmasından pek haz etmesem de engel de olamıyordum. Bir ağaç gibi kımıldayamıyordum. “Sen beni etkilemeye falan mı çalışıyorsun?” “Zaman zaman.” deyip omuz silkti. “İçim ısınıyor derken tıbbı görüş istemiyordum.” “Bana oymuşum gibi bakmadığın zamanlarda komik birisin.” Bu cümleyi dudaklarım adeta benden habersiz söylediğinde en az onun kadar ben de şaşkındım ama mimiklerimle bunu gösterip gösteremediğimi merak ediyordum. Bana göre, ben şu anda duvardan farksızdım. İçi boş, sert gibi görünen ama tek bir yumrukta yıkılacak bir duvar. Derin bir iç çekerken kafasını eğdi ve “Kimse o olamaz. Kimse sen de olamaz. Sen farklısın ama bana onu hatırlattığın doğru.” dedi. Yine de bu söylediklerine inanmamam gereken bir his kapladı içimi. Buket yaşarken ona nasıl bakıyordu elbette ki bilemezdim ama yine de o olduğumu hayal ediyormuş gibi hissediyordum. Bende bir başkasını aradığına emin olduğum zaman soru işaretinin yerini doldurmak kolay oluyordu çünkü kaybını biliyordum. Aradığı kişi Buketten başkası olamazdı. Ona gözlerimi yavaşça kırparak baktığım sırada durduğum yerde sallandığımı biliyordum. Hiçbir şey demeden suratına bakmaya devam ettim. Gözleri suratımın her bir noktasını inceledikten sonra dudaklarımda durdu ve canımı yakacağını bilmeden o zehirli cümleyi söyledi. “Arslan da seninle o yüzden takılıyor.” Kaşlarım ortaya doğru yay gibi kıvrılırken göğsümün ortası hayal kırıklığı ile yandı. Alt dudağım öne doğru kıvrılırken neredeyse burnumun sızladığını hissettim. Karıncalanmayı önlemek adına burnumu kırıştırırken dudaklarımdan belli belirsiz bir soru çıktı. “Öyle mi?” Suratımın aldığı hali gördüğü vakit sanki artık üzerimde bir bahis oynuyormuşçasına sorusu çıktı dudaklarından. “Evet. Bunu göremiyor musun?” Gözlerimi kaçırdım. “Herkes bunun farkında mı?” “Herkes tahmin ediyor?” “Anıl?” Anıl benim için bir anlam ifade ettiği için değil, ölen kız kardeşini herkes gibi bende görüp görmediğini merak ettiğimden sormuştum. Çünkü eğer bu durum onun için de geçerliyse ona varlığımla eziyet ediyor olmalıydım. Kafasını iki yana salladı. “Hepimizin aksine o bizimle aynı fikirde olsa yanına bile yaklaşmazdı.” “Peki sen?” “Hayır. Benim durumum farklı.” dediğinde gözleri yeniden dudaklarıma kaydı. Suratını sakince bana doğru eğerken kaşlarım çatıldı. Ellerimi kaldırıp omuzlarına koymak ve onu kendimden itmek istedim ama bunu yapamadım. O ise benden hiçbir olumsuz yanıt alamadığı için yaklaşmaya devam ediyordu ki en sonunda kımıldadım. Bu da benden bağımsız gerçekleşmişti çünkü midem bulandığı için eğilip kusmuştum. Doğrudan ayakkabılarına… O benden hızlıca uzaklaşırken alt dudağını dişledi ve kusmuğa bakmamak adına kendiyle savaş verdi. Suratını buruşturmuş ve birkaç saniyeliğine gözlerini yummuştu. Bulunduğumuz odada ebeveyn banyosu olduğu için sakince oraya doğru gideceği sırada odanın ortasında öylece duran bana baktı. Kımıldamam için bileğimden tutup yürümemi sağladı. “Koyu saçlı ve beyaz tenlilere düşkün olduğum için çok şanslısın. Yoksa sana birazcık öfkelenebilirdim.” diye söylendi. Ortamı yumuşatmaya çalışıyordu ama buna ihtiyacım yoktu çünkü pek bir suçluluk hissettiğim söylenemezdi. Gerçi şu an herhangi bir şey hissettiğim söylenemezdi. Onun hakkında gerçekten ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Özellikle şu an kafam bu haldeyken hiç ama hiç bilmiyordum. “Eğer sorun buysa saçımı maviye boyayabilirim.” “Mavi mi?” Soruş şekli komikti çünkü beni ciddiye aldığını sanmıştım. “Pembe de olur. Bilmiyorum.” “Sanırım sorun saçın da değil. Senin sorunun herhangi bir sorunun olmaması.” Bendeki sorunları duysan çoktan koşarak uzaklaşmıştın, Deha. Hem