Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Aynı Yerde Buluşalım

@ranab.t

"Sen nasıl başardın?


Yüz yıllık ağaç gibisin.


Nasıl böyle kaldın?


Büyürken eskimeyen, eskise de değerlenen..."


Mustafa tamamen yüzü açıkta olan kadına baktıkça Şirin'e bakıyor, Şirin'i görüyor gibi hissediyordu. Kadın hala kendine gelememişti ve kafasını bir sağa bir sola hareket ettirip sessizce bir şeyler sayıklıyordu. Ne dediğini anlamak mümkün değildi. Mustafa iyice yaklaştı kadına, sesi o kadar cılız çıkıyordu ki sadece "Hastane-" kelimesini seçebilmişti. Soner ve Emre ise navigasyondan en yakın hastaneyi arıyordu.


"Hastane...olmaz..."


"Ne diyorsun anlamıyorum?" dedi Mustafa bu cılız sesi duymaya çalışarak.


"Hastaneye gitmeyelim...lütfen."


"Ne? Hiç iyi görünmüyorsun."


"Lütfen, bulurlar beni."


Gözleri kapalı yalnızca dudakları kıpırdayan kadını ancak Mustafa duyabiliyordu. Kadının bu soğukta birinden veya birilerinden kaçıyor olduğunu ve bayıldığını düşündü Mustafa. "Emre senin eve sür, hastaneye gitmiyoruz."


"Mustafa sen iyi misin? Kadın ne halde baksana."


"Oğlum hastane olmaz işte, anlatırım sonra."


"Offf! Umarım başımıza bela almadık." dedi Soner hiddetle ve bu gece çıktığına çıkacağına pişman olmuştu.


Şebnem, göz kapaklarına çöreklenen tonlarca ağırlıkla savaş veriyordu. Soğuk havada kilometrelerce koşmaktan bacakları sızlıyor, başı çatlarcasına ağrıyordu. Ellerini zorlukla kaldırıp alnına götürdü ve bir buz kütlesi çözünür gibi ovuşturmaya başladı alnını. Nerede, ne durumda olduğunu idrak edemeyecek halde garip bir hafıza kaybı geçiriyor gibiydi. Yerinde huzursuzca kıpırdanıp belini doğrulttu. Geniş ve ferah bir yatak odasındaydı. En son soğuk gecede sokaklarda deliler gibi koştuğunu hatırlıyordu. Fakat şimdi sıcak bir evde güvendeydi fakat o bunu henüz bilmiyordu.


Ayaklarını rahat yataktan sarkıtıp bacaklarını hareket ettirdi. Yürüdü ve aynalı elbise dolabının önünde durdu. Aynada kendi yansımasını görünce ufak bir çığlık koptu dudakları arasından. Göz altları çökmüş, dudakları çatlamış ve yüzü kömürlüğe düşmüş gibi siyah lekelerle doluydu. Saçları yağdan ve kirden tel tel ayrılmış, siyah simli külotlu çorabı yer yer yırtılmıştı. Ne kadar berbat görünse de o hapis hayattan kaçıp kurtulduğu için binlerce şükür etti. Elbise dolabından uzaklaşıp yatağın karşısındaki dev kütüphaneye doğru ilerledi. Gözlerini ağır ağır Matematik 11, Geometri 10 ve kimisinde YKS yazan kitaplarda gezdirdi. Sonra bir roman ilişti gözüne. İsmi fazlasıyla tanıdıktı. Aslında hafızasını zorlamaya gerek yoktu bu kitapla olan anısını hatırlamak için. Dün gece yaşadıklarıyla yarışır düzeyde capcanlıydı anılar.


Erdemli, Mersin


Haziran, 2002


Mustafa 14 yaşındaydı. Karnesini büyük bir sevinçle almış orta üçe geçmenin sevincini yaşıyordu. Dersleri çok çok iyi olmasa da sınıfın başarılı sayılabilecek uysal öğrencilerindendi. Öğretmenleri onun bu küçük adamlığına hayret ederler keşke diğerleri de böyle olsa diyerek iç geçirirlerdi. Mersin'in Erdemli ilçesinin bir kasabasında yaşıyordu Mustafa ve onun çekirdek ailesi. Çekirdek aile diyorum çünkü sadece orta yaşlı anne babası ve kendisi etrafı güllerle çevrili küçük bir evde yaşıyordu. Ne bir ağabeyi ne bir ablası ne bir kardeşi vardı Mustafa'nın. Kasabadaki herkesin en az üç çocuğu varken Mustafa tek ve yalnızdı.


Mustafa, anne ve babasının evliliğinden on yedi sene sonra dünyaya gelmişti. Yıllar sonra yavrularını kucaklarına almalarına öyle sevinmişler öyle sevinmişlerdi ki yedi gün yedi gece yemekli tören vermişlerdi köy meydanında. Tek incileri Mustafa'yı el bebek gül bebek büyütmüşlerdi bu yaşa değin, terli terbiyeli delikanlı etmişler...


Mustafa'nın çocukluğu kendi sera bahçelerinde koşuşturarak geçmişti hep. Buradan bir çilek şuradan bir böğürtlen oradan bir dut koparayım derken eve hep üstü başı berbat halde dönerdi. Evin tek evladı ya kızamaz bir türlü annesi Selvi Hanım. Babası Osman Bey zaten dünya tatlısı bir insan sesini hiçbir zaman yükseltmez yavrusuna.


Gel zaman git zaman yukarıda bahsettiğim gibi okullar tatil olmuş, çocuklar sokaklara taşmış ve kızgın kumlarda soluğu almışlardı Mersin'in eşsiz sahilinde. Sabahtan yatsıya kadar dışarıda olduklarından teni kavruktur oralı çocukların. Mustafa da güneşten iyice sararan saçları ve koyulaşan teniyle ayak uyduruyordu mahalledekilere.


