Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Geçmiş ve Bugün

@ranab.t

Her ölüm ani ve erken bir vedadır. Bize erken veda eden tüm sevdiklerimize…

 

 

1.Geçmiş ve Bugün

Sonu vahim biten bir ilişkiden çıkmaktan daha kötü bir şey varsa o da yeniden aşık olmaktır.”

Rana B.T.

Şarkı: Sezen Aksu – SEN

Kızartma ve köfte kokularından daha fazla ayakta duramayacağımı anlamıştım, üstelik patateslerin parlak sarı rengi gözümü alıyor, mutfaktaki havasızlık kusma hissimi uyandırıyordu. Benim ne işim var burada diye düşündüm yine ve yeniden, kendime sözde bir soru sormuştum ama beni hiç bıkmadan usanmadan azarlayan iç sesim peşi sıra devreye girmişti bile.

“Salak Aslı Gönül ne işin olacak bu hamburgercide? Ercan yüzünden değil mi? Bi düşün bakalım.”

Ercan mı kim? Yaklaşık birkaç ay önce terk edildiğim ama aileme henüz söyleyemediğim eski kocam(!). Bense kıyıda durmuş giden geminin ardından hayallerine elveda diyen gözü yaşlı Aslı Gönül…

Benim hikayemin ana teması aldatılmak olmalıydı. Hem de öyle bir aldatılmak ki… Fakat aldatılmak için önce biriyle ilişki yaşarsın, seversin, sayarsın tabi aptal çarpıntılar bir yana dursun varlığını, kendi adını bile unutursun karşında onu görünce. Ben de bir yıl bu duyguları hatırı sayılır bir şekilde yaşamıştım Ercan’la. Hem aşkı yaşadım -zannettim- hem de evlendim bu adamla. Ne garip değil mi? İnsan başka ne ister ki… İnsanoğlu böyledir işte, bir şeye çok kafa yorunca odaktan uzaklaşamıyor, ondan başka herkese kapı duvar…

Ben yirmi beş yaşında bir hemşireyim daha doğrusu hemşireydim. Okuduğum şehir memleketimdi de aynı zamanda. Gaziantep Üniversitesi’nden üç yıl önce mezun olmuştum, özel bir hastanede çalışıyordum ayrıca bu yıla kadar babamın kanser tedavisiyle yakından ilgileniyordum. Dört yıl sağlık lisesinden sonra dört yıl da üniversite okumuştum. Ve mesleğimi babamla perçinledim diyebilirim. Ölümden, acıdan, kandan, kaybetmekten korkmamak bir yana dursun, hislerim beni terk etmişti. Çünkü elinden gelenin en iyisini yapmanın yanı sıra insan, elinden bir şey gelmeyeceğini de anlıyordu bu süreçte.

Gelelim benim bu berbat aşk hikayeme. Babam kanseri yenmeden neredeyse bir yıl önce hiç aşık olunmaması gereken bir adama, Ercan’a aşık olmuştum. Babam bu haldeyken aşık olamazdım, ben ondan başka bir erkek sevemezdim. Hep bunları tembihledim kendime. Ama gönlün gerçekten ferman dinlemediğini Ercan’ın güneş gibi saçlarında, deniz gözlerinde okudum, okudum ezberledim. Onu ancak böyle tasvir edebilirim. Ayaklarını gıdıklayan tuzlu denizde koşarken güneşin batışında savrulan bedenim akşam olunca, vakit dolunca, iş işten geçince anladı cayır cayır yandığını. Denizin tuzu, güneşin ateşi yaktı geçti tenimi…

Onu ilk kez iş çıkışı babamın ilaçlarını almak için çalıştığım hastanenin karşısındaki daha önce hiç girmediğim nöbetçi bir eczanede görmüştüm... Beyaz bir önlük giymişti ama eczacı değildi, bunu müşterilerle fazla ilgilenmesinden anlamıştım. Genellikle eczacılar orta yaşlı olup patron masasından sadece “hoş geldiniz” demekle yetinirlerdi. Kalfalar ise reçeteyi alır, kimlik numaranızı yazar veya hastanın sen olup olmadığını sorardı. Ercan da bana aynını yapmıştı. Hasta ben olmadığım için bir kağıda ismimi, telefon numaramı ve kimlik numaramı yazmıştım. Diğer kalfalardan farklı olarak bilgileri bilgisayara yazarken klavyeye değil gözlerimin içine bakıyordu, klavyenin tuşları suratımmış gibi. Utanmıştım… Hastalar hariç kimseyle uzun göz teması kuramazdım ben öyle. Yanaklarım ısınmış kalbim gereksizce ritmini değiştirmişti. İşte aşk saçmalığının bir özelliği daha: Kalbiniz kendi iradenizden habersiz hızlanıyor, ritim değişikliğine uğruyor hatta elinden gelse bedeninizi terk edip sağda solda zıplamak istiyor.