de arkana bakmadan. “Eminim bir tane bulabilirsin.” “Buldum.” “Peki, bu hızlı oldu.” “Benden hoşlanmaman bir sorun.” deyip ardından bir şeyler daha söylediğinde onu duymadım çünkü söyledikleri çorba gibi akışkan bir hale gelmişti. Onu daha fazla dinlemek istemediğimden mi kaynaklıydı yoksa zihnimin bulanıklaşmasından dolayı mı emin değildim. O ayakkabılarını duşa atarken ben de elimi yüzümü yıkamakla meşguldüm. Etraf hala dönse de ve burası benim evim olmasa da gereksiz bir rahatlıkla dolapları kurcaladım. Kustuğum için daha iyi hissediyordum. Keşke daha önce akıl etseydim. “Burası misafir odası. Orada diş macunu ve fırça olması lazım.” diyerek bana yardımcı olmaya çalıştı. “Tamam. Sus. Başım ağrıyor.” “Tek başına yapabilecek misin?” “Sus, sus. İyiyim ben.” Tepkime gülmekle yetindiğinde birkaç dakika sonra bu kafayla bile kişisel bakımımı yapmıştım ya da yaptığımı sanmıştım. Orasından pek emin değildim. Etraf eskisi kadar dönmekten vazgeçmişti ama hala kendi bilincime tam olarak sahip çıkabildiğimi düşünmüyordum. Sanırım şimdi çakırkeyif gibi bir şeydim. Yine de adımlarım birkaç dakika önce olduğu gibi karman çorman değildi. Arkamı dönüp ayakkabılarıyla ilgilenen Dehaya göz ucuyla baktım. Sonra da ayaklarımı sürte sürte odanın içinde gözüme kestirdiğim balkona doğru çıktım. Derin bir nefes aldıktan sonra buradan kalabalığı izledim. Odanın içi o kadar havasızdı ki bir an için dışarıdaki hava tüylerimi diken diken etmişti. Havuzun üstünde neredeyse balkona kadar çıkacak olan köpüklere bir süre gözüm takıldı. Havuzun her yerine yayılması planlanmış olmalıydı ama her kim yaptıysa becerememişti ve hafif rüzgârdan dolayı tüm köpükler tek bir tarafta toplanmıştı. Hemen ardından köşedeki ağaç evi gördüğümde balkondan aşağıya inmeyi ve oraya gitmeyi düşündüm. Sadece düşündüğümü sanırken odadan çıkıp merdivenlerin ucuna kadar gelmiştim. Bunu ne ara yaptığımı bile farkında olmadan kendimi havuzun kenarındaki köpüğü avucumun içine alarak üflerken buldum. O kekin içinde her ne varsa yarısını midemden çıkartmama rağmen korkmaya başladığımı söyleyebilirdim. En azından başıma gelen bu durumdan hoşlanmıyor olduğumu idrak etmem de iyi bir şeye yorulabilirdi. Bilincim yavaş yavaş kendine gelmeye çabalıyordu. Bunu bir süre yapmaya devam ederken ağaç eve doğru adımladım ve beni taşıyıp taşımayacağına daha emin olmadan ağacın gövdesine çakılmış birkaç tahta parçasına tutunup tırmanmaya başladım. Üç birbirlerinden uzak basamaklardan çıktıktan sonra kafamı boşluktan geçirdim. O anda mindere uzanıp kitap okuyan Arslan ile göz göze gelmeyi beklemiyordum. Hatta bir an için uydurduğumu bile düşündüm ama bana o kadar gerçek bakıyordu ki hayal olmadığını anladım. Tek bacağını kırmış, bir diğerini uzatmış, kitap olan elini havaya kaldırıp suratının orada sabitlemiş halde duruyordu. Sıfıra yakın saç kesimi ona o kadar yakışıyordu ki başkasında bu kadar iyi durmasına imkân yoktu. Ağacın gövdesine çakılı basamaklarda öylece durup ona bakmayı biraz daha sürdürdüm. Daha önce bu kadar görülmeye değer bir şeye bakakaldığımı hatırlamıyordum ve bunlar gerçek düşüncelerim miydi yoksa zihnime giden tüm damarlarda esrar olduğu için miydi emin değildim. Olduğu yerde tozlanan minderleri kendince silkelemeye çalışmış ve onlara uzanmıştı. Ağaç evin tam bir çatısı yok sayılırdı ve dalları her yerdeydi. Uzandığı yerin etrafında sarmaşıklar vardı ve dallar biraz olsun sallansa etrafındaki yaprak suratına doğru düşecekmiş gibi görünüyordu. Sessizliği bozmak ister gibi, “Burası iki kişinin ağırlığını kaldırır mı?” diye sordum ama cevabı almadan ellerimi zemine koydum. Tam