Bir gün yan komşunun oğluna akrabaları Almanya'dan paten getirmişlerdi. Seçim nimeti yeni döşenen parke sokaklarda cirit atar olmuştu komşunun oğlu Ali. Herkes ayağına geçirmek istiyordu o şimşek gibi patenleri. Ama Ali kimseye giydirmedi, denetmedi. Bizim Mustafa'nın da gözü kaldı bu meret şeyde. Gördüğü, görüp de aklından çıkaramadığı bir şeyi aldırmak için ilk defa anne babasının yakasını bırakmadı günlerce çocuk. Bir kez yok derler iki kez yok derler ama bizim oğlan o patenleri aldırana kadar ağladı her gece. Osman Bey de en sonunda oğlunun yemeden içmeden kesilmesine dayanamadı. Erdemli'den yola çıkıp otomobillerden çıkan egzoz dumanı ve korna sesleriyle harmanlanmış şehre vardı bir çift tekerlekli ayakkabı için.


Mustafa, babasının kendi elleriyle yaptığı salıncakta başını ipe yaslayıp iç geçirirken kapıda babası göründü ezan vakti. O da ne?! Elinde de kocaman bir kutu. Hemen koşturdu yanına ve kutuyu elinden kaptığı gibi açmaya başladı. Kutuyu yırtarcasına açınca gördüğü şey karşısında konuşamadı Mustafa. Alev alev yanan bir çift paten ona bakıyordu. Hayalindekinden bile daha güzeldi. Ayağına geçirdiği gibi yeni parke yollarda fink atmaya başladı çocuk. Şimdi Ali'yi kıskandırma sırası kendindeydi. Çocuklara hava atmayı, imrendirmeyi pek sevmeyen bir çocuk olsa da elinde değildi mutluluğu. İlk deneyimi olsa bile çabuk alıştı, dizlerinin titremesi geçmiş yere sağlam basmaya başlamıştı. Bir gün, iki gün üç gün... Patenleri sadece yatarken ayağından çıkarıyordu. Sonra bir kaç kişi daha almıştı bu büyüleyici tekerlekli ayakkabılardan.


Tüm anne babalar kasabadaki Limonlu Çayı’na çocuklarının yaklaşmaması için uğraşsa da dinlemiyorlardı yeni yetme delikanlılar. Ve bugün de sürmüşlerdi tekerleri suya doğru. Bazı çocuklar uyarılara aldırmadan yüksek kayalardan atlıyorlardı ne tehlike ne boğulma dinlemeden. Bizim Mustafa sudan korktuğu için girmemişti, girmek istememişti dibi görünmeyen suya. Deniz . gibi değildi nehirler, göller. Çaya da mahallenin neredeyse bütün çocukları yüzmeye geldiği için ve şimşek patenlerini onlara göstermek istediği için gelmişti. Taşlı topraklı yollarda sürmek imkansızdı ne yazık ki. Mustafa geldiği gibi geri döneceği sırada düşüverdi dengesini kaybedip. Herkes gibi onun da yüzmek için girdiğini sandılar önce, kimse aldırmadı biri boğuluyor mu yoksa yüzüyor mu diye. Daha sonra baktılar bu çocuk çırpınıyor bağırıyor "Beni kurtarın!” Ve etraf çığlık çığlığa. Suya düşen birisi nasıl kurtarılır bilmiyorlar ki? Herkesten de uzak üstelik. Mustafa'nın düştüğü yere gelene kadar çocuğa bir şey olamasa bari... Mustafa korktu... İlk defa boğarcasına çevrelemişti su bedenini. Kafasını yukarıda tutmaya çalıştı ama akıntı bunu yapmasını engelledi. Git gide uzaklaşıyordu ve en nihayetinde gözden kayboldu. Arkasından birçok kişi yüzüyordu, kimileri ise yardım çağırmaya gitmişti.


Mustafa var gücüyle suyun üstünde kalmaya çalışıyordu. Panik yaparsa boğulacağını biliyordu çünkü. Sonra… Sonra iyice güçten düştü ama Allah yetiştim ya kulum dedi.


Bir ses...


"Hey! Sağa doğru yüz sağa!


O incecik ses bilincini yerine getirdi Mustafa'nın ve ona seslenen kişinin dediğini yapıp enginlere yüzmeye başladı. O sırada sesin sahibi sağlam bir dal bulmaya çalışıyordu. Ve buldu da!! Mustafa yanaşmayı başardı ve attı elini kayalara. Yarı bedeni suda yarısı yukarıdaydı ama her an akıntı götürebilirdi. Ve hayata geri dönmek için tutunacak incecik bir dal yetmişti. Dala asıldı Mustafa ve dalın diğer tarafındaki ise var gücüyle çekti boğulmaktan kıl payı kurtulan bu genç delikanlıyı.


Sonra olan oldu, kurtarıcı düştü yere Mustafa da onun üstüne. O da ne! Üstüne düştüğü kişi şaşkın çekik gözleriyle bakıyor Mustafa'ya, Mustafa da ona. İkisi de durumun farkında değildi. Kitlenip kalmıştı iki çift göz birbirine. Ama çekik gözlü kızımız yanlış bir pozisyonda olduklarını fark etti ve cırladı incecik sesiyle.


"Su yutunca aklını da yuttun herhalde. İnsene üzerimden!"


Mustafa utandı, rengi soldu, gözlerini kaçırdı. "Ö-özür dilerim, ben şey... Farkında değilim." dedi mahcup. Mustafa ayağa kalktı ve hemen hemen kendisiyle aynı yaşta olan kurtarıcısına elini uzattı. Çekik gözleriyle uzak doğuluları andıran kız da bu inceliği geri çevirmedi ve tutuverdi Mustafa'nın elini. Yine bir bulut sarmıştı ikisinin etrafını.


"Ben çok teşekkür ederim, sen olmasaydın az daha ölüyordum."


"Rica ederim, ama bu ayağındakilerle toprakta yürüyebilirsin suda değil." diyerek kıkırdadı çokbilmiş kız. Tabi bu duruma bozulmadı değil Mustafa. Yüzü asıldı, canı sıkıldı, keyfi kaçtı.


"O kadarını da biliyoruz herhalde! Sürerken suya düştüm sonra da akıntıya kapıldım."


"Tamam, kızma şaka yaptım. Benim adım Şirin, senin adın ne?" Beyaz bayrağı ilk çeken Şirin olmuştu. Mustafa uzun uzun kızın gözlerine baktı ve ismi gibi yüzünün de çok şirin olduğunu fark etti. Öyle dalıp gitmişti ki bu tatlı sert gözlere Şirin'in bir kez daha seslenmesiyle kendine geldi.