O gün durağan ve sonsuzluğun hüzünlü kraliçesi halimden bambaşka bir bedene nakil olmuştum. Gözlerini benden ayırmayan bu yakışıklı oğlan ayarlarımla oynamıştı…

O ilaçları raflardan bulmaya çalışırken ben de bir yandan göz atıyordum cam vitrine. İlaç isimlerine yeterince aşina olduğumdan ondan önce bulmuştum aradıklarımı. Bazen yakına girdikçe daha da körleşirsin, gözünün önündekini bile göremez olursun. Bizim durum da tıpkı böyle olmuştu o gün.

“İşte bak sol üst köşedeki kutunun hemen yanında.” demiştim daha fazla zaman kaybetmeden. Çünkü çıkmak istiyordum bu git gide daralan dört duvardan. Belki de o bilerek oyalanmıştı kim bilir… Eğer benim gibi hissetseydi dediğim doğruydu ama öyle değildi işin aslı…

Birkaç kelime geveleyip inci gibi dişlerini gösteren gülümsemesiyle bez eczane torbasına doldurmaya başlamıştı ilaçları. Elleri güzeldi… Uzun parmakları, kavruk teni ışıl ışıldı. Ne güzel damar yolu açılır bu eli tutup diye geçirmiştim o gün içimden. Sonra ne diyorum ya ben diyerek kafa salladığımda bir şey olup olmadığını sormuştu. Ben aceleyle ücreti ödeyip gidecekken “intörnsün (stajyer doktor) galiba dedi.” Sağlıkçı olduğumu üzerimdeki yeşil scrubstan (önlük) anlamış olmalıydı.

“Hayır, hemşireyim ben.” demiştim bir yerlerime kaçan sesimi bulup. Sesim buz gibiydi damarlarımda gezen alevlere tezat. Yakmıştı işte, şimdi olduğu gibi… Ama o zaman yanan kalbimdi, bugün ise gençliğim…

“Çok dikkatli bir hemşire olmalısınız, hastalarınız eminim tez zamanda taburcu oluyordur.” dedi kızıl dudaklarını hafif aralayarak. Gözlerimi alan dişleri meydanda değildi bu defa, beyaz önlüğünün izin verdiği sürece gördüğüm gümüş kolyesiydi. Severdim ben gümüş kolyeleri erkek boynunda. İnce bir çizgisi, sınırı vardır, bazılarında keko gibi dururken bazılarına çekicilik katar. Gel gör ki Ercan’ın ruhu keko, silüeti David Beckham’dı…

“Tedbir bizden şifa Allah’tan.” dedim söylediği söze karşılık. Ben de hafif gülümsemiştim. Gülümseyince çıkan gamzelerimi görmüş olacak ki gözleri yanağımda donup kalmıştı, bense gözlerinde. Müşteriler, gelip gidenler, dışarıda bastıran yağmur, bize dikkat kesilen eczacı, geldiğimden beri tezgahın arka köşesinden bizi gözleriyle gömen esmer kız hiç biri umurumuzda değildi. Keşke umursasaymışım demiştim daha sonraları aklım başıma gelince, keşke o kızın o günkü duruşunun bir sebebi olduğunu anlasaymışım.

Eczaneden çıktığımda Eylül yağmurlarında ıslana ıslana tramvaya binmiştim. Ben galiba Eylül’de birini sevmiş, Eylül’de terk edilmiştim.

Eve döndüğümde hemen babamla ilgilenip yemek hazırlayan anneme yardım etmiştim. Annemle babam benimle gurur duyardı hep, ablam için aynı şeyi söyleyemezdim çünkü yaptığı hatalar sonucunda hep ikisi yara almıştı. Okulunu bitirmeden istemediğimiz biriyle kaçarak evlenmişti. Babamın durumu ablam evlendikten sonra baş göstermeye başlamıştı. O zamanlar lisedeydim ve aklım böyle şeylere ermiyordu. Annem defalarca ablamı arayıp evine dönmesi için yalvarmıştı, ne olursa olsun kabulümüzsün diyordu telefonda, yeter ki şu ayyaş herifi bırak!

Eniştem önceleri iyi adamdı, yakışıklı adamdı, ablam da onun bu iyi huylu yakışıklı görüntüsüne vurulmuş belli ki. Nişanlılık sürecinde babası çok tantana çıkarmıştı. Metin, yani eniştemin düğün için biriktirdiği paraları kumarda yemiş duyduğumuza göre. Daha sonra babasının adam bıçaklayıp hapse düştüğünü, mahalle esnafını dolandırdığının haberini de almıştık. Herkes babam ve anneme Nilay’ı yani ablamı o aileye gelin vermememizi söylüyordu. Babam iki arada bir derede kalmıştı. Bir yanda nazlı Nilay’ı bir yanda geleceğini köreltecek olan adam ve ailesi.

Dört ay sonunda babam bir karar almıştı, ablamın nişanı atacağını, aldıkları birkaç hediyeyi geri iade edeceğimizi bildirmişti damat ve ailesine. Kararın üstünden daha gün bile geçmeden o gece ablam pılını pırtısını alıp kaçmıştı enişteme. Aşk yine yanıltmış, şaşırtmıştı insanı işte. Ah bu kör olasıca aşk diyeceğim de aşkın gözü zaten kördü.

