Yeni Üyelik
25.
Bölüm

2. Kısım - 11. Bölüm

@recaizdemammudekre

Pazar, pazartesi, salı günleri pek latif geçmişti. Bu günler Bihruz Bey âlem-i hayalinde bazı evsafını Mösyö Piyer’den işittiği Buva dö Buloni’lerden Hayt Park’lardan daha mükemmel bir park teşkil ederek o parkın içinde Periveş Hanım’ı mahut landosuna değil de sandığı elmastan, tekerlekleri gümüşten, zümrüt göğüslü, sedef kanatlı yakut gözlü bir çift kumru koşulmuş bir arabaya artık bir reyn gibi değil bir dees gibi kurulmuş olduğu halde sabahtan akşama kadar dolaştırır ve kendisi –Keşfi Bey’in aynı satir şekil ve kıyafetinde olarak o parkın karanlık köşelerinden ara sıra zuhur edip Periveş Hanım’a doğru nazar-endaz-ı haset ve infial olmasından bi-huzurken bile– o parlak arabanın yanı sıra dolaşır, âşık ve maşuka naz u niyazlarıyla meşgul olurlardı.

Salı akşamı Mösyö Piyer’in getirdiği kitabın içindeki şevk-engiz imajların temaşasından sonra “nüzhetgâh-ı hayali”nin ötesinde berisinde Venüs âlemine mensup som mermerden birtakım dilrüba heykeller, bu heykellerin etrafında üçer beşer dolaşır nenfler, suları yeşil havuzlar içinde mercan gagalı, lâl gözlü, uzun boyunlu, kardan beyaz nazik kuğularla birlikte şinaverlik eder sırma saçlı, mavi gözlü, güneş yüzlü periler de peyda olmuştu.

Bihruz Bey çarşamba günü “park”ında elmas arabanın gümüş tekerleklerine yapışarak arabaya ziynet veren –hani o perilerden güzel– Periveş Hanım’ın cemalinden intişar eden envar-ı melahata, dudaklarından lemean eyleyen ibtisamat-ı letafete hayran olup duruyordu. Öte taraftan yine bir aralık satirin görünüvermesiyle birtakımı “ıstatü”lerin etrafında üzerine elmas serpilmiş yeşil kadifeden ehramlar, yani jaledar çemenler üzerine sırma saçlarını dağıtarak serilmiş, diğer birtakımı zümrüt-fam havuzlarda kuğularla sibahat müsabakasına girişmiş periler nenfler bir çığlıktır kopardılar. Her biri parkın tenha bir tarafına doğru şitaban olmaya, nazik kuğular da kanatlarını vurup haykırarak havuzlarda kıyametler koparmaya başladılar. Zavallı Bihruz Bey içinde bulunduğu âlem-i istiğrak-ı âşıkaneden bir âlem-i dehşete intikal etti. “Acaba ne oluyor?” diye sağına soluna bakınıp dururken “satir”i gördü. “Satir” Periveş Hanım’a ciğer-sûz nazarlar havale edip Bihruz Bey’e de zehr-akin
handeler gönderiyordu. Beyin bu hale pek fena canı sıkıldı. Bu dakikadaysa beyefendi âlem-i hakikatin dehşet-nak bir vartasından güçle kurtuldu. Çünkü “nüzhetgâh-ı hayali”de elmas arabanın yanında bulunan beyin fikir ve endişesi olup kendisiyse âlem-i hakikatte yine mahut sarı arabasıyla kırları dolaşıyordu. “Park”ın umulmadık bir yerinden “satir”in nagehan görünmesiyle perilerin kuğuların içine âşub düştüğü dakikalarda Bihruz Bey’in sarı arabası Haydarpaşa’dan Uzunçayır’a doğru giden yolun sağında on metre umkundaki bir uçurumun hizasına gelmişti.

Bey “satir”e hiddetinden elindeki terbiyeleri sağına doğru çekerek hayvanları uçuruma sürerken geride bulunan koşe hemen beyin mevkisine sıçrayıp terbiyelere sarılarak hayvanların başlarını doğrultmaya muvaffak oldu. Bey de bu sayede hem uçuruma gitmekten, hem de “park”tan dışarıya çıkarak “satir”in tacizatından kurtuldu.

Çarşamba akşamı Bihruz Bey biraz neşesizdi. Çünkü sarı arabanın geçirdiği tehlike münasebetiyle kendini “park”tan çıkarmaya muvaffak olmuşsa da “satir”i zihninden def etmeye muktedir olamıyordu.