"Hey senin ismin yok mu tekerlek?" Aynı zamanda da çokbilmiş olduğuna da kanaat getirdi Mustafa.


"Benim adım Mustafa, tekerlek değil tamam mı?"


"Sen de şakadan hiç anlamıyorsun yahu! Neyse hadi gel benimle, az ileride anneannemle piknik yapıyorduk, havlu almıştık belki denize de gireriz diye, kurulanırsın."


"Peki" diyerek Şirin'i takip etti. Kurtarıcısı biraz tuhaf olsa da sevmişti açık sözlü olmasını. Ayağındaki patenleri çıkarıp eline aldı Mustafa. Zorlanarak da olsa taşa dikene bata çıka yürümeye başladı. Az ileride Şirin'in dediği gibi ufak bir savanın üzerinde entarili bir kadın oturmaktaydı. Elindeki oyayla bir şeyler yapan kadın iki çocuk yanına yaklaşınca kafasını kaldırdı.


"Anneanne bu Mustafa az önce çayda boğuluyordu, ben kurtardım." Şirin bu cümleyi bir kahraman edası ile söylese de cümlesi korkunçtu. Kadın endişelendi ve ayağa kalkıp Mustafa'yı süzmeye başladı. "İyi misin yavrum, bir şeyin yok ya?"


"İyiyim teyzeciğim sağ olun, Şirin'in dediği gibi kurtuldum çok şükür." Son cümlesini Şirin'e bakarak söyledi Mustafa. Kızın bu neşeli hallerini iyice garipsemeye başlamıştı.


"Sepete havlu koymuştum belki Şirin'le yüzeriz diye, al evladım kurulan."


Kadın çantasından sarı renk bir havlu çıkardı ve Mustafa'ya uzattı. Mustafa da geniş omuzlarına sardı havluyu hemen.


"Tişörtünü çıkart oğlum kurulansın şurada."


Mustafa henüz adını bilmediği teyzenin dediğini yaptı ve tişörtünü çıkarıp bir ağacın dalına astı. Havluyu tekrar omuzlarına aldı ve savanın bir köşesine oturdu onlar gibi. O sırada Şirin utangaç gözlerini Mustafa'nın geniş omuzlarından, yaşı genç olmasına rağmen hafif kaslarından kaçırmaya çalışıyordu. Bu çocuk Şirin'in yaşadığı yerdekiler gibi hiç değildi. Kibar, utangaç ve sessizdi. On dokuz yaşındaki ağabeyi geldi bir an gözlerinin önüne ve keyfi kaçtı birden. Anneannesinin sesini duyunca da daldığı yerden çıktı neyse ki.


"Oğlum ben Şirin'in anneannesi İlcan. Ben ve Şirin'in annesi buralıyız, Şirin'in babası Karamanlı. Şirin ailesiyle orada yaşıyor, bu yaz tatil için yanıma geldi."


"Anneanne kendimi ben tanıtabiliriiim." Anlaşılan bu kız herkese böyle davranıyor diye geçirdi içinden çekingen oğlan.


"Oğlum sen de Şirin gibi büyüklerinin sözünü kesiyor musun?"


Şirin merakla Mustafa'nın vereceği cevabı bekledi. Ama Mustafa sadece gülümseyip başını öne eğmekle yetindi. Şirin Mustafa'nın yanağında beliren gamzeye, burun ve göz çevresindeki onu bir hayli sevimli kılan çillere takılı kaldı. Üzerindeki dikkatli bakışları hisseden Mustafa gözlerini yerden kaldırıp da o şirin çekik gözlere bakamadı. Keşke baksaydı çünkü orada samimiyet ve bambaşka bir anlam vardı.


Uzun bir sessizlikten sonra sandviç yiyip sohbet etmeye devam etti bir ihtiyar ve hayat merdivenlerini yeni yeni adımlayan iki çocuk. Yaşlı kadın, gençlere ne kadar ayak uyduramasa da sohbet edip gülüşmüşlerdi güneş batana değin. Yarın Şirin'e kasabayı gezdirmek için söz vermişti Mustafa. Kurtarıcısına bir borcu vardı.


Ve yarın bir borç bu kadar güzel ödenirdi...


Herkes gibi anneannesinin de yaşadığı bahçeli eve doğru yol aldılar. Mustafaların oturduğu sokağa çok yakındı evleri. Güneş neredeyse batmak üzereydi ve Mustafa ailesinin merak ettiğini öne sürerek yanlarından ayrılmak istedi. Yüzü düştü birden Şirin'in, bu nazik çocuğa iyice alışmıştı. Mustafa da Şirin'in tuhaf ama keyifli ve çokbilmiş konuşmalarını sevmişti. Yarın için sözleşip çıktı kapıdan. Şirin de tıpkı Mustafa'nın günlerce tekerlekli ayakkabıların resmine baktığı gibi bahçelerindeki salıncağa oturup Mustafa'nın ardından bakakaldı.


Salıncak... Her hayalin, başın ipe dayanmasıyla kurulduğu o kutsal zevk-ü sefa aracı... Belki de şimdilerde o olmadığından hayaller uzak geliyor, uzak ve ulaşılmaz. Ne bir bahçe kaldı içinde koşturduğumuz ne de gıcırtıyla sallanan, ipi ve tahtası olan salınacağımız bir oturak…


Sayfa sayfa azalacak bu satırları okurken telaşımız ve dünyevi kaygımız. Şirin ve Mustafa tekrar öğretecek bize ilk kalp çarpıntılarımızı, çubuğu çevreleyen değil de külahta dondurmanın dayanılmaz tadını, akşam dokuzda oynanan mahalle arası oyunların ve tuzlu çekirdeğin dudağımızı çatlatan o muhteşem hissiyatını…


Ve Şirin başını yastığa koyduğunda bir kez daha mutlulukla gözlerini kapadı bu yaz tatilini anneannesi ile geçirdiği için. Sahil kasabası yumuşatacaktı azarlarla hevesi kaçmış minik kalbini. Ve bunu o ağzı var dili yok çilli çocuk yapacaktı.


