Merve Özbey-Güvercin 🎶
İstanbul, Tahtakale
Ocak, 2019
“Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz zaman..."
Geleceğe haddinden fazla ümit bağlamış veya geçmişte takılı kalmış insanların kulak asmayacağı bir sözdü bu. Mustafa, her gün aynı satırları tekrarlasa, aynı kitabı yıllardır hatim etse de geçmişin kapılarını kapatmış sayılmazdı pek. Oysa zaman kum saatinin içindeki kumlardan daha hızlı dökülüyordu. Mustafa, akıp giden zamanla yarışması gerekirken unutmak istemediği geçmişin kuyuyu andıran girdabına daha da düşüyordu.
"Ah be Tolstoy, ya ben bu zamanı değil de geçmişi, geçmişte yaşadığımı ve geçmişte olanı özlüyorsam... En değerli zamanım o ise, ya sen yanılıyorsan?" diye mırıldandı içinden genç edebiyat öğretmeni. Sonra onu evde bekleyenlere ihanet ettiğini hissetmiş olacak ki kafasını düşünce bulutunu dağıtmak istercesine iki yana salladı.
Çocukluk ve gençliğinin bir parçası hem meslektaşı hem de aynı okulda görev yaptığı arkadaşı Emre’nin keşfettiği tantuniciye giderken şoför koltuğunda bir rehber edasıyla Emre dikkatlice araba kullanıyor, takımın bir diğer elemanı Soner, Emre’nin ani manevralarına öfkeleniyor, Mustafa ise arka koltukta o kutsal saydığı kitabın kapağını kapatmış bilgisayar çantasının içine tıkıştırıyordu.
Emre, Soner ve Mustafa… Bu üç adam da aynı lisede öğretmendi. Emre ile Mustafa'nın dostluğu memleketi Mersin'e dayanıyordu. İkili, Mustafa üniversite sınavını kazandığı yıl tanışmışlardı. Mustafa dört yılını İstanbul yollarında geçirse de iki yıl sonra üniversite sınavına girecek olan Emre memleketi Mersin'de kalmayı tercih etmişti. Soner ise Mustafa'nın üniversitede kazandığı en güvenilir dostuydu.
Soner bir gün uykusunda sekiz kişilik yurt odasında korkuluğu olmayan yatağın ikinci katından düşüp kolunu kırmıştı ve alt katında yatan Mustafa, ona refakatçi olmuş ve o gece ikilinin dostlukları başlamıştı.
Bu gece Soner de Mustafa da arabalarını evde bırakmış Emre'nin şoförlüğünde İstanbul'un bilinmeyen sokaklarına doğru süzülmüşlerdi. Mustafa girdikleri bu semtin esrarengiz dar ve yıkık sokaklarını izlerken dikiz aynasında kendisi ile karşılaştı. Uzun zamandır uzaktı kendine, rengi elaya çalan gözlerine yabancıydı epeydir. Buğday tenin, kumrala yakın ince telli saçların, yüzünün masumluğuna yakışan yuvarlak burnun, pembeliğini hiç yitirmeyen dudakların ve yüzünün neredeyse yarısını kaplayan iki günlük sakalın sahibini epeyce inceledi. O yıllardan bu yana zaten pek değişmemişti yüz ifadesi. Yaş almasına rağmen hiç olgun, keskin bir yüze dönüşmemişti sevimli denecek kadar sıcak bir his veren suratı. Hep ifadesiz bakardı ve de kötü niyet barındırmayan, karşıdakini dinledikten sonra hüküm veren gözleri vardı.
Radyo spikerinin neşeyle sıradaki şarkının adını söylemesi, Mustafa'nın dikiz aynasıyla arasında geçen sessiz ve kimsenin bilmediği bu gizemli muhabbeti sonlandırdı. Bu şarkıyı uzun zamandır dinlemiyordu. Hatta o yazdan beridir hiç! Nerde duysa kapatır, kafasını dağıtacak şeylerle meşgul olurdu.
