Yeni Üyelik
26.
Bölüm

2. Kısım - 12. Bölüm

@recaizdemammudekre

Bihruz Bey ertesi sabah saat ikiye doğru gözlerini tatlı uykudan açtığı zaman, odanın içerisini ziya içinde görünce bir heyecan-ı fevkalade-i sürurla yatağından fırladı, pencerelerin perdelerini kaldırdı, bir pencere açtı, dışarıya doğru bir baktı. Nazarına maruz olan manzara-i letafet, geceki halin zıdd-ı tammıydı. Geceleyin tehevvürler, şiddetler içinde ağlayıp feryat eden dilber-i nazenin-i tabiat etrafında henüz kurumamış olan gözyaşlarından dolayı mahcubiyetini ketmedemediği halde latif latif tebessüm ediyordu. Birkaç saat evvel afakı kâmilen ihata eden kara bulutlardan çehre-i handan-ı semada bir leke bile yoktu. Ağaçlar, çimenler, dağlar, taşlar yıkanmış, toprakların tozları basılıp yerler –Çamlıca ve civarı kırlarına mahsus– sarılığı almıştı. Gusun ve evrak-ı eşcar üzerinde yığın yığın duran elmas-pareler nesim-i aheste-hübubun edna tehziziyle yerlere dökülür, tabiatı nurlar sürurlar içinde görmekle bu kudret-i cemile-i Rabb-i kâinatı takdisen şaikane ser-ağaz-ı nagamat-ı tehlil etmekte rübude-sâman olan tuyur-ı mübareke kendilerine âramgâh-ı safa ittihaz ettikleri eşcar-ı hazaret-disarın birinden diğerine uçar, agsan-ı elmas-nisarın birinden diğerine konardı. Dağların yeşil renkleri –üzerlerindeki aster-i gubarın sıyrılmasıyla– bazen daha ziyade koyulaşmış, bazen daha ziyade açıklığa dönmüş, yani reng-i dil-pezir-i tabiilerini bulmuştu!

Bihruz Bey, bu âsar-ı ibtihac-ı tabiatı yarım saat temaşa etti. Güneşe baktıkça öpeceği geliyordu. Çünkü kaç günlerdir hasret-keşi bulunduğu mah-ı didar-ı dil-ârâmını bu güneşin sayesinde görebileceğini takdir ediyordu.

“Ne kadar güzel! Ne kadar parlak! Güzel natür! Bugün o da aynı benim sevgilim gibi blond!.. Demek ki yarın kendini göreceğim. Evet! Yarın mutlak gelir. Arizamı takdim ederim. O da elbet hüsn-i kabul eder, eğer bizim zevzek yine bir entrig yapmazsa... Bakalım talih ne gösterir.”

Bihruz Bey o sevinçle bermutat hazırlandı, “tuva-let”ini yaptı, kahvaltısını yedi, dadı kalfayla beşuşane mülatafalardan sonra selamlığa çıktı. Odasına girdi, “yazıhane”sinin gözünü açtı, o gözün içinde mahfuz bulunan muhabbetname-i mahutu eline aldı. İçindeki komplimanları, santimanları bir daha görmek istediyse de mektup kapanmış mühürlenmişti. Açmaya kıyamadı. Tekrar göze bıraktı. “Lel lele lel lel, lel lele lel lel lel lele lel lel, lel lel la!..”

“Mösyö Piyer.. ne iyi adamdır!.. Bugün şu latif hediyeyle beni memnun etmek için dün mahsus darılttı diyeceğim geliyor. Bakalım daha neler var? Bakalım bizim Brav şövalye dö Foblas daha neler diyor?”

Profesör Piyer’in hediye ettiği kitab-ı musavver Bihruz Bey’in pek kıymetlisi olduğundan “park”ta bulunmadığı zamanlar bunu mütalaayla tenvir-i hayal ederdi. Yine kitabı derdestle evvela resimlerini –belki ellinci defa olarak– temaşayla ötesinden berisinden okumaya başladı.

Bey bu lezzetli mütalaaya gereği gibi dalmıştı. Odanın kapısı yavaşçacık vuruldu.

Tık tık!

Antre!...”

Kapıya vuran Mişel’di. İçeriye girdi. Elinde bir gümüş tepsi, tepsinin içinde üzeri Fransızca yazılmış bir mektup vardı. Mektubu beye arz etti. Bey mektubu alıp açmaya uğraşırken kucağındaki kitap yere düştü. Mişel hemen eğildi. Kitabı yerden alırken kitap açıldı, en parlak tasvirlerden biri meydana çıkıverdi. Mişel de bunu gördü. O zaman bey, kitabı uşağın elinden almakla beraber biçareyi haksız olarak, “Hayvan herif!... Defol oradan!” diye hem tekdir etti, hem de yanından kovdu.