Mustafa, güneş yanığı yüzüyle evin paslanmış demir kapısını araladı tereddütle. Çayın kenarından kalktıklarından beri ayağına geçirdiği patenlerini bir rahatlamayla çıkardı Mustafa. Bahçedeki sedirde otururken içeriden annesi babası koşturarak yanına vardı her şeyden habersiz.


"Oğlum sen nerdesin?"


"Baba ben..."


Osman Bey elini oğlunun çenesine koyup ışığa doğru kaldırdı kıpkırmızı olmuş yüzünü. "Ne bu halin oğlum, gün boyu bu tekerleklen gezdin dimi seyip seyip (başıboş). Almayacaktım ben bunu sana."


"Yok baba sandığın gibi değil..." Mustafa suya düştüğünü ve az kalsın suda boğulduğunu söylerse patenlerine elveda demek zorunda kalacağını düşünüp gerçeği anlatmaktan vazgeçti. Ve bugün yaşadıklarını eksik bir şekilde anlatmaya başladı.


"Neymiş sandığım gibi olmayan şey?"


"Çayın kenarına gittiydim orada piknik yapan yaşlı bir teyzeyle torunu vardı onlarla tanıştım sohbet ettim. Yüzüm de güneşin bağrında oturduğum için kızardı herhalde."


Endişeli anne baba oğlunun yalan söylemeyeceğini bildiklerinden konuyu fazla uzatmadılar ve bu yaşlı kadının kim olduğunu sordular.


"Kimmiş bu yaşlı kadın bakim?" dedi Gülcihan hanım eli belinde.


"Teyzenin adı İlcan, buraya Mersin'den yeni taşınmış. Şirin de Karaman’dan gelmiş yaz için." dedi elini ensesine atıp.


"Şirin dediğin torunu mu kadının?"


"Hah evet." Yüzü birden kızardı Mustafa'nın, ne ara mutluluk duymuştu o çekik kızın ismini söylerken... Osman Bey ve Gülcihan Hanım oğullarındaki bu tuhaflığı sezmişti. Kasabaya yeni bir kız geldiyse tabi ki dünya yakışıklısı oğullarını beğenecekti. Mustafa'nın üzerine fazla gitmeden yemeğe oturdular. Sohbet muhabbet derken yatsıyı hep beraber kılıp odalarına çekildiler. Mustafa başını yastığa koyduğunda bugün olanları tekrar düşünmeye başladı.


"Ya ölseydim! Ah benim aptal kafam, anam babam ne hale gelirlerdi kim bilir? Allah'ım sana şükürler olsun, Şirin'i bana gönderdin, canımı bağışladın. Sana şükürler olsun."


Ellerini yüzüne sürerek yorgunluktan uyuyakaldı geceye asılı kalan düşünceleri ve yastığı arasında. Sabah onu hiç bilmediği, kulaklarının aşina olmadığı bir macera bekliyordu...


Mustafa sabah kalkar kalkmaz duşunu aldı, tertemiz giyinip, kahvaltısını da edip çıktı evden. Şirin'i görmenin heyecanı sarmıştı etrafını. Ne kadar inkar etmeye çalışsa da o kızdan hoşlandığını kabul etti ister istemez. Ve yollarını ezberlediği eve koşar adım vardı. Demir kapının ardından Şirin ve İlcan ninenin bahçede kahvaltı yaptığını gördü. Gülümseyerek içeri girdi heyecandan kalbi göğsüne sığmayan çocuk. "Afiyet olsun, gelebilir miyim, müsait misiniz?"


"Müsaitiz oğlum gel tabi ki, Şirin Mustafa'ya çay koy evladım." İlcan hanım emin miydi bu isteğinden acaba? Çünkü çay bardağını sağlam bir şekilde Mustafa'ya veremeyeceğinden şüpheliydi Şirin. Zaten o çilliyi kapının ardında gördüğünden beri eli ayağı titriyordu. Şimdi ya sımsıcak çayı Mustafa'nın üzerine boca ederse ne olacaktı? Mustafa bu ihtimali hiç düşünmeden hoşlandığı kızın ellerinden çay içmenin vereceği keyfi düşünüyordu.


“Masada çay bardakları ve senin ellerin olsun.” demiş yazar. Çay kutsal bir semboldür vatanımızda. Mutluyken, hüzün gemileri yanaşmışken, ailecek edilen kahvaltılarda, bayramlarda, düğünlerde veyahut cenazelerde, misafir geldiğinde, komşularla birlikte ya da bunların hiç biri olmadan kendinle baş başayken bir çay koyulmaz mıydı ocağa?


Bu iki çocuğun küçücük yüreklerinde filizlenirken ilk aşk tohumları, çay da şahit olmuştu bu saf sevgiye bir kere.


O zaman yarım kalsa da aşkları bitmezdi bu hikaye.


İkisi de uzunca birbirlerine baktı. İlcan nine aldı havadaki aşk kokusunu hemen. Bu yaşta aşk mı olurmuş demeyin. Belki de bu yaşta çarpan kalpler gerçektir sadece. Yalansız, dolansız, çıkarsız. Saf ve sırf sevgi...


"Sana, yaptığım çilek reçelinden de getireyim evladım." diyerek kalktı masadan İlcan nine bilinçli bir şekilde. Belki de onun varlığı daha da heyecanlandırıyordu bu iki çocuğu. Düşündüğü gibi de olmuştu. Şirin derin bir nefes alıp zaten Mustafa için ayrılmış olan boş bardağa çayı doldurmaya başladı. Mustafa dikkatle Şirin'i izliyordu. Şirin'in onun için titreyen ellerini.


"Bilmişsin ama beceriksizsin!" deyip kıkırdadı Mustafa. Bu yaştaki çocuklar hep böyle olurdu. Uğraştığı kişi aslında aşık olduğu kişiydi.


"Hıh! Sen koy o zaman kendi çayını." deyip omuz silkti Şirin.


"Ben misafirim."


"Ona bakılırsa ben de misafirim."


