@raxiraxi
|
GİRİŞ
Zaman... Ne kadar da değerli, değil mi?
Ufuk, sarsıntıların etkisiyle bulanıklaştı, şehirler toz bulutunun içinde kayboldu. İnsanlar, ne olduğunu anlayamadan dengelerini kaybediyor, gökyüzünde yankılanan çatırdamalar dünyanın kendisinin çığlığı gibi kulakları delip geçiyordu. Ve o gün, ne insanların ne de hayvanların çığlıklarına bir tanrı cevap verdi.
Depremin ardından yıkılan harabelerin üzerine, devasa tsunamiler geride kalanları da yok etmek için şehirlerin üzerine akın etti. Denizden binlerce kilometre uzaktaki yerleşimler bile bu dalgaların hışmına uğradı. Binlerce kilometrelik alan suyun altında kaldı ve bu topraklar tarihin tozlu sayfalarına gömüldü. Yıldızlar ve ay, o gece her zamankinden daha parlak olan ışıklarını dünyaya yansıtıyordu. Dünya yok olurken gökyüzü, kayıtsız bir şahit gibi ışıldamaya devam ediyordu. Ne yaşanırsa yaşansın, hatta dünyayı neredeyse yörüngesinden çıkaracak deprem yaşanmış olsa bile eski düzenimize dönmek için umut beslemek hata olmazdı değil mi? Umut... Evet, orada yaşayan birileri hala daha vardı. Bir serçe üzerine gelen sayısız dala ve taşa rağmen, gökyüzüne doğru kafasını uzatmayı başarmıştı. Bir insanoğlu, zorlukla da olsa molozların arasından çıkmayı başarmıştı. Bir karınca, boğulmadan yuvasından başka bir delik açmayı başarmış ve dışarıya çıkabilmişti. Demekki yaşam devam edecekti. Dünya yine bir felaketten sağ çıkmış, adeta tanrılara meydan okurcasına burdayım diyordu.
Felaketin ardından yıllar geçti, Molozların arasından fışkıran bitkiler, normalden çok daha hızlı büyüyor, birkaç gün içinde meyve dolu dallar uzatıyordu. Bu meyveler, tanıdık ama aynı zamanda yabancı bir güzelliğe sahipti; rengi daha parlak, dokusu daha yoğun... Birkaç yıl daha, denizlerin dibinden yüzeye çıkan insanlar, ciğerlerinde hala tuzlu suyun izleriyle, bu mucizeye kendileri bile inanamaz haldeydi. Çoğu, zamanın ve hafızanın silikleştiği bir boşlukta kaybolmuş gibiydi. Hiçbiri, hatta hiç kimse onların denizden nasıl çıktıklarını açıklayamıyordu. Patlayan trafoların alevleri arasında sıkışıp kalan kuş, bir an için alevlerin arasında yok olacağı sanılmıştı. Ancak alevler arasında tüylere yayılan o garip parıltı, kuşun sanki yanmaktan ziyade güçlendiğini gösteriyordu. Yanan tüyleriyle, gagasının arasından çıkan o melodiyse sanki doğanın düzeninin değiştiğini söylüyordu. Bunların hiçbiri normal değildi... Hiçbiri... Felaketin ardından dünya hala kendi ekseninde dönüyor gibiydi, ama artık o eski tanıdık dünya değildi. Sular, kıtaların büyük bir kısmını yutmuş, kara parçalarını birbirinden ayırmıştı. Okyanuslar, sınırları yeniden çizmiş, insanoğlunu kendi hükümranlığını kabul etmeye zorlamıştı. Gökyüzü, sanki geçmişin acılarını taşırmış gibi sürekli yağmurlarla örtülüydü; güneşin ışığı, gri bulutların ardından sadece bir hatıra gibi süzülüyordu. Havada tuhaf bir ağırlık vardı. Nefes almak bile farklı bir çaba gerektiriyor, teni saran nemli hava eski dünyanın tanıdık tazeliğinden çok uzaktı. Bu yeni dünyada, hayatta kalmayı başaranlar kendilerini garip bir sessizlikle çevrili buluyordu. Bir zamanlar kalabalık şehirlerde yankılanan yaşamın sesleri, artık yerini doğanın derin, tehditkar sessizliğine bırakmıştı. Ve bu sessizliğin içinde, doğa kendi sınırlarını yeniden tanımlıyordu. Böcekler ve kuşlar, büyüklükleriyle eski dünyayı altüst eden birer gölge gibi gökyüzünü ve toprağı doldurmuştu. Çırpınan kanatlar artık bir melodi değil, bir gümbürtü gibiydi. İnsanlık, bir zamanlar hükmettiği dünyada, şimdi yalnızca bir konuk gibiydi doğanın kurallarını yeniden öğrenmesi gereken bir konuk. |
0% |