26. Bölüm
Ravzanur Aygün / PENÇE / 25.BÖLÜM

25.BÖLÜM

Ravzanur Aygün
ravzanur_

Kaldır hadi nerede başın? Yurdun için doğulasın.

                                                                                                               *** 

Saat gece yarısına dayanıyordu, simsiyah gökyüzünde bulut yoktu sadece hilal ve bir yıldız vardı. Gökyüzünde de sadece bir hilal ve yıldız vardı, tıpkı mermer mezarın başında dalgalanan kan kırmızısı bayrak gibi. Mermer mezarın kenarına oturmuş, mezardaki çiçeklere nazikçe dokunuyordu Buse. Gözlerinden akan yaşlar vardı her ne kadar tutmak istese de başaramıyordu, omuzları dik değildi. Soranlara omuzları dik, gururla vatan sağ olsun diyordu ama al bayrağın dalgalandığı bu mezara gelince o güçten eser kalmıyordu. Sevdiği adamın mezarının başına geldiğinde akmaya başlıyordu tuttuğu gözyaşları ve düşüyordu dik tuttuğu omuzları. Şehit olmuştu sevdiği adam ve gururluydu ama çok zordu yokluğu.

“Bugün yanıma gelip tanışmak isteyen bir adama parmağımdaki yüzüğü gösterdim.” Buse’nin dudaklarında silik bir gülümseme varken konuşuyordu Göktuğ ile. Yüzünü buruşturdu konuşmaya devam ederken. “Merak etme senden yakışıklı değildi, kimse senden yakışıklı olamaz benim için.” Esen rüzgar ile saçları uçuştu Buse’nin yüzüne doğru dökülen birkaç tutama dokunmadı. Sessiz kaldı bir süre bugün yaptığı her şeyi anlatmıştı ona ve gün sonunda söylediği şey yine aynı olmuştu. “Seni özledim.” Yaşamaya devam etmek zordu o yokken, bir anda hayatına girmişti Göktuğ.

Ve bir anda çıkmıştı hayatından.

Yaşamak zordu, sevdiği adam yoktu hayatında ve o mecburen hayatına devam etmek zorundaydı, dik durmak zorundaydı tıpkı sevdiği adam gibi. Her an her saniye aklında o vardı ama yine de mesleğine devam ediyor, yaşamaya devam ediyordu. Gün sonunda ise geldiği yer, sevdiği adamın yanıydı.

Ciğeri sökülüyor gibiydi Buse’nin ve bu acının sonu gelmiyordu her gün devam ediyor ve bitmiyordu bu acı, bitmeyecekti de biliyordu. Yaşayan bir ölüydü artık çünkü neşesi yoktu, yaşama hevesi kaçmıştı.

“Sende beni özledin mi?” Buse’nin gözyaşları daha fazla aktığında çiçeklere dokunana eli titremeye başladığında toprağa bastırdı avcunu. Buse’ye cevap verircesine hafif bir rüzgar esti. “Kalk bu sefer o kadar tuz atmayacağım.” Dediğinde Buse hıçkırarak ağlamaya başladı başını öne eğdiğinde saçları omzuna dökülürken dudakların yine aynı isim döküldü. “Göktuğ’um.” Buse’nin acısına yanıt verircesine esen sert rüzgarla dalgalandı mezarın başındaki al bayrak.

                                           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

********

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Evin bahçesinin önünde dururken bakışlarımı önümdeki büyük eve çevirdim, geri dönüp dönmemek arasında kararsızdım. Ama dönmek de istemiyordum, babamın yanına gitmek istiyordum. Ayberk henüz dönmemişken duvarlar üstüme üstüme gelmeye başlayınca bende Ali albayın yanına kaçma kararı alıp evden çıkmıştım ama şimdi geri dönmek de istiyordum. Hem kalmak hem de gitmek istiyordum ama derin bir nefes alıp kalmayı seçerek demir kapıyı ittirip bahçeye girdim. Ben eve doğru ilerleyecekken büyük bahçenin bir köşesinden duyduğum ses ile bakışlarımı o yöne çevirdim. “Umay?” Pelin bahçe salıncağına oturmuş elinde bir kitap varken bakışlarını bana dikmiş bakıyordu, aslında ben kimseye gözükmeden sadece Ali albayı görüp gitmek istiyordum.

“Ne işin var burada?” Pelin’in beni istemediğini bağıran ses tonu ile yutkundum, buraya ilk geldiğimde benim odamı o dekore ettiğini anlatıyordu heyecanla. Ve şimdi ise beni istemediğini belli eden ses tonu ile burada ne işim olduğunu soruyordu. Bu beni üzmemeliydi ama üzüyordu çünkü ben her ne kadar tepkisiz bir insan gibi yaşasam da kendi içimde bastıramadığım duygularım vardı ve Pelin’i sevmek o duygulardan biriydi. Kardeşim yerine koyamasam da bir dost olarak görmüş ve sevmiştim onu ama sanırım o bana karşı aynı şeyleri hissetmiyordu, bunu da öğrenmiş olmuştum.

“Ali albay nerede?” Düz ve soğuk çıkan sesime karşılık o da yine beni istemediğini haykıran sesiyle cevap verdi. “Bahçede, kitap okuyor.” Yine aynı yerde olduğunu anlayınca eve yönelmeyi bırakıp arka bahçeye doğru yürüdüm arka bahçeye gitmeden bahçedeki sandalyelerin birinde oturmuş, bakışlarını gökyüzüne dikmiş Ali albayı gördüm. Bende bakışlarımı gökyüzüne çevirdiğimde yutkundum, gökyüzünde hilal ve tek bir yıldız vardı. Bakışlarımı önüme çevirdiğimde Ali albayın yanına ilerledim sandalyelerin başında dikilirken bakışları bana döndüğünde çekingen çıkan sesimle sordum. “Komutanım, oturabilir miyim?” Çekingen davranmamı sevmezdi Ali albay ama bu istemsiz olan bir şeydi bende. Gülümsediğinde başıyla onayladı beni. “Otur evlat.” Onun yanında duran tekli sandalyeye oturduğumda derin bir nefes verdim aramızda derin bir sessizlik varken ben ne diyeceğimi bilmiyordum. Ben bencilce sadece kendimi düşünerek dertleşmeye gelmiştim ama yolda fark etmiştim ki canı yanan tek ben değildim.