Doğru ya Şirin buranın yabancısıydı. Kısa ömürlüydü onun ziyareti. Birden huzursuzluk kapladı oğlanın içini. Şirin ise beğendiği kişi tarafından kendisine beceriksiz denilmesinin hüznünü yaşıyordu. Mustafa kıyamadı Şirin'in surat asmasına ve çaydanlığı elinden alıp kendi bardağını ve Şirin'in dibinde çay yaprakları kalmış olan bardağını doldurdu. Bu ince hareket bir kez daha kalbini tekletti. Ve bir kez daha alışkın olmadığı bu davranışlara layık olmanın keyfini çıkardı.


Yüzü tekrar gülmeye başlayınca Mustafa da neşelendi. E bir de kendini affettirmişti kolay yoldan. İlcan nine bir gitti bir daha gelmedi mutfaktan. Pencereden kıs kıs gülerek onları seyrediyordu çünkü. Yılların getirdiği sert rüzgarlarla yorulan kalbi bu iki çocuk sayesinde canlanmıştı. O yüzden izlemeye devam etmek istiyordu kalpten kalbe olan ama görünmeyen bu ince çizgiyi.


Hafif atışmalarla ve gülüşmelerle kahvaltı masasından kalktılar ve dün kasabayı gezdirme sözünü tutmak için kapıdan çıktılar. Bordo, pembe ve gri parke taşı yollarda sessizce yürümeye devam ederlerken ayakkabılarından gelen lastik seslerini bozan Şirin oldu.


"Anne ve baban dün çok korktular mı boğulduğunu duyunca?"


"Söylemedim ki."


"Ne!? Söylemedin mi?"


"Evet söylemedim. Annem ve babam yaşlılar o yüzden onları endişelendirmek istemedim."


"Kaç yaşındalar ki?"


"Babam 56 annem 53 yaşında."


"Sen son çocuk musun yoksa?"


"Hayır, ilk ve tek. Annem ve babamın evlendikten sonra on yedi sene çocuğu olmamış. On yedi sene sonra ben doğmuşum. Mucize gibi yani. O yüzden adımı Mustafa koymuşlar."


"Nasıl yani anlamadım." dedi çekik gözlü kız boynunu bükerek.


"Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v) bir diğer adı da Mustafa'dır. Onun doğumu ile mucizeler yaşanmıştır. Ben de eve mucize gibi geldiğim için bu ismi layık görmüşler bana."


Şirin hiç bilmediği, anlamadığı bu uzun cümleyi dinlerken bile Mustafa'nın ne kadar hoş, kibar ve bilgili olduğunu bir kez daha düşündü. Sonra derin bir iç geçirdi. Yaşlı da olsa onu seven anne ve babası vardı. Hayata umutla bakıyordu. Şirin ise bu hayatta en büyük bozguna uğramış umutlarını çaldırmıştı.


"Ne güzel ya, anne ve baban sana çok değer veriyorlar." dedi iç geçirerek.


"Sana vermiyorlar mı?"


İçine batan sivri uçlu bu kıymığın sebebini ilk kez biriyle paylaşmak istedi kalbi kırık kız. Birine anlatmak ve hafiflemek istedi. Omuz silkti ve anlatmaya başladı sayfa sayfa on üç yıllık kısa ömrünü.


"Değer vermeyi bırak benden nefret ediyorlar."


Mustafa'nın kafası karıştı. Durdu ve suratı yine asılmış, küçük çekik gözleri büyümüş olan yanındaki kıza baktı. İnanmamıştı sözlerine. "Hangi anne baba çocuğundan nefret eder Şirin, sana öyle geliyordur bence."


"Belki erkek doğsaydım severlerdi ama ben çok zor doğmuşum ve ocaklarını söndürmüşüm, yani öyle diyorlar. Benden sonra annem çocuk doğuramayacakmış bir daha, o yüzden babam nefret ediyor. Annem çok göstermiyor ama biliyorum abimi daha çok seviyor."


Kafası karmakarışıktı Mustafa'nın. O el bebek gül bebek büyümüşken nasıl olur da savunmasız, etrafına neşe saçan ve hiç bir günahı olmayan bu kızı sevmezlerdi.


"Annen için üzüldüm." diyebildi sadece. Ve derin bir sessizlik. Daha sonra kumsala inip kırık bir sandalın içine oturdu iki hüzne boğulmuş çocuk. Uzun süre konuşmalarına ara verip Akdeniz'in dans eden dalgalarını izlemeye başlamışlardı.


"Keşke denizkızı olsaydım Mustafa." dedi yine ani çıkışlar yaşayarak.


"Neden?"


"Bu acımasız hayatı hiç tanımamış olurdum." Aniden çıktığı gibi geri inmişti sesi. "Öyle deme Şirin, seni seven bir anneannen var." Alayla gülümsedi Şirin Mustafa’nın masum bakış açısına. "Ben anneannemi geçen yıl tanıdım biliyor musun?"


"Ne, nasıl?"


“Anlatayım da dinle. Annem çok zengin bir ailenin kızıymış. Babam bir gün Mersin’deki otellere çalışmak için gelmiş ve annemle tanışmışlar. Dedem bir tek bir kızını benim çulsuz babama vermek istememiş. Mağrurluk etmiş. Sonra babam annemi kaçırmış. Annem her şeyi hiçe saydığı için de dedem onu reddetmiş. Malından mülkünden men etmiş. Babam önceleri annemi çok seviyormuş. Sonra bir yandan fakirlik, bir yandan kimsesizlik vurmuş. Babam zaten içkiyi, vurmayı kırmayı seven bir adam, anneme eziyet etmeye başlamış. Annemse ona hala aşık. Anne babasına rest çekecek kadar..."


"Aşk o kadar da güzel bir şey değil o zaman." dedi çocuk burnunu havaya kaldırıp.


"Geçen sene de dedem vefat etti. Hiç görmediğim dedem... Anneannemi de ölmeden görmek istedim. Beni onun yanına gönderin dedim. Zaten ben demesem o aldıracakmış beni yanına, öyle söylüyor." Bir an böyle olmasına çok sevindi Mustafa. Çünkü Şirin'i tanımak ona da iyi gelmişti. "Şirin biliyor musun çok iyi yapmışsın buraya gelmekle. Kadıncağız çok sevinmiştir."