"Öyle savunmasız bir zamandı Bulduğunda beni
Sen başlattın boyun eğdim
Kabullendim seni."
Emre de Soner de Mustafa'nın içinde patlayan volkanlardan habersiz şarkıya tempo tutturmuşlardı.
"Yanımda kal yanımda kal
Düşlerin yetmez ki bana
Yanımda kal yanımda kal
Çok geç rastladım sana."
Soner ve Emre şarkıyı yalnızca dinlemiyor şarkıyı söyleyenle beraber yeniden yaşıyorlardı sanki. "Abi ne dinlerdim bunu bir zamanlar." dedi Soner Emre’ye dönüp. "Aynen ya, ergenken kaç kızla ortak aşk şarkımızdı bu. Gökhan Türkmen de iyi söylemiş ama beğendim." dedi çapkınlığı ile övünürcesine Emre. İkisi de Mustafa’nın bam teline bastığını fark etmeden yorumlar yapıyordu. Şarkıya gümbür gümbür eşlik etmeye devam ediyorlardı, arkada kendini yiyip bitiren adamı hiç görmüyorlardı bile. Zaten günlerdir anılarıyla boğuşan genç adamın patlaması da fazla gecikmemişti böylelikle.
"Kapatın abi şu radyoyu!"
Arka koltuktan, Mustafa'dan, gelen yüksek sesle ortam gerginleşirken ne olduğunu anlayamadı iki genç adam. Sebebini sormadan radyoya uzanıp frekansı değiştirdi Soner. Aslında ikisi de anlamıştı bu şarkının ilk aşkı Şirin ile bir alakası olduğunu. Emre de Soner de Mustafa'nın unutamadığı ilk aşkını biliyorlardı. Her şarkıda her şiirde hüzünlendiğini görseler de Sıla ile mutlu bir evliliklerinin olduğunu düşünüyorlardı hep. Hem 13 yıl geçmişti aradan hala o kızın beyninde yer edinmesi saçmaydı, hem de evli bir adamsa bu kişi normal karşılanamazdı. Yine de dostlarına saygı duyup, bu ani hareketine ses etmeden devam ettiler yollarına.
Otomobil izbe, dökük, karanlık ama bir o kadar da kebap kokularıyla sarhoş olan kedi ve köpeklerin yaşadığı bir ara sokakta durmuştu. Emre buraya daha önceden geldiğinden garipsemedi bu ortamı tabi ki ama Soner ve Mustafa tedirgin olduklarını arabadan inmeyerek gösteriyorlardı.
"İnsenize abiciğim, arabayı park edeceğim."
İki genç birbirine bakıp denemekten ne çıkar diyerek indiler arabadan ama fazla yol almadan Emre'nin gelmesini beklediler. Beş dakika geçti geçmedi Emre karanlıklar içinden göründü. Soner ve Mustafa'nın çekingen duruşlarına aldırmadan arsızca "Kurt gibi açım hee." dedi.
"İnşallah zehirlenmeyiz, amin." Mustafa sesli bir şekilde isyanını belli etti. Soner de ona katılır gibi omzunu sıvazladı.
"Oğlum azıcık güvenin şu kardeşinize be! Hem siz nerde büyüdünüz lan? Ben sokakta, merdiven altlarında büyüdüm oğlum anlarım bu işlerden." diye sırıttı. Pişkin olmayı severdi Emre.
"Emre abartma istersen. Bizim üst sokakta oturduğunu, annenle babanın üzerine ne kadar titrediğini bilmesem inanacağım şu söylediklerine.” dedi Mustafa önden yürüyen Emre’nin omzuna dostane bir yumruk atıp. Soner, ikilinin atışmalarına gülmeden edemedi, "Yürü Emre yürü. Yiyelim de şunu, çenenden kurtulalım." dedi arkalarından ittirip.