Ali albay a bir asker kaybetmişti üstelik en iyi timinden bir asker kaybetmişti, ona da zordu. “Canının yandığını ve bize belli etmediğini biliyorum. Üzülmemelisin askerlerin şehitlik mertebesine erişiyor.” Bir anda konuya bodoslama daldıktan sonra sustum, kendi canımın nasıl yandığını bilmiyormuş gibi ona üzülmemelisin diyordum. Bakışlarım yerden Ali albayın bana baktığını hissedince bende ona baktım, o ise gülümsedi.

“Biraz bencil olmalısın evlat. Senin canın benden daha fazla yanıyor.” Doğruydu onun ilk askerini toprağa verişi değildi ama benim askerimi ilk toprağa verişimdi. Ve o asker benim kardeşlerimden biriydi, o asker benim ailem olarak gördüğüm insanlardan biriydi. Canım haddinden fazla yanıyordu. “Koruyamadım.” Gözlerim sızlamaya başlarken mırıltı gibi söylediğim tek kelime bu olmuştu. Ailemin katili olduktan sonra yeni ailemi canı pahasına korumaya yemin etmiş ama yine de becerememiştim. “Koruyamazsın evlat, eğer koruyabilseydik hiç şehit vermezdi bu ay yıldız.” O da doğruydu ama bu mesele benim için farklıydı koruyabilirdim.

Onları oraya göndermek yerine o kulübede tek başıma kalıp diğerlerini helikopterin alacağı noktaya gitmeye zorlayabilirdim. Komutan olmanın en zor yanı da buydu işte; kararınız bir hayatın sonunu getirebilirdi. “İçim yanıyor.” Gözlerimin dolmasını engellerken Ali albaya bakmıyordum çünkü beni ağlarken görmesini istemiyordum. “Yanacak ve o yangın sönmeyecek evlat, sen içindeki o yangınla yaşamayı öğreneceksin.” Ali albay gerçekleri esirgemezdi ve şimdi de deneyimlerine dayanarak gerçekleri esirgemiyordu. İçimdeki bu yangın dinmeyecekti her ne kadar dinmesini istesem de dinmeyecek beni yakmaya devam edecekti. Ali albay sözlerine devam etti.

“İlk başta kendini suçlayacaksın askerini koruyamadığın için, sonrasında senin suçun olmadığını kabulleneceksin ama yokluğu hep aklında olacak. Hep beraber mutlu olduğun anlarda bir anda gülüşün solacak etrafındaki renkler aniden solacak, o adamın yokluğunu göreceksin. En mutlu anlarında bir anda hüzün çökecek gözlerine, çünkü o adam artık sizinle beraber olmayacak. Zaman ilerledikçe renkler soluklaşacak sen o adamın yokluğunu göreceksin ama gülüşün solmayacak, buruk bir tebessüm olacak yüzünde sadece. Gözlerine bir anda hüzün çökmeyecek, o hüzün orada hep olacak ve sen o hüzünle gülümsemeye devam edeceksin.” Ali albay sustuğunda artık taşlar yerine oturmuştu askeriyede bir etkinlik yapıldığında yavaş yavaş gözlerine çeken hüznün, etkinlikte buruk gülümsemesinin sebebi anlaşılmıştı.

Ve bunu anlamak belki de en sevmediğim şeydi.

Ali albay derin bir nefes verdiğinde o gökyüzüne, ben hayranlıkla ona bakıyordum, heybetinin içine sığdırdığı ne acıları vardı? Benim anlamadığım ama sessizce sinesine çektiği kaç acı vardı? Ve tüm bu acılara rağmen omuzları nasıl hep dikti? Ve devam etti Ali albay. “İçin yanacak, o yangın sakinleşmeyecek sen sakinleştiğini sanacaksın ama aslında olan senin o yangınla yaşamayı öğrenmen olacak evlat. Bunu söylemek istemem Rabbim de sana göstermesin, ama bu yangın senin ilk yangının olsa da son olmayacak. Çok iyi bir komutansın, daha iyisi de olacaksın ama bu bir savaş ve bu savaşta en sevdiklerini kaybedebilirsin. Dileğim bunun olmaması, dileğim kaybettiğin askerlerin sayısının unutamayacağın kadar az olması ama yine de bil evlat. Bu bir savaş ve sen asker kaybetmeye devam edeceksin. Ay yıldız gökte dalgalansın diye sen bu savaşta asker kaybedeceksin.” Biliyordum. Ve istemiyordum. Asker kaybetmek istememiştim hiçbir zaman ama kaybedeceğimi de hep bilmiştim şimdi ise Ali albay kaybetmeye devam edeceğim gerçeğini yüzüme vuruyordu. Ve haklı olduğunu da biliyordum.

Bu bir savaştı ve savaşlar asla son bulmazdı.

Ay yıldız göklerde dalgalansın diye de bu vatan hep şehit verecekti.

“Sen asker kaybetmekten çekinmeyen bir komutansın evlat, sen her komutanın yapması gerektiği gibi önce savaşı kazanmaya bakarsın. Her komutan bunu yapamaz her yiğidin harcı değildir asker kaybetmeyi göze almak. Ama sen her seferinde bunu yaptın sana her görev tehlikeli geri dön dediğimde görevi tamamlamadan gelmedin. Sen önce ay yıldızı, sonra vatanı ve milletini düşündün ve her zaman da böyle ol. Asker kaybetmekten çekinme çünkü bu savaşın bir kuralı. Birilerinin yaşaması için birilerinin ölmesi gerekir evlat.”

Asker kaybetmekten hep korkmuştum, emrimde olan askerlerin canını kaybetmesinden hep korkmuştum ama görev tamamlamadan da dönemezdik. Ali albay haklıydı birilerinin yaşaması için birileri ölmek zorundaydı. Eğer masumlar ve milletimiz yaşasın istiyorsak biz ölmek zorundaydık. O görevde de bunu yapmamış mıydım zaten? Büyük bir eylem vardı ortada ve eğer durdurmazsak binlerce masum can ölmeyecek miydi? Onlar yaşasın diye şehit düşmemiş miydi Göktuğ? Bunlar gerçeklerdi.

Ama acıtıyordu.

Her zaman böyle bir komutan olmamı söylüyordu, büyük ihtimalle de olacaktım ama yine de acıyordu. “Her şeye rağmen omuzların dik olacak, savaş insandan çok şey götürür evlat. Senden de götürecek ama sen her şeye rağmen omuzlarını dik tutacaksın, tüm acılara rağmen bakışlarında yine bir bozkurt olacak.” Zordu işte her şeye rağmen dik durmak. Savaş benden zaten çok şey almıştı ve almaya da devam edecekti, ben bununla nasıl başa çıkacaktım? Sürekli kaybediyordum, kendimi bile kaybetmiştim bu savaşta ve devam edecektim. Buna rağmen hiçbir şey olmamış gibi devam etmek zordu, buna rağmen dik durmak zordu.