Gelen mektupsa sarı arabayla bakla kırı hayvanların bedel-i mukarreri olan dört yüz on sekiz ve bunların masarif-i nakliyesi bulunan kırk dokuz ki ceman dört yüz altmış yedi liradan baki kalan yüz elli liranın dört ay içinde mukassatan tediyesi meşrut olarak birinci taksit zamanının hululüne daha bir on beş gün varsa da paraya lüzum olduğundan Bihruz Beyefendi birinci taksidi şimdiden inayet buyururlarsa mucib-i memnuniyet olacağına dair ve “Beyoğlu’nda mukim fabrika sahibi komisyoncu Jan Kondoraki” imzasını haviydi.

Bihruz Bey, bu mektubun kıraatinden pek hoşnut kalmadı. Çünkü evvela Lezavantür dü Şövalye dö Foblas’ı

tatlı tatlı okurken onu elinden bırakmaya mecbur oldu. Saniyen kitabın mahremane resimlerinden bir tanesini o Mişel olacak embesil gördü. Salisen ilk taksite daha bir aydan ziyade zaman vardı. Bey uşağı çağırdı:

“Mişel!”

“Mösyö!...”

“Böyle bir kâğıdı bana getirmeye nasıl cesaret ediyorsun? Sen bilmiyor musun ki birinci taksitin gelmesine daha bir ay var? Git söyle cevap yoktur...”

“Başüstüne ekselans!...”

Biçare Mişel kapalı bir mektubun içinde ne olduğunu ve hususiyetle birinci taksitin hulul edip etmediğini nereden bilecek ve bilse de beyefendiden emir almaksızın mektup getiren adama cevap vermeye nasıl cesaret edecekti? Bihruz Bey canının birkaç suretle sıkıntıya düşmesinden buraları hesaplayamamış ve zavallı Mişel’i bir ikinci defa daha bi-gayr-i hakkın tekdir etmişti.

Mişel’i defettikten sonra Bihruz Bey bıraktığı kitabı tekrar aldı, mütalaaya devam etmek istediyse de yapamadı. Kitabı bıraktı, müteessirane düşünmeye başladı:

“Lakin taksit zamanı gelince paraları nasıl vereceğiz?.. Üç gün evvel Mir’e yüz doksan lira verdim, Heral’in hesabına bakmadık. Alber’inki iki yüz otuz lira olmuş. Paris’ten gelecek eşya da gelmedi. Biz bu borçları nasıl ödeyeceğiz? Valide pek fena dargın, yemin etmiş konağı sattırmayacakmış. Elmasları da birer birer satıp konsolideye çevirdiğini işitiyoruz. Elli yaşında kadın, bilmem daha ne kadar yaşayacak ki bu kadar paracanlılık ediyor? Kulekapısı’ndaki mağazadan elime pek az şey geçti. Galata’daki hanın parasından kalan altı yüz lira ancak üç dört aylık cep harçlığım demektir. Mon diyö! Bu borçları ödemeye bir çare bulamazsam ben ne yaparım? Anfen. İstanbul’daki eve dört bin lira veriyorlar ya!.. Bir şey yaparız, artık valide hanım buna karışmasın. O benim babamdan kalan bir şey!.. Bir dört bin lira daha elime geçerse bin lirasıyla borçları öderim. Üç bin lirayla da konsolide alsam epeyce entere getirir. Artık bundan sonra sefihliği de bırakmalı, artık evleneceğim. Evlilere yakışan da saj olmaktır. Meyus olacak bir hal yok.. Lel lele lel lel.. lel lele lel lel.. lel lel lele!”

Bihruz Bey iptida-yı emirde kendisini pek müteessir eden bu düşüncelerden de kurtulmanın çaresini buldu. Nakd-i mevcudu olan altı yüz lira bitinceye kadar Süleymaniye’deki konağı satmaya karar vermişti. Beyoğlu’ndaki, Galata’daki dükkânları hanları satan tellal bundan evvel Süleymaniye’deki konağa da dört bin lira kadar arz eder bir müşteri bulmuştuysa da o zamanlar beyin paraya ihtiyacı olmadığı gibi valide hanımdan da bazı mertebe muhalefet gördüğünden konak satılmamış ve fakat tellalın da bir zamanlar gerek konaktan gerek köşkten hiç çıkmayan ayağı bütün bütün kesilmişti. Mamafih yeri malum olduğundan indel-iktiza kendisini buldurmak mümkündü.