kendimi oralardan destek alıp yukarıya doğru kaldıracağım sırada Arslan elindeki kitabı adeta fırlattı ve dizlerini zemine koyup yanıma yaklaştı. “Oraya değil!” derken sol elimle destek aldığım zeminin çivilenmediğini gördüm. Eğer ucundan destek alsaydım tahta diğer tarafından yükselecek ve dengemi kuramayıp düşmemi sağlayacaktı. Ellerini kollarımın altına yerleştirdi. Ben ayaklarımla kendimi iterken o da beni çekti. Dizlerini geriye doğru kaydırdı ve hemen önüne çökmemi sağladı. Ellerimi omuzlarına koyduğumda dizlerimiz birbirlerine değiyordu. Ona doğru eğilmiştim. Suratım ona çok yakındı ve bu noktada gülümsemek dışında yapacak bir şeyim yokmuş gibi gelmişti. Dudak kenarlarım havalanmış ona bayık halde bakarken kaşları hafifçe çatılmıştı. Bana ne olduğunu anlaması uzun sürmemişti. “Lütfen bana sadece sarhoş olduğunu söyle.” Nefesi suratımı okşarken gıdıklanmış gibi kıkırdadım ve kafamı iki yana salladım. “Keşke.” “O adilere buraya o şeyleri sokmamaları gerektiğini söylemiştim.” diyerek yerinden kalkmaya hazırlanıyordu ki gideceğini anladığım anda iki elimle kolundan tuttum. “Gitme.” Kafasını önce suratıma doğru döndürdü. Sonra da kolunu saran ellerime baktı. Derin bir nefes alırken göğsü inip kalktı. Bir süre gözleri suratımda ve ellerimde bu şekilde gidip gelirken tek kaşı havalanmıştı. En sonunda bir eli ellerimin üzerini kaplarken gitmesi gerektiğini söyler gibiydi. “Hafsa’ya tek bir şartla bu partinin olması konusunda müddet vermiştim. Bu çatı altında madde kullanılmasını istemiyorum.” derken gözü seyirdi. Ellerimi ondan hışımla çektim ve sırtımı bir yere yasladım. “İyi, git.” Ani değişimim onu eğlendirmiş gibi görünse de hala daha bu durum yaşanıyor olduğundan dolayı sinirli olduğu belli oluyordu. “Geri geleceğim. Buradan sakın ayrılma.” “Seni neden dinleyeyim? Sen beni dinlemiyorsun ki.” dediğim sırada bacaklarını zemindeki boşluktan sarkıttı ve “Geri geleceğimi söylüyorum.” dedikten sonra kendini tamamen bırakıp çimenlere doğru attı. Küçük pencereye doğru emekleyerek gitmek zorunda kalarak ellimi zemine dayadım. Burası sandığımdan daha küçüktü. Ben belki ama onun burada rahatça ayakta durabileceğini sanmıyordum. Pencereye tamamen geçtikten sonra sanki gizleniyormuşum gibi kendimi karanlığa doğru verdim ve Arslan’ı izlemeye başladım. Havuzun orada elinde tepsiyle dolaşan elemanı gördüğüm anda seslenip, ‘İşte bu o!’ demek istedim ama buradan sesimi duyuramayacağımı biliyordum. Zaten o da biraz göz gezdirse durumu anlayabilirdi. Ona kekin içine esrar koyduklarını bile söylememiştim. Hiç gerek kalmamış gibi sadece etrafına bakınması yetermişçesine ortalığa göz gezdirdi. Sonra da, “Hafsa!” diye bağırdı. O bağırışı adeta herkesin sesini bastıran müzikten daha çok çıkınca insanlar ona doğru döndü. Elindeki tepsi olan çocuk onu gördüğü anda sorunun kendisinde olduğunu anlamış olacak ki elindekini bırakıp kaçtı. Biraz kafa yorduğum vakit insanları uyuşturup bağımlı hale getirdikten sonra parayla satış yapacağını anlamıştım. O yüzden herkese ikram eder gibi dağıtıyorlardı ve suratlarını insanların hafızasına sokuyorlardı. Arslan, bahçedeki ses sistemini bulup fişini çektikten sonra, “O kekleri dağıtan başka var mı?” diye bağırarak sormaya devam etti. Onu daha önce bu kadar sinirli gördüğümü hatırlamıyordum. Normalde öfkesinin ardına gizlenir ve sakin gibi görünerek işini hallederdi. Ama şu anda hiçbir şeyi gizlemiyordu. İçinde saf öfke taşıyordu. Sanki birisi yarasına tuz basmış gibiydi. İnsanlar elinde plastik bardaklarıyla onu izlerken şaşkına dönmüşlerdi. Sanki uzun zaman sonra ininden çıkan bir canavar gibi tedirgin olduklarını