Emre'nin bahsettiği iki dükkan arasına kurulmuş üstü açık derme çatma lokantaya gelene kadar hiç biri konuşmadı. Masalardan birine oturunca üç tantuni yanına da ayran söylediler. Bir yandan da ocak başında duran adam şu meşhur tantuniciyi taklit ediyor "Tantuni ayran gerisi yalan." diye bağırıyordu.
"Oğlum adamın sloganı bile kolpa. Şu internette dönen adamın lafını çalmış bir de." dedi Soner sırıtarak. "Olsun kardeşim sen tadına bak." diyerek son noktayı koydu Emre.
Ve Emre haklı çıkmıştı, tek bir porsiyonla tadına doyamayıp ikinciyi de istediler. Eee ne demişler; en güzel, en lezzetli ürünler merdiven altlarından çıkarmış. Tabi bunu yazar şu an kendisi uydurmuştu. Hesabı ödeyip üstüne de üç keyif çayı söylediler. Her şey tadında, eğlenceli, gayet keyifli ilerlerken yine Mustafa'yı geçmişe götürecek bir olay yaşanmıştı. Zaten bugünlerde kafasında kavak yelleri esiyordu genç adamın. Gerçekleşmesi imkansız ve yanlış olan düşünceler çok sık gezer olmuştu zihninde. Sesin nereden geldiği belli olmayan bir yerde Fatih Erkoç- Anı çalıyordu. Mustafa, tıpkı bu şarkı gibi nerden geldiği belli olmayan bir ışık huzmesinin içine giderek çekiliyordu. Nazlı nazlı çalan bu ayrılık şarkısı Mustafa'nın Şirini’ni bir daha görmediği o yıl kulaklarına ilişmişti. Belki daha önce de duymuştu ama onun gidişiyle anlam kazanmıştı. Önce araba şimdi lokanta, bugün tüm radyolar hileliydi!
"Senden kalan tek anı bu
Solgun sayfadaki güller
Alır beni götürürler
Sevgi dolu yıllara..."
Uzun bir sessizlik şarkı bitene değin devam etti masalarında. Mustafa'nın uzaklara dalıp gidişinden anlamışlardı bu şarkının da eskimeyen yarasını kanattığını. Mustafa bu defa susmak istemedi ve aklındaki Sıla'ya rağmen yanardağ olmuş kalbinin lavlarını akıttı birer birer.
"2005 yılıydı. Ben daha on yedi yaşındaydım o ise on altı. Haziran 2002'den beri her yaz görüşüyorduk. Kışın da oradan buradan bulduğu telefonla ya anneannesini ya da babamı arıyordu. Sağ olsun rahmetli babam hiç ses etmezdi, karışmazdı ilişkimize. Annem tantana çıkarırdı hatta sevmezdi Şirin'i ama babam genç olduğumu elbet hoşlandığım birisinin olacağını söylerdi." Titrek bir nefes verdi Mustafa ve boğazında düğüm düğüm olmuş geçmişin biraz olsun kendinden uzaklaşmasını diledi.
"İşte yaz sonu geldiğinde o hep nefret ederek anlattığı babası ve abisi geldi, kızı apar topar Karaman’a götürdüler, yani götürmüşler. Neden olduğunu, ne için olduğunu hiç anlamadım. Sonraları İlcan ninemden, Şirin'in anneannesi, öğrendim ki Şirin'in annesi kanserden vefat etmiş. İlcan ninem de kızının vefatından sonra çok yaşamadı zaten. Onu bana hatırlatan tek kişi de terk etti beni. Kadın hastaymış zaten. Bu yüzden her yaz Şirin'i istiyormuş yanında. Yıllarca kocası Sami amca görmek istememiş kızını da Şirin'i de. O da ölünce İlcan nine doymak istemiş en sevdiği torununa. Hepi topu iki torunları vardı. Diğerinden, abisinden, hayır gelmezdi zaten keş ayyaşın tekiydi. İşte o gece, Şirin’in bir daha dönmemek üzere gittiği gece radyoda bu şarkı çalıyordu." Mustafa cümlesini noktaladıktan sonra eşlik etti kıyamete kadar kapattığı sandığı açan bu şarkıya.