Çamlıca Bahçesi münasebetiyle Bihruz Bey’in muhabbeti sayfiyesine inhisar edip şitaiyesi nazarından bütün bütün düştüğünden makul olan köşkü satıp konağı elden çıkarmamakken Bihruz Bey bunun aksini muvafık-ı hal bulmuştu.

İşte beyefendi birkaç ay sonra düşeceği müzayakaya karşı konağı satmak tedbirini düşünmekle teessüratını pek çabuk geçirdi. Müsterihane dejönesini etti, bermutat mesire-be-mesire dolaşmak için arabasına bindi. Çıktı gitti!

O günün akşamında şayan-ı tezkir fevkalade bir hal olmamıştı. Bey âdeti vechle saat birde akşam taamını etti. Bir iki saat salonda vakit geçirdi. Erkence hareme gitti, soyundu yattı. Dokuz saat kadar bir düziye rahatça uyudu.

Alessabah gözlerini açtığı gibi pencereye koştu, perdeyi kaldırdı. Hava fevkalade latifti. “Kel bel jurne!” diyerek seviniyordu. Çünkü bu güzel günün adı cumaydı. Bu sabahki “tuvalet”, her günden ziyade sürdü. Yirmi yirmi beş kadar kolalı frenk gömleğinden hiçbirisini Bihruz Bey beğenmediği için dadı kalfaya darılıyordu:

“Bunları Marigo mu ütüledi? Ne kadar da fena!..”

“Evet beyim! Marigo ütüledi, hem de pek fena değil.”

“Senin için fena değil ama benim için pek fena! Bu pililer nedir?”

“Neresi kirli ben görmüyorum.”

“Kirli demedim a canım pili diyorum sana, buruşuk...”

“Pekiyi, söyleyelim de bir daha dikkat etsin...”

“Hem söyle, hem de yine dikkat etmezse konjediye olacağını anlat..”

“Gonçe diyen kim?.. Anlamadım.”

Kom tü e drol! Konjediye diyorum konjediye, kovarım demek...”

“Artık ben bilmem...”

“Şu pantalonlara baksana, ne fena pililer yapmış!.. Kim devşirdi bunları?”

“Ben devşirdimdi...”

“Boyunbağları nereye koydunuz? Yeni gelenleri...”

“Hepsi çekmenin gözünde olacak...”

“Hani ya yeni mendiller?”

“Daha yıkanmadı...”

“Gördün mü ya, öyle şey olur mu? Şimdi ben ne yaparım?...”

“A beyim, çekmenin gözünde belki yüz tane mendil var. Bir tanesini beğen, alıver..”

Vuy! Mezil nö son pa marke...

“Niye rezil olsun?... Onlar da yeni yeni mendiller...”

“Markalı değil... Markaları yok onların...”

“Markalısı da var, dün ütülenirken gördüm.”

“Terziden gelen kostümleri göremiyorum.”

“Hepsi burada...”

“İskarpinlerim gelmedi mi?”

“Bilmem, besbelli gelmedi.”

“Şu potinleri ver bakayım.”

Dadı kalfayla cereyan eden şu muhavereden de anlaşılır ki Bihruz Bey bugünkü cuma tuvaletine fevkalade ehemmiyet veriyor ve o cihetle gömlekten, boyunbağından, mendilden, pantolondan, ayakkabından kendisine en çok yakışacağı tayinde müşkülat çekiyordu.

Gömleğin, yeleğin, pantolonun, jaketin, potinin birini giyip birini çıkararak hele tuvalet işine nihayet verebildi. Selamlığa çıktı. Doğru kabine dö travayına girdi.

 

“Yazıhane”den mektubu çıkardı, jaketin cebine güzelce yerleştirdi. Oradan salona geçti. Salondaki çiçekliğin içindeki taze çiçeklerden güzel bir gül intihap etti. Jaketinin iliğine taktı. Biraz oturdu, biraz gezindi. Her çeyrekte bir kere saatine baka baka hele öğle vaktine yetişti. Derhal dejöneyi ısmarladı. Çünkü bu sabah kahvaltıdan sarfınazar ettiğinden karnı iyice acıkmıştı. Badet-taam salonda biraz daha oturdu. Gezindi. Bir aralık yine kabine dö travaya geçti. “Şövalye” kitabını açtı, karıştırdı. Nihayet saatine baktı, saat yedi buçuğu geçiyordu.

“Mişel!”

“Mösyö!”

Ma vuvatür!

Tut alör ekselans!...”

Bir çeyrek sonra bey arabasına bindi. Koşe de yerine geçti, gırr!..

Loading...
0%