"Peki sen, sen sevindin mi?"


İşte beklemediği yerden gelmişti bu soru. Ne cevap verecekti şimdi. Sevinmedim dese olmazdı doğruyu söylese olmazdı. Kısılmıştı kapana.


"Ben..."


"Cevap versene, sen sevinmedin mi?"


"Ben... Sevindim tabi ki. Daha önce hiç çokbilmiş ama Şirin bir arkadaşım olmamıştı."


İkisi de bu cevaba kahkahalarla karşılık verdi. Neyse ki yuvarlak bir cevap olmuştu her ikisi için de.


Çocuk gülüşmeleri ve tatlı sesler çıkaran dalga sesleri.


Huzur bu ortamdaydı şimdi.


Kara bulutlar çöküp ikisini de oturduğu sandaldan kaldırana kadar devam edecekti...


"İçimde kötü hisler dolaşıyor şu kara bulutlar gibi Mustafa, ne yapmalıyım?" Şirin dakikalardır sözünü hiç kesmeden dinleyen bu çocuğu dost bilmişti. Belki ondan duymak istediği cevaplar alabilirdi.


"Dua et, hemencecik dağılır, toz duman olur."


"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?"


"Eminim. Çünkü hiç bir şey dua kadar sonsuz değildir. Bir kere Allah sana sayısız hak tanımış. Üç hakkın yok ki birinden biri tutsun."


"Mustafa ben Allah'ı hiç tanımıyorum galiba." Şirin'in bu ilginç ve bir o kadar da mana barındıran cümlesine donup kaldı Mustafa. Ne diyecekti nasıl bir cevap verecekti şimdi bu dara düşmüş kıza?


"Hadi bana Allah'ı anlat! Senin gibi mutlu bir çocuk olayım." deyip gülümsedi burukça.


"Daha önce sana Allah'ı anlatan biri olmadı mı Şirin?" Yutkunarak sorduğu bu sorunun cevabı kim bilir nasıl olacaktı?


"Komşularımızın söylediğine göre bizim ev bereketsiz ve huzursuz. Çünkü babamın boş ve çevresine zarar veren insanların girip çıktığı bir kahvehanesi ve abimin de ayyaş arkadaşlarının eksik olmadığı bir tekel bayisi var. Annemle arada toplu Yasinlere falan katılıyoruz ama orada da kadınları dedikodu yaparken, pasta börek yerken görüyorum. Anlayacağın okuldaki neredeyse boş geçen din kültürü ve ahlak bilgisi dersi haricinde Allah'ın adını bile duymuyorum."


Mustafa derin düşüncelere dalmıştı. Onun da çoğu arkadaşı böyleydi ama o elinden geleni yapıp anlatıyordu bildiği kadarını. Şimdi sıra Şirin'e gelmişti. Ne söylemeliydi de Şirin'in aklında soru işareti kalmamalıydı?


"Sanırım seni yaratan bir yaratıcının olduğunu biliyorsun fakat sana hiç anlatılmadığından onu tanımak istiyorsun öyle mi?"


"Öyle..."


"Onun büyüklüğünü, yüceliğini anlatmaya kelimeler yetmez Şirin. Şu denize bir bak, şu dakikalardır keyifle atlayan balıklara bak, şu sımsıcak, sayılması imkansız kum tanelerine, bir görünüp bir yok olan güneşe bak."


"Bakıyorum, zaten onlar benim tek arkadaşım ama cevap vermiyorlar Mustafa..."


"Her şeyin cevabı içimizde Şirin. Onlara baktıktan sonra en son dön ve kendine bak. Konuş kendinle. Sana cevap verecek olan kendi vicdanın. Allah'a ulaşmak dosdoğru bir yolmuş babamın dediğine göre. O yol da insanın kendi içindeymiş, yani uzaklarda aramaya gerek yokmuş."


"Galiba benim içimde devasa bir labirent var, çıkışı bulamıyorum..."


"Hayır, her doğru hareket seni Allah'a götürecektir."


"Ne mesela?"


"Allah'ın yasak koyduğu, insana zarar veren şeyleri yapmadığında labirentler yok olacaktır."


"Yalan söylememek gibi mi mesela?"


"Evet! Yalan söylememek, hırsızlık yapmamak, arkadaşının hakkında kötü düşünmemek, insanlara, hayvanlara, doğaya saygılı olmak..."


"Galiba benim çevremdekiler bunları yapmadığı için ben Allah'ı tanımıyormuşum." Burukça gülümsedi Mustafa, çokbilmiş dediği kız için üzüldü ve içinden özür diledi.


"Oraya gittiğinde bu dediklerimi hatırla. Bak unutma demiyorum sana. Unutursan hatırlayamazsın."


"Neredeyse ikimiz de aynı yaştayız nasıl böyle cümleler kurabiliyorsun Mustafa?"


Mustafa hiç düşünmeden cevapladı ona kolay gelen bu soruyu: "Kitap okuduğum için galiba."


Şirin yeniden boynunu büktü ve hüzne boğuldu. O ne kadar eksikse Mustafa o kadar doluydu. Büyüklerine kızdı Şirin, onu boş bir kafayla yaşattıkları için çok kızdı. Sonra aklına bir fikir geldi. Buradan gittiğinde Mustafa'yı ve anlattıklarını unutmayacak daima hatırlayacak bir kitap istedi ondan.


"Mustafa, okuduğun en güzel kitabı hediye etsene bana!"


Mustafa Şirin'e olan borcunu nasıl ödeyeceğini düşünürken Şirin buna cevap bulmuştu aslında. Ve en sevdiği kitabını hoşlantıdan da öte olan kıza hediye etmeye karar verdi.


"Tamam, dönüşte bize uğrarız hem annem ve babamla tanışmış olursun hem de hediyeni alırsın." dedi kocaman gülümsemesiyle.


"Sen harikasın!"