“Acaba küçük hanımın Keşfi’yle gerçekten bir rölasyonu mu var? Öyleyse yazık ona! Lakin bana niçin baktı! Non! Non! espossibl? Beni bahçeye çağırsın, ‘lâk’ın kenarında dursun, bana pırlantalar yuvarlasın, benden çiçek alsın göğsüne taksın, o kadar iltifatnameler filanlar etsin, sonra da... Sonra da Keşfi’nin ‘Haset!.. Haset!...’ diye bağırması üzerine... İşte burası fena. Ne kadar bozuldular, ne kadar çabuk landoya girdiler... ‘Cuma günü kaçta gelirsiniz?’ dedim de cevap bile vermedi. Giderken bir ‘Adiyö!’ demeli değil miydi?... Daha, daha... Daha sonrası daha fena: Çarçabuk nereye gittiler bunlar?... Aramadığım yer kalmadı. O aralık Keşfi de file etti. Demek ki, ne münasebet!... Keşfi gibi bayağı bir garson, emposibl! Ama bakalım yarın değil öbür gün sözünde duracak mı? Bakalım Keşfi de gelecek mi?.. Of!.. Ne kadar başım ağrıyor. Oh! Benim sevgilim!.. Söyleyiniz bana ki beni sevmiyorsanız bari onu da sevmiyorsunuz ya?.. Görüyor musunuz ne kadar sufrans içindeyim!.. Bana merhamet ediniz, bana ki sizi adore ediyorum, işte huzurunuzda diz çöktüm... Bir kelimecik... Hayır! Beni sevmiyorsunuz... Ah ne kadar semavi bir güzelsiniz, allon: ön beze!... O ne?.. Şimşek! Mon diyö! Gökyüzü ne kadar karanlık!.. Rüzgâr da çıkıyor, bora, bora, burask... Yağmur... Vah! Vah!... Sonra ne olacak? Yarın perşembe öbür gün cuma... Hava böyle kalırsa, ay ay, kel plüi toransiyel! Yağmur değil tufan bu!.. Eyvah! Cuma günü göremeyecek miyim?.. Mektubumu veremeyecek miyim?.. Of! Başım!..”

Bihruz Bey’in bu endişeli tefekküratı, bu acıklı tahayyülatı dineden sonra gece saat iki buçuk sularında salonun Fenerbahçesi’ne nazır açık bir penceresi önünde cereyan ediyordu. Biçare beyin park imajinerindeki perilere, kuğulara aşublar salmakla nihayet Bihruz Bey’i bir ürküntüyle oradan meyusen çıkmaya mecbur eden “satir”i beyin zihnine girmeye de yol bularak iki saatten beri biçareyi bi-huzur edip dururken havanın kararması, şimşekler çakması, fırtına vukuu, şiddetli yağmur nüzulü zavallı âşık-ı hasret-zedeyi bütün bütün giriftar-ı yeis ve elem etmişti.

Bey penceresini kapadı. Yağmurun kesilmesini saatlerce bekledi. Yağmur dembedem şiddetini artırıyor, fırtına kıyametler koparıyor, şimşekler çakıyor, etrafa saikalar düşüyordu. Bu halde saat altıya geldi. Bey hepsi birbirinden müziç endişelerden zihnini kurtarıp da hareme gitmeyi hatırına getiremiyordu. Mişel Ağa iki üç defa salona girmişse de vaktin geciktiğinden dolayı observasyon etmeye cesaret edememişti. Halbuki beyefendinin saat altılara kadar –hususuyla böyle yürekleri heyecana giriftar eden bir fırtına gecesi– içeriye girmemesi valide hanımefendiye, dadı kalfaya başka başka meraklar vermişti. Bey önünden bir türlü ayrılamadığı pencereden âlem-i tabiatın hal ve manzara-i dehşet-averini mustaribane temaşaya mevkufken dadı kalfa başında bir örtüyle salonun kapısı önünde zuhur etti:

“Beyim! Hâlâ oturuyor musun? Hanımefendi de, ben de merak ettik, bu ne yağmur beyciğim?...”

“Sorma!. Bu yağmur değil, delüj!

 

“Gerçek pek delice yağıyor, ortalığı sel basacak, galiba yakınlarda bir yere de yıldırım düştü.”

“Valide yatmadı mı?”

“Hayır!. Misafirler vardı, bitişikler, şimdi gittiler...”

“Nasıl gidebildiler?”

“Beklediler, beklediler, yağmurun dineceği yok, gittiler. Hanımefendi çok üzerlerine düştü kalınız diye, ama kalmadılar..”

“Saat kaç acaba?”

“Saat yediye geliyor.”

“Gerçek, altı buçuğa beş var.”

“İçeri girmeyecek misiniz?”

“Sen git mumları yak, ben de geliyorum.”

Filhakika dadı kalfa çekildiği gibi, Bihruz Bey de yerinden kalktı, doğruca yatak odasına gitti, soyundu, mumlarını söndürdü, yatağına girdi. Fırtınanın, yağmurun dil-hıraş avazesini işitmemek için kulaklarından birisini yastığa yapıştırdı, diğerinin üzerine yorganı çektiyse de gürültüyü işitmemek kabil değildi. Halbuki Bihruz Bey’in akşamdan beri tutturduğu hırçınlık sebebiyle takatten düşen tıfl-ı aşkbaz-ı hayalîsini uyutmak için tabiatın bu feryad-ı ıstırabı korkunç ve fakat müessir bir ninni hükmünü icra ediyordu. İşte guş-ı medhuşu bu ninniyi dinlediği kadar dide-i satir-didesi dahi “veyyöz”ün fanusu üzerinde nümayan Zühre-i bürehne-peykeri temaşa ede ede Bihruz Beyefendi âlem-i yakazanın dağdağa-i ruh-fersasından tamamıyla azade olan âlem-i hab-ı nuşine müntakil olduktan sonra muzallal ve muattar hıyabanlardan geçerek mahut “nüzhetgâh-ı hayalî”den daha mükemmel bir “park”a dahil oldu.

 

 

Loading...
0%