Bu evliliğin üstünden on yıl geçmiş çoğu şey değişmişti. Babam ablamla barışmıştı ama kanser sarmıştı yaşlanmış bedenini. Ve bu hastalığa yakalanan biri daha vardı: Sekiz yaşındaki yeğenim Azra…

Ameliyatı için yıllardır el elce para biriktiriyorduk, ben, annem, babam, ablam… Daha sonra yalnızca bizim uğraşlarımızın bir arpa boyu yol bile alamadığını görmüştük. Eniştem iyi adamdı demiştim hatırlarsanız. İyiydi, ta ki “Babası soğan, anası sarımsak yiyen kızın da ağzı pis kokar.” atasözü kafamıza dank edene kadar. Metin eniştemin de babasından bir farkı olmadığını görmüştük. İçki, kumar ellerinde avuçlarında olan ne varsa silip süpürmüştü on yıl içinde. Yeğenimin ameliyat masrafları için biriktirdiğimiz parayı eniştemden gizliyordu ablam. “”Azra bir iyileşsin boşayacağım o ayyaş herifi” diyordu. Babam annem o zamanlar geleceği görmüş gibi ablamı çok uyarmıştı. Fakat kul görgüsünü görecekmiş işte…

İşte eczaneden döndüğüm o günün gecesi telefonuma bir mesaj düştü.. Mesaj Ercan’dandı. Kalbimin hızı tekrar değişmiş, telefon elimden düştü düşecekti.

“Numara: Aslı Gönül umarım bu ilaçları kullanan tez zamanda iyileşir.”

Ne diyeceğimi bilmez vaziyetteydim. Evet, babam iyileşiyordu. Kanseri yenmek üzereydi, ama bu güzel haberi ona da vermek ona ne hissettirirdi ki? Ne yazmalıydı? Cevapsız mı kalmalıydı yoksa kendimi bu derin mavilere mi bırakmalıydı? Beklemekteydim… O gece hiç tanımadığım birinden ısrar etmesini beklemiştim. Israr etsin ki, istekli olduğunu göreyim ki ben de cevap vermek zorunda olduğumu hissedip bu mesajı yanıtsız bırakmayayım…

İstediğim gibi de olmuştu. “Ben Ercan, ellerine uzun uzun baktığın…” yazmıştı. Neredeyse düşürmek üzere olduğum telefon ellerimden kayıp gitmişti işte. Fark etmiş miydi yani onu ince ince süzdüğümü? Bir küfür savurmuştum kendime gecenin on ikisinde. Ona değil kendime kızmıştım, ama öte yandan kutluyordum da. Ben hiç beğendiğimi belli etmeyen, bana yürüyen biri olduğunu fark eder etmez görmezden gelmeye çalışan biriydim ama bu defa şeytanın bacağını kırmayı başarmıştım işte. Benim beğendiğim biri de beni beğeniyordu.

Cevap yazmaya karar vermiştim.

“Evet, babam iyileşiyor, şükürler olsun.”

Çok gecikmeden üçüncü mesajını da atmıştı. “Hastaların çabuk taburcu olur demiştim ben.” deyip göz kırpmıştı.

Mavi gözlerinin açılıp kapanışını hayal ederken bulmuştum kendimi. On dakika gibi bir sürede aşık olabilir miydi bir insan? Yoksa zamanla mı içine çekerdi bu girdap sizi? Bilmiyordum, o günden sonra ben hiçbir soruya doğru cevap bulamamıştım…

O gece sabaha kadar mesajlaşmıştık. Saat beşte uyuyakaldığımda yedide tekrar uyanacağım aklımı yiyip bitiren ayrı bir düşünceydi…

 

Hayatımın çıkmaza girmesinin ilk adımlarıydı işte bunlar… Girip de bir daha çıkamamak nefesimi kesiyordu. Bu koskoca şehirde, İstanbul’da, tek başıma kalmıştım, geri dönemiyordum, babamı üzmek istemiyordum, onları hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum. Kanseri yeni yeni yenmişken tekrar canlandırmak istemiyordum o minik katilleri. Mesaim dolana kadar patates kızartıyordum. Serum takmaktan, damar yolu açmaktan, hastaları teker teker kontrol etmekten, dondurulmuş patatesler kızartmaya… Hastaneden, hamburgerciye…

Şimdi benim İstanbul’a nasıl geldiğimi ve hemşireyken nasıl fast food çalışanı olduğumu merak ediyorsunuzdur. Zaten tedirginlikle geldiğim bu şehrin, her gün aynı ürkeklikle uyanıyordum sabahlarına. Sözleşmeli hemşireliği kazanmıştım ve Kadıköy’e tayin olmuştum. Sevincimi Ercan’la paylaştığımda zaten sinsi sinsi planlarını yapıyormuş hem Ercan hem Kader… Kader mi kim? Hem kelime anlamı olarak gidişatımızı yazan ezeli takdir hem de benim bilmediğim ezeli düşmanım Kader. Evet, gel gelelim benim asıl hikayeme.