Mustafa yanağında hissettiği kiraz dudakların baskısıyla donakaldı. Şaşkınlık ve utanç bedenini esir alırken Şirin sandaldan kalkıp denize doğru yürümeye başladı. O da farkındaydı yaptığı şeyin Mustafa'yı ve kendisini utandıracağının ama ok yaydan çıkmıştı bir kere. Şirin inanamıyordu kendine. Daha dün tanıştığı bu çocuğa hangi ara kanı kaynamıştı. Eve gidince bir güzel kendini paylayacaktı. Ah! Mustafa! Ya çok kızmışsa? Ya artık onunla arkadaş olmak istemezse bundan sonra. Sonuçta dinine bağlı bir çocuktu değil mi? Ya günah deyip ondan uzaklaşırsa? Pişmanlığını ilk saniyeden beri yaşamaya başlamıştı Şirin. Onu öptüğü için değil, onu kaybedecek bir harekette bulunduğu için pişmandı.


Üzerindeki şoku atlatınca Mustafa da Şirin'in yanına denize doğru yaklaşmaya başladı. Hiç bir şey olmamış gibi davranırsa ikisi için de daha iyi olacaktı. "Şirin haydi deniz kabuğu toplayalım." Düşündüğü gibi de olmuştu. Ortamın havası değişmiş ikisi iki yandan kızgın kumların arasına gizlenmiş deniz kabuklarını aramaya başlamıştı.


"Ben denizkızı olmak istiyorum ama yaşadığım yerde deniz bile yok!" Şirin ufak bir kahkaha attı, Mustafa da bu tatlı gülüşe yaraşır bir cevap verdi. "Ne güzel işte sen de benim denizimin kızı olursun." Bu söz bu utangaç çocuktan mı çıkmıştı? Anne babası, öğretmenleri hatta arkadaşları görse bu sözleri söyleyenin Mustafa olduğuna asla inanmazdı.


"Na-nasıl yani?"


"Burada kalırsın ve seni her sabah ziyaret ederim Şiriiin, anlamadın mı?"


"Yani bana Karaman’a gitme anneannenle mi yaşa diyorsun."


"Aynen öyle."


"Sen deli misin? Buraya gelmek için ne diller döktüm ben biliyor musun? Evden çıkmam mucizeyken sen bana evden kilometrelerce uzakta kalmamı söylüyorsun, hah."


"Yaz sonunda kesin dönüyorsun yani."


Şirin usulca başını salladı. O da, o cehennem eve dönmek istemiyordu. Ama ailesinin zorla gelip alacağını adı gibi biliyordu.


"O zaman yaz bitene kadar hayatının en güzel tatilini geçirirsin burada napalım..."


"En güzel yaz tatili değil en güzel anılarım burada kalacak Mustafa, en güzel anılarım…"


Topladıkları deniz kabuklarıyla beraber eve doğru yol almışlardı. İkisinin aklında da birbirlerine çok erken alıştıkları düşüncesi yer ediyordu. Mustafa gördüğü dondurmacıya gülümseyip dondurma arabasına doğru koştu. Ceplerindeki irili ufaklı deniz kabukları şıngırdadıkça keyif duyuyordu iki çocuk. Şirin de yanına yaklaşınca neli dondurma istediğini sordu. Aslında pek bir seçenek yoktu vanilyalı ve kakaolu dondurma dışında.


"İkisinden de olsun. Ama şey... Ben yanıma para almadım."


"Ben sana paran var mı diye sormadım ki. Ben ısmarlayacağım." dedi erkeksi bir gururla. Şirin peki diyerek ellerini önünde birleştirip dondurmasını beklemeye başladı. Ne kadar centilmen ne kadar kibar ne kadar cömertti bu çocuk. Yakışıklı yüzünü bile geride bırakacak muhteşem huylara sahipti. Mustafa'nın yanında azar yok, yalan yok, kavga yok, küfür yok... Abisinden nefret etti bir an Şirin. Abisi ve babasından... Daha sonra Mustafa'nın söylediği sözü hatırladı. "Kimsenin hakkında kötü düşünmek yok Şirin! Herkese saygılı olacaksın! Unutma iyi insanlar da kötü bir davranışa kötüler gibi davranırsa doğru ve yanlış birbirine karışır." Kendi kendini tembihlerken Mustafa dondurmasını gözünün önünde sallıyordu.


"Hey hangi sulara daldın denizkızı?"


"Şey ben..." Utanma nedir bilmeyen kız düpedüz utanıyordu işte. Yanaklarının al al olmasına az kalmıştı.


"Al bakalım bu senin."


"Teşekkür ederim, şimdi de ben borçlandım sana."


"Bana güzel bir şey yapmak istiyorsan yapabilirsin tabi, ama borç olarak düşünmeyeceksin."


"Tamam anlaştık."


Akşam ezanı vakti geldiğinde aynı zamanda evlere dağılma vakti de gelmişti. Yarın yine aynı yerde buluşmak için sözleşmişlerdi. Bu defa denize de gireceklerdi. Şirin yüzme bilmediğini söylese de Mustafa kararından dönmedi.


"Dün bana ne demiştin bilmiş bilmiş?" Mustafa sesini incelterek Şirin'in taklidini yaptı. "Bu ayağındakilerle toprakta yürüyebilirsin suda değil."


Şirin suratını asıyor gibi yapsa da içten içe gülüyordu.


"Denizkızları da karada değil denizde olur hanfendi. Yarın yüzme kıyafetlerinle geliyorsun haydi iyi akşamlar. Anneannene selamımı söyle."


Şirin tam bahçe kapısından içeri girecekken aklındaki şeyle durdu ve az ilerlemiş olan Mustafa'ya seslendi.


"Mustafa! Unuttun mu size gidecektik, sen de bana en sevdiğin kitabını verecektin."


"Ah unutmadım tabi ki. Yarın vereceğim o kitabı sana."


Şirin sebebini sormadan başıyla onayladı. Onu bir sürprizin beklediğini düşünerek vermişti bu cevabı. İkisi de mutluluktan yere ayak basamıyordu sanki. Şirin yarın onu bekleyen hediyeyi düşünerek, Mustafa da oradan buradan bulduğu şeylerle hayalindeki hediyeyi hazırlarken uyuyakaldı.


