Yeni Üyelik
27.
Bölüm

2. Kısım - 13. Bölüm

@recaizdemammudekre

Arabanın bu defa gittiği yeri beyana hacet yoktur ki hikâyeyi takip edenlerce o yerin Bahçe-i Umumi’den başka bir mahal olamayacağı umur-ı malumedendir.

Evet! Beyefendi arabasını mutadından ziyade bir süratle sürerek Tophanelioğlu’ndan bahçenin alt başına varıp da dahil ve haricini fevkalade bir kalabalığın cevelangâh-ı izdihamı görünce buraya yetişmekte biraz geç kalmış olduğuna teessüfler ederek kim bilir kaçıncı devresini icra etmekte olan arabaların arasına epeyce müşkülatla karışabildi.

Bu suretle ağır ağır giderek yukarıki meydancığa vasıl olunca silsile-i devr-i daimden arabasını kurtardı, gazinoya karib bir mevkie çekti, durdurdu. Kendi derhal arabadan fırladı, doğruca bahçeye girdi. Sürü sürü gezen rengârenk ezhar-ı behiştî içinde aradığına benzer bir sima göremeyince –hikâyemizin mebdeinde tarif olunduğu vechle– aşağıki kapıya yakın bir mevki intihap edip oturdu. Bir bira ısmarladı. Sarışın hanımın vüruduna sabırsızlıkla intizara ve bu intizar-ı şedit içinde dembedem saatine bakıp her beş dakikada bir kere de kapıya doğru gidip gelmeye başladı.

Evet! Bahçeye süslü hanımların, şık madamların mavi gözlüsü, kara kaşlısı, ela gözlüsü, sırma saçlısı, uzun boylusu, kısası, narin yapılısı, şişmanı, hasılı her türlüsü girip çıkıyor, fakat Bihruz Bey’in “siyeh-çerde-i” hayal-perverdesi bir türlü görünmüyordu. “Siyeh-çerde” görünmediği gibi landosu dahi belirmiyordu.

Medid olduğu kadar şiddeti artmakta olan bu intizar içinde zavallı Bihruz Bey’in zihni birtakım ihtimalat-ı müzicenin keşakeşine düşmüştü ki en elimi Periveş Hanım’ın Keşfi Bey’le başka bir yerde randevu vermiş olmasıydı. Zira bahçe seyircileri arasında Keşfi Bey dahi görülemiyordu. Bu ıstırab-ı tahammül-fersa içinde saat on buçuğa gelip ümidin bütün bütün kesilmesi dakikaları takarrüp edince bey için için “Of!”larını artık zabtedemez olmuştu. Bir aralık yine yerinden fırladı, kapıya doğru gitti. Devr-i daim zincirini teşkil eden arabaların müruruna içeriden meyusane bakıyordu. Birdenbire serapa vücudu bir ihtilaca tutuldu. Çehresi iptida kızardı, sonra sarardı, daha sonra yemyeşil oldu. Bulunduğu noktadan sol tarafa şitap etmek istedi. Orası geçit vermez derecede sık bir ormancıktı. Ormancığın azıcık yukarısına gitti. Orası bahçenin kenarına müntehi bir düzlükse de bir iki madama, birkaç erkek birkaç da çocuktan mürekkep bir aile sandalyeleriyle bir halka teşkil ederek orada
oturuyorlardı. Bihruz Bey gözlerini bahçenin dışarısındaki kargaşalığa dikmiş olduğu halde bunların üzerine doğru süratle yürüdüğünü oturan çocuklar görünce korktular. Analarının, babalarının kucaklarına iltica ettiler. Bihruz Bey hareketine kat’a halel vermedi. “Pardon!” diyerek halka-i müteşekkileyi çiğner gibi aralarından geçti, hatta geçerken bir iki sandalye de devirdi, bahçe duvarının dibine gitti. Biraz durdu, yine geldiği tarafa döndü. Fakat dönerken halkayı bütün bütün bozulmuş dağılmış buldu. Tekrar kapıya doğruldu. Yine döndü. En sonra yerine gitti, garsonu çağırmak için bastonunun ucuyla bira kadehine hızlı hızlı vururken kadeh devrildi, sonra yere düştü kırıldı. Hele garson da yetişti. Bey bira ve kadeh paralarını başka başka tesviye ettikten sonra “pardesü”sünü koluna aldı, yine fevkalade bir süratle yukarıki kapıya doğru yürümeye başladı. O süratle hem gider, hem de: “Enkonyito!.. Enkonyito!.. Diyabl! diye söylenir, herkesi kendine hayretle baktırırdı. Bu kadar telaş ve heyecan ve harekete sebepse beyefendi iptida kapıdan arabaların mürurunu seyrederken hayal-i cananenin adi bir kira arabası içinde olarak kendisine görünmesiydi.