Ercan, Kader, Aslı Gönül üçlemesinden sizin payınıza ne düşecek işten çıkıp sahilden eve doğru yürürken anlatmış olayım.

Ercan’la sabaha kadar mesajlaşmamızdan sonra kısa sürede tanışıp kaynaşmıştık. Çok iyimser, cana yakın, saygılı ve sevgi doluydu bana göre. İşte dedim, işte hem yakışıklı hem şerefsiz olmayan bir erkek cinsi! Birkaç ay sonra ailemle tanıştırmıştım, o da beni anne ve babasıyla tanıştırmıştı. Tam bir Ayıntep (Antep) ailesiydi. Sevmiştim onları da Ercan gibi. Geleneklerine düşkün, saygı gösterdikleri gibi aynı şekilde saygı bekleyen hem varlıklı hem de muhafazakar insanlardı. Flörtlüğü çok da uzatmadan nişanlanmıştık. Bizim buralarda nişanda pasta değil baklava kesilirdi hatta nişana da genellikle “Tatlı yemek” denirdi. Benim de her genç kız gibi tatlım yenmişti. Mutluluktan yere ayak basamıyor, Ercan’ın deniz gözlerinden gözlerimi çekemiyordum. Hatta belimi hafifçe sarıp koyu kumral saçlarımdan öptüğünde kendimi bir an bayılıyor gibi hissetmiştim. Şimdi anlıyorum ki hep hissetmişim, hep hissimde kalmış bu duygular, ben gerçekten birinin en sevdiği olmamışım. Ne acı…

Babamın tamamen kanseri yenmesinden sonra bir güzel haber de benim tayinimin çıkması olmuştu. İstanbullu Gelin diyorlardı dost akraba. Evimizi oraya açmıştık. Hazırlıklar bitmek üzereydi. Şehit Kamil’de kaç tur attık bilmiyordum çeyizlerim kusursuz olsun diye. Güvenilir bir muhitten 2+1 ufak sevimli bir ev kiralamıştık. Ben Ercan’ı Antep’te bırakıp İstanbul’a görevimi yapmaya gelmiştim. Yaza kadar çalışacak, ağustosun sonuncu gününde de evlenecektik. O eczanede çalışmaya devam ediyordu, özlem her gün yiyip bitiriyordu beni. Her gün vuslata bir adım daha yaklaşıyor, ama Ercan’dan bir adım daha uzaklaşıyordum sanki. Ya da ben öyle hissediyordum, bilmiyorum.

Ağustos, sonunda takvim yapraklarında yerini almıştı. İstanbul’da duramaz hale gelmiştim artık. Düğünümüze birkaç gün kala iznimi kullanarak çıkmıştım yola. Ama nafile, bu hayat şunu da öğretiyordu insana; Eşyalar değil, insanlar değil, yürekler kusursuz olsun…

Ağustos 31- Eylül 1

Düğünümüz mükemmel denecek düzeydeydi. Dans pistinde uçuyordum adeta. Ercan smokinin, ben gelinliğin içinde muhteşem görünüyorduk. Yakışmıştık işte birbirimize. Dışardan beğeni dolu bakan gözlerden anlıyordum bunu. Sevdiğim solumda, güzel ailem karşımdaydı. Ağırlığınca altın ve para takılmıştı. Bir kısmını Azra’nın ameliyatı için ayıracaktık gözü kapalı kabul etmişti bu isteğimi.

Saat 12.30’da İstanbul’a uçağımız vardı. Heyecanım katlanarak çoğalıyordu. Ben artık Aslı Gönül Akman değil, Erdem’dim. Düğün bitmişti. Herkes evlerine dağılmıştı. Biz de kendi evimize kilometrelerce öteye uçacaktık. Herkesle vedalaşıp hazırlanıp çıkmıştık. Gelinliğimi Antep’te bırakmıştım, içinde dünya güzeli gibi hissettiğim gelinliğimi… Babamla vedalaşırken çok ağlamıştım. İyilik meleğim derdi bana hep, elinden öperken İyilik meleğim uçuyor” demişti. Ve ben kalbimin yarısını bırakıp İstanbul’a gelmiştim.

Eve girdiğimizde Ercan’da birtakım tuhaflıklar sezmiştim. Fakat çok da üzerinde durmayıp benim gibi o da heyecanlıdır herhalde diye düşünüp duşa girmiştim. Çıkmadan saten siyah geceliğimi ve sabahlığımı giyip saçlarımı gelişigüzel kurulamıştım. Ben olacaklardan habersiz Ercan’ın en sevdiği parfümümü sıkmakla meşguldüm banyoda. Kapıyı aralayıp odaya girdiğimde her şey için çok geçti. Oda bomboş, ev bomboş, ben bomboştum. Yatağın üzerinde bir not vardı. Alıp da okumaya cesaretim yoktu açıkçası. Üşümüştüm... Terk edilmişlik hissi baş göstermişti. Kağıdı açıp okuduğumda inanmak istememiştim yazılanlara.