O gece ikisi de rüyasında kendilerini bir gemi yolculuğu yaparken ve korsanlara karşı savaşırken gördü. İyilerin ve kötülerin savaştığı bu oyunun galibinin kim olduğunu öğrenemeden sabah olmuştu.


O sabah Mustafa erkenden hazırlandı ve babasının söz verdiği gibi ilçeye indiler. Osman Bey oğlunun bu heyecanına karşı gelmek istemiyordu. Sevmişse birini ona engel olmak istemiyordu. Biliyordu ki oğlu taşkınlık yapacak bir çocuk değildi. Mustafa'yı o yetiştirmişti çünkü. Hem sevmenin neyi yanlıştı ki? İnsanın doğasında vardı bu duygu. Mustafa da belli bir dönemden geçiyordu ve Şirin'e derin duygular besliyordu.


İlçeye gitmelerinin bir sebebi vardı evet. O da Harun Kolçak'ın Yanımda Kal şarkısını bir internet kafede CD'ye doldurmaktı. Bugün Şirin'e üç hediye ayarlamıştı Mustafa. Birincisi en sevdiği kitabı "İnsan Ne İle Yaşar?", İkincisi dünkü topladıkları deniz kabuğundan bir kolye, üçüncüsü de en sevdiği şarkı. Onları da özenle yerleştireceği ahşap bir kutu.


Babasıyla girdikleri bir internet kafede işlerini hallettikten sonra o hayalindeki kutuyu aramaya başladılar. Hayallerindekinden daha güzel olan cevizden yapılmış bir kutu bulunca sıra tasarladığı kolyeyi hayata geçirmeye gelmişti. Hediye etmek istediği kolye derin anlamlar taşıyan incili bir deniz kabuğuydu. Bunun için annesinden yardım alması gerekiyordu. İpe dizilen küçük cam boncukları ve inciyi de temin ettikten sonra eski model arabalarıyla tekrar kasabanın yolunu tuttular.


Eve geldiklerinde Mustafa bir hışımla odasına girdi ve bir daha da çıkmadı. Çünkü bu hediyeyle beraber Şirin'e teklif de edecekti. Ondan çok hoşlandığını ve ilişkilerinin devam etmesini söyleyecekti. Büyük bir sevinçle işe koyuldu Mustafa. Kitabı özenle kutunun tabanına üzerine de CD'yi yerleştirip kolyeyi yapmaya başladı. Dünkü topladıkları deniz kabuklarının en biçimlisini ve ucu delik olanı bulup seçti. Daha sonra annesi Gülcihan'ı çağırıp inciyi yerleştirme konusunda yardım istedi. Gülcihan hanımın oğlunun bir kıza gönlünü kaptırması konusunda endişeleri olsa da ses etmeden kolyeyi tamamlamasına yardımcı oldu.


İnci kolye de hazır olunca Mustafa elini başının altına koyup hayal dünyasına daldı. Bu kutuyu verirken Şirin'in yüzünde oluşacak ifadeyi düşlemeden duramıyordu. Gözleri kısılacak, belli belirsiz olan gamzesi gün yüzüne çıkacak, üst dudakları incelip diş etleri ortaya çıkacaktı. Bunu iki gündür yüzünü güldürürken ezberlemişti. Aynen olduğu gibi hafızasına kaydetmişti.


Elinde olmadan kapılmıştı bu denize Mustafa. Sonu olmayan bir sevgi seline gönüllü asker olmuştu.


Söz verdikleri gibi yine aynı yerde aynı sandalın üzerindelerdi. Mustafa'nın poşeti sıkı sıkı tutmaktan avuçlarının içi terlemişti. Dün bu anı böyle hayal etmemişti. Şirin'i görünce işler değişmişti.


"Mustafa geldiğimizden beri ağzını bıçak açmadı. Ver artık kitabımı."


"Ta-tamam Şirin az sabırlı ol."


"Ne için sabırlı olacağım anlamadım ki."


"Şey için."


"Ne için?"


"Neyse ilk önce kutuyu aç ondan sonra."


"Ne kutusu?"


Mustafa poşetten kutuyu çıkardı ve Şirin'in elleri arasına bıraktı. Sonrası Şirin'e kalmıştı. Şirin kutuyu yavaşça açarken merakı daha da artıyordu. Sonunda kapağı açtı ve ilk olarak incisi altına saklanmış deniz kabuklu kolyeyle göz göze geldi. Eline alıp avucunda iyice inceledi.


"Mustafa, bu...!"


Mustafa, kolyeyi Şirin'in elinden alıp hayalindeki gibi gözleri kısılan, gamzesi ortaya çıkan ve ağzı kulaklarına varan kızın boynuna özenle taktı.


"Biliyorum farkındayım daha birlikteliğimizin 3. günü ama Şirin ben senden çok hoşlanıyorum. Buradan gitsen de benim denizkızım olmanı istiyorum."


Mustafa kendisiyle beraber Şirin'i de sandaldan indirdi ve iki elini de tutup havaya kaldırdı. Ve bir kez daha sordu.


"Benim denizkızım olur musun Şirin?"


"Senden ve düşüncelerinden çok farklı olduğumu bildiğin halde bu kızın denizkızın olmasını istiyorsan evet, seve seve olurum."


On dört yaş deyip geçmemek lazımmış. Bazen en felsefi, en karmaşık en doğal ve en güzel sözler çocukların dillerinden dökülebiliyordu. Şirin, bir başkasının en sevdiği kitabını incelerken kendisini nelerin beklediğini sordu.


"İnsan ne ile yaşarmış Mustafa?"


"Onu da sen oku sen anla küçük hanım."


"Bana göre insan huzur dolu bir yerde sevdikleri ile yaşar daha doğrusu yaşadığını anlar. Ve o yer kendini anlatmak için, anlaşılmak için uğraş verdiği bir yer değildir bence."


"Kim bilir belki de."


"Peki bu CD'nin içinde ne var?"


"Onu da akşam yalnızken dinlersin."


"Yaa Mustafa."


"Sabret Şirin hepsini bir anda öğrenirsen merak edecek bir şeyin kalmaz."


"Ahh sanırım filozof bir erkek arkadaşım var."


"Ahh sanırım meraklı ve bilmiş bir kız arkadaşım var."


Loading...
0%