görebiliyordum. Her an bir sorun çıkabilirmiş gibi etrafa göz ucuyla bakıyorlardı. Normalde kalabalık ortamlara böylesine çıkıp gözdağı vermediği belli oluyordu ama her nasılsa kendinden epey emin görünüyordu. Sanki bunu sürekli yapıyormuş ve korkulan biriymiş gibi ona bakılmasına alışkındı. İnsanlar birbirlerine bakıp fısıldaşıyorlardı. Ondan hoşlanmadıklarını suratlarındaki mimiklerden belli ederken aynı zamanda da kımıldamıyorlardı. Bazı kızlar onu baştan aşağı süzerken, partiyi böldüğü için sinirlenen çocuklar bile ona dayılanamıyordu. Bunun birinci sebebi, ev sahibi olduğunu bilmeleriydi. İkinci sebebi ise, boy ölçüşemeyecek olmalarıydı. Ben sadece tek bir kişi esrarlı kekleri dağıttığını sanırken içeriden biri elinde tepsiyle çıkageldi. Ne olduğunu merak etmiş gibi aylak aylak yürürken herkes ona baktı. Arslan ise arkasını dönüp onunla göz göze geldiği vakit adımlarını hızlandırdı. Hızlıca tepsiye vurup yere düşüp yenilmeyecek halde gelmelerini sağlarken çocuğun yakasından tutup onu havuza doğru itti. “Başka var mı?” İçeriden çıkan Hafsayı gördüğüm anda bu sefer daha da dikkat kesildim. İkisi karşı karşıya geldiğinde Hafsa mahcup bir tavırla abisine bakıyordu. Belli ki farkında değildi. Farkında olsa dahi çok da umursayacakmış gibi görünmese bile abisinin bu durumdaki hassasiyetini biliyormuş gibi üzülmüştü. Aralarındaki konuşma bittiği vakit Arslan’ın ağaç eve doğru baktığını fark ettiğim anda kafamı pencereden çektim ve beni en son gördüğü yere doğru emekledim. Sırtımı dayayıp ellerimi bacaklarıma sardıktan sonra buraya gelen adımları duydum. O sırada ses sitemi yeniden aktif olmuş olacak ki bahçedeki müzik arttı. Zeminin ortasından geçen ağacın üstündeki yazılar gözüme iliştiğinde kalçamı öne doğru biraz ittirip elimi oraya koydum. Işık buraya pek vurmadığı için gözlerimi kısıp anlamaya çalışırken en sonunda okumayı başarmıştım. Keskin uçlu bir şeyle ağaca, Arslan, Buket ve Deha yazılmıştı. Çok geçmeden merdivenlerin salladığını hissettiğim anda elimi çekip yeniden arkamı yaslandım. Hatta kendimi o kadar hızlı geriye atmıştım ki sırtım acımıştı. Arslan ellerini koyması gerektiği yerleri koyup çevik bir hareketle havalandı ve kalçasını zemine dayadı. Buranın her bir santimini kendisi yapmışçasına profesyonel bir tavırla yanıma doğru kendini itti. Sanki yere çakılan her bir çiviyi ezberlemişti. Gözü kapalı bir şekilde burayı gezmesi istense de kafasının nereye çarpacağını ya da hangi tahtaya takılıp onu düşüreceğini biliyordu. “Geldin.” “Bekledin.” “Gerçekten geleceğini düşünmemiştim.” Ama ummuştum. “Beni dinleyeceğini düşünmemiştim.” Dirseğimle kolunu ittim ve suratımı ovuşturup, “Yoruldum.” dedim. “Bu yüzden burada olman iyi.” Ellerimi suratımdan çektim ve esnedikten sonra, “Neden?” diye sordum. “Aşağıda bu halinden faydalanmak isteyecek yüz kişi gösterebilirim.” Bir dizini kendine doğru çekti ve kolunu onun üzerine yerleştirdi. Ben ise kafamı ona doğru çevirdim. “Partilerden bu kadar hoşlanmıyorsan neden aileniz burada değilken Hafsaya izin verdin ki?” “Mutlu olmasını seviyorum.” dedi. “Ayrıca hoşlanmadığım şey partiler değil. Şartlarımın uyulmaması. Bana uyuşturucu ya da benzeri maddelerin bu eve girmeyeceğine dair söz verdi.” “O kekleri kendisinin hazırlattığını sanmıyorum.” diyerek onu savunmaya geçtim. Kaşlarını çattı ve bu konunun altını çizmek ister gibi, “Elbette o hazırlatmadı.” dedi. “Herkese açık bir parti yapıyorsa bunun riskleri olacağını ona söylemiştim. Böyle serserilerin içeriye ne sokacağı belli olmaz dedim. Onu uyarmama rağmen riskleri alacağını söyledi.” “Ama başarılı olamadı.” “O yüzden bir daha böyle partiler