"Ne kadar güzeldi o günler
Acının kucağındaki düşler
O sıcak heyecanlı geceler
Şimdi arkadaş oldu bana."
Uzun soluklu bir konuşma yapmıştı Mustafa. Hep susan, içini dinleyen o dertli adam dökmüştü eteğindeki taşları. Şirin'in varlığından haberi vardı Emre ve Soner'in, ama bu kadar detaylı bilmiyorlardı olayın iç yüzünü. Sıla'dan önce yaşanmış, izi hala geçmemiş bir ilk aşk olarak tanımlıyorlardı. Emre saygı duysa da bu aşka, Soner hala o günde kalmasını onaylamadığını belirten cümleler geveledi yine bu akşam da.
"Peki Sıla? Abi sen beş yıldır evlisin, dört yaşında bir oğlun var, bazı şeyleri gerçekten unutman gerekmez mi artık?"
Mustafa bu soruya cevap vermeden kendini haklı gösterecek bir şeyler aradı. Ama bulamadı. Evli olmasına rağmen ilk aşkını düşünmenin haklı bir yanı yoktu. Emre, Soner gibi suçlayıcı davranmak istemedi ve o günden sonra Şirin'e ne olduğunu merak etti.
"Kardeşim, o yazdan sonra bir daha gelmedi mi Şirin?"
"Hayır gelmedi." dedi sıkıntılı bir nefes vererek.
"Peki hiç aramadın mı?"
"Aramaz olur muyum? Karaman’a gittim kaç kere. Ama her defasında komşuları, akrabaları taşındıklarını ve nerede olduklarını bilmediklerini söylediler."
"Nasıl ya?" Emre şaşırmıştı.
"Basbayağı yoklar, yok oldular."
"Oğlum neden anlatmadın bunu daha önce bana?" dedi şaşkınlığını bir türlü üzerinden atamayan Emre.
"Siz mahalleye Şirin gittikten sonra taşınmıştınız ve tüm ümitlerim tükendikten sonra artık onu unutmaya, hayatımı onsuz devam ettirmeye başlamak istemiştim." dedi Mustafa. Bunu derken o zamanki umutsuzluk gelip bulaşmıştı sesine.
"Peki Şirin... O hiç aramadı mı?"
Soner ön yargılarını bir kenara bırakıp ilk defa konuşmuştu. Hala yaptığının yanlış olduğunu, artık Sıla ve Osman’a odaklanması gerektiğini düşünüyordu. Hatta çok geç bile kalmıştı Mustafa düşüncelerine geçmişini bulaştırmamak için. Soner'in sorduğu bu soru Mustafa'nın yüreğini ezip geçen son soruydu. Usulca olumsuz anlamda başını salladı ve kalkıp gitti masadan. Başı yerde karanlığa doğru akıp gitti. Emre kalkıp ona yetişmek istedi ama Soner Emre'nin kolunu kavrayıp durdurdu.
"Bırak biraz yürüsün, on dakikaya biz de kalkarız."
Mustafa yürüdü, karanlıkta nerede olduğunu bilmeden, önünü görmeden, Şirin'i hatırlamak, bulmak istercesine koştu. Tam 13 sene geçmişti ama hala duygularında değişen pek bir şey olmamıştı anlaşılan. Neyin nesiydi kaç yıl sonra bu Şirin merakı? Birbirlerini çok severek, aradığı huzuru onun şefkatli sesinde bularak evlenmemiş miydi Sıla'yla? Aklına Sıla'yla yaşadığı mutlu evliliği getirmeye çalışsa da geçtiği duvarlarda Şirin'in ve Mustafa'nın on yedi yaşındaki sesleri yankılanıyordu.
Erdemli, Mersin, 2005
"Bugün dersimizi nerede işleyelim Mustafa?"