“Beni affet diyemeyeceğim çünkü affedilmeyecek bir şey yaptım. Ben seni hiç sevmedim Aslı Gönül. Bu mektubu şimdi yazmadım ayrıca, günlerdir cebimdeydi ve senin uzanıp da okuyabileceğin uzaklıktaydı. Yolun sonu hemşire. Eczaneye her gelişinde köşesinden seni ve beni izleyen kız var ya, Kader onun adı. Ve benim sevdiğim kadın. Onunla kavuşabilmek için bunu yapmak zorundaydım Aslı Gönül. Sen tam aileme layık bir gelindin ama bana layık olan sen değil Kader’di… Biz hiç evlenmedik hemşire, nikah memuru sahte, kalem uçucuydu. Bana hediye ettiğin güzel bir yaşam için teşekkür ederim.”

Elimde kağıt, gözlerimde anılar, kalbime tonca ağırlık yüklenmiş bir acı. Dolandırılmıştım. “Her insan hayatta en az bir kez dolandırılır” diye bir söz okumuştum geçmişte bir gün. Keşke müstakbel kocam değil de tecrübeli bir hırsız tarafından çalınsaydı hayatım. Güzel bir yaşam için teşekkür etmişti bana. Galiba güzel yaşamı takılan altın ve paralarla sağlayacaktı. Donup kalmak bu olsa gerekti. Hareket edemiyordum, adım atamıyordum, nefes alamıyordum, ağlayamıyordum bile. Yaşadığım bu an ileride hiç durmak bilmeyen gözyaşlarımın habercisiydi belki de.

Elimdeki kağıdı yavaşça yerine koydum ve mutfağa gidip bir bardak su içtim bedenim çözüldükten sonra. Elim ağzımda Fransız balkondan sokağa bakıyordum çaresiz. Yıllar sonra Ercan’la bulduğum hissimi tekrar kilitlemiştim sanırım sandıklara. Boş boş odaları dolaşıyordum. Ercan’ın ailesinin aldığı oturma grubuna bakıyordum gülerek. Onlar da benim gibi kandırılmıştı. Çeyizlerimi üst üste koyduğumuz henüz boş olan çocuk odasına doğru ilerledim yalpalayarak. Evde ruh gibi dolaşmamın manasını hala çözememiştim. Boş odada boş boş gözlerimi gezdirdim. Duvarlar bana bir şey anlatıyordu sanki.

Tekrar yatak odasına gittiğimde çantamdan evlilik cüzdanımızı çıkarmıştım. Söylediği gibi yazılan her şey uçup gitmişti. Geriye sadece yan yana duran fotoğraflarımız kalmıştı. Onu yavaşça yerine bırakıp ağzı açık bırakılmış sırt çantama baktım.. Yaklaşık yarım saat önce içi altın ve para dolu olan bu çanta şimdi bomboştu, duvarlar gibi, odalar gibi, benim gibi…

Ercan o gün kimsenin yapmaya cesaret edemeyeceği kadar büyük bir günah işlemişti. Bu gidişiyle mutlu olacak mıydı bilemem ama benim şu an mutsuz olduğum kesindi…

 

Şubat 2018,

O zamanlar hissettiğim en güçlü duygum nefret ve acıydı. Şimdi ise utanıyordum. Kandırılmışlığım yüzüme tokat gibi çarpıyor, aileme henüz anlatmamış olmam beni oradan oraya savuruyordu. Rotasız bir kaptan gibiydim ya da kaptanı olmayan bir gemi. Önüme çıkan hiçbir acı bundan daha kötü acıtamaz içimi diyordum artık. Savaşmayı bırakmış, gardımı yere indirmiştim. Ben Eylül’de sevmiş Eylül’de terk edilmiştim…

İşyerim sahilin hemen karşısında olduğu için her mesai bitiminde buraya gelir anılarım tazelenirken gözlerime yaşlar birikirdi. Hemşire olmama rağmen neden burada çalıştığımı söyleyecektim ben değil mi? Sözleşmemin yenileme tarihini depresyona girip evden çıkmayışım, hiçbir telefona cevap vermeyişim yüzünden kaçırmış, kadroya geçememiştim. Bu yüzden hayatımı kısa süreliğine idam ettirebilmek için bu işe girmiştim. Ne aptalım öyle değil mi?

Şimdi ise şubatın soğuğu değil yalnızlık ürpertiyordu içimi. Eve gitmek istemiyordum. Şarkıda da dediği gibi artık ben sokak kızıydım. Bana iyi davranmayın!

Ercan’ın ailesinin haberi vardı dolandırıldığımdan. Aileme hiçbir şey belli etmemelerini istemiştim onlardan. Öyle de yapıyorlardı. Hatta ben mağdur kalmayayım diye her ay evin kirasını bile gönderiyorlardı ve Türkiye’nin her yerinde onu arıyorlardı törelerden kaçan kızları aradıkları gibi.