veremeyecek.” “Ne zamana kadar?” “Ben ölene kadar.” “O zaman seni öldürmesi gerekecek.” deyip kendi kendime güldüğümde bu dediğimi komik bulduğunu sanmıyordum. Gerçi ben de komik bulmamıştım ama bu haldeyken ağzımdan çıkanları kontrol edebildiğim söylenemezdi. “Hafsaya benimle burada olacağını söyledin mi?” Omuz silkti. “Hayır.” “Selenra beni görmezse endişelenebilir. En azından Hafsaya söyleseydin, o da bunun haberini ona iletebilirdi.” dedim. “Endişelensin.” Kaşlarımı yeniden çattığımda başıma giren ağryıı fark etmem uzun sürmedi. “Neden? Benimle olduğunun bilinmesini bu kadar mı istemiyorsun?” Burnunu kırıştırdı ve “Alakası yok.” dedi. “Seni bu kadar düşünüyorsa gözünün önünden ayırmamalıydı.” “Ben beş yaşında falan değilim, Arslan. Başıma bir şey gelirse eğer sorumluluk bana ait. Ona değil.” “Böyle bir partide ancak beş yaşında biri bilmeden o kekleri deneyebilirdi.” dedi. “Ayrıca benim evimdesin. Bu halde olman benim sorumluluğum.” Ondan azar işitmediğim kalmıştı diye düşünürken kollarımı bacaklarıma daha sıkı sardım. Diğer yakada da böyle şeylerin olduğunu ama böylesine gizli kapaklı değil, doğrudan yapıldığını söylemek istedim. Sonra bunun saçma sapan bir savunma örneği olacağını düşündüğümden dolayı sustum. Çenemi dizlerime doğru koyarken daha çok içime sindim ve “O halde kek yiyen herkesi kontrol etmen gerekiyor.” diye umursamazca homurdandım. “Onların hiçbiri arkadaşım değil.” “Ha?” dediğim anda çıkardığım sese gülerken ona öyle bir baktım ki bir an için ne dediğini anlamaya çalıştım çünkü dediğini anladığımdan emin değildim. “Arkadaş mı?” Bir şey demedi. Ben cümle kurarken neredeyse boğulur şekilde gülmeye başlamıştım. Kendimi susturamadığımı gördüğü sırada kafasını geriye doğru atıp iç çekti. Göğsüme kadar çektiğim dizlerimi ileriye doğru itip tüm bedenimle ona doğru döndüm. İsyan eder gibi, “Unutacağım için böyle söyledin!” dedim. “Belki de unutmazsın ve başıma kakarsın.” “Ben hiçbir şeyi unutmam!” derken işaret parmağımı uyarırcasına havaya kaldırdım. Bu büyük bir yalandı. B12 eksikliğim vardı. Bunun yanına bir de dikkat eksikliği gelince tadından yenmiyordu. Yine de bazı şeyler zihnimin duvarlarına öyle bir derine kazınıyordu ki unutması imkânsız oluyordu. Aynı ağacın gövdesine yıkılmayacağı takdirde sonsuza kadar o üç ismin yazılması gibi. “Mesela?” Derin bir iç geçirdim. Kafasını indirip gözlerini yeniden benimkilere kenetlediği sırada kalçamı biraz öne doğru itip ona doğru yaklaştım. “Kimse görmüyor değil mi? Birileriyle bağ kurmaktan korktuğun için verdiğin sessiz savaşı kimse görmüyor.” dediğimde hafif gülen suratı anında düştü. İlk tanıştığımız gün bana söylediği bu cümleleri asla unutamıyordum. Bazen rüyalarıma giriyor, bazense sadece boş duvara bakınırken kulaklarımda çınlıyordu. “Bahse varım herkese karşı, hatta kendine karşı dürüst olmaktan bile korkuyorsundu-” Elini havaya kaldırıp beni susturdu. “Tamam, İlay. Buna gerek yok.” “Neden? Kanıtlıyorum işte.” Elimi şakağıma doğru bastırıp suratımı ona biraz daha eğdim. “Her şey burada işte.” “Sana inanıyorum.” Derin bir iç çektiğinde bu konuyu uzatacağımı zaten öngörmüş gibi canı sıkılmıştı. Haklıydı. Uzatacaktım. “O gün bunları aynı zamanda kendine de söylediğini söylemiştin.” diye mırıldandım. Kafasını aşağı yukarı sallayarak beni onayladı. “Söyledim.” “Birileriyle bağ kuramıyorsun. Benim gibi.” Aynı ritimle kafasını sallamaya devam etti. “Evet.” “Ve aynı zamanda kendine dürüst de olamıyorsun.” Benim gibi. Sanki kafamın içini duymuş gibi sordu. “Senin gibi mi?” “Benim gibi.” diyerek onu tekrar ettim. “Kimse görmüyor mu?” “Görmüyor.” Sakince omuz silktim ve alt