“Çok zor, sanki hiçbir şey olmamış gibi devam etmek, dik durmak çok zor.”

Buruk bir tebessüm kuruldu Ali albayın dudaklarına, o daha çok şey atlatmış buna rağmen dik durmuştu ben ise burada ona dert yanıyordum. Ben böyleysem o ne yapıyordu? Ona da zordu. “Elbette zor ve daha da zorlaşacak ama sen zaten bunu başarmıyor musun? Şu ana kadar omuzların hep dik değil miydi? Gözlerinde hep bir bozkurt yok muydu? Daha çocukken bu savaşa girdin ve her şeye rağmen savaşıp ayakta durmadın mı? Evlat sen bunu zaten yapıyorsun, zor olduğunu da biliyorsun ve daha fazla zorlaşmasına rağmen sen bunu başaracaksın.” Doğruyu söylüyordu bu zamana kadar başarmıştım ama daha fazla acı kaldırabilir miydim emin değildim. “Umarım yine haklı çıkarsın.” Daha fazla acıyı kaldırabilmem konusunda umarım haklı çıkardı çünkü hayat bazılarına iyi davranmazdı ve bana da davranmıyordu. Daha fazla acı çekersem dik durabilmeliydim ve umarım haklı çıkardı.

“Haklıyım evlat merak etme sende bu şekilde yaşamaya bir son vermelisin için yansa da gülmeye devam etmelisin. Yoksa çabuk yaşlanırsın.” Ali albayın son sözleri boşluğuma denk geldiğinde kahkaha attım, burada ağlamamak için kendimi tutuyordum ama beni güldürmeyi başarıyordu. En son Ali albayın yanında ne zaman böyle kahkaha attığımı hatırlamıyordum o da hatırlamıyor olmalıydı ki gülüşüme gülümseyerek bakıyordu. “Bunu evde kalmayayım diye mi söylüyorsun?”

Gülerek söylediğim sözlerle onun yüzünde de bilmiş bir sırıtış belirdi. “Merak etme evde kalmazsın Göktürk alır seni.” Sesi sanki meymenetsiz bir şeyden bahsediyormuş gibiydi. Yanaklarımın ısındığını hissettiğimde adının geçmesi ile onu ne kadar özlediğimi fark etmiş oldum, özlemiştim yeşillerini. “O serseri sana ters bir şey yapmıyor değil mi?” Ali albayın sorusu ile neden meymenetsiz bir şeyden bahseder gibi bahsettiğini anlamış oldum ve yüreğim bir darbe daha yedi onun tarafından.

Beni kendi kızı gibi koruyordu.

Ayberk'in beni üzüp üzmediğini soruyordu, üzüyor olsaydı büyük ihtimalle onu vurabilirdi. Ve beni sanki kendi kızını erkeklere karşı koruyormuş gibi koruması bir darbe daha vurmuştu yüreğime. Babamdı. Her ne kadar söyleyemesem de o benim ikinci babamdı. Gözlerim sızlamaya başladığında bunu belli etmeyerek sırıtarak konuştum. “Hayır yapmıyor.”

“İyi.” Meymenetsiz bir şeyden bahsedercesine konuşup yüzünü hafif buruşturduğunda gülümsemeden edemedim, tatlı geliyordu bu hali gözüme. Ve iyi geliyordu baba sıcaklığı kalbime. İkimizde bakışlarımı aynı anda gökyüzüne çevirdiğimizde hilal ve yıldızı görünce gülümsedim.

Değerdi.

Uğruna savaşmaya ve ölmeye değerdi.

Uğruna her şeyi kaybetmeye değerdi.

                                           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

********

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ali albayın yanında kalmak bana fazlasıyla iyi gelmişti gerçekleri yüzüme vurup canımı yakmış sonrasında ise güldürmüştü. Ve ben o an öğrenmiştim belki de acıya rağmen gülmeyi, çünkü acımın acısına rağmen beni güldürmeyi başarmıştı. Ölü gibi yaşamamam konusunda bana gereken uyarıyı yapmıştı ve gülmem gerektiğini söylemişti.

Yoksa çabuk yaşlanırdım.

Yüzümdeki silik tebessümle eve geldiğimde dairenin kapısını açıp içeriye girdiğimde büyük salonda koltuğa oturmuş yakışıklı bir bey ile karşılaşmak sırıtışımın genişleme sebebiydi. Bakışlarım tüm vücudunu taradığımda görünürde bir yarası olmadığı için rahatladım. Yeşilleri ile denk düşerken postallarımı çıkardığımda o ayağa kalkmışken koşarak boynuna atladım, kollarını belime doladığında yerden hafifçe havalanırken başımı boyuna gömdüm. Kokusunu içime çekerken o da boynuma öpücükler kondurmuştu geri çekildiğimde yeşillerine baktım, anında gülümsedi. Bir eli boynumdayken baş parmağı ile yanağımı okşadığında konuştu. “Üstündeki ölü toprağı atmanı sağlayan şey ne?” Evet ölü gibi etrafta dolaştığımdan sorduğu ilk şey bu olmuştu.

“Ali albayın yanındaydım, o iyi geldi.” Son zamanlarda ruhsuz çıkan sesimin aksine bu sefer neşeli çıkmıştı sesim. İçimdeki yangın mı dinmişti? Hayır. Ama gülmek zorunda mıydım? Evet. Malum Ali albay eve gelmeden neşelenmezsem yapacağı şeyleri bir tehdit olarak bana çok güzel sunduğundan mecburiyete binmişti. “Ali albaya teşekkür borcum var.” Güldüğümde o da gülümsedi dudaklarını alnıma bastırdığında ben huzurla gözlerimi kapattım.

Geri çekildiğinde bende gözlerimi aralayıp onun çok sevdiğim yeşillerine baktım. “Aç mısın? Yorgun musun? İyi misin?” Sorularımı hızlı hızlı sıraladığımda güldü, gamzesi gözlerimin önüne serilirken bende gülümsedim. “Aç değilim, iyiyim, yorgunum ve sana ihtiyacım var.” Benimde ona ihtiyacım vardı varlığına ihtiyacım vardı, sadece varlığı bile iyileştiriyordu beni. “Uyuyalım.” Ayberk’in yorgun sesine karşılık başımı olumlu anlamda salladım, odama geçtiğimizde yatağa yattığımızda her zamanki gibi kedi gibi sokuldum göğsüne. Başımı boynuna sakladığımda kokusu burnuma dolarken o da yüzünü saçlarımın arasına saklamıştı, gözlerimi kapattığımda kokusu ile uykuya dalmam uzun sürmedi.