Sahilin karşı yolundaki eczane dükkanlarına bakıyordum dalgınca. Eminim o paralarla bir dükkan bile satın almıştır kendine. Bu saçma düşünceyi öteleyip bir banka oturdum. Bu şehrin hengamesinde benim de ayak izim vardı artık. Benim de öyküm yazılmıştı mürekkebi acı olan bir kalemle. Ben hiç Aslı Gönül Erdem olmamıştım, ben hiç dikkatli bir hemşire ve kimsenin en çok sevdiği olmamıştım.

 

Eve zor atmıştım kendimi. Daha fazla düşünseydim iflas bayrağını çekecektim. Elime bilgisayarımı alıp birkaç ay önce başvuru yaptığım özel hastanelerin sitelerinde dolanmış, maillerimi kontrol etmiştim ama henüz cevap yoktu. Daha fazla hamburgercide çalışamayacaktım çünkü ya kokulardan bayılacaktım ya da beynimi zorlayan gürültülerden. Mutfağa geçip buzluktan içli köfteleri çıkarırken kapı çaldı. Gelen kim diye düşünmedim çünkü gelen bu apartmanda tanıştığım ve muhatap olduğum ilk ve tek kişi Aysel ablaydı. Aysel abla otuzunun ortalarında hiç evlilik yapmamış, bekar bir hasta bakıcıydı. Lise öğrencisi erkek kardeşiyle birlikte yaşıyordu. Anne ve babası 2011’de meydana gelen Van Depremi’nde göçük altında kalıp vefat edince kardeşini de alıp İstanbul’a yerleşmiş. Buraya taşındığım ilk gün sahip çıkmıştı bana. İkimizde acılarımızı anlatıp kardeş olmuştuk…

Kapıyı açınca selam sabah demeden “Mahvoldum ben, mahvoldum” diyerek içeri fırladı Aysel abla. “Dur abla yavaş, n’oldu anlat önce?” dedim koltuğa oturmasını sağlayarak.

“Ah Aslı’m ahh, bittim ben.”

“Niye bittin yaa?”

“Enes ateşler içinde yanıyor, yarın onun başında durmam lazım, patron beni öldürür gitmezsem, ama gidersem de kardeşim ölür maazallah.”

“Tamam, yarın izin günüm. Ben gelirim, bakarım Enes’e.” dedim hiç düşünmeden.

“Olmaz şekerim benim aklım kalır kardeşimde, şey diyecektim ben sana. Yarın benim yerime gitsen olur mu? Hem patron sabahları erken çıkıyor, sadece patronun hasta annesiyle ilgilensen yeterli.”

“Tamam abla. Çok uzak mı peki, hangi otobüse bineceğim?”

“Otobüse binmene gerek yok kuzum, biliyorsun servis geliyor alıyor evin diğer çalışanları ile beraber.”

“Aaa, doğru unutmuşum ben onu. Tamamdır o iş!”

“Ya sen iyilik meleğisin, Aslım benimm!” deyip yanağımdan öpüp gitmişti.

Aysel abla iyilik meleği deyince aklıma babam gelmişti. Dünden beri aramıyordum onları. Her konuşmamızda onlara yalan söylemek, ses tonumu neşeli tutmak zorunda kalmak beni yiyip bitiriyordu. Genellikle Ercan’la konuşmak istediklerinde duşta olduğunu daha sonra arayacağını söyleyip ses tonları birbirine yakın olan Enes’le konuşturuyordum. Aysel abla ve Enes olan biteni bildiğinden hiç pot kırmıyordu. Ama bu yalanım nereye kadar böyle sürecek bilmiyordum. İstanbul’a yanıma gelmek isteyeceklerdi ya da bir gün cesaretimi toplayıp ben Antep’e dönmek isteyecektim veyahut da çok kötü faka basıp yakalanacaktım, kim bilir?

Annem ve babamla kısa bir süre sohbet ettikten sonra daha doğrusu yalanları fütursuzca sıraladıktan sonra ablamla konuşmuştum. Benden daha dertli biri varsa o kişi ablamdı. Metin eniştem iyice zıvanadan çıkmış, Azra’nın hastalığı git gide ilerlemişti. Burada durup hiçbir şey yapamamak beni kahrediyordu. Halbuki babam yıllarca benim gözetimim altındaydı ve iyileşmişti de, Azra da ciddi bir bakımla iyileşebilirdi, ama önce ameliyat olması gerekti.

Telefon trafiği bittikten sonra mutfağa geri döndüm. Yoldaşım olan radyomu açıp şansıma gelecek olan parçayı beklemekteydim. Bir yandan da kaynattığım içli köftelerin yanına salata yapıyordum. Tek kişilik masamı kurduğumda beni tatmin etmeyen şarkılar da bitmiş yerini plağın tatlı cızırtısıyla başlayan bir Sezen Aksu parçası çalmaya başlamıştı. Dinledim dinledim dinledim…

“Sen ellerimde bahar demetleri,

İçim ışık ışık,

Kısaca sen gençliğimdin.”

 

Birine gençliğim diyebilmek için uzun yıllar anı biriktirmeye gerek yoktu. Genç olduğunu, duygularının zirvede olduğunu o kişiyle hissetsen yeterdi. Ben Ercan’ın derin bakan ama sahtekarlık kokan mavi gözlerinde hayat bulmuş, bahar çiçeklerini saçlarından toplamıştım teker teker ama bilememiştim ellerine aldığı bir başka gülü, topladığı başka papatyaları…

Tek kişi olduğum için bir türlü dolduramıyordum bulaşık makinesini. Ne zaman önce koyduğumu bilmediğim tabak ve bardakların yanına yenilerini ekledim.. Yarım kalan ekmeği ekmekliğe koyup mutfaktan çıkmıştım. Günlerim bomboş ve israf olurcasına geçmekteydi. Aylardır yaptığım iş sadece patates kızartmaktı. Hastalarla haşır neşir olmayı özlemiştim. Bir şeyler üretmeyi, kendime ve başkalarına faydalı olmayı özlemiştim. Ben, ben olmayı özlemiştim.

 

Yarın izin günüm diye sevinecekken Aysel ablanın hasta bakıcılık yaptığı eve gideceğim aklıma gelmişti. Dolaba doğru ilerleyip yarın için giyecek güzel bir şeyler seçmeye karar verdim.. Elime kırmızı kabanımı aldım ama içine ne giyeceğime henüz karar vermemiştim. Son olarak beyaz gömlek ve belden oturan siyah İspanyol paça kumaş pantolonumu ütülemek için çıkardım dolaptan. Kıyafetlerim elimde sadece ütü yapmak için girdiğim boş çocuk odasının ışığını açtım. Yine kapı eşiğinde durup izledim bana bir şeyler anlatmak isteyen boş duvarları. Ama ben yine anlam verememiştim bu eyleme. Tek bildiğim Ercan’ın kapı eşiğinden bir türlü içeri giremediği ve hep gidici olduğuydu. Kıyafetlerimi ütüleyip duş alıp yatmıştım aylardır bir türlü ısınmak bilmeyen yatağıma…

Sabah Aysel ablanın dediği gibi içinde üç kişinin daha olduğu transit bir araç beni gelip aldı.. Gitmeden Enes’e bakmıştım ve zavallının şifayı ciddi anlamda kaptığını görmüştüm. Aysel abla evdeki görevlerini bir kağıda yazıp vermişti bana. Söylediğine göre patron çok titiz biriymiş, ayrıca odasına yalnızca Aysel ablanın girmesine izin veriyormuş.

Serviste cam kenarına oturup kulaklıklarımı taktım. Bu işi başarıp başaramayacağım konusunda bir şüphem yoktu bu yüzden aklımı bu konuda çok yormadan kulaklarıma dolan seslerin tadını çıkarmaya başladım. Bir şarkı, iki şarkı, üç şarkı dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on şarkı derken sonuncuyla beraber toplam on bir şarkı dinlemiştim evin olduğu muhite gelene kadar. On bir şarkılık yol neredeyse kırk beş dakikamı almıştı. Servisten inip etrafımı ve sadece bir gün çalışacağım evi incelemeye başladım. Giriş kapısı su yeşiliydi. Kapının üstünden yeni yeni tomurcuklanmış beyaz yasemin çiçekleri sarkıyordu. Evin güzel kapısı ve aynı renk olan pencere panjurları, renge sahip olan tek yerdi çünkü geri kalan her yer bembeyazdı. Aramızdaki en yaşlı kişi çantasından sayamadığım kadar anahtarlara sahip elinde kılıç taşıyan aslan ve güneş figürlü maskotunu çıkarıp kapıyı açmıştı. Çalışanların arkasından etrafı inceleyerek yavaş yavaş ilerlemeye başlamıştım. Serviste hiç biriyle tanışmamıştım, üstelik kendimi de tanıtmamıştım. İçeri girerken;

“Bu arada ben Aslı Gönül, Aysel ablanın kardeşi rahatsız olduğu için…”

“Biliyoruz, onun yerine çalışacaksın sadece bugün.”

Cümlemi tamamlamadan en genç ve en güzel olan sadece “bugün” kelimesine vurgu yaparak lafı ağzıma tıkamıştı. Diğer ikisi de, biri erkek diğeri kadın, işlerine koyulmuştu, bunlarla sohbet falan edilmezdi. Halbuki Aysel abla hiç bunlara benzemiyordu, kadına sabırlar dilerken bulmuştum bir an kendimi.

Geniş ve sade olan salona hayran kalmamak elde değildi. O kadar sade o kadar minimal desen ve eşyalarla dekore edilmişti ki evin girişine “az eşya çok huzur” yazsak isabet olurdu yani. Gözlerim renklerin ahengiyle sarhoş olurken yaşlı olan bana seslendi.

“Aslı’ydı değil mi?”

“Aslında Aslı Gönül. İsmimi birlikte kullanmayı seviyorum ama dilerseniz Aslı da diyebilirsiniz benim için bir mahsuru yok.” deyip gülümsedim.

Kadın benimle dalga mı geçiyorsun der gibi bakmakla yetindi sadece suratıma. Anlaşılan pek insancıl değillerdi bunlar. Ben de en az kelimeyle cümlelerimi tasarruf etsem iyi olacaktı.

“Beyefendi uyanmak üzeredir, hemen filtre kahvesini hazırlasan iyi olur.”

Aysel abla halbuki daha erken çıktığından bahsetmişti patronun. Tanışmanın bir mahsuru olmadığını düşünerek cebimden Aysel ablanın verdiği not kağıdını çıkarttım. İlk görev şuydu: Filtre kahvesini hazırlayacak ve yanına da bir kurşun kalem uzunluğundaki bitter çikolatalardan bir tane koyacaktım.

“Bana malzemelerin yerini gösterir misiniz?”

“Gel benle.”

Sadelikte cumhuriyet kurmuş evin bir diğer bölümü mutfakta da yok denecek kadar az eşya vardı. Demek ki beyefendi az ve özlükten hoşlanıyordu. Kadın eşyaların yerini beş karış suratla göstermişti, patronları da bunlar gibi mi acaba diye düşündüm bir an.

“İşini bitirdikten sonra kahveyi yukarı götür, beyefendi odasının terasında içmekten hoşlanır.” dedi buz gibi bir sesle.

“Peki.”

Bu soğukta insan neden terasta kahve içsin ki? Bu arada kırmızı kabanım hala üstümde duruyordu, çıkartıp girişte gördüğüm portmantoya diğer kabanların yanına astım. Yanımda getirdiğim siyah topuklu ayakkabılarımı ayağıma geçirip tekrar işimin başına döndüm. Beyaz gömleğimi kirletmemek için bulduğum siyah mutfak önlüğünü boynumdan geçirip işe başladım. Kahveyi ve bitter çikolataları hazır ettikten sonra adımlarımı beyefendinin odasına doğru yönelttim. Merdivenleri dikkatle çıktıktan sonra üst kata vardım. Duvarlardaki somon rengi lale tabloları, tabloların altındaki adını bilmediğim büyükçe bir bitki ve çaprazlarındaki aynayla birlikte evin koridorları da çok şık ve sadeydi. Yerdeki açık renk ahşap parkelerle açık gri duvarlar uyum içindeydi. Duvarlara egemenliğini hissettiren lale tabloları ise ortama renk veriyordu.

Gördüğüm ilk beyaz kapıyı tıklayıp açtığımda beni küçük bir oda karşıladı. Kapıyı açtığım gibi kapayıp bitişiğindeki kapıyı araladım fakat beyefendinin odası bu da değildi. Koridor sarmal şeklindeydi ve bir labirente girmiş gibi hissediyordum kendimi. Son kapıya varana kadar hepsini açıp bakmıştım. Kapılarla birlikte sarmal döndükçe birbirini takip eden ve farklı perspektifte olan lale tabloları başımı döndürmüştü. Neden her yerde lale vardı ki? Son kapıya ulaştığımda hedefe vardığıma sevindim. Kapıyı tıkladığımda içerden ses gelmedi. İçeri temkinli bir şekilde adımımı attığımda baş dönmeme bir de patronun muhteşem parfüm kokusu eklendi. Odanın her bir karışı sahibinin kokusuyla sevişiyordu sanki.

Ve oda…mükemmeldi. Yatak başlığının arkasındaki duvar ayın pürüzlü desenini andıran gri beyaz renklerle bezenmişti. Tavandan iple sarkan üçer tane ışık çok hoş bir görüntü oluşturuyordu. Yatak dağınıktı, gri, siyah ve beyazın uslanmaz ama asil dağınıklığı çok güzeldi. Odanın sağ tarafı boydan boya camdı. Bu açık mavi görüntüye tezat eşir aralıklarla birbirini takip eden çıtalara sahip duvarlar tamamen fümeydi. Elimdeki soğudu soğuyacak kahve tepsisini ahşap komodinin üstüne bırakıp beyefendinin kahve içmekten hoşlandığı terasa çıktım. Telefonumu çıkarıp Aysel ablayı aradım. Sağ olsun çok bekletmeden hemen açtı telefonumu.

“Abla günaydın.”

“Günaydın Aslı’m. Nasıl gidiyor iş?”

“Abla iş daha yeni başladı şimdilik bir sıkıntı yok da ben sana patronun adını sormadım ya.”

“Aaa evet ben de söylemeye unuttum sana. Patronun adı Emirbey.”

“Emir mi, doğru mu anlıyorum?

Tam o sırada arkamda bir hareketlilik hissetmiştim. Umarım bu gelen Emir Bey değildi. Ama bu düşük bir olasılıktı çünkü tam da onun odasında onun terasının kapısındaydım.

“Adım Emir değil Emirbey!”

 

 

Loading...
0%