dudağımı aşağıya doğru sarkıtarak, “Ben görüyorum.” dedim. Gözlerini, gözlerime bu sefer gerçekten de düşüncelerimi okumak istiyormuşçasına farklı bir şekilde dikti. Anında tüylerim diken diken olmuştu. “Görüyor musun?” “Görüyorum çünkü aslında birbirimize benziyoruz.” Histerik bir iç çekti ve kafasını iki yana sallayıp eğerken acı dolu gülüşünü gizledi. Gizlemesine gerek yoktu çünkü sesinin tınısındaki acı bile adeta tenimi kesmişti. “Bana benzemek istemezsin.” Alayla güldüm. “Asıl sen bana benzemek istemezsin.” Önüme doğru döndüğümde gülmeden edemiyordum. İsteyerek yaptığım bir şey değildi. Omuzlarım can sıkıcı bir şekilde hareket edip duruyordu. Gerçekten gülmediğimin o da farkındaydı. Sanırım sadece sinirlerim bozulmuştu. O sırada Arslan yaslandığı yerden biraz olsun doğruldu. Gözlerinin bende olduğunu biliyordum ama ben kendimi o kadar kaptırmıştım ki zemine bakıp kendimi susturmaya çalışıyordum. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalışırken yeniden sırtımı eski yerine yasladım. Bacaklarımı tamamen uzatmış ve ellerimi de kucağıma yerleştirmiştim. Yine karşımda ağacın gövdesi vardı ve yine o isimlerle göz göze gelmiştim. Bu sırada işaret ve orta parmağını birleştirip elmacık kemiğimin üzerine doğru hafifçe sürten Arslan irkilmeme sebep olmuştu. Bir an için donakaldım ama hemen ayak uydurdum. Onu engellemedim ve sorgulamadım. Ne yapacaksa yapmasını beklerken yutkundum. Zaten azıcık aralık olan gözlerim neredeyse kapanmak üzereydi ki yanağıma daha rahat dokunabilmesi adına kafamı ona doğru çevirdim. “Ne yapıyorsun?” diye mırıldandım ama sesimi duymakta ben bile zorlanmıştım. “Arıyorum.” “Neyi?” “Sol elmacık kemiğinin üzerinde iki tane çil vardı.” Tüketebileceğim tüm havayı yutmaya çalışırken kaskatı kesilmiştim. Ona doğrudan bakmak bu noktada çok zor olduğu için önce eline diktim gözlerimi. Oradan sakince koluna ve çenesine doğru ilerlerken kucağıma koyduğum ellerimi yumruk yapmış eziyordum. En sonunda gözlerini bulduğumda o gerçekten de çok odaklanmış bir şekilde çillerimi arıyordu. Normalde yazın çok fazla beliren çillerim haricinde kışın hep orada olduğunu gizlenmeden gösteren elmacık kemiğimin üstündeki iki çilin bu kadar farkında olduğunu bilmiyordum. Bugün partiye gelmeden önce makyaj yaparken üstünü kapatmış olmalıydım. Ben bile yaptığımın farkında değilken sonunda bulmuş gibi surat ifadesi zaferle doldu. Elini tam çekeceği sırada bileğini refleks olarak havada yakaladım. O an titreyen elimi, bileğine baskı yapan avucumdan fark etmiş olacak ki daha dikkatle baktı bana. Yutkundum. Bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum ama o bekliyordu ve sanki tüm sebeplerimi anlıyordu. Tüm kararlarımı, tüm merakımı, sorgulamalarımı, yanıtlarımı ve yalanlarımı. Her şeyi biliyordu. Günlerdir aramızdaki ilişkiye arkadaş adını takma konusunda ısrarcıyken şimdi tam da kabul etmesinin ardından sanki zehirle dolmuştu göğsümün orta yeri. Onunla arkadaş olmak istemiyormuşum meğer. “İlay.” “Lütfen bir şey söyleme.” dedim. “Ne diyeceğini biliyorum çünkü.” “Benim amacım-” Mırıldanırken, “Biliyorum, biliyorum.” deyip titrek bir iç geçirdim. “Sadece elin biraz daha kalabilir mi orada?” Normal şartlarda bunu ayık bir kafayla söylemem imkânsızdı çünkü açıkça sevgiye olan açlığımı dile getirmiş ve karşısında kendimi belki o böyle düşünmese bile rezil etmiştim. Daha önce kimsenin karşısında bu kadar küçük hissettiğimi hatırlamıyordum. Beni savunmasız bir şekilde görmesini kafaya takmıyordum. Hatta gerçek beni görmesini istiyordum ama aynı zamanda da çok korkuyordum. Avuç içini yanağıma doğru koyduğu anda teninin sıcaklığı dışarıya