Filhakika Periveş Hanım Çengi Hanım’dan maada Gülşeker Hanım namında diğer bir genç refikasıyla beraber bahçe seyrine gelmişler ve Gülşeker Hanım’ın “tuvalet”i böyle bir seyrin iktizasına muvafık bulunmadığından arabadan hiç çıkmamak hakkında gösterdiği arzuya binaen üç hanım bahçeye inmekten sarfınazarla hemen iki saatten beri devr-i daim içinde dönüp dolaşmakta bulunmuşlardı.

Bihruz Bey ise cananesine bahçenin içinde muntazır olduğu kadar açık kapının önünden mürur eden arabaları da nazardan kaçırmıyorduysa da bunların içinde mahut landoya benzer bir şey göremediğinden ve sarışın hanımın öyle adi bir kira arabasıyla böyle bir seyir yerine gelmeye tenezzül edebileceğine ihtimal veremediğinden beyhude sıkılıp duruyordu.

Hele iki dakikada Bihruz Bey yukarıki kapıdan çıktı. Hayal-i cananeyi nakil arabanın rengine, biçimine, arabacının kılığına kıyafetine, hayvanların donuna başka başka dikkat etmişti. Devr-i daim zinciriyse izdihamın fevkaladeliğinden dolayı pek ağır hareket ediyordu. Beyefendi maksut olan arabanın vüruduna muntazıran bir kenarda bastonuna dayandı durdu.

Beş dakika geçmedi, hele araba köşeyi döndü. Tamam beyin bulunduğu noktaya muhazi gelince Bihruz Bey jaketinin cebinden muhabbetname-i mahutu çıkardı. Arabanın içinde kırılarak tebessümlere başlayan Periveş Hanım’a tazimlice bir reverans ettikten sonra Fransızca: “Madmazel!.. Mustarip ve perişan gönlümün natık fotoğrafyası olan bu mektubu zat-ı seniyyenize takdim etmekliğime müsaade buyurunuz!” diyerek ve araba yürüdüğü kadar bu da yanı sıra giderek mektubu arz etti.

Bunun üzerine genç hanımların ikisi birden bir kahkahadır kopardılar. Bunların karşılarında oturan Çengi Hanım da: “Hadi, hadi! Çekil oğlum! Ayıptır!” diyordu. Fakat bu dakikada Bihruz Bey’in duman içinde bulunan gözleri hiçbir şey görmediği gibi asabi bir uğultuya giriftar olan kulakları da hiçbir şey işitemediğinden elindeki mektupla arabayı takipte devam ediyordu.
Nihayet Gülşeker Hanım beyin haline acıdığından dolayı değil o belayı başlarından defetmek için kolunu uzattı, elinden mektubu aldı. Bey de oradan çekildi.

Bihruz Bey bu esnada adeta sersemlemişti. Arabadan ayrıldıktan sonra bıraktığı noktaya geldi durdu. Markalı mendilini çıkardı. Alnından, şakaklarından fışkıran terleri silmeye başladı. Mektup takdim etmek için arabaya sırnaştığını görenler kendisini birbirlerine gösterip gülüşüyorlardı. Fakat Bihruz Bey’in gözlerini bürüyen duman henüz bertaraf olmadığından o hiçbir şey görmüyordu. Biraz dinlendikten sonra aklı başına gelmeye başladı. O zaman muvaffakiyetinin reng-i neşvesi çehresine aksederek çehrede bir beşaşet hasıl oldu. Bunun üzerine tekrar bahçeye girdi. Aşağı doğru ferih ve fahur giderken yolunun üzerinde rast gelen, celsegâhlarda müsadif-i nazarı olan mösyölerden, madamlardan biraz göz aşinalığı olanlara reveranslar edip az buçuk tanıştıklarına el vererek: “Koman sa va?” deyişi beyefendinin ifrat-ı sürur-ı temkin-güdazına delalet edecek hallerindendi.