                                            

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

********

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yüzüme vuran güneş ışığı ile başımı biraz daha eğip güneş ışığında kurtulmaya çalıştım ama çoktan uyanmama sebep olduğundan yavaşça gözlerimi araladım. Yeşiller ile denk düşerken gülümsediğimde o da gülümsedi. “Günaydın deli yürek.” Gözlerimi tamamen açabildiğimde uyku dolu olsa da neşeli bir sesle konuştum. “Günaydın.” Ayberk saçlarımla oynarken benim gülümsemem genişlediğinde romantik bir sabaha başlayacağımı falan düşünüyordum, elbette öyle olmadı. Romantik anlarımızın katili olan telefonum çaldığında üstümdeki uyku mahmurluğu ile kimin aradığına bakmadan açtım, bu da bana ders oldu. “Günaydın!” Harfleri uzatıp bağıra bağıra günaydın diyen bir adet Eda’dan sonra kimin aradığına bakmadan açıp kulağıma yaslamamak gibi dersler aldım.

“Sabahın köründe ne bu neşe?” Bunu söylerken telefonumdan saate baktığımda saatin dokuz olduğunu görünce sabahın körü olmadığını görmüş oldum. Ama geç de değildi yani. “Bilmem öyle neşem geldi bugün müsait misin?” Müsait miydim? Bakışlarımı Ayberk’e baktığımda sordum. “Bugün müsait miyim?” Ayberk bana boş bakışlar atarken bunu neden ona sorduğumu sorguluyor olabilirdi, ben ise ondan bir romantiklik bekleyip bugün bir planımız var demesini bekliyordum. Yoksa bunlarla bir araya gelip başımı belaya sokmak gibi niyetlerim yoktu. “Müsaitsin.” Ayberk’in yüzündeki vatan sırıtışını görünce bir bok olacağını anladığımda derin bir nefes verdim.

“Müsaitmişim.” İsteksizce Eda ile konuşmama döndüğümde o neşeyle konuştu. “Lunaparka gidiyoruz!” Birkaç saniye durduğumda duyduklarımı algılamaya çalıştım, lunaparka gidiyorduk. Ama neden? “Neden?” İç sesimi dışarıya yansıttığımda Eda’nın tarafında bir sessizlik olduktan sonra konuştu. “Eğlenmek için.” Mantıksızdı ben kabul etmiyorum, gidiyoruz dediğine göre kesin iki tim gidecektik ve başımıza her şeyin gelme ihtimali vardı. “Neden normal insanlar gibi eğlenmek için başka şeyler yapmayıp da çocuk gibi lunaparka gidiyoruz?” Mantıklı soruydu sorumun cevabını istiyordum.

“Çocuk olasımız geldi olamaz mı? Ayrıca hiç boşuna uğraşma paşa paşa geleceksin hanımefendi.” Yine en olur olmadık yerlerde inadım tuttu, gelmiyordum işte. “Gelmiyorum.” Telefonu kapattığımda neden böyle saçma bir inat içerisine girdiğimi bilmiyordum ama ben genelde inadımı sorgulamazdım, Karadenizli gibi en saçma konularda inat olabilirdim. Bakışlarımı yeşillerin sahibine çevirdiğimde bana sırıtarak bakıyordu. “Lunaparka gelmiyor musun?” Evet fikrin kimin başının altında çıktığı belli oldu, bu adamın fikirlerine gerçekten hayranım.

“Çocuk muyuz Allah aşkına? Ayrıca askeriye de iş güç var çocuk gibi gidip lunaparkta mı oynayacağız?” Benim haklı isyanıma karşılık sakin bir yanıt verdi. “İki timde bugünlük izinli, sen dahil.” Efendim? Bundan benim neden haberim yoktu? Benden habersiz en son bir şey yapıldığında görev yerimiz değişmiş ve resmen hayatımız değişmişti. Ben tam yine itiraz etmek için dudaklarımı araladığımda başını eğerek yüzünü yüzüme yaklaştırması ile sustum. Ama olmuyordu böyle, adil değildi. “İçindeki çocuğu rahat bırak artık deli yürek.” Haddinden fazla etkilendiğim o derin sesi ile fısıldadığında yutkundum, içimdeki çocuğu rahat bırakıyordum. Hayır bırakmıyordum ama bırakmama da gerek yoktu, bir savaşta çocuk olmanın alemi yoktu. Ben yine bir şey söylemek için dudaklarımı araladığımda yine isyan edeceğimi bildiğinde yine konuşarak beni susturdu.

“Lunaparka gidelim mi?” Derin sesini masum çıkmaya zorluyor olabilirdi ama o kalınlıktaki bir ses için bu pek de mümkün değildi. Yüzünü yüzüme daha fazla yaklaştırdığında aramızda çok az boşluk varken yutkundum, bakışlarım hayranlıkla yüz hatlarında dolaşırken dudaklarım benden bağımsız aralandı. “Gidelim.” Bu şekilde bana her şeyi kabul ettirebilirdi ve o da bunu biliyordu, zaafım olduğunu çok iyi biliyordu.

Aynada son kez kendime baktığımda hazırdım, üstümde aldığım yeşil crop vardı altına siyah bir kargo pantolon giymiştim üstüne ise bir crop ceket giymiştim. Saçlarımı açık bıraktığımda hazırdım, adam olana çoktu bile.

Anahtarları cebime attığımda odadan çıktığımda salondaki koltukta oturan Ayberk ayaklandı, beni görünce sırıttığında bende istemsizce gülümsedim. Evden çıktığımızda ben sürücü koltuğuna yerleşirken o yolcu koltuğuna yerleşti, benim arabayla gidecektik.

Hız tutkunu olsam da yanımda Ayberk olduğundan hızlı gitmemiştim biz lunaparkın önüne geldiğimizde ise diğerleri çoktan gelmişti. Bunu lunaparkın hemen önündeki park yerine park edilmiş kırmızı Tofaş’tan anlamıştım. Arabadan indiğimizde Ayberk elimi tuttuğunda bende onun elini tuttum ve lunaparkın önünde sürü gibi bekleyen bizimkilerin yanına ilerledik.