doğru sesli bir nefes vermeme sebep olmuştu. Gözlerimi yumdum ve bu anı düşündüm. Çünkü başka hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Sadece sevildiğimi hayal etmek ve bununla huzur bulmak istiyordum. Her ne kadar yalan olsa da, zaten yaşadığım tüm bu yalanların içinde doğruymuşçasına kendimi kandırmak istiyordum. Eli hala yanımdayken, “İlay.” dedi. Sesinde sanki bir şeylerin altını çizmek isteyen sakin ama bir o kadar da otoriter tını vardı. “Ben seni, senin istediğin gibi sevemem. Biliyorsun, değil mi?” Neden bilmiyorum ama bunu duymak canımı düşündüğüm kadar yakmamıştı çünkü zaten bildiğim bir şeyi sesli söylüyormuş gibi hissetmiştim. Yine de söyleyeceği her şeyi merak ediyordum. Eray ile olan ilişkimi az çok kafa patlatmış olmalıydı. Ondan sevgi bekleyen küçük bir kız çocuğu olarak zor zamanlar yaşamıştım ve geçmişime kötü, unutulmayacak yaralar açmıştım. Şimdi ise tüm bunların farkındaymış gibi sırada Eray olmayı planlamadığını nazik bir dille söylemeye çalışıyordu. “Seni isteyemem.” “Neden?” diye sorduğumda sesimdeki cılız ve savunmasızlığı duymuş olacak ki başparmağıyla elmacık kemiğimi ovuşturdu ve tam iki çilimin üzerinde bekledi. “Dehaya bunu bir kez yaptım ve şartlar bu şekilde bile değildi.” “Şartlar o zaman nasıldı ki?” “Elim kimsenin yanağında değildi.” Bu konuşmanın nereye gittiğinden bile emin olmayarak, “Deha ulaşamayacağını düşündüğü insanların peşinden koşuyor.” diye söylendim. “Ne yazık ki öyle biri değil.” “Nereden biliyorsun?” Sesindeki bıkkınlığı bu sefer bariz bir şekilde duyarken, “Onu tanıyorum ve sana nasıl baktığını görüyorum.” dedi. “Onunla artık hiçbir bağım olmasa bile geçmişe saygım var.” Gözlerimi açmaya ve onunkilere bakmaya korkuyordum. “Tek sebebi bu mu?” “Bahsetsem bile unutacağın ve dilimin varamadığı sebepler de var. Söz hakkımın dahi olmadığı sebepler… Senin tuttuğun isimsiz sırlarla ilgili.” dediğinde tüm o sebepleri öğrenmek için yapamayacağım ne olabilir diye düşündüm ve hiçbir şey bulamadım. “Zaten bana ne zaman bir şey anlattın ki?” diye söylendim ve tenine epey alışmışım gibi yanağımı avucuna doğru doğru bastırdım. Sonra da elinin üzerine elimi koydum. Parmak boğumlarımızı sakince birbirlerine geçirirken kirpiklerimi araladım. Gözleri zaten gözlerimin tam içine bakıyorlardı. Elini benden çekmek için hamle yaptığında bu sefer onu durduracak gücü kendimde bulamadığım için hiçbir şey yapmadım ama suratına bakarken içimde alev alan cesaretle kuracağım cümleleri umursamadım. “Şimdi seni öpsem hiç tepki vermez misin yani?” Omuzları kımıldadı. Boynunu başka tarafa yatırırken ilgisiz davranmaya çaba göstererek göz temasımızı bozdu. “Sana söyledim, İlay. Bir öpücük için iki kişinin ayık olması gerekir.” “Ben ayığım.” “Hayır, değilsin.” “Deha öyle düşünmüyor.” dediğim anda bana öyle bir baktı ki bu bakışın bir adı olması gerektiğini düşündüm. Aynı anda öfke, kargaşa ve hayal kırıklığı barındırıyordu. Hatta belki de biraz intikam. Dudakları konuşmak adına hafifçe aralanırken dişlerinin arasından, “Ne demek düşünmüyor?” diye sordu ve her kelimesinde sesi daha fazla zehirle doldu. “Düşünmüyor ne demek, İlay?” Dünyanın en normal şeyiymiş gibi, “Beni öpecekti.” diye yanıt verdim. “Ama sonra kustum.” Sıktığı yumruklarını ancak gözlerimi zemine indirirken görebilmiştim. Kollarındaki damarlar olabildiğince belirginleşmişti. “Ayakkabılarına.” “Suratını hedef almanı yeğlerdim.” diyerek önüne döndüğü sırada alt dudağını ağzının arasına aldı. Az önce onun hakkında söylediği şeyleri düşünüp kendine sinirlendi. “Bir dahakine öyle yaparım.” Yanıtım hiç hoşuna gitmişe benzemiyordu ki bana aynı sinirle