Bu suretle iki üç kere bahçenin içini devretti. Kendisi gezindiği kadar takdim ettiği muhabbetnamenin içindeki parlak ibarelerden, müessir ve muharrik sözlerden bazılarını zihninden geçiriyor ve mektuba leffettiği “kuple”lerden:

 

Bir siyeh-çerde civandır

Hayli dem hayli zamandır.

 

mısralarını “orkestra”nın ahengine uydurup terennüm ediyordu.

O latif mektubun, o nazik “kuple”lerin yüreğinde ne tesir icra ettiğini Periveş Hanım’ın simasından anlamak üzere bir aralık beyefendi bahçenin yukarıki kapısından çıktı. Doğru arabasına gitti. Yerine oturdu, terbiyeleri eline aldı, bekledi.

Bu esnada vakit on biri geçmiş, devr-i daim zinciriyse hayli seyrekleşmişti. Zincir üç defa devrini icra etti. Hayal-i cananeyi nâkil araba görünmedi. O zaman bey saatine baktı. On bir buçuk olduğunu görünce: “İle tar, probablöman gitmişler, alon, takip edelim, bu defa jö latrapöra jesper, beni yolda beklemesi lazım gelir.” dedi. Aşağıya doğru arabasını dört nala sürdü. Tophanelioğlu’nun dört yol ağzına gelince yine şaşırdı. “Takipten ne hasıl olacak, pazar günü kendisini görecek değil miyim?” diyerek Bağlarbaşı yolunu tuttu. Bağlarbaşı’ndan Nuhkuyusu ve Duvardibi tarikiyle Haydarpaşa’ya indi.

Oradan Koşuyolu’yla köşküne geldi. Köşke vasıl olunca Mösyö Piyer’in gelip gelmediğini sordu. Mösyö Piyer yarım saat evvel gelmiş salonda gazete mütalaa ediyordu. Bey doğru salona girdi:

Bon suvar şer profesör!

Bon suvar mon beyefendi, inşallah iyisiniz?”

“Mersi! Pek iyiyim, zat-ı aliniz?”

“Geçen akşam eve biraz geç gittim, hava da rutubetliydi, nezleye uğramışım.”

“Beis yok, bu akşam ders yapmayız. Olmaz mı?”

“Hayır! Benim nezlem derse asla mâni değildir. Her vakitki gibi çalışabiliriz.”

“Pekala!. Lakin şer profesör getirdiğiniz o güzel kitap adeta bir trezor.

“Evet! O kitap amur dö fam hikâyeleri içinde bir tanedir.”

“Hikâyeler güzel. Ya o resimler?!.”

Apetisan değil mi?”

Eksitan plüto!”

“Lakin çokluk bakmamalı...”

“Gerçek... Mişel size bir şey söyledi mi?”

“Ne gibi?”

“Zira kitabın resimlerinden bir tanesini par aksidan görmüştü de...”

“Hayır!. Hiçbir şey demedi.”

Bunlar bu muhaveredeyken salona giren Mişel taamın hazır olduğunu haber verdi. Bihruz Bey muazzez hocasının koluna girdi. Sal a manjeye götürdü. Sofraya oturdular. Öteden beriden konuşarak taamı bitirdiler. Tekrar salona geçtiler.

Bihruz Bey’in ders yapmaya bu akşam hiç meyli yoktu. Hatta Mösyö Piyer nezlesi olduğundan bahsettiği zaman beyefendinin “Bu akşam ders yapmayız” sözünü birdenbire sarf etmesi de o meyilsizlikten dolayıydı.

Salona girilip kahveler içildikten sonra Bihruz Bey oyun masasını ısmarladı, mumları yaktırdı, Mösyö Piyer’e hitaben:

Nu zalon fer kelkö parti dö tranteön! dedi. Karşı karşıya geçtiler, oturdular. Oyuna başladılar.

Oynanan oyun alaturka “otuz bir”di ki davsız olarak her partisi bir çeyrek liraya olmak üzere mukavele olunmuştu.

Mösyö Piyer bu oyunu kış geceleri Bihruz Bey’in konağına toplanan genç beylerden görmüş öğrenmiş ve hatta ara sıra kendisi de beylerin oyununa girişerek hayli mütemetti olmuştu. Mösyö Piyer bu akşam da kