

Gönüllerde iki sevda olurdu; birisi bu cennet vatanıydı, diğeri de yar.
***
Piknik bittiğinde eve gelmiş kendimi koltuğa atmıştım Sare’de bugün yine bende kaldığı için yanımdaki koltukta o oturuyordu. Sare'nin bakışları tek bir noktadaydı, sigara içiyordu benim de bakışlarım dalmıştı anlaşılan bu gece ikimiz de düşünceliydik. Benim düşüncem sevdamdı.
Bu hayatta tek sevdam olan vatanımın yanına gelmiş kurulmuş o da sevdam olmuştu. Bense zaafları sevmeyen bir insan olarak onu zaaf haline getirmiştim. Kalbimi seçmiştim ama doğru yapıyorum emin değilim. Uraz’ın sözlerini düşününce ve içimdeki kıskançlık duygusunu düşününce kalbim mantığımın önüne geçiyordu. Bu konu hakkında çok düşünmek istemiyordum çünkü biliyordum; düşünmeye devam edersem mantığımı seçerdim.
O yüzden düşüneceğim konu bu değildi düşüneceğim konu bunu Ayberk’e nasıl söyleyeceğimdi, bana gelip aşkını itiraf ettiğinde o duygularını öldür demiştim. Şimdi de gidip sana aşığım nasıl diyecektim bilmiyordum, bu kadar dengesiz olmama ben bile tahammül edemiyordum ama o nasıl tahammül ediyordu anlamıyordum. Gerçi benim gibi yaradan ve zarardan ibaret olan birini sevmesi başlı başına bir konuydu ama bunları düşünmeyi sonraya bıraktım. Ne yapacaktım nasıl yapacaktım bilmiyordum ama gidip duygularımı itiraf etmek zorundaydım çünkü onu seven tek kişi ben değildim.
Ne yapacağımı düşünürken işin içinden çıkamadığımda ofladım ama benimle birlikte Sare’de ofladı. Bakışlarımız kesiştiğinde tek kaşım havalandı. “Hayırdır teğmen? Dertli misin?” Omuz silktiğinde inkar edercesine bir ifadeye büründüğünde kaşlarım havalandı, timim bana yalan söylemeyi hiç beceremiyordu. “Yok canım ne alakası var? Ama siz dertli gibisiniz komutanım.” Konuyu anında bana çevirdiğinde ben sessiz kaldım bir de bu meseleyi timime nasıl söyleyeceğim vardı. Kimsenin zaafı olamaz deyip katı kurallar koymuştum ve şimdi bir zaafım vardı.
Timden herhangi birinin zaafı olursa başka bir time transfer edilir.
Kuralına bende dahildim. Kendi kurduğum timimden gitmek pek de hoş değildi tabi ama kendime tolerans gösterecek de değildim. Yine de şimdilik zaafım olduğunu söylemedim.
“Sevdaya düştüm.” Bodoslama söylediğim sözlere şaşırmadı onun tepkisini inceliyordum ama o şaşırmak yerine usulca gülümsedi. Sare’nin yüzündeki tatlı tebessümü güzelliğine güzellik katarken o şaşırmadığı için şaşıran ben oldum. “Biliyorum.” Cevabı ile dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken kirpiklerimi kırpıştırdım. Ne? Nereden biliyordu?
“Nasıl biliyorsun?” Sorduğum sorunun mantık hatasına takılamayacak durumdaydım benim sorum ile Sare’nin tebessümü genişledi. “Sizi tanımayan insanlar bile anlar komutanım. Herkese sert bakan gözleriniz bir tek Ayberk Komutana bakarken yumuşuyor, herkese keskin ve sert olan sesiniz bir tek ona yumuşuyor. Sizi seven erkeklerin yüzüne bile bakmayan sizin gözleriniz her zaman onu arıyor. Tanımadan bile anlar insanlar ama biz tanıyoruz ve sizdeki değişimi biliyoruz. Duygularını yok edersiniz siz ama buraya geldiğimizden beri duygularınız ortaya çıktı. Yaralarınız sarıldı iyileştiğinizi gördük.” Sanırım sevdaya düştüğümü ben hariç herkes anlamıştı, gerçi bende anlamıştım ama inkar etmeyi seçmiştim.
“Ayrıca Göktürk Komutan gibi sert bir komutanın sadece size ilgi duyması her şeyi açıklıyor.” Evet kesinlikle çok dikkat çekiyordu onun gibi, sert, soğuk bir komutanın yumuşak davranması anında dikkat çekiyordu. Ve zaten herkes de anlamıştı saklayacak bir şeyim de yoktu.
Acaba o da anlamış mıydı?
Herkese ördüğüm duvarların bir tek ona güçsüz kaldığını anlamış mıydı?
Anlamamışsa bile anlatırdım ama nasıl yapacağım hakkında zerre fikrim yoktu, kendini ifade edemeyen bir insan olarak ona kendimi nasıl ifade edeceğimi bilmiyordum. Gerek de kalmıyordu aslında çünkü ben bakışlarımı bile ondan saklasam da o beni anlamayı başarıyordu. Yine anlamalıydı beni, ben bile kendimi anlayamıyordum ama o beni anlasın istiyordum. Bencildim, konu o olunca bencildim.
“Onun gibi bir adam neden yaralı bir kadını sever anlamıyorum.” Düşüncemi söylediğimde Sare’nin bakışları yine bir noktaya daldı. “Bende.” Diye mırıldandığını duydum ama kendi aleminde olduğu belliydi, onda da bir haller vardı ama yakında çıkardı kokusu. Sare dalın dalgın durmaya devam ederken ben yerimde duramıyordum ona aşkımı itiraf edeceğim diye aşkımı söylemeden heyecandan ölecektim. Oturduğum yerden kalktığımda odama girdim çalışma masamın başına oturduğumda resim defterini önüme aldım.
Çizdiğim resimlere bakarken onunla olan anılarım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçerken ben gülümsedim. Sadece onu düşünmek bile bana iyi gelirken yanımda olması kalbimde daha önce hissetmediğim kadar sevgi hissetmeme sebep oluyordu. Sanki bu sevgi içime sığmıyor taşacak gibi oluyordu. Resimlere bakmayı bırakıp yeni bir sayfa açtım ve kalemi elime aldım ve onunla ilgili her şey beni iyileştirirken kanayan yaralarımdan birisi daha dursun diye onu çizmeye başladım.
*********
Uykusuz geçen bir geceyi daha sabah etmiştim çünkü malum benim uyumamı sağlayan heybetli bey yanımda yoktu. Sabaha kadar resim çizip durmuştum ve iki tane resim çizmiştim çizdiğim resimlerde ona aitti. Sabaha kadar masada oturmaktan her tarafımın uyuştuğunu kalkınca fark ettim, hiç uyumama rağmen bugün fazla enerjiktim. Çünkü aşkımı ilan etmem geren bir bey vardı ve benim içim içime sığmıyordu.
Odamdan çıktığımda banyoya ilerleyip elimi yüzümü yıkadıktan sonra çıktım ama salonda görmeyi beklediğim manzara koltukta oturan bir Sare değildi. Kızarmış gözlerine bakılırsa gece uyumamıştı Sare kabuslar görürdü ama yine de uyurdu bu sefer ise uyumamıştı. Bu dikkatimi çektiğinde gidip bunu sormak istedim ama sonra vazgeçtim, düşünceli gibi görünüyordu bence bir süre kendi halinde kalmalıydı.
“Sare ben çıkıyorum kahvaltı yapıp gelirsin.” Bakışlarını bana çevirdiğinde gülümsedim ben gülümseyince o da gülümsedi, çok sık gülen bir insan olmadığımdan ne zaman gülsem hep karşılık veriyorlardı. Odama gidip üstümü giydikten sonra anahtarları alarak çıktım arabaya binip çalıştırdığımda bu sefer hareketli bir şarkı açmıştım. Çünkü gerçekten içim içime sığmıyordu, o kadar heyecanlıydım ki bu yüzümdeki gülümsemeden belli oluyordu. Ama anlık aklıma gelen şeyle gülümsemem yavaşça soldu, Ayberk’te bana aşkını itiraf ederken böyle heyecanlanmış mıydı? Ve ben onun bu güzel duygularını yok etmiştim değil mi? Bu düşünceleri kafamdan çıkardım çünkü şu an moralimi bozmamalıydım yaptığım hatalar için ona büyük bir özür borçluydum zaten.
Onun kalbini fazla kırmış, o bana ilaç olurken ben ona yara olmuştum tüm bunlar için özür dilemem, telafi etmem gerekiyordu. Dileyeceğim özürler kifayetsizdi, hiçbir şey kırılan bir kalbi telafi edemezdi biliyordum ama denemekten vazgeçmeyecektim. Şu an beni geri çevirse bile çıtım çıkmazdı hakkıydı, ama onu geri kazanmak için her şeyi yapacaktım. Korkaklık etmeyi geç bırakmıştım bu yüzden ona geç kalmıştım ama sevdamı kazanacaktım.
Kaybetmeyi sevmezdim.
Özellikle de söz konusu oysa.
Askeriyeye geldiğimde benim planlarımı suya düşüren bir şey olmuştu, ilgilenmem gereken bir misafirimiz vardı. Ali albayın en iyi askeri bendim ve Pençe timiydi tabi ama onun gibi başarılı bir albayın elbette başarılı başka askerleri de vardı.
Yüzbaşı Yavuz.
Kendisi ile MİT görevinde tanışmıştım ama uzun süredir görmüyordum kısmet bu zamana nasip olmuştu. Yüzbaşı buraya bir görev nedeniyle uğramış ve Ali albayı görmeden gitmek istememişti öğlede buradan gidecekti ve o kısa süre içerisinde ilgilenmek bana düşmüştü. Yüzbaşı ile bahçede otururken o sigarasını içerken sohbet ediyorduk ama benim bakışlarım bir çift yeşili arıyordu. “Sigara içmiyor musun Umay?” Bakışlarım askeriyenin bahçesinde dolaşırken cevap verdim.
“İçiyorum ama bağımlı değilim.” Aradığımı bulamadığımda derin bir nefes verirken bakışlarım yüzbaşıya döndü, kaşları havalanmış bir şekilde bana bakıyordu. Mavi gözleri dikkat çekse benim dikkatimi çeken yeşilin en güzel tonu o gözlerdi. “Bağımlı olmamak zordur iraden güçlüymüş.” Öyleydi başımı olumlu anlamda sallayarak onu onayladığımda sırıttı, neye sırıttığını anlamazken kaşlarım çatıldı. “Hiç değişmemişsin hala susmayı seviyorsun.” Susmayı sevmiyordum, kendimi ifade etmeyi beceremediğimden hep susmuştum. Ama sevdiğim insanlar haricinde konuşmayı pek sevmezdim doğruydu.
“Bilmem öyle galiba.” Omuz silkerek verdiğim cevaba başını salladı pek konuşacak konumuz yoktu, gittiğimiz görevde de zaten pek konuşmamıştık. Bakışlarını dikip bana baktığında neden bu kadar uzun süre beni izlediğini anlamıyordum, bunu görevdeyken de yapmıştı. “Neden beni izliyorsun?” Soruma karşılık sırıttı.
“Manzaram güzel.” Çizgiyi aşıyordu misafir olabilirdi ama böyle şeylere tahammülüm yoktu. “Sınırı aşma yüzbaşı.” Bu cevabı vermesi gereken kişi bendim ama benim yerime cevap veren kişi yanımıza geldiğinde aradığım yeşillerin sahibi olduğunu fark ettim. Yavuz bakışlarını Ayberk’e çevirip baktığında bakışları soğudu ve tek kaşını kaldırdı. “Ne o bizi mi dinliyordun?” Ayberk ve Yavuz sabah tanıştıklarında hiç anlaşamamışlardı aralarındaki gerginlik ise neredeyse elle tutulur cinstendi.
“Dinlemiyorum ama sesin çok çıkıyor, bence sesini biraz kısmalısın.” Sert yüz hatları, soğuk ve sert bakışları, yeşil gözlerindeki delici bakışlar bakanı hem içine çekiyor hem de ürkütüyordu. Ayberk'in sesindeki o tehlikeli ton müdahale etmem gerektiğini görüyordu ama bana fırsat vermiyorlardı. “Sesim gür, kısamam.” Yavuz’un ukala ses tonu Ayberk’i daha da sinirlendiriyordu ve bulduğum ilk boşlukta müdahale ettim.
“Gerildik sanki, sakin olalım beyler.” Benim sesimle ikisi de susup birbirlerine öldürücü bakışlar atarken ne yapacağımı bilemedim çünkü ikisinin arasındaki gerginlik beni de geriyordu. “Yok canım ne gerilmesi, gerilmemiz gereken bir durum mu var?” Yavuz’un ima dolu sesinden hiçbir şey anlamamıştım ama o yeşilleri anlıyordum ve bir katliamın habercisiydi şu an. Ayberk tam ağzını açmıştı ki Ali albay ortama girdiğinde Yavuz ve ben ayağa kalkıp hazır ol da dururken Ayberk’te ayakta hazır ol da durdu. “Rahat çocuklar.” Biz hazır ol duruşunu bozarken oturmadık Ali albay bakışlarını hepimizin üstünde dolaştırıp en sonunda Yavuz’a çevirdi.
“Yüzbaşı arkadaşlarınla sohbetini bozmak istemem ama benimle geliyorsun. Ve sende deli yürek.” Son cümleyi söylerken bakışlarını bana çevirdiğinde ben kasıldım. Çünkü Yavuz ile birlikte gitmemi Ayberk yanlış anlasın istemiyordum, ben ona aşıktım. Adama aşkımı ilan edecekken olacak iş miydi bu? Bakışlarımı yeşillere çevirdiğimde harelerinde dönen yangınları gördüğümde önüme bakıp Ali albayın arkasından ilerledim.
Odama girdiğimde geçip koltuğuma oturdum tırnaklarımla masada ritim tutmaya başladığımda ne yapacağımı düşünüyordum. Az önce yüzbaşıyı uğurlamış odama gelmiştim, onu gönderince bir rahatlık hissetsem de sonuç olarak ne yapacağımı hala bilmiyordum. Özellikle Ayberk’in benim hakkımda neler düşündüğünü kestiremiyordum, Kasatura ile benim aramda bir şey olduğunu sandıktan sonra bir de bu olay ortaya çıkmıştı. Bana olan güveni azalmış olmalıydı ve benim hakkımdaki düşüncelerini bilememek beni geriyordu. Bilmediğimden dolayı yapacağım aşk ilanına nasıl bir karşılık alacağımı bilmiyordum, doğru zaman mıydı emin değilim.
Odamın kapısı bir anda açıldığında anında ayağa kalkıp elimi belimdeki silaha attığımda girenin Ayberk olduğunu gördüm. Kaşlarım çatılırken o içeriye girip kapıyı arkasından kapatıp kitlerken şaşkınlıkla konuştum. “Ayberk ne yapıyorsun?” Masamın arkasından çıkıp ona yaklaştığımda o iki adımda aramızdaki mesafeyi kapatıp belimden tutarak beni yan taraftaki duvara yasladı. Sırtım duvara yaslanırken aramızda mesafe kalmayana kadar bana yaklaştığında yakınlığında dolayı kalbim ritmini şaşırdı. Bir eli belimde sıkıca dururken diğer eli ile çenemi tutup havaya kaldırarak göz göze gelmemize sebep oldu.
Yeşillerinde gördüğüm yangınlar benim yaktığım yangınlardan bile beterdi.
“Ben değil sen yapıyorsun, beni nasıl yaktığının farkında değil misin?” Kalın ve tok sesi kalbimin ritmini daha da bozarken yutkundum.
“Tek yanan sen değilsin.” Benim sözlerimle bakışlarındaki yoğunluk daha da artarken yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Heyecandan kesik bir nefes verdiğimde dudağının köşesi hafifçe yukarı kıvrıldı. “Ateş gibisin ve ben yanmak istiyorum.” Ateş mi? Benden aşağıya kalır yanı var mı sanıyordu? Ben ateşsem o da baruttu. Ne mükemmel ikili ama. Yüzünü biraz daha yüzüme yaklaştırdığında artık bedeni benim bedenime bastırılıyor, sıcak nefesini tenimde hissediyordum.
İkimizin bakışları da aynı anda birbirimizin dudaklarına kaydı. Heyecandan hızlı hızlı nefes alırken aramızdaki yoğunluk hissedilmeyecek gibi değildi. Dudaklarımız arasında santimler varken fısıldadım. “Yakarım o zaman, bilirsin yakmayı severim.” Sırıtırken nefesleri dudaklarıma çarpıyordu başını hafifçe yana eğdiğinde o kalın sesi ile fısıldadı. “Bilmem mi?” Bakışlarını dudaklarımdan gözlerime çevirdiğinde yangınların döndüğü yeşillerinde bir izin vardı.
Öpecekti ve izin istiyordu.
Hiç tereddüt etmeden bakışlarımla izin verdiğimde o da tereddüt etmedi dudaklarını dudaklarıma bastırırken belimde duran eli beni mümkünmüş gibi kendine daha fazla çekti. Gözlerim kapanırken kalbim delirmiş gibi atıyordu heyecandan hiçbir şey yapamazken hissettiğim yoğunluk beni öldürecek gibiydi. Öpücüğü sert, yoğun değildi aksine yumuşak ve samimiydi, bir tutku öpücüğü değil aşk öpücüğüydü. Öpmesini isteyen bendim ama heyecandan karşılık bile veremiyordum. Öpücüğü kesip geri çekildiğinde gözlerini yavaşça araladı bakışlarını gözlerimde çevirirken pişman olduğumu falan düşünüyor olmalıydı. Değildim.
Nihayet kendime gelmeyi becerdiğimde kollarımı boynuna dolayıp bu sefer öpen kişi ben oldum. Ben onun öpücüğüne karşılık verememiştim ama o anında bana karşılık vermişti. Beni çevirip masaya yasladığında kalçam masaya yaslanırken o üzerime eğildi. Bir elimi ensesindeki saçların arasında daldırdığımda o da belimden tutarak beni kendine daha fazla bastırdı. Öpücüğün yoğunluğu giderek artarken kalbim adrenalin almışçasına deli gibi çarpıyordu. Bir delinin kalbinden akıllı olması beklenemezdi zaten.
Az önceki aşk öpücüğü ise bu öpücük kesinlikle tutku öpücüğüydü.
Aramızdaki yoğunluk bizi tüketiyor gibiydi.
En sonunda nefes nefese geri çekildiğimizde ikimizin de göğsü hızla inip kalkıyordu onun dudaklarını boynumda hissettiğimde yutkundum. Öpmüyordu ama dudakları tenimde dolaşıyordu ve en sonunda nabzımın üstünden öptüğünde kalbim tekledi.
Başını boynumdan kaldırdığında kirpiklerimi yavaşça araladım ve o bakışları kalbimin atışını daha da hızlandırdı. Alnını alnıma yasladığında bakışlarımız kenetlendi ikimizin de göğsü hızla inip kalkarken adını fısıldadım çünkü heyecandan sesim bile fısıltı şeklinde çıkıyordu. “Ayberk.”
“Ölürüm sana.” Sözleri ile kalbim yine tekledi, ben ölürüm sana. Şimdi söylemem gerekiyordu yoksa bir daha söylemezdim, korkaklık etmeyi bıraktım ve ilk defa duygularımı itiraf ettim. “Seni seviyorum tahmin edebileceğinden daha çok seviyorum. Öyle süslü cümlelerle ifade edemem kendimi ama anla beni. Sevdamsın sen benim.” Sıcak bir şekilde gülümseyip gamzesini bana sunduğunda bende gülümsedim.
“Anlamadım mı sanıyorsun deli yürek? Ben seni hep anlarım. Süslü cümlelere ihtiyacım yok zaten, sadece o güzel gözlerin bana aşkla baksın yeter.” O gülümserken uzun zamandır yapmak istediğim şeyi yaptı ve uzanıp gamzesine minik, tüy gibi bir öpücük kondurdum. Geri çekildiğimde bakışlarımız kitlendiğinde gözlerindeki yoğun bakışın kalbime garezi vardı.
“Yaktın beni güzelim.” Gülümsediğimde o da gülümsedi ama benim aklıma gelen şeyle gülüşüm yavaşça soldu, benim gülüşümün solduğunu görünce onun gülüşü de yavaşça soldu. Ondan özür dilemem gerekiyordu.
Kalbini kırdığım her an için binlerce kez özür dilemem gerekiyordu.
“Özür dilerim.” Az önce şehvetli bir fısıltı olan sesim artık ağır bir hüzündü. Neden özür dilediğimi anlamamış olmalıydı ki kaşları çatıldı. “Neden?” Bakışlarımı ondan kaçırdım alnım hala alnına yaslıydı ama ona bakamıyordum çünkü yaptığım hataların mantıklı bir yanı yoktu. Dengesizliklerimi saymıyordum bile ama onu kırmıştım. “Her şey için çok dengesiz davrandım, senin kalbini kırdım. Biliyorum özürler hiçbir şeyi düzeltmez ve biliyorum kırılan bir kalp kolay kolay onarılmaz ama özür dilerim. Sen bana ilaç olurken ben sana yara oldum.” Alnını alnımdan ayırdığında eliyle çenemi tutup beni kendine bakmaya zorladı, yeşilleriyle göz göze geldiğimde görmeyi beklediğim duygu büyük bir sevgi değildi.
“Senin duvarlarını yıkmaya çalışan bendim bunun için özür dileme, asla. Ve sen bana asla yara olmazsın deli yürek, kalbindeki masumiyet bile izin vermez buna. Unut bunları.” Masumiyet mi? Ben miydim masum? Hayal falan görüyor olmalıydı, elimde kan yok diye katil olduğumu göremiyordu.
“Ben kendi ailesinin kati-” Cümlemi bitirmemi engelleyen şey dudaklarını dudaklarıma bastırmasıydı. Öptüğü için susmak zorunda kalmıştım geri çekildiğinde benim göğsüm yine hızla inip kalkmaya başlamıştı heyecandan.
“Bir daha böyle şeyleri duymak istemiyorum anlaşıldı mı? Sen katil falan değilsin unut bunu. Bir daha böyle şeyler söylersen seni susturmak zorunda kalacağım. İstersen ömrümün sonuna kadar konuş dinlerim ama bunları söyleyeceksen sussan iyi edersin deli yürek.” Gözlerindeki sevgi o kadar farklı hissettiriyordu ki beni gerçekten katil olmadığıma inandırabilirdi, o etkiye sahipti. Gülümsediğimde kollarımı boynuna dolayıp ona sıkıca sarıldım onun kolları belime dolanırken ben başımı boynuna gömüp kokusunu içime çektim.
Kokusu evimdi.
O ise benim her şeyimdi.
“Her şeyimsin.” Başımı boynuna gömdüğümden dolayı sesim boğuk çıkmıştı, o bana cevap verirken gülümsediğini hissettim. “Her şeyimsin deli yürek.” Geri çekilip ona baktığımda alnıma bir öpücük kondurdu. Geri çekildiğinde bakışları anında değişirken sinirli ses tonuyla konuştu. “Kıskançlıktan kudurdum burada haberin var mı? Manzarası güzelmiş, yerin dibine gömünce görecekti o manzarayı.” Ani itirafı ile kahkaha attığımda o bana ters ters baktı.
“Ne gülüyorsun ya? Gerçekten öldürecektim o herifi.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım, öldüreceğinden şüphem yoktu ama bu hali tatlı geldiği için gülüyordum. “Öldüreceğinden şüphem yok sadece tatlılığına gülüyorum.” Gözleri kocaman açılırken şoka uğrayarak bana baktı.
“Neyime güldün pardon?” Gülmemek için kendimi tutarken şokla sorduğu doruyu cevapladım. “Tatlılığına.”
“Tatlılık? Ve ben? Yavrum sen hayal mi görüyorsun?” Kahkaha attığımda gülüşüme olan hayran bakışları kalbimin ritmi için iyi değildi. Ayrıca ne derse desin gözüme şu an çok tatlı geliyordu büyük heybeti de buna dahildi. “Tatlısın işte sus.” Kaşları havalanırken yüzünü yüzüme yaklaştırırken kapı kulpunun sesi ile durdu, öfkeli boğa gibi burnundan solurken kapı açılmak için zorlanıyordu. Odaya girerken kilitlediği için açılmıyordu ama zorlayan her kimse vazgeçecek gibi de değildi.
“O zorlayanı...” Ayberk sövmemek için kendini zor tutarken benim bakışlarım açılmak için zorlanan kapı kulpundaydı, kapı kulpu hareket etmeyi bıraktığında bir ses duyuldu. “Allah Allah nereye gitti lan komutan? Odasına gitti demediler mi?” Bu ses Turgut’a aitti. Ayberk ile bakışlarımız kesiştiğinde ikimiz de sessiz kaldık.
Bu dingiller kim bilir yine niye beni arıyorlardı? Ya bir bok yemişlerdi ya da yiyeceklerdi. Bir süre sessizlik olduğunda ve kapı kulpu zorlanmadığında gittiklerini anlayarak bakışlarımı ona çevirdim. “Yakalanmak üzereydik.” Onun derdi ise çok farklıydı. “Zamanını buldular.” Turşu suratlı ifadesine bakarken omzuna acıtmayacak bir sille vurdum. “Yakalanacaktık diyorum.” Bakışları bana döndüğünde sırıttı.
“Yakalanalım, ben sevdamı tüm dünyaya duyurmaya hazırım.” Başımı olumsuz anlamda sallayarak güldüğümde o da gülümsedi. Tüm dünyaya falan duyuramazdı bizim işimiz sır olmaktı sevdamızı da sadece biz bilirdik.
“Tüm dünyaya duyuramazsın komutan bizim işimiz sır olmak.” Yüzünde minik bir tebessüm oluştu, bize vatan denilirse yüzümüzde yaşanmışlık dolu minik bir tebessüm oluşurdu, başını eğip bana bakarken fısıldadı. “O zaman kendi dünyama duyururum.” Anlamadığım için kaşlarım çatıldığında gülümsemesi genişledi.
“En azından bu haberi Eda’ya söylemeliyiz.” Bizimkilerin hepsine söyleyecekti bunu şu an anlamış bulunmuştum ama duyurabilirdi çünkü artık korkak değildim. Elini tutacak ve bende herkese onu deli gibi sevdiğimi söyleyecektim, çünkü duygularım tek ona vardı bunu herkes bilebilirdi. O benimdi ve ben bunu herkese söyleyecektim.
“Neşet Ertaş’ın bir türküsü var bilir misin yüzbaşı? Sen benimsin, ben senin.” Gülümsemesi genişlerken kalbimin ritminin şaşmasına sebep olan o kalın, tok sesi ile mırıldandı. “Sen benimsin, ben seninim. Bilmem mi?” Gülümsediğimde eğilip yanağıma bir öpücük kondurdu geri çekildiğinde ise cebinden telefonunu çıkararak Eda’yı aradı. Ben sırıtırken Eda telefonu açtı Ayberk ise hoparlöre aldı.
“Alo abicim.” Ayberk’in yeşilleri benim üstümdeyken bana bakarak öyle güzel gülmesi gerçekten kalbimi tehlikeye atıyordu. “Abim nasılsın? Ne yapıyorsun?” Eda’nın tarafından hışırtılar gelirken sesi duyuldu. “Okuldan çıktım şimdi ne oldu?” Ayberk’in sırıtışı genişlerken ben gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Çok güzel bir şey oldu.” Ayberk Eda’yı merakta bırakırken Eda’dan beklemediğim bir cevap aldım. “Umay ile sevgili olduğunu söyle bana, sizin ayrı kalmanızdan ben efkara girdim artık.” Eda’nın yanıtına gülmemek için kendimi tutarken Ayberk sırıtarak cevap verdi.
“Efkardan çıkabilirsin.” Ayberk’in yanıtı ile Eda’nın tarafında bir sessizlik oluştu sonra neşeli sesi ile konuştu. “Hele şükür o zaman bugün evde bir parti veriyorum ve bunu herkese duyuracağım.” Ayberk kıkırdadığında bakışları bir an bile benim üzerimden ayrılmıyordu. Bu ikisi birbirinin kopyasıydı. Abi kardeş millete duyurmadan rahat edemeyeceklerdi.
“Bir şey lazımsa söyle.” Eda’nın eğlenen sesini duydum. “Kredi kartın.” Ayberk’in yüzünde bıkkın bir ifade belirdiğinde kıkırdadım. “Tamam abim.” Ayberk telefonu kapattığında üzerime eğildi, benim kalçam hala masaya yaslıyken o ellerini masaya yaslamış üstüme eğilmişti. Kalbime zoru vardı. “Aynı askeriyedeyken senden nasıl uzak duracağımı bilmiyorum.”
“Bende kalp var oğlum ve sen bana yaklaştıkça kriz geçirme tehlikesi atlatıyor, ben ne yapayım?” Kıkırdadığında bende gülümsedim ama ciddiyim böyle yakın olmaya devam ederse her an kalp krizi geçirebilirdim. O sırada telefonum çaldığında masanın üstündeki telefonumu aldım ekranda Uraz’ın ismini görünce aramayı yanıtladım. “Uraz?”
“Komutanım, görev.” Bakışlarım Ayberk’e çevirdiğimde yutkundum ve aramayı yanıtladım, yeşillerine bakarken onun kaşları çatıldı. “Görev.” Dediğimde derin bir nefes verdi çatılan kaşları düzeldi ama gözlerindeki ifade tarif edilmeyecek bir şeydi. Kollarını belime dolayıp başını boynuma gömdüğünde bende kollarımı boynuna doladım, boynuma bir öpücük kondurup konuştu. “Sağ salim geri gel bana.” Söz veremezdim denerdim ama ne kadar başarılı olurdum bilmiyordum.
“Denerim.” Bende onun boynuna bir öpücük kondurduğumda geri çekildi dudaklarını alnıma yasladığında gözlerimi kapattım. Geri çekildiğinde son bir kez bakıp kollarının arasından çıkıp kapıya ilerledim kilidi açıp çıktığımda kapıyı arkamdan kapattım. Elim kapı kulpunda kalırken derin bir nefes verdim sonra kendimi toplayarak harekat odasına ilerledim. Odaya girdiğimde Pençe timini ve Ali albayı gördüğümde durdum bakışlarım Ali albaya dönerken asker selamı verdim. “Özür dilerim komutanım geciktim.” Bu ilk kez oluyordu normalde tim ile beraber gelirdim ama bu sefer farklıydı. “Geç deli yürek.” İlk kez olduğundan görmezden gelmiş olmalıydı asker selamını bozup geçip sandalyeye oturdum. Ali albayda oturduğunda tüm bakışlar ona çevrildi yine ortaya bir resim koyduğunda bakışlarımı resme çevirdim.
“Bu itin adı Salman kırmızı listede ama tehlikeli yanı bunun psikopat bir oğlu var. Babası artık yaşlansa da oğlu fazla tehlikeli bir ruh hastası, nerede olduğunu bilmiyoruz. Ama büyük eylemler yapıyor ve yapmaya devam edecek sizin göreviniz bu iti bulup oğlunun yerini öğrenmek. Babasını öldürün o işimize yaramaz ama oğlu bizim için önemli örgütte önemli bir yere sahip. Bize sağ lazım, anlaşıldı mı?” Hepimiz aynı anda cevap verdik.
“Anlaşıldı komutanım.” Ali albay bir baş hareketi yaptığında oturduğu yerden ayağa kalktığında bizde ayaklandık. “Zorlu bir görev olacak tamamlayacağınızdan şüphem yok ama kimsede çizik bile istemiyorum anlaşıldı mı Pençe?” Hepimiz sessiz kaldık bize sağlam gelin diyordu ama bizim gelip gelemeyeceğimiz bile belli değildi. Ali albay bir şey söylemediğinde bizde harekat odasından çıkıp hangara doğru ilerledik benim kafamda ise görev planı dönüyordu.
Hangardan çıktığımızda bizi bekleyen tek kişi Ali albay değildi, Ayberk ve Metehan’da Ali albay ile birlikte bizi izliyordu. Yeşilleriyle denk düştüğümde gamzesini bana sunduğunda gülümsedim. Bir kez daha onlara bakmadan tek sıra halinde helikoptere doğru koşup bindik, helikopterin kapısı kapatıldığında havalandık.
Yere indiğimizde bir güvenlik çemberi oluştururken Uraz ile harita üzerinde konuşuyorduk. “O itin bulunduğu bölge burası burada iki büyük mağara var onların birinde olacak. Biz bu işi yakıp yıkmadan halledeceğiz çünkü o bölgede olan köyler var, sivillere zarar gelmeyecek.” Uraz başı ile onayladığında haritayı kaldırırken bende time seslendim. “Pençe gidiyoruz.” Önden ilerlemeye başladığımda onlar da arkamdan geldi.
Saat öğleye dayanırken saklandığım çalıların arasından silahımın dürbünü ile karşıdaki mağarayı inceledim. Mağaranın tam karşısındaki dağdaydık ama bizi görmeleri imkansızdı, ama biz onları görebilirdik. Mağaranın içinde çok kalabalık bir grup yoktu benim saydığım kadarıyla on beş kişilerdi ama mağaranın içinde de bu itlerin devamının olması muhtemeldi. “Komutanım ne zaman biçiyoruz?” Telsizden Turgut’un sesi kulaklarıma dolmaya devam ederken ben mağarayı izlemeye devam ettim. “Önce bir haber verelim biçeriz.” Telsizden onların telsizlerinin frekansına bağlanıp geldiğimizi söyleyecektik.
Bozkurtlar avlanmadan önce ulurlardı bunun yapmasının sebebi ava çıktığını haber vermesiydi çünkü yeryüzünde bozkurtlar ve Türkler kimseyi arkadan vurmazlardı.
Bozkurt ava çıktıktan sonra o avı her türlü yakalardı önceden haber vermesi mertliğindendi, bizde şimdi haber versek de her türlü bizim elimize geçeceklerdi.
Telsizden onların frekansına bağlandığımda bakışlarım o itin üzerindeyken konuştum. “Salman nasılsın?” İt elindeki telsizden gelen sesle anında ayaklanırken ben sırıttım, sesimiz bile korkutmaya yetiyordu. “Sen kimsin?” Kim olduğumu gayet iyi biliyordu, biliyordu ki bakışları her yerde bizi arıyordu. “Bozkurt, senin dilinde T.C. geldi.” Bu itler askerler geldiği zaman T.C. geldi diyorlardı Türkiye Cumhuriyeti demeye bile cesareti yoktu bunların.
“Neredesin sen?” Geldiğimizi duyunca yerinde duramayıp tüm itlerini mağaranın önüne getirdiğinde sırıttım, ne aptallık ama. Tüm itlerini kapının önüne getirmesi onları biçmemizi kolaylaştırıyordu, gerçekten aptallardı. “Tam karşındayım köpek.” Bakışları bizim bulunduğumuz dağa çevrildiğinde o bizi göremedi ama biz onu gördük, o korkuyla mağarasına kaçarken itlerine dağa doğru ateş etmeleri için emir verirken ben telsizi cebime koydum. Dürbüne yaklaşıp nişan aldığımda mağarasına kaçan iti bacağından vurdum.
“Pençe, avınız kutlu olsun.” Benim sözlerimle ateş edilmeye başlandığında itlerin hepsi tek tek geberdi. Hiçbirimiz bir kurşunu boşa çıkarmıyor, hedef aldığımızı indiriyorduk. Bir iti alnının ortasından vurduğumda bir diğerini göğsünden vurdum, diğerini kafasından vurduğumda itler zaten bitmişti. Kapının önündekileri temizlemiştik geriye içeriye kaçanlar kalmıştı.
“Turgut Kutay, Atakan ve Göktuğ’u alıp mağaranın diğer çıkışına gidin hemen elinizden kaçırmayın. Diğerleri benimle geliyor.” Ben uzandığım yerden dikkatlice kalkarken diğerleri de kalktı. “Emredersiniz komutanım.” Turgut’tan gelen sesle onlar mağaranın çıkışını tutmak için koşmaya başladılar biz ise etrafı kontrol ederek mağaraya doğru ilerledik.
Mağaranın girişine geldiğimizde önce içeriye bir göz attığımızda bir kurşun tam dibimden geçtiğimde geri çekildim. Diz çöküp içeriye nişan aldığımda içerideki o bir iti öldürdüm elimle Uraz’a işaret verdiğimde o yavaşça kontrol ederek mağaraya girdi. Mağaranın girişindeki cesetlerin kokusu burnuma vururken Oğuz ve Sare yaşan var mı diye kontrol ediyordu. Uraz ile ben aynı hizada yan yana mağaranın içine doğru ilerlerken önüme düşen itle silahımı anında önüme düşen ite çevirdikten sonra karanlıktan bize doğru gelen sulietlere çevirdim. Mağaranın sonu karanlık olduğunda sadece suliet olarak görünüyorlardı ama heybetlerinden bile bizimkiler olduğu belliydi, salına salına gelişlerinden tanırdım onları.
Bizim dörtlü aydınlığa çıktıklarında yüzlerinde ki sırıtışa başımı olumsuz anlamda salladım laf ediyordum ama gülmediklerinde benim canım sıkılıyordu. Yere düşen Salam iti debelenirken ve bana saldırmaya hazırlanacakken ensesine dayanan namlu ile durdu. “Ölmek için bu kadar acele etme.” Atakan silahını ite dayayıp nefret dolu sesi ile konuşurken Sare ve Oğuz’da yanımıza geldi. “Yaşayan yok komutanım.” Başımla onayladığımda bakışlarımı yerde diz çökmüş oturan itten ayırmadım. “Şimdi sana bir kez soracağım ve sende doğru cevap vereceksin.”
İt pişkince sırıtırken benim üstümde korkutucu bir sakinlik vardı. “Senin gibi bir kızdan mı korkacağım?” Korkmalıydı yani korksa iyi ederdi çünkü ben sinirlendiğimde her şeyi yapabilecek bir insandım ve şu an sinirlerim zorlanıyordu. “Oğlun nerede?” Onu umursamayarak sorumu sorduğumda sırıtışı genişledi, düşünüyormuş gibi yaparken ben gözümü kırpmadan ona bakıyordum. “Bilmem canım oğlum saklambaç oynamayı sever.” Sabrım tükeniyordu canı oğluyla bunu aynı mezara sokacaktım.
“Sorumun cevabını versen iyi edersin çünkü canın oğlunu ben bulursam Azrail gelsin diye dua etmek zorunda kalırsınız.” Kaşları havalanırken kahkaha attı. “Sert kız sevdim seni.” Silahımı Uraz’a uzattığımda aldı bende yaklaşıp itin suratına sert bir yumuk geçirdim, dizlerinin üzerinde dururken yumruğum ile yere devrildi. “Şansını çok zorluyorsun.” Patlattığım kaşından kanlar akarken sırıttı benim sinirlerim yükselmeye devam ederken bıçağımı çıkardım.
“Derini yüzmemi ister misin yoksa konuşur musun?” Kahkaha atmaya devam etti ama titreyen vücudu korkusunu ele veriyordu. Yapmayacağımı mı düşünüyordu? Yapardım. Bu dünyada yeterince pislik görmüştüm bunu yapmaktan çekinmezdim, özellikle sinirlerim böylesine yükseliyorken daha beterini de yapardım.
“Kaldırın şu iti.” Göktuğ eli ile ensesinde kavradığında kaldırıp yine dizlerinin üstüne oturttu ensesinden tutup onu yerinde sabit tutmaya devam etti. Bıçağımı elmacık kemiğine yasladığımda korkudan titremeye devam etti ama yine de sırıttı. “Oğlun nerede?” Buz gibi soğuk sesimle konuşurken o sırıttı. “Azrail’inin yerini bilmiyor musun asker?” Sabrımı gerçekten sınamıştı eğlenen sesine karşılık elmacık kemiğine yasladığım bıçağı yavaşça aşağıya doğru kaydırdım. Bıçak yanağında aşağıya doğru inerken it haykırmaya ve debelenmeye başlayınca Göktuğ saçlarından kavrayıp başını sabit tuttu.
“Söyleyecem, tamam.” İt haykırarak bağırırken ben bıçağı yüzünden çektim, yüzünün derisi soyulup et parçası gibi yüzünden sarkarken ben tepkisiz kaldım. İt ağlarken ben bana vereceği cevabı bekledim başımı yavaşça omzuma yatırdım. Bu itler yüzlerce masumun kanını ellerine bulaştırırken, benim vatanıma göz dikerken ona acıyacak mıydım? Hayır. Başkaları acımasız bir psikopat olduğumu düşünebilirdi ama vatanıma göz dikene benim milletimdeki masumları öldürene zerre acımam olmazdı.
“Sabaha kadar seni bekleyemem cevabı söyle acını bitireyim.” Soğuk ses tonuma karşılık ağlamaya devam etti yüzünde sarkan derisi ona daha fazla acı verecekti cevabı söylerse ölür kurtulurdu. Ha yok söylemezse derisini soyar etini köpeklere yem ederdim. “Yerini bilmiyorum bana da söylemiyor ama bu bölgeye yakın bir yerde.” Oğlunun bir psikopat olduğunu göz önünde bulundurursak babasına bile yerini söylememesi muhtemeldi ama bu itin doğruyu söylediğinden emin olmamız gerekiyordu. “Doğruyu söyle.”
“Doğru söylüyorum.” Ayağımla yerdeki tozu onun yüzüne fırlattığımda tozlar onun derisi soyulmuş etine geldiğinde haykırışı tüm mağarada duyuldu, şu anda yarasına tuz basılmış gibiydi. “Doğruyu söyle.” O ağlarken ve acıyla haykırırken benim sözlerime cevap veremedi. “Doğru söylerem.” Diyerek ağlamaya devam ederken Uraz’ın sesini duydum. “Komutanım doğru söylüyor oğlu örgütte yüksek bir mertebedeyken babasına yerini bile söylemez.” Doğru söylediğinden yüzde yüz olmasa da emin olmuştuk bu acıya karşılık da söylemezse daha beterini yapacağımı anlayıp doğruyu söylemişti. Tabancamı çıkarıp alnının ortasında bir delik açtım tabancamı yerine geri koyarken yere çöküp onun kanına bulanmış bıçağımı onun paçavrasına silip temizledim.
Bıçağımı da yerine koyduğumda Uraz’dan silahımı aldım. “Komutanım, Ali albay.” Kutay telsizi bana uzatırken aldığımda konuştum. “Komutanım.” Karşıdan Ali albayın sesi gelirken benim bakışlarım mağaranın dışında dolaşıyordu.
“Ne durumdasınız?” Pek iç açıcı bir durumumuz yoktu o it oğlunun yerini bilmiyorduk ve onu en kısa zamanda ele geçirmemiz gerekiyordu. “Komutanım Salam denen it oğlunun erini bilmiyor sadece bu bölgeye yakın bir bölgede olduğunu söyledi ama çember çok geniş.” Karşı taraf sessiz kaldığında bizde sessizdik Ali albayın vereceği kararı bekliyorduk ama tabi ki kendi bildiğimizi okuyacaktık. Ali albay ya geri dönün riske atmayın diyecekti, ya da görevi tamamlayın diyecekti. “Pençe geri dönün onu bulmanızın ne kadar süreceğini bilmiyoruz riske atamayız.” Atardık, atmalıydık. Uzun bir görev olacaktı elimizde fazla ağır silahlar yoktu belki dayanamayacaktık, ama kimin umurundaydı? Biz kendi canımızı riske atamıyoruz diye yüzlerce masum mu ölecekti? Bizim görevimiz zaten bu değil miydi? Masumlar ölmesin al bayrak yere inmesin diye ölmek değil miydi?
Burada biz sekiz kişi şehit olacaktık ama orada yüzlerce masum kurtulacaktık ya da bir korkak gibi görevimizi yapmayıp biz yaşayıp yüzlerce masumun ölümüne sebep olacaktık. Bu insanlar bize güveniyorken bunu yapamazdık insanlar bu devletin şehadete yürüyen mehmetçikleri var diye huzurla uyumuyorlar mıydı? Bu vatanın ölmeye giden kahramanları var diye gönül rahatlığıyla yaşamıyorlar mıydı? Yakışır mıydı Türk mehmetçiğine dönüp gitmek? Şehadet bize ödüldü şehadet şerbetini içer girerdik uğruna canımızı verdiğimiz kara toprağa sıkıntı değildi.
Bakışlarımı arkamda duran timime çevirdim o anda anladım Ali albayı. Bu askerler tek bir kararla ya şehit olacak ya da yaşayacaklardı, şehit olup olmamaları komutanların elindeydi. Ama ben şehit olmalarını seçiyordum, belki Ali albay kadar merhametli bir komutan değildim ama bizim işimizde duygulara yer yoktu. Benim kararım şehit olmaktı ama bunu bir de onlara sormak gerekiyordu.
“Ali albay eve dönün diyor.” Benim bu sözlerimin üstüne hepsinin kaşları çatılırken ilk itiraz eden Göktuğ oldu. “Olmaz komutanım biz daha görevimizi bitirmedik ki onca masumun canı tehlikedeyken eve mi döneceğiz?” Biz göreve çıktığımızda geride kalanları düşünmezdik, bizim görevimiz vatanı düşünmekti. Geride bıraktığı annesi, babası ve sevdiği kadın vardı ve ilk itiraz eden oydu, Türk Mehmetçiğine de bu yakışırdı. “Göktuğ haklı görev bitmedi o itin ne yapacağını bile bilmiyoruz.” Bu itirazın sahibi Atakan’dı kaşları çatık, bakışları keskin, sesi sertti.
“Pençe timi görevini bitirmeden eve asla dönmez, özellikle böyle bir görevi tamamlamayacaksan niye varız?” Kutay’ın sert sözlerine anında Turgut katıldı. “İlk defa doğruyu söylüyor masumlara zarar gelmesine izin verecek değiliz, ben eve dönmüyorum siz gidebilirsiniz.” Oğuz’un sert bakışları Turgut’u buldu. “Kim gidiyor lan eve? Çoğul konuşma ben görevi tamamlamadan hiçbir yere gitmiyorum.” Çoğu zaman sessiz olan Sare bile net ve keskin konuştu.
“Görevimiz vatan uğruna şehit olmak değil mi? Ne diye eve dönüyoruz? Şehit olmak ödüldür bize.” Neredeyse hiç konuşmayıp, iki kelimeden fazla laf etmeyen Uraz bile konuştu. “Görevimiz vatan uğruna şehit olmak Pençe timinin görevini tamamlamadığı ne zaman görülmüş?” İşte kahraman Türk askeri. Bize de bu yakışırdı, bakışlarım hepsinin üzerinde gezindiğinde hepsinin bakışlarındaki kararlılığı gördüm. Şehadeti ödül bilen Türk askeriydik geri döner miydik?
“Birinci emire sadığız.” Böyle bir hakkımız vardı bize birinci emir verildikten sonra ikinci emir geldikten sonra yapacağımız şey bizim inisiyatifimize kalırdı. Birinci emre uyabilirdik ve bunun sonucunda herhangi bir ceza verilemezdi bize görevi tamamlayın denilmişti bizde birinci emre sadık kalıyorduk. “Deli yürek ben al bayrağa sarılı sekiz tabut getirmek istemiyorum buraya. O it henüz bir şey yapamaz boş yere kendinizi öldürtmeyin.” Al bayrağa sarılı bir tabutta olmak bizim için şerefti.
“Pençe timi birinci emre sadık kalacak.” Telsizi kapatıp Kutay’a uzattığımda aldı Pençe timi karşımda dururken benim bakışlarım hepsinin üzerinde gezindi. “Görev tamamlanmadan şehit olmak yok Pençe anlaşıldı mı?” Hepsi aynı anda cevap verdi. “Anlaşıldı komutanım.” Başımla onayladığımda Uraz’da haritayı istedim haritayı yere koyduğumda Göktuğ ve Atakan hariç tüm tim başıma toplandı. Göktuğ ön tarafı, Atakan arka tarafı gözetliyordu.
“Bakın bu bölgenin yakınında dedi ve çemberimiz çok geniş bizim bu çemberi en iyi şekilde daraltmamız gerekiyor.” Hepsi beni dinlerken haritayı inceliyorlardı ama daraltmak zordu çünkü büyük bir terör bölgesindeydik. “Bunlar eylem yapmayı planlıyorlar değil mi? O zaman eylem yapabilecekleri bölgelerde durmamız gerek o zaman ona ulaşmak için bir fırsatımız olabilir.” Oğuz’un söylediklerini başımla onayladığımda bu sefer eylem üzerinden çemberi daraltmaya başladık. “Bu bölge olmaz büyük bir kasaba burada eylem yapmazlar zaten onların kontrolü altında.” Sare’nin parmağıyla gösterdiği bölgeye baktığımızda o kısmı eledik.
“Bu bölge olmaz eylem yapamazlar çok dikkat çeker ve onlar için riskli olur.” Turgut’un gösterdiği bölgeyi de eledik ama bu şekilde çok uzun sürecekti ve bizim o kadar zamanımız yoktu. Haritaya bakarken bir bölge gözüme takıldığında parmağımla gösterdim.
“Bu bölgede yapacaklar çok müsait çünkü, bu bölgede köyler var ve buradaki köylerden birisi Türk köyü. Türkmenlerin yaşadığı bir köy daha önce duymuştum burası onların eylemi için çok uygun. Hem köy halkı Türk hem de hiçbir korumaları yok rahatça eylem yapabilirler.” O köy gerçekten çok riskli bir bölgeydi bunu MİT görevlerinin birinde duymuştum halk tehlikeli olduğunu bilmesine rağmen köyü terk etmiyorlardı.
“Ama bölge çok büyük ve yaptığımız tek bir yanlış büyük kayıplara sebep olur. Tek bir bölgeden emin olamayız.” Kutay haklıydı ama teknik olarak düşünülünce en uygunu bu bölgeydi ben teknik değil de hislerimden yola çıkarsam bu bölgede olacağından emindim. Hislerim yanıltmazdı. “Evet ama bu bölge uygun hem bu Türkler köyü terk etmediği için bunları sevmiyorlar bence bu bölgeye gitmeliyiz.” Uraz’ın sözleri ile bir sessizlik oldu ortak bir karar vermeye çalışıyorduk.
En nihayetinde karar verdiğimiz bölge o köy olmuştu yanılma ihtimalimiz ise beni delirtiyordu çünkü bölge çok genişti ve bizim tam olarak kesin bir istihbaratımız yoktu. Ama yine de bitirecektik bu görevi mağaradan çıkmış bölgeye doğru ilerlemeye başlamıştık. Ama bölgeye giden iki yol vardı birisi düzlüktü çok açıkta kalacağımız için engebeli olanını seçmiştik. Biz mağaradayken güneş tepemizdeydi ama artık gökte hilal vardı. Engebeli yollarda ilerlemek bizim için zor değildi ama bu yolun tehlikeli yanı bir uçurumun olmasıydı. O uçurumdan aşağıya inmemiz şarttı ama bizim için dert değildi her ne kadar tehlikeli olsa da. Biz uçuruma yaklaşırken bir bozkurtun uluma sesi duyulduğunda dudaklarımda bir sırıtış oluştu. “Ava çıkan tek bozkurt biz değilmişiz.” Oğuz’un sesi ile sırıtışım genişlerken uçuruma varmıştık. Adımlarım durduğunda timde durdu ilerleyip uçurumdan aşağıya baktım, sonu azıcık gözüküyordu taşlardaki çatlaklar tehlikeye atacaktı ama inerdik.
“Hadi bakalım aşağıya iniyoruz, düşmek gibi acemilik yapan olursa eğitimlere baştan alırım.” Benim sözlerimle hepsi kıkırdadığında Turgut’un eğlenen sesini duydum. “Bence düşen kendini öldürsün.” Bizimkiler kıkırdadığında benim yüzümde bir sırıtış vardı evet böyle bir konu hakkında şaka yapıp gülebilirdik, kimse sorgulamamalıydı. “Bana bak lan sakın düşme evin kirasını tek başıma ödeyemem.” Kutay’ın sözlerine Turgut’un yüzü turlu suratlı bir ifadeye büründü. “Biz kirayı ödememiştik demi lan?” Kutay başını olumsuz anlamda salladığında Turgut mutsuz mutsuz halatını beline doladı.
“Bunlar nasıl yaşıyor ben anlamıyorum.” Oğuz’un sözleriyle sırıttım eminim onlar da nasıl yaşadıklarına hayret ediyorlardı. Halatımı belime sıkıca doladığımda diğer ucunu uçuruma yakın olan tek ağaç olan meşe ağacına bağladım. Böyle güçlü bir ağacın burada olması Allah’ın bize yardımıydı herhalde. “Evet ilk kim düşmek ister?” Atakan’ın sorusu ile herkes gülerken ben silahımla etrafı kontrol ediyordum, en son ben inecektim.
“Soruyu soran düşsün.” Göktuğ’un sözleriyle Atakan’ın ters bakışları ona çevrildiğinde Göktuğ’un sırıtışı soldu. “Pardon komutanım.” Atakan ona ters ters bakmaya devam ederken uçurumu gösterdi. “İlk sen ineceksin lan.” Herkes gülerken benim bakışlarım etrafta dolaşıyordu ağaçların arasında ki çalılıklardan birinin yaprağının kımıldadığını görünce gözlerimi kısarak baktım. Rüzgardan olmalıydı ama hava esmiyordu bile. Benim bakışlarım etrafta dolaşırken tetikte bekliyordum çünkü bir şey vardı etrafımızda. Sessizdi ama hissettiriyordu etrafımızda bir şey vardı.
Etrafı kontrol ederken Göktuğ ve Atakan aşağıya inmişlerdi onların arkasından Turgut ve Kutay inerken ben hala tetikte bekliyordum. Çalıların arasında bir çift buz mavisi göz gördüğümde anında nişan aldım ama o kıpırdamadı. Birkaç saniye baktığımda ne olduğunu anlayınca sırıttım.
Bozkurt.
“Bugün birilerinin akşam yemeği olmak istemiyorsanız elinizi çabuk tutun.” Sözlerimle goygoy yapan Oğuz’un bakışları bir çift buz mavisini görünce sırıttı sonra ise Sare ile aşağıya inmeye başladılar. Uraz ile ben kalırken bozkurt bize doğru bir adım attığında ben bakışlarımı bozkurttan ayırmadan Uraz’a seslendim. “Uraz aşağıya in peşinden geleceğim.” Bozkurt ile bakışırken bir adım daha attı, birazdan saldıracaktı. Her ne kadar birbirimize benzesek de sonuç olarak bir hayvandı ve hayvan içgüdüleri ile bize saldıracaktı. Filmlerdeki gibi yanımıza gelip kendini sevdirecek değildi, bozkurtlar evcilleşmezdi. “Ya beraber ya hiç.” Uraz ile inatlaşmaya vaktim yoktu geriye doğru aynı anda bir adım attık.
Bizim uçurum ile aramızda üç adım vardı, bozkurt ise aramızda ise on adım. Biz bir adım geri attığımızda bozkurt hafifçe eğilerek saldırma pozisyonu aldığında silahımı sırtıma taktım. “Uraz üç deyince.” Halattan sıkıca tutunduğumda seslendim. “Üç.” İki adımı hızla atıp aşağıya atladığımızda halata tutunarak ayaklarımızı uçurumun duvarına yasladık. Bozkurt yukarıdan bize bakarken sırıttım bu sefer olmazdı maalesef. Biz kendimi yavaş yavaş bırakarak aşağıya inerken bozkurt gözden kayboldu.
Aşağıya indiğimizde silahı yine elime alıp en öne geçtim köye fazla yolumuz kalmamıştı kısa sürede oraya ulaşırdık. Önden yürümeye başladığımda timde arkamdan geliyordu kulağıma ise onların konuşmaları geldi. “Kira ödemek nedir ya.” Turgut huysuzluğuna karşılık destekleyici tepki Kutay’dan geldi. “Öyle de şey bir de biz faturaları ödemedik.” Bunlar nasıl geçinemiyordu gerçekten anlayamıyordum ben ama anlamaya da çalışmayacaktım daha önemli işlerim var şu an. “Nasıl ödemedik?” Turgut’un sorusuna cevap Kutay’dan geldi. “Oğlum ödemedik işte ben göreve çıkmadan önce ödeyecektim ödeyemedim göreve çıktık.” Görev öncesinden konuştuklarında aklıma bir çift yeşil hare düştüğünde anında aklımdan çıkardım. O güzel gözleriyle aklıma girmemeliydi görevime odaklanmalıydım şayet aklıma dolduğunda onunla ilgili bin bir türlü düşünce doluyordu zihnime ve ben önemli bir görevdeydim. “Beyler muhabbetinize eve dönünce devam edin.” Oğuz’un uyarısı ile Turgut ve Kutay sustuklarında bende bir çift yeşil hareyi unutup önüme baktım, geride bıraktıklarım değil, ileride kurtarmam gerekenler önemliydi. Geride bıraktıklarımızı düşünemezdik.
Soğuk geceye iyice çökerken ben önümdeki kayanın arkasında tek dizimin üstüne çöktüm silahımın dürbününden köyü incelemeye başladım. Sokak lambası falan yoktu meşalelerle aydınlatılmıştı gerçi böyle bir yerde elektrik de bekleyemezdik. Köyde bazı evlerin içinden yayılan ışıklar vardı bazıları ise karanlıktı köyün içinde dolaşan kimse yoktu ama itler şu an köyün etrafında hatta yakınında bile olabilirlerdi. Biz köye girdiğimizde köyün etrafını sarıp bizi kıskaca alabilirlerdi, girmezsek ise rehin aldıkları köylüleri bize karşı kullanabilirlerdi. Kısacası iki ucu boklu çubuktu ama yine köylülerin rehin almalarına izin veremezdik bu sebeple etrafı kontrol edip içeri girmeliydik. “Komutanım karargahtan bize ulaşmaya çalışıyorlar.” Kutay’ın sesi telsizden kulağıma dolarken benim bakışlarım hala köydeydi emin olmam gerekiyordu, bir tuzak da olabilirdi. Bu itlerin kurduğu kahpe tuzaklar yüzünden kaç şehit vermişti bu vatan. “Cevap verme Kutay, görev bitmedi.”
“Emredersiniz komutanım.” Kutay büyük ihtimalle sinyali kesecekti bu yüzden bir haber vermek amacıyla söylemişti çünkü biliyorduk biz ne kadar deliysek en az bizim kadar deli bir komutanımız vardı. Uydu telefonundan yerimizin sinyalini aldığı anda bir helikopter gönderir yolumuz ortasına indirirdi. Daha önce yapmışlığı vardı. Bize tımarhane kaçkını diyordu ama kendisi bizden de beterdi, yani yolun ortasına helikopter indirmek farklı bir boyuttu çünkü nasıl başardığı hakkında zerre fikrimiz yoktu. Ali albayın askeri yeteneklerini asla sorgulamazdık haddimize değildi yaşlı kurt yaşlansa bile bize taş çıkaracak durumdaydı.
“Köyün etrafını kontrol edip köye gireceğiz, Kutay sen köyün her tarafını görebileceğin bir konuma geç ve herhangi bir hareketlilik olursa haber ver. Ama arkanı kollamayı unutma çiziğin bile olursa seni mahvederim duydun mu beni? Anladınız mı Pençe? Çiziği olanı Ali albayın önüne atarım.” Ali albay önce beni sonra onları mahvederdi sonuç olarak bu delilerden de ben sorumlu olduğum için bunlar yüzünden ceza yersem arkalarından fatiha okurdum. “Anlaşıldı.” Hepsi bir ağızdan cevap verdi ama bunu anlamadıklarını biliyordum, rahat duramıyorlardı çünkü canım timim.
“Turgut koru beni gidiyorum.” Kutay’ın yerinden hareketleneceğini anladığımda bende tetikte bekledim ben köyün içini kontrol edecektim. “Geri gelmeyi unutma kirayı tek başıma ödeyemem.” Ben ödeyecektim en sonunda bunların kirasını! La havle çekerek sabırlı olmaya çalışıyordum ama mümkün değildi sorumsuz heriflerin tekiydiler ve bu şekilde de bordo bereli olmuşlardı. Gerçi benimde kendimi ifade edemediğim düşünülürse şaşırmamak gerekti ama delirtiyorlardı adamı.
Normalde kiraları çok fazla da değildi onlar için ama bu iki zeka küpü maaşlarını saçma sapan her türlü şeye harcadıkları için geçinemiyorlardı. Ve timden kimsede onlara para vermeyecekti bu benim emrimdi çünkü sorumluklarını öğrenmeleri gerekiyordu bu iki dangalağın. “Korkma o kirayı benden mezarda bile alırsın sen.” Kutay’ın sözlerine sırıttığımda Atakan’ın güldüğünü duydum ama sonra sırıtışım bozuldu ve işime odaklandım. “Biraz daha boş konuşmaya devam ederseniz ben ikinizi de mezara gömeceğim.” Sare’nin sert sesi ile bir sessizlik olduğunda sırıttım Sare’den ve benden büyük bir korkuları vardı. Timde bir sessizlik olurken Kutay yerine gidiyordu ben ise köyün içini gözetlemeye devam ettim. Hala sessiz ve sakindi bir hareketlilik yoktu bu iyiye işaretti tabi eğer bir tuzak yoksa.
“Komutanım ben yerleştim.” Kutay’ın sesi telsizden kulağıma dolarken köyde hala hareketlilik yoktu. “Güzel, Kutay köyün etrafını ne kadar görebiliyorsan kontrol et.”
“Atakan köyde birçok tuzak olabilir sen sessizce köye sız ve tuzak var mı diye kontrol et. Telsizin açık olacak dikkat et.” Atakan tuzaklardan en iyi anlayan kişiydi kendisi bomba imha uzmanıydı bu yüzden girip köyde tuzak var mı yok mu kontrol etmeliydi. “Emredersiniz komutanım.” Kutay ve Atakan’ın aynı anda sesi duyulurken ben derin bir nefes aldım, bu iş biraz uzun sürecekti. Köy saydığım kadarıyla yirmi haneydi ve ne kadar kulağa küçük gelse büyük bir köydü her türlü tuzak olabilirdi. Yani operasyonlar filmlerdeki gibi iki güne bitmiyordu.
“Pençe tetikte olun Kutay’dan onay geldikten sonra bizde gireceğiz.” Kutay her tarafı kontrol edip temiz olduğuna dair onay verdiğinde bizde köye girecektik Atakan tuzakları hallederken bizde dikkatlice köye sızacaktık.
Geçen süreden sonra Kutay’ın sesini duydum. “Komutanım köyün etrafı temiz şimdilik kimse yok arkamı da kontrol ettim girebilirsiniz.” Çok uzun sürmemişti bu iyiydi çünkü o itler her an gelebilirlerdi ve bizim onlardan önce köyün içinde olmamız gerekiyordu. “Komutanım köyde tuzak yok henüz girmemişler köy temiz girebilirsiniz.” Kutay’dan onay geldiğinde son bir kez etrafı kontrol edip time seslendim. “Pençe, giriyoruz.” Saklandığım kayanın arkasından çıkıp ilerideki kayaların arasına saklanarak ilerlemeye başladım. Her ne kadar etraf temiz olsa da salına salına girecek değildik dikkatli olmamız gerekiyordu.
Köyün içine girdiğimizde Atakan yanımıza geldi tim ile karanlık bir köşede beklerken Sare konuştu. “Komutanım şimdi ne yapacağız?” Bekleyecektik ama Sare’nin sorduğu soru bu değildi, ya gelmezlerse demeye çalışıyordu ama başka şansımız yoktu. Bekleyecektik ve onlarda geleceklerdi biliyordum. “Bekleyeceğiz ama ulu orta bekleyemeyiz ayrıca köylüye geldiğimizi söylememiz harımıza olur.” Köylü bize köy hakkında birkaç bilgi verebilirdi en azından köyün zayıf noktası gibi bilgileri öğrenebilirdik. Biz bir kenarda dururken karanlıkta bize doğru yaklaşan silüeti gördüğümde anında silahımı ona doğrulttum. O da bana doğrulttuğunda bize yaklaşmaya devam etti yanımıza gelince köylüden birine benzediğini görsem de silahı indirmedim, köylü kılığında bir terörist de olabilirdi her ihtimali göz önünde bulundurmak zorundaydık. Yüzünde kırışıklıkları olsa da simsiyah olan gür saçları, siyaha çalan koyu gözleri ve gür bıyıkları olan adam büyük ihtimalle kırklı yaşlarının ortasındaydı. Bakışları benim koluma döndüğünde çatılmış kalın kaşları düzeldi ve bize doğrulttuğu av tüfeğini indirdi. “Türk askerisiniz.” Türkçesinin gayet iyi olması onun bir terörist olmadığını da kanıtlıyordu çünkü o itler bizim güzel Türkçemizi aksanlı konuşurlardı.
“Sen kimsin?” Silahımı ona doğrulturken o gülümsedi. “Bu köyün muhtarıyım ben merak etmeyin burası Türk köyüdür.” Onu biliyorduk ama onun bundan haberi yoktu ben silahımı yavaşça indirsem de tetikte bekledim. “Dışarısı soğuk gelin evime misafir edeyim sizi, sizin gibi kahramanları evimde misafir etmek isterim.” Henüz kahraman değildik ne zaman görevimiz biter al bayrağa sarılı tabuta girerdik o zaman kahraman olurduk biz.
“Misafirperverliğiniz için sağ olun ama bizim görevimiz köyü korumak.” Muhtar gülümsediğinde bize olan bakışlarında bir hayranlık vardı. “Lütfen izin verin misafir edeyim sizi.” Tehdit oluşturmayacağından emindim ama tetikte olarak içeriye girebilirdik zaten sadece bilgi alıp çıkacaktım. Pekala der gibi bir baş hareketi yaptığımda muhtar gülümseyerek önden ilerlemeye başladığında bende yanına gidip yürümeye başladım. “Bu saatte dışarıda ne işin var muhtar?” Benim sorumla gülümsedi derin bir nefes aldı.
“Her gece çıkıp köyü kontrol ederim çünkü teröristlerin uğradığı bir köy burası ne olur ne olmaz.” Başımı salladığımda bakışlarımı ona çevirdim. “Madem teröristlerin bu kadar uğradığı bir köy neden terk etmediniz?” Benim sorumla bakışları bana döndü yüzünde bir yaşanmışlık gülümsemesi oluşurken cevap verdi. “Hangi Türk’ün toprağını bırakıp gittiğini gördün?” Sırıtsam da o bunu görmedi ama haklıydı bot bastığımız toprağı yar etmezdik bu adamlarda bot bastıkları yerden çıkmayı düşünmüyorlardı. Tarih zaten bu yüzden binlerce efsaneyi yazmamış mıydı? Nice alplar, beyler topraklarını kimseye yar etmedikleri için yazılmamış mıydı bu destanlar? Topraklarımızı kimseye vermediğimiz kurulmamış mıydı nice büyük Türk devletleri? Türk tarihi böyle adamlar sayesinde böyle yazılmıştı ve yazılmaya devam edecekti.
“Türkiye’ye gitmeyi hiç düşünmedin mi?” Bakışlarında bir özlem belirdiğinde maskemin altından hafifçe gülümsedim. “Buradaki herkesin memleketi farklı Uygur Türk’ü de var, Kırgız’da buradaki herkes memleketini özler ama insan alıştığı yerden de vazgeçemiyor be. Gelmek isterdim hatta bazen burnumda tüter cennet vatanı ama yine kopamıyoruz bu bozkırdan.” Haklıydı her ne kadar burada yaşamak onlar için tehlikeli olsa haklıydı. Muhtarın evine geldiğimizde bizi içeriye davet etti içeriye girdiğimizde küçük ama sıcak bir yuva olduğunu gördüm.
Küçük eski püskü bir evdi lakin ortada yanan soba, kenarda birbiri ile oynayan iki çocuk ve aile sıcaklığı bu eski evi sıcak bir yuvaya dönüştürmüştü. Sedirde birbiri ile oynayan erkek ve kız çocuğunu gördüğümde yutkundum. Belki bende kendi kardeşimin katili olmasaydım bizde böyle olabilirdik. Aklıma gelen düşünceleri anında yok edip önüme döndüm, operasyon Umay. Operasyona odaklanmalıydım.
Duvara dizilmiş sedirlere otururken iki çocuğun bakışları da bizim time dönmüştü hiç garipsememişlerdi bu heybetli adamları. Hatta bizim kolumuzdaki Türk bayrağını görünce gülümsediler tahmini iki üç yaşlarındalardı ama gerçekten cesur görünüyorlardı. Yani bu heybetli adamlardan kaçmamalarını geçtim erkek çocuğunun gözlerini benim gözlerimden ayırmaması bile cesur olduklarını anlamama yeterdi. Gözlerim gri olmasına rağmen bakışlarını benden çekmiyordu korkmuyordu da aksine hayranlıkla bakıyordu. İçeriden kapalı tahmini kırk yaşlarında bir kadın elinde çay tepsisi ile gülümseyerek içeri girdiğinde kaşlarım havalandı. Ben yaşlansam bu kadar güzel olmazdım ama kadın gerçekten çok güzeldi, yaşlanmak onda bir şey götürmemiş gibiydi. Sobanın üstündeki çaydanlıktan çay koyarken konuşmayı başarabildim. “Neden zahmet ettiniz? Gerek yoktu.” Benim sözlerimle kadın ayıp bir şey söylemişim gibi bana baktı, bir bok mu yedim ben?
“Ne zahmeti olur mu öyle şey?” Bir bok yemediğimi anlayınca rahatlarken küçük kız çocuğunun Göktuğ’un yanına ilerlediğini gördüm. Timdeki en heybetli Uraz ve Göktuğ vardı tabi diğerleri de küçümsenemezdi ama bu ikisi olayı aşmıştı ve kız da gidip Göktuğ’un kucağına oturmuştu. Göktuğ ve tatlı kız gerçekten çok iyi anlaşırken hepimiz sırıtarak onları izliyorduk konuşan ise Atakan oldu. “Göktuğ artık senden de bekleriz böyle tatlı bir kız çocuğu.” Hepimiz sırıtırken Göktuğ gülümsedi bu fikirle gözleri parlamıştı anlaşılan vardı bir hayali. “Neden olmasın komutanım?” Anlık aklıma gelen şey ile sırıtışım soldu. Ben Göktuğ’a henüz onay vermemiştim ve hala benden onay bekliyordu. Zaafı olmazsa ilişkisine devam edebilecekti ve ben hala bir şey dememiştim ki şu saatten sonra demeye de hakkım yoktu. Çünkü benimde zaafım vardı ya ikimizde başka time geçecek, ya da zaafları yok edecektik. Ve işin kötü tarafı da şu iki bir zaafı öldürmek kadar zor bir şey yoktu. Şimdilik bu konuyu askıya alırken küçük erkek çocuğu benim yanıma geldi o da benim kucağıma oturduğunda gülümsedim.
Ama düşününce...Yeşil gözlü, yakışıklılığını babasından almış bir erkek çocuğu gerçekten güzel bir hayaldi. Ne düşündüğümü fark edince kendime geldim adamdan bir çocuk hayali kuracak kadar sevdaya düşmüş olmazsın Umay! Erkek çocuğu bana bakarken tatlılığını gördüm büyüyünce yakışıklı bir bey olacağı belliydi, anlaşılan annesinin güzelliği kadar babası da yakışıklıydı. “Gözlerin çok güzel.” Bana hayranlıkla bakarken sesindeki hayranlık fark edilmeyecek gibi değildi anlık sanki içimde kanayan bir yaranın daha kanı durmuş gibi hissettim. “Teşekkür ederim, sende çok yakışıklısın.” Gülümsediğinde kucağımda oturmaya devam etti canıma minnetti gayet de hoşuma gidiyordu.
Ama şimdi içeriye gitmeliydi çünkü babasına sormam gereken sorular vardı. “Hadi siz içeri gidin bizim babanızla bir şey konuşmamız gerekiyor.” Göktuğ kucağındaki kız çocuğu ile konuşurken kız çocuğunda alacağımız cevabı hiçbirimiz beklemiyorduk. “Merak etme asker abi bizden bir şey çıkmaz teröristlerle bizde savaşırız hem.” Nasıl da belliydi damarında akan kan.
Küçükken bende bu kadar cesur olabilseydim ailemin katili olmazdım.
İç sesimi susturmak zorunda kalırken bunları aklımda çıkardım hayır şimdi sırası değildi.
Hepimiz anlık ona bakarken diğer cevap kucağımda oturan tatlı minikten geldi. “Evet babam bize birkaç şey öğretti ben sizi korurum.” Ama ben yerim bunları. Elimi yumruk yaptığımda o da yumruk yapıp benimkine tokuşturduğunda gülümsedim. “Merak etmeyin bizim çocuklardan bir şey olmaz cesurdurlar.” Hiç şüphemiz yoktu. Miniklerden biri benim diğeri Göktuğ’un kucağında otururken biz konuya girdik. Normalde içeri gitmeleri gerekecekti ama biz askeri konuları konuşmayacağımız için gizlilik açısından gerek yoktu.
“Size birkaç şey sormamız gerekiyor öncelikle köyün herhangi bir zayıf noktası var mı? En güvensiz olan?” Benim konuya girmemle herkes ciddileşirken muhtarda ciddileşti ve sorumu cevapladı. “Bozkırda olduğumuzdan zayıf noktası çok ama biz kendimizce biraz önlem aldık. Köyün çevresine bir çan bağladık bir şey olursa o çan çalıyor.” Her yerden girebilirlerdi ama bu çan bizim işimize yarardı ben tam konuya girecekken telsizden Kutay’ın sesini duydum. “Komutanım bölmek istemezdim ama iki pikap geliyor.” Ses hepimize gittiğinde hepimiz birbirine bakarken ben küçük miniği kucağımdan kaldırdım ve telsize mırıldadım. “Ne kadar zamanımız var?” Muhtar bir terslik olduğunu anlayınca o da ayaklanırken biz kenara yasladığımız silahlarımı alıyorduk. “Fazla değil, beş dakika. İndireyim mi komutanım?” Şimdiden indirmesi onların kaçması sebep olurdu ama köyü işgal etmelerine de izin vermezdik. Muhtar bize bakarken ben ona döndüm. “Sakın evden çıkmayın.” Muhtarın sorularını dinleyecek vaktim olmadığından hemen dışarı çıktık çıktığımızda time döndüm. “Pençe köyün içine dağılacağız köyü kıskaca alın kimse girmeyecek. Kamalarına da izin vermeyeceğiz.” Hepimiz köyün içine dağılırken ben telsizden Kutay ile konuştum.
“Kutay nereden geliyorlar?” Koşarken Kutay’ı dinledim. “Saat üç yönü iki pikap, araçtan indiler üç yönünde giriş yapacaklar arka kısım bende.” Saat üç buçuk yönünde ben vardım. “Pençe üç yönü.” Köyün çıkışına en yakın evin arkasına saklandım sırtımı duvara dayarken gelmelerini bekliyordum. Silahımı evin duvarına yasladım, bu işi sessiz halledecektik. “Bu işi sessiz halledeceğiz.” Benim sözlerimle sessizlik oldu bu itler köye bağıra bağıra gireceklerdi tabi ama her yer sessizdi. Bizimkiler biçmeye başlamış olmalıydı.
Bana doğru gelen adım seslerini duyduğumda tetikte bekledim anladığım kadarıyla iki kişi geliyorlardı duvarın dibinde beklerken yanımdan geçen iki iti gördüm. Birinin boynuna kolumu doladığımda diğerinin göğsüne sert bir tekme attım, kolumda duran itin boynunu kırıp öldürdüğümde diğeri ayağa kalkmadan onunda boynunu kırdım. Ölene kadar dövmek vardı ama köyde kan aksın istemiyordum sessiz ve temiz halledecektik. Ensemde hissettiğim soğuk namlu ile yavaşça doğrulurken itin sesini duydum. “Hareket etme.” Bu itlerin bu kadar acemi olması canımı sıkıyordu MİT’de en sevdiğim şey karşındaki adamlarında eğitimli ajanlar olmasıydı. Dişli rakipler zevk veriyordu ama bu itlerin aptal olması gerçekten zevk vermiyordu.
Kural bir; düşmanın sana ulaşabileceği mesafede olma.
Ensemde hissettiğim soğuk namlu ile başımı olumsuz anlamda salladım yok bunlardan olmazdı. Çevik bir hareketle arkama döndüğümde keleşin ucunu kavrayıp yere çevirdim ve keleşi kendime çekerken o it de bana yaklaştığında yüzüne sert bir yumruğu geçirdim. Keleş benim elimde kalırken o yere yığılınca it ses çıkarmadan hızla gidip kafasına keleşin tersiyle vurduğumda bayıldı. Uzanıp boynunu kırdığımda ise artık ölüydü. Yaşamaları hoşuma gitmiyordu.
Diğerlerinin keleşlerini de alarak onlardan uzak bir yere koydum bunları sonradan buradan almaya gelecek bir tim olacaktı işlerini kolaylaştırıyordum bir yandan da. Kendi silahımı aldığımda köyün içinde evlerin arasından ilerlemeye başladım köyde çıt çıkmıyordu bunlar bağırarak girmeden ölmüşlerdi büyük ihtimalle. Köye doğru koşarak giriş yapan it gördüğümde durdum gerçekten aptallardı. Duvarın kenarında durup o geçerken bir çelme taktığımda yere devrildi. Öyle koşarsan böyle de düşerdin işte, it. O kendine gelmeden gidip boynunu kırdığımda an itibariyle ölmüş bulunmaktaydı. “Tim ne durumdasınız?” Köyün içinde sessizce ilerlerken telsize mırıldandığımda ilk cevap Oğuz’dan geldi.
“Ben birinizin payını da öldürdüm haberiniz olsun.” Mükemmel cevaptı gerçekten ama şaşırmamıştım tabi ki hayır normal insanlar gibi temiz komutanım demelerini bekleyecek değildim tabi. “Benim payımdı o komutanım.” Turgut’un mızmızlanmasına göz devirirken adam akıllı cevap veren kişi Sare’ydi. “Temiz komutanım ele başları da biraz...” Anlaşılan ele başları bizimkinin eline düşmüştü, dileğim Sare’nin onu öldürmemiş olmasıydı. “Yaşıyor mu?” Sorumla birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. “Çok dayanmaz.” Kim bilir ne hale getirmişti düşünmek bile istemiyordum ama ölmeden bize lazımdı.
Köyün dışında bir kayalıkların arkasında duruyorduk köyden çok uzakta değildik zaten Kutay’da aynı yerinde bekliyordu bir şey olursa köyü koruyacaktı. Biz ise önümüzde ölümle boğuşan iti konuşturmaya çalışıyorduk, Sare gerçekten fena benzetmişti eline sağlıktı ama keşke konuşabilseydi. “Bana bak bir kez daha sormam sahibin nerede?” Yüzü ve üstü başı kan içerisindeyken bile güldü. “Sizi cehenneme göndermeyi bekliyor.” Ben bu işten sıkıldığımda geri çekilip Uraz’a bir bakış attım hepimiz geri çekilip kayalara yaslandığımızda Turgut’un eğlenen sesini duydum. “Bak nasıl iki dakika da bülbül oluyor.” Uraz’ın heybeti bile yeterince korku salıyordu onun zaten konuşturma konusunda ustalığı vardı bir adamı bülbüle çevirmesi çok uzun sürmezdi.
***********
Arkadaşlarrr evet bugün bir bölüm daha yayınlayacağım neden bilmiyorum ama böyle bir değişiklik yapmak istedim sonraki günler yine tek bölüm gelmeye devam edecek. Evettt çok beklediğimiz bölüm geldi Umay sonunda aşkını itiraf etti hepimiz derin bir oh çektik jsjsjsjsjjs bundan sonrasında işler daha da kızışacak daha farklı şeyler okuyacağız. Ayrıca yavaş yavaş diğer karakterlerin de dünyasına giriş yapacağız o da bilginize ve son olarak söylemem gerekirse sezon finali yakın arkadaşlar onu da bilginize sunduktan sonra daha fazla bir şey demeden gidiyorum. Yorumları sizlere bırakıyorum, beni takip etmeyi ve oy vermeyi unutmayın. Öpüldünüzzzz>>>>
************
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 52.82k Okunma |
4.15k Oy |
0 Takip |
45 Bölümlü Kitap |