Yanlarına geldiğimizde timler asker selamına durduğunda başımızla bir işaret verdiğimizde rahata geçtiler, Pelin’in bakışları ise tuttuğumuz ellerimize kaydı. Bu sefer yabancı bir yüz vardı aramızda, Günay’ın elini tutan sarışın bir kadın vardı. Sarı saçları uzundu, yüzünde sade bir makyajı, üstünde ise beyaz bir bluz ile kot bir pantolon vardı. Gerçekten güzel bir kadındı ve yüzde doksan dokuz ihtimalle Günay’ın sevgilisiydi, yakışıyorlardı. “Tanıştırayım Cemre, Umay komutanım. Komutanım Cemre, sevgilim.” Günay saniyesinde bizi tanıştırdığında kız gülümseyerek elini sıkmam için uzattığında neşeli sesiyle konuştu.

“O deli komutan sizsiniz demek.”

Herke gülmemek için kendini tutarken ben bakışlarımı Günay’a çevirdiğimde gülmeyen tek kişi oydu, yemiyordu tabi gülmeye. “Benim.” Günay’ın gözlerinin içine baka baka kabul ederken Cemre neşeli sesi ile konuşmaya devam etti. “Memnun oldum.” Bir baş hareketiyle bende dedikten sonra elimi geri çektiğimde bakışlarım Günay’ın üstündeydi ama o bana bakamıyordu.

Herkes beni deli diye millete anlatıyorsa karizma namına hiçbir şey barındırmıyordum.

“Umay.” Masum sesin sahibi tabi ki Eda’ydı, Göktuğ’un şehit olmasından sonra pek fırsatımız olmamıştı ama şimdi yüz yüze gelmiştik. Ben daha bir şey diyemeden bana sarıldığında bu his artık bana yabancı değildi, beni alıştırmıştı bu hisse. “Ağlayacaksan ötede ağla.” Sevgimi böyle ifade ediyor olmam garipti ama Eda güldüğünde beni anladığını biliyordum, geri çekildiğinde duygusallığı bırakıp neşesi yerine geldi.

“Hadi gidelim.” Eda’ya destek çıkan minik Berat olmuştu. “Evet gidelim!” Onları en son gördüğümde haneme tecavüz etmişlerdi ama bu onlara olan sempatimi arttırdığında iki miniği görünce anında sırıttım. Nedensizce sempati ve saygı duyuyordum bu iki miniğe. Eda, Akınalp’in elini tutup içeriye girdiklerinde Ayberk tepkisiz kaldı.

Herkes içeriye girerken en arkadan biz girdiğimizde ben içime içime söyleniyordum. “Ciddi ciddi bunu yaptığımıza inanamıyorum.” Ayberk benim söylenmemi duyduğundan sırıttı sonra da cevap verdi. “İnansan iyi edersin.” Yani mecburi inanacaktım.

Koskoca lunaparka girdiğimizde bakışlarım her yerde gezindi bu ilk gelişimdi. Çocukluğumu üç yaşında, ruhumu dört yaşında kaybettiğimden hiç lunaparka gelip oynamamıştım.

“Araba.” Kaan’ın çarpışan arabaları göstermesi ile oraya yönelirken bizimkiler elbette rekabet içerisine girdi. “Kimse Oğuz komutandan daha iyi kullanamaz, kendisi hangi arabaları kullanmış yani. Hiç şansımız yok.” Çetin’in sözlerine karşılık Oğuz ters bakışlarını ona gönderdikten sonra sert sesiyle konuştu. “Hayırdır bir şey ima ediyorsun sen oğlum?” Çetin anında yok komutanım mooduna girecekken araya Beren girdi.

“Evet ima ediyor bir itirazın mı var?” Oğuz’un anında bakışları yumuşarken sesi de yumuşayıp, süt dökmüş kediye döndü. “Yok canım ne itirazı.” Gülmemek için yanağımın içini ısırdığımda diğerleri de benimle aynı durumdaydı.

Çarpışan arabaların yanına geldiğimizde oyun biterken sıra bize geldiği için biz geçip arabalara bindik. Mor bir arabanın sürücü koltuğuna oturduğumda yanıma oturan kişi Ayberk’ti. Herkes ikili arabalara yerleştiğinde oyun başlarken ben gaza basarak ilerlemeye başladığımda Eda’nın sesi doldu kulaklarıma. “Bu araba gitmiyor.” Onları arkamızda bırakırken önümüze çıkan Oğuz ve Beren bize çarptılar. Ben gözlerimi kısarak ikisine baktığımda sırıttılar onlar yönlerini değiştirirken biz pistte ilerlemeye devam ederken Doğan ve Kaan’ın arabasına çarptık. “Bizde çarpalım!” Kaan düşman görmüş gibi ciyakladığında cevap Ayberk’ten geldi. “Düşman gördü sanki.” Doğan ile ben kahkaha attığımızda Kaan hala bize çarpa derdindeydi.

Pistin sonunda olduğumuzda arka tarafa döndüğümüzde gözlerim şokla açıldı. Ulan iki dakika arkamı dönmüştüm hepsi birbirine çarpmış resmen küme oluşturmuşlardı. Ve bende o kümeye çarparak işin tadı tuzu olmuştum.

Çarpışan arabalardan indiğimizde sürekli çarpmaktan midem yeni yerine oturmaya başlamıştı. Hepimiz gülerken aklıma Göktuğ ve Buse düştü bir anda, onlarda burada olsalardı...yüzümdeki gülümsemem yavaşça solduğunda onlar da olsaydı ne güzel olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Belki de evli olacaklardı.

Elimi saran büyük elin sahibine çevirdim bakışlarımı ve yeşillerle denk düştüm, sanki ne düşündüğümü biliyormuş gibi destek verircesine tebessüm etti. Bende gülümsediğimde Ali albayın sözleri aklıma düştü.

Hep beraber mutlu olduğun anlarda bir anda gülüşün solacak...

Söyledikleri gerçekleşiyordu ve görünüşe göre gerçekleşmeye devam edecekti, olacakları bilmeme rağmen buna engel olamıyordum.

Bu düşüncelerden uzaklaşıp ana odaklanmaya çalıştığımda yeşillerin bana baktığını gördüm, bir şey soracaktı. “Deli yürek, pamuk şeker alayım mı sana?” Efendim? Oradan bakınca küçük bir çocuğa benzemediğime gayet emindim. Bakışlarım bizden biraz ilerideki pamuk şeker satan amcaya döndüğünde nedensizce istedim, içimdeki çocuktandı bu. Daha önce sadece Uraz aldığında pamuk şeker yemiştim o da bizim için buruk ama tebessüm bırakan bir an olmuştu. Şimdi içimdeki çocuk tekrar ortaya çıkıyordu, hayır aslında o çıkmıyordu Ayberk ortaya çıkarıyordu. Bakışlarımı tekrar yeşillerine çevirdiğimde hayır desem de alacak gibi duruyordu ama ben hayır demedim. İçimdeki çocuğu özgür bırakmamı, ondan saklamamamı istiyordu. Ve belki de artık o çocuk gerçekten özgür kalmalıydı.

“Al, ama pembe değil.” Pembe rengi ile güzel bir mazim yoktu bu sebeple mavi olması daha tercihimdi. Birlikte pamuk şeker satan amcaya ilerlediğimizde benim içimde mutlulukla tebessüm eden bir çocuk vardı, içimde onu gömdüğüm topraktan çıkıyordu. Ayberk üç tane mavi bir tane de pembe pamuk şeker alırken ben elime tutuşturduğu pamuk şekerlere bakıyordum, diğer üçünü kime almıştı? Parasını ödedikten sonra bana döndüğünde gülümsedi elimdeki iki maviyi alırken bizimkilerin yanına ilerlemeye başladık. O kulağıma eğilip derin sesiyle fısıldarken kalbim yine ritmini şaşırdı.

“Elindekinin biri senin biri Eda’nın, birini ona verir misin deli yürek?” Bu hareketi gülümsememe sebep olurken bakışlarımı ona çevirdim ve hayranlıkla ona baktım. Kardeşine darılmıştı ama yine de onun isteklerini biliyor ve yerine getiriyordu, Eda böyle bir abiye sahip olduğu için fazla şanslıydı. “Neden bana öyle bakıyorsun?” Hayran bakışlarıma sorduğu soruya karşılık gülümsedim. “Nasıl bakıyorum?” Yeşilleri gözlerime odaklanmışken aslında onun gözlerinde de bir hayranlık vardı. “Hayranmışsın gibi.” Öyleydim. Yüzümü yüzüne yaklaştırdığımda bir iç geçirdiğinde sırıtırken konuştum. “Hayranım.” Geri çekildiğimde ben bizden ileride Akınalp’in elinden tutmuş Eda’nın yanına geldim, ikisinin de bakışları bana dönerken pembe olanı Eda’ya uzattım. Yüzünde bir tebessüm belirirken şaşkın bakışlarıyla bana baktı. “Bana mı aldın?” Başımı olumsuz anlamda salladığımda konuştum.

“Ben değil, seni benden daha iyi tanıyan ve seven biri aldı.” Eda’nın bakışları pamuk şekere döndüğünde buruk bir tebessüm yüzünde peyda olurken mesaj yerine iletilmişti. Ben onların yanından ayrılıp Ayberk’in yanına geldiğimde pamuk şekerin paketini açıp ucundan bir parça kopardım, ağzıma attığımda Ayberk’in o güzel gözleriyle beni izlemesi kalbimin ritmi için hiç de iyi değildi. Bir parça koparıp ona uzattığımda başını olumsuz anlamda salladığında lütfen dercesine ona baktığımda elimi tutup pamuk şekeri ağzına ilerletti. Pamuk şekeri ona yedirirken o konuştu. “Bir bakışına bile karşı koyamıyorum, delirtici bir durum.” Güldüğümde o zaten deli olduğundan onun için çok da zor olmayacağını fark ettim.

“Ayıcık!” Eda’nın ciyaklaması ile bakışlarımızı onun baktığı tarafa çevirdiğimizde dizilmiş konserveleri vurarak ayıcık alınan bir oyunu gördüğümde yediğim pamuk şekeri yutamadım. Buse’ye AVM’de ayıcık aldığım an aklıma gelirken renkler solduğunda karşımızdaki oyunun önünde Göktuğ ve Buse’yi gördüm. Bunlar anında yok olurken kendime geldim, şizofren de olmuştum artık tımarhaneye yatma vaktim gelmişti herhalde. Ali albayın sözleri aklıma düştü yine.

...renkler aniden solacak, o adamın yokluğunu göreceksin. En mutlu anlarında bir anda hüzün çökecek gözlerine, çünkü o adam artık sizinle beraber olmayacak...

Ali albayın söyledikleri birer birer gerçekleşirken ben bu düşüncelerden uzaklaştım ve ana odaklanmaya çalıştım. Hepimiz oyunun yanına ilerlediğimizde Akınalp, Oğuz ve Günay yan yana dizilmiş karşılarındaki konserveleri vuruyorlardı. Günay tek atışta hepsini devirirken aldığı beyaz, pofuduk ayıcığı Cemre’ye verirken Oğuz tek seferde konserveleri devirip aldığı oyuncağı Beren’e verdi. Ayberk kenarda Berat ile fısıldaşarak konulup onu Akınalp’in yanına gönderdiğinde Berat tam Akınalp atacakken ona çarptığında Akınalp’in atışı boşa gitti. Ben bakışlarımı Ayberk’e gördüğümde yüzünde gördüğüm zafer dolu sırıtış ile kahkaha attım, kesinlikle görülmeye değerdi.

“Bu bizim timden değil tanımıyoruz.” Emir’in sözlerinin üzerine Ayberk yüzündeki zafer sırıtışı ile onayladığında tekrar kahkaha attım. Akınalp mutsuz yüz ifadesiyle eline tekrar topu aldığında Ayberk bu sefer Kaan’ı gönderdiğinde Akınalp’in atışı kendisine çarpan Kaan ile boşa gitti. “Bu arkadaş kim?” Metehan’ın Emir’e eğilerek söylediği ama gür sesi nedeniyle hepimizin duyduğu soru ile sırttım ama gülmeme sebep olan yine Ayberk’in yüz ifadesiydi.

“Sabote ediliyorum.” Akınalp’in sözlerine gelen cevap Doğan’dan oldu. “Atamıyorum diyemiyor da.” Güldüğümde Ayberk derin bir nefes aldı, yüzünde ne kadar zevk aldığını haykıran bir sırıtış hala vardı. Akınalp tekrar top alırken Ayberk bu sefer Berat ve Kaan’ı aynı anda gönderdiğinde Akınalp bırak konserveyi vurmayı az daha devrilecekti. Miniklere ters bakışlar attığında tam ağzını açacakken bende ona ters bakışlar atınca sustu. Miniklere laf söyletmem. Akınalp bize dönmüş savunma durumuna geçecekken Günay’ın yaptığı garip şive ile susmak zorunda kaldı. “Sen kimsin?” Kıkırdadığımda Ayberk’in suratındaki sırıtış daha fazla gülme isteğine sebep oluyordu.

“Komutanım siz sabote ediyorsunuz beni.” Akınalp’in Ayberk’e karşı çıkan sitemkar sesi ile ortama ölüm sessizliği çökerken Ayberk’in yüzünde artık mimik oynamıyordu, ama gözlerindeki zafer bakışı bile bende gülme isteği uyandırıyordu. “Sen komutanını mı suçluyorsun it?” Akınalp anında inkar edecekken Ayberk devam etti. “Yarın sabah beşte eğitim sahasında olacaksın, görüşeceğiz.” Askeriye içerisinde eğitim diyerek Akınalp’i fena halde dövebilirdi ama dileğim bunu yapmamasıydı. Bu sırada Eda abisine bakıyordu gözlerinde birçok duygu vardı o duyguyu net söyleyemiyordum çünkü bilmiyordum ama duyguların içinde özlemi seçebilmiştim sadece.

“Abim.” Eda’nın içli içli söyleyişine karşılık Ayberk’in bütün buzlarının eridiğini biliyordum, yeşilleri bunu haykırıyordu. Kıyamıyordu, istese de başaramıyordu. “Hı.” Yeşilleri Eda’ya büyük bir soğuklukla bakıyordu ama gözlerindeki gerçeği sadece ben görüyordum. “Sen alsana bana ayıcık.” Eda masum masum söylerken Ayberk kendini kasıyordu, gidip yapmak istiyordu ama yapmaması gerektiğini biliyordu. Aynı benim mevzumdu.

Ona aşıktım, ama olamazdım.

Ama yine kaybeden ben olmuştum.

“Sevgilin alsın.” Ayberk bunu söylerken sesi yumuşak çıkmıştı, sözleri sertti ama sesi yumuşaktı. Kardeşini kırmaktan çok korkuyordu. Sessizlik olduğunda ve Ayberk hareket etmediğinde Akınalp bu sefer sabotaj olmadan tek seferde tüm konserveleri devirip istediği oyuncağı Eda’ya aldığında Eda çocuksu mutluluğunu geri kazandı. Bu sırada Metehan’da Sare’ye, Doğan’da Pınar’a oyuncak almıştı. Alınmayan iki kişi vardı biri ben, biri de Pelin’di. Ayberk bana almak için hareketlenecekken ben ondan önce davranıp gidip konserveleri vurup panda bir oyuncak aldığımda Pelin’in karşısına dikilip oyuncağı ona uzattım. Bana olan bakışlarında bir yumuşaklık gördüğümde silik bir şekilde gülümsedim, bu an tekrar ediyordu. Önceden de gittiğimiz bir etkinlikte bu oyunda Pelin benden oyuncak istemişti.

Ben ona oyuncağı almıştım ve o oyuncağı hala saklıyordu, yani onların buradaki evlerine ilk geldiğimde o oyuncak Pelin’in odasındaydı. Artık orada olmadığını hisseder gibiyim ama ben bunu istemiyordum. Evet aramızda ortak bir aşk vardı ama yine de böyle olmamalıydı, bu şekilde değil. Pelin hiçbir şey demeden oyuncağı alırken mutlu muydu, sinirli mi çözemiyordum, tepkisiz kalmıştı. İçinde ne hissediyor emin değildim ama kötü şeyler hissetmesine sebep olmak istemiyordum.

Herkes derin sessizliğe gömülen ortamı neşelendirmek için başka bir oyuncağa ilerlerken ben Ayberk’in yanına ilerledim ve Ayberk’in bana oyuncak almasına izin vermedim. Biliyordum Pelin kırılacaktı, sinirlenecekti bu olsun istemediğimden izin vermedim almasına, o da anlayışla karşıladı.

Hız treninin önüne geldiğimizde çocuklar binemeyecekti bu sebeple Uraz fedakarlık yaparak binmemişti. Aslında fedakarlıktan değil suratsızlık yaparak burada olmaktan bile memnun değildi Ayberk emir vermiş onu bile çiğnemişti gelmeyeceğim diye. Ama tabi ki hepimizde yeri ayrı olan Ali albayın sözü ile paşa paşa gelmişti beyefendi. Suratsızlık yapıyor olabilirdi ama gelmesi bile bir mucizeydi, buna da şükür etmeliydik yani. Hız trenine bindiğimizde ne öne Ayberk ile ben oturmuştuk bunlar bizi hep öne atıyordu.

Tren hareket ettiğinde insanların çığlıkları ile yüzümü buruşturduğuma Ayberk’in de yüzünü buruşturduğunu gördüm. “Buraya gelirken hayalim kesinlikle bu değildi!” Çığlıklar yüzünden bağırarak konuşurken ben güldüğümde bana suratsız bir ifadeyle baktı, ama bakışları gülüşüme kaydığında tüm suratsızlığına rağmen dudaklarında bir tebessüm belirdi. Bu ise kalbimin ritmini şaşırmasına sebep oldu. “Askeriye de Cahit albayın garezini çekmeyi tercih edecek durumdayım!” Ben konuşurken Ayberk daha çok suratsız bir ifadeye bürünürken ben umutsuzca başımı olumsuz anlamda salladım. Trenin yükseklere çıkması ve hızla inmesine karşılık biz o kadar tepkisizdik ki çığlıkların arasında anormal duruyorduk. Gerçekten Cahit albay daha tercih edilir bir durumdu.

Hız treni vakasını atlattıktan sonra iki miniğin isteği ile araba ile ilgili olan tüm oyuncakları denemiş bulunduk, tabi arada büyük kaoslar çıkmıştı ama bizim için normaldi artık. Yine miniklerin isteği ile geldiğimiz alete ben pek de iç açıcı bakışlar atmıyordum, yani crazy dance pek de iyi değildi benim için. “Ben kusarım.” Diyerek paçayı sıyırmanın yollarını aradım ama tabi ki yanımdaki sevdasında öldüğüm bey yine izin vermedi. “Kusmayacağını ikimiz de biliyoruz kötü bir bahaneydi deli yürek.” Yüzümü ekşittiğimde güldüğünü duyunca bende istemsizce sırıttım.

Kaçarı yoktu.

Oyuncaktan indikten sonra tabi ki benim zorumla binmiş olan canım biraderimle bakıştık. “Sövmek istemiyorum ama bu lunapark fikrini bulan kişinin beyin hücrelerinin çalışma şeklini seveceğim.” Kıkırdadığımda Uraz bana ters bakışlar atıyordu ben daha çok güldüğümde o bıkkın bir ifadeyle derin bir nefes verdi.

Ben Uraz’ın yüz ifadelerine gülerken adımın geçmesi ile sürüye göz gezdirdim ve Çetin ile göz göze geldim. “Umay komutanım siz bu air hockey de çok iyiymişsiniz öyle duyduk.” Çetin’in yüzündeki sırıtıştan ortalığı karıştıracağını anladığımda derin bir nefes aldım. Ama neden? Diye sormak istiyordum ama gelen cevabı duymak istemediğimden de sormuyordum. “Öyle miymiş?” Ayberk anında inanmayan gözlerle dönüp bana baktığında Emir bana açıklama yaptı. “Ayberk komutanım bu oyunda çok iyidir de.” Çünkü oynamış ben hayatımda kaç kere oynadım sence? Hiç!

“Öyle tabi yani komutanım diye demiyorum ama üstüne yoktur.” Turgut, Ayberk’e karşı laf atarken ben bakışlarımı Turgut’a çevirdiğimde o boş bakışlarıma karşılık vermedi. Hadi ya öyle miymiş? Benim haberim yok ama. Ayberk’in yeşillerinde anında meydan okuma belirirken usulca sırıttı.

Pekala evet şu an gülüşüne düşmemem gerekiyordu ama elimde değildi, yine de tabi ki meydan okumasına karşılık verdim. “E görelim o zaman.” Bende de sıkıntı vardı yani rahat duramıyordum illa meydan okuyacaktım yani. Masanın iki başına geçtiğimizde ortadaki taşı karşı tarafın deliğine sokmamız gerekiyordu böyle biraz yanlış anlaşılıyordu gerçi ama. Oyuna başladığımızda ilk atışta Ayberk’in deliğine taş girince ben usulca sırıttım, dışarıdan çaktırmıyor olabilirdim ama bunu nasıl becerdiğim hakkında zerre fikrim yoktu. Oyun devam ettiğinde karşılık olarak o da attığında yeşilleri benim üzerimdeydi.

Oyun bittiğinde ben yüzümdeki zafer sırıtışı ile yeşillerin sahibi yakışıklı beye bakıyordum, o ise bana gülümseyerek bakıyordu. Bana yenildiği için üzgün gibi görünmüyordu hatta sırıtıyordu. “Komutanım yenildiniz.” Günay, Ayberk’in yüzündeki sırıtışa bakarak söylemişti bunu neden sırıttığını anlayamadığı belliydi.

“Sevdiğim kadına yenilmekten şeref duyarım.” Yine kalbimin ritminin şaşmasına sebep olunca ben ona bakınca her nasıl bakıyorsam içi gitti. Bunu bilmek de benim içimin gitmesine sebep oldu. Sonrasında ise diğerleri rekabete girmişti hepsi oyunu oynarken ben iki minikle vakit geçirmeyi tercih ettim, beraber gidip dondurma almış, sonrasında ise oyun oynamıştık.

Sağ olsunlar farklı farklı aletleri denemek mecburiyetine girmiştim ki buna zombi vurmak da dahildi. Dağda terörist avlamak kadar zevk vermiyordu tabi. Ben iki minikle vakit geçirirken yeşillerin hep üstümde olduğunu hissetmiştim bu yüzden kalp atışlarım bir türlü ritmini bulamamıştı.

Gün sonunda hepimiz acıktığımızda bir yemek yiyip dağılmıştık ama tabi ki bunu da iddiaya çevirmişler ve bizimkiler kartal timine kitlemeyi başarmıştı. Söz konusu yemek olunca içlerinde büyük cevherler çıkıyordu canım timimin. En sonunda eve varabildiğimizde direkt üstümü değiştirip kendimi yatağa atmıştım, Ayberk’te aynısını yapmıştı.

Gerçekten iyi yorulmuştuk ve dinlenmeye ihtiyacımız vardı her zamanki gibi Ayberk’e sakladığımda kokusu burnuma dolarken o konuştu. “Bugün özel bir tarih.” Nedeninin bilmediğim için kaşlarım çatılırken başımı boynuna sakladığımdan boğuk çıkan sesimle sordum. “Neden?” Gülümsediğini hissettiğimde konuştu. “Çünkü bugün içindeki çocuğu biraz da olsa özgür bıraktın.” Sözleri ile yutkunduğumda aslında doğruyu söylediğini fark ettim, üstüne toprak attığım içimdeki çocuk bugün biraz özür kalmıştı. Bunu hissetmiştim ve çok garip bir histi çünkü yıllardır olmayan, unuttuğum bir histi. Özlemiş miydim? Öyleydi. Yine o dağ bayır koşturan çocuk değildim ama yine de özlemiştim.

Ama içimde garip bir his vardı sanki o çocuğun başına bir şey gelecekmiş gibi hissediyorum, içimdeki çocuk zaten yeterince yaralıydı. “Sanki onu hiç ortaya çıkarmasam ve gömdüğüm yerde kalsa daha iyi olur gibi hissediyorum.” Ayberk düşünmeden, tereddüt etmeden cevap verdi bana. “Uzun zaman sonra ortaya çıktığı içindir, emin ol deli yürek bu şekilde daha iyi olacak.” Oluyordu haklıydı. Ama hislerim de beni hiç yanıltmamıştı, bu da bana yeni bir kafa karışıklığı sunuyordu. Yine de bu düşüncelerden uzaklaştım kokusunu içime çektim ve uyudum.

                                        

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

*********

Arkadaşlarrr evet yine karşınızdayım en baştan söyleyeyim hepinizin bayramı mübarek olsunnnn ♥ Bölüme gelecek olursak henüz sakin olduğumuz bölümlerdeyiz aksiyonlu bölümlere geri dönelim istediğinizi biliyorum ama şimdilik bu sakinliğin tadını çıkarın çünkü sonra çok arayacaksınız. Yani daha fazla konuşmak bana düşmez tabi o yüzden yorumları sizlere bırakıyorum, oy vermeyi ve ailemizin bir parçası olmayı unutmayın. Öpüldünüzzzz>>>>

**********

 

 

 

 

Bölüm : 30.03.2025 20:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...