baktı. “Bir daha olmasına izin verme.” “Sana ne ki bundan?” Bir an sorumla afalladı ama yanıtı gecikmedi. “Ayık değilsin.” “Ayık olsam umurunda olmaz yani.” “Olmaz.” “Peki,” deyip omuz silktim ve yerimden kalmak için dizlerimin üstüne doğru doğruldum. “Nereye?” “Ayılıp Dehayı öpeceğim.” deyip gözlerimi devirdiğimde kolumdan yakaladı. Bunu yapmasının anlamını sorgulamadan espri yaptığımı anlaması adına açıklamaya geçtim. “Eve gitmek istiyorum. Uykum geldi.” Yine de elini kolumdan çekmediğinde dengemden emin olmadığını ve ağaç evden böyle giderken suratımın üstünde ineceğimden endişe ettiğini anladım. Yine de böyle bir şey olmayacağını bildiğim için kolumu ondan hızlıca çektim. “Ben inerim!” “Selenra’nın yanına gittiğinden emin olmak istiyorum.” “Bakıcım değilsin. Emin olmana gerek yok.” “Öyle inmeye kalkarsan düşeceksin.” diyerek yeniden eliyle kolumu tuttuğunda merdivenlere ayaklarımı koymak adına ona doğru döndüğüm sırada inada bindirdiğim için yeniden kolumu ondan çekmeye çalıştım ama o inatlaştığımı anladığı için bu sefer elinden kaçamamıştım. “Bıraksana!” “Önce benim inmememi bekle!” “Ben inerim!” diyerek yeniden elinden kurtulmaya çalıştığım vakit buraya çıkarken uyarıda bulunduğu yere çivilenmemiş tahtanın ucuna dizimi dayadığım sırada dengemi şaşırdım ve bu sefer Arslan’a tutunmaya çalışan ben oldum. Korkarak diğer elimi de yakasına koyduktan sonra düşmemem adına ellerini kollarımın altına koyup sardı. Dudaklarımın arasından korkuyla bir çığlık çıkarken gömleğini sıktım. Eğer üstüne atlamazsam her şekilde kayıp aşağıya düşeceğimi anlamış olmalı ki kollarımın altından destek alıp belime doğru sarıldı. Saliseler içerisinde onun aksine benim için yumuşak bir iniş gerçekleşirken, o vakit hızlı düşüşümüzdeki sarsılmanın etkisiyle kafam öne doğru eğildi. Dudaklarımız bir an için birbirlerinin üzerine kapaklanırken avucumun içinde olan gömleğini parmaklarımın arasında daha çok sıkıştırdım. Gözlerim büyürken hareketsiz kalan Arslan’ın bedeni adeta altımda kaskatı kesildi. Kafamı usulca geriye doğru çektim. Alt dudağını iki dudağımın arasından kurtardım ve gözümün önünde dudağını ağzının içine doğru götürüşüne şahit oldum. Alev alan yanaklarımı gizlemem gerekmedi çünkü zaten hava epey kararmıştı ama kelimenin tam anlamıyla yandığımı söyleyebilirdim. Kafam az önce yediğim kekten bile daha çok bulanmıştı ki belime sabitlenen elleri hareketlendi. Parmakları son bir kez açıkta kalan tenimde sürtünerek çekildiğinde kolları havada kaldı. Ellerimi yere dayayıp üzerinden kalkmaya çalışırken dizim kasıklarına doğru değdi. Ben neye uğradığımı şaşırırken kalçam en sonunda yere değdiğinde derin bir nefes alıp sırtını yerden sakince kaldırdı. Boynu kasılmıştı. Ellerini geriye doğru koyup zeminden destek alırken gözlerini bana dikti. Bu durumda bir şeyler demesi gerektiğini düşünüyor olmalıydı ama ağzından tek kelime duymak istemediğimi fark ettiğim anda hızlıca, “Sorun değil.” dedim ve kafamı iki yana salladım. “Sadece bir öpücüktü. Büyütmek lüzumsuz olur. Bir anlamı yoktu.” “Senin için vardı.” Bunu der demez ağaç evden aşağıya hızlıca indi ve ardından gelmem için aşağıda beni bekledi. Bu sefer epey dikkatli bir şekilde indikten sonra belime koyduğu elleriyle beni yere kolayca indirdi. Ben söylediği şeyi sindirmeye çalışırken hiçbir şey olmamış gibi davranacağımıza dair sessiz bir yemin ettiğimizin o an farkına vardım. Bir yanım her şeyi hatırlamak isterken, bir yanım zaten yarın hiçbir şeyi hatırlamayacağımı düşünerek mutlu olmaya çabalıyordu. Kulaklarıma kadar kızardığımdan emindim. Dünya artık daha çok dönüyordu ve kekin hiçbir suçu yoktu. |
0% |