"Bilmem, nerede istersen?"
"Gökyüzünde işleyelim, nasıl olur?"
"Hmm. Ben sana her baktığımda oradayım zaten ama seni bilmem."
"Ben... ben de cennetteyim Mustafa… Eğer huzur veren gözlerin cennetse ben her gün oradayım.”
Şimdi
Bir damla yaş firar etti gözlerinden. Hayatının en güzel üç yılını geçirdiği kız belli ki kıyamete kadar onunla beraber gidecekti. Ama hayali, ama sesi, ama yalnızca düşüncesi... Bilmediği sokaklarda kaybolmak istercesine yürüdü Mustafa. Tuhaf insanların, tuhaf bakışlarına aldırmadan ilerledi. Her köşe başında hiç de tekin olmayan bir avuç insan gözlerini dikmiş yüzü sırılsıklam olmuş bu adama bakıyordu. Kasımın soğuğunda bu kadar insanın dışarıda olmasına hayret etti. Evet, kendisi ve arkadaşları da dışarıdaydı ama kastettiği insanlar yalnızca ayakta bekliyordu.
Mustafa tabelanın gösterdiği yönü takip edip meydana inmek istedi. Biraz daha yürümek soğukla baş başa kalmak istiyordu. Yorulunca Emre'yi arar tarif ettiğim yerden almasını söylerim diye geçirdi içinden. Mavi, yeşil, bordo tabelalar derken kendini Arnavut kaldırımlı dar bir sokakta buldu. Kimsecikler yoktu bu defa. İstanbul'un bu yüzünü yeni görüyordu ve bir hayli ürkmüştü terk edilmiş gibi duran ama gündüz tekrar canlanan bu sokaklar.
Girdiği ara sokaktan tam çıkacağı sıra kulağına bir ses ilişti. İlk önce kedi sesi mi yoksa insan sesi mi ayırt edemedi ama daha sonra sesin şiddeti artınca bunun bir kadın sesi olduğunu anladı. Az ileride çöp kutusunun arkasından geliyordu. Korkmuştu Mustafa. Sesin geldiği yöne gitsem mi gitmesem mi diye geçirdi içinden. İç sesi ile arasında bir muhakeme yaşarken acı dolu bir ses daha yükseldi. Çok geçmeden de kendini sesin sahibinin yanında buldu.
Siyah saçları yüzünü kapatmış ve kolları bedenini sarmış cenin pozisyonda birisi yatıyor, aynı zamanda inliyordu. Mustafa tereddütle elini kadının saçlarına doğru uzattı ve yanağının bir kısmını görecek şekilde açtı. Gördüğü yüzle bir iki adım geriledi. İrkilmişti! Hayır, bu gerçek olamazdı! Mustafa bir an burada iki büklüm yatan kadının Şirin olduğunu zannetti. Bu bir tesadüftü evet, ya da göz yanılsamasıydı. Hatta Mustafa hayal bile görüyor olabilirdi. Yüzünü tamamen açıkta bırakacak şekilde saçlarını geriye ittirip yüzünü avuçlarının arasına aldı Mustafa. Ne kadar da benziyordu bu donmuş surat Şirin'e.
Mustafa emin olmak için ceplerini karıştırdı kızın. Daha sonra sıkı sıkıya tuttuğu bir kol çantası olduğunu fark etti. Kadın bir yandan belli belirsiz şeyler söylüyor bir yandan çantasını bu yabancı adama çaldırmamak için direniyordu. Mustafa alamayacağını anlayınca kadına iyice yaklaşıp "Hanımefendi size zarar vermeyeceğim, çantanızı da çalmayacağım sadece kimliğinize bakmam gerek. Lütfen izin verin." dedi. Kadın bu yumuşak ve kibar sese daha fazla direnmeyip çantasını elleri arasından ayırdı.
Mustafa heyecanla çantayı boşaltmaya başladı. Şirin'e benzeyen bu kadının bir yandan Şirin olması için dua ediyordu, Sıla'nın varlığı ile dolup taşan diğer yanı ise kaşlarını çatmış bir şekilde bu olanları izliyordu. Sonunda kadının kimliğini küçük, suni deri cüzdandan elleri titreyerek çıkardı. Ama sonuç bir yanı için hüsran diğer yanı için "oh be!" idi.
Kadının ismi Şebnem Solak'tı.
Kimliği tekrar cüzdana, cüzdanı da çantaya yerleştirip ayağa kalktı Mustafa hayal kırıklığı içinde. Başı kaldırım taşında olan kadına uzun uzun bakıp arkasını dönecekken o ince ses tekrar çalındı kulaklarına. Puslu ve boğuk çıkan bu cümleden hiç bir şey anlamamıştı Mustafa. Biraz daha yaklaşıp ne dediğini duymaya çalıştı.
"Kurtar beni!"
Kadın "Kurtar beni" diye inliyordu ve çare arayan yalvarışlarını bir kaç kez daha tekrarladı.
"Kurtar beni, lütfen..."
Mustafa, başına bela almak istemiyordu. Buradakiler tekin insanlar değildi, üstelik alkol, uyuşturucu, fuhuş, kumar, yer altı dövüşleri ne ararsan bu sokaklarda döndüğünü biliyordu. Ya bu kadın da onlardan biriyse? Ya belalıları varsa? Evet, bu olaya hiç şahit olmamış gibi geldiği yöne tekrar yürümek en iyisiydi. Öyle de yaptı Mustafa. Kadın arkasından bir kaç kez daha bağırdı.
"Ne olur kurtar beni, lütfeen..."
Mustafa bu çaresiz, kendinden yardım dilenen sesi duymamak için kulaklarını kapamak ve koşmak istedi, ama yapamadı. Gitmek için attığı adamları geri geri yürüdü ve iyice kendinden geçmiş bu yabancı kadını incelemeye başladı. Üzerinde siyah bir kaban ve karanlığın izin verdiği kadar gördüğü bacaklarını saran siyah simli bir çorap vardı. Anlaşılan etek giymişti. Mustafa'yı şaşırtan olay ise kadının ayağındaki parlak rugan yüksek topuklu ayakkabılarıydı.
Kadın ayağa kalkmaya çalıştı ama öyle biçareydi ki yere yeniden yığıldı. Mustafa burada böyle dikilmekle zaman kaybettiğini düşünerek telefonunu tuşladı ve Emre'yi aradı. Bulunduğu konumu mesaj olarak atacağını söyleyerek telefonu kapattı. Çok geçmeden Emre ve Soner arabayı gelişigüzel park edip indiler. Çöp tenekesinin arkasında kalan kadını ikisi de görmüyordu.
"N’apıyorsun oğlum burada?"
"Soru sormayın abi, burada yatan bir kadın var hadi yardım edin arabaya taşıyalım."
İkisi de şaşkınlıkla çöp kutusunu dolandıktan sonra yerde yatan kadını fark etti. Kadın o kadar zavallı görünüyordu ki ikisi de anında yüzünü buruşturdu.
"Lan oğlum buradakiler tekin adamlar değildir, başımıza bela almayalım sonra." Soner de Mustafa gibi düşünüyordu. En yufka yüreklisi Emre çıkmıştı aralarından.
"Abi saçmalamayın, kadına tecavüz etmişlerdir belki de, hadi tutun kaldırıp hastaneye götürelim."
Emre hariç hiç kimse bu ihtimalin olabileceğini düşünememişti. Mustafa kadını kucaklayıp arka koltuğa yatırdı ve başını dizleri arasına alıp o da arka koltuğa yerleşti. Emre gaza bastı, sonunda o izbe yerden çıkmışlardı.
İnstagram: Rana.ve.kitaplari
(Hikayem ile ilgili görselleri instagram hesabımda paylaşıyorum.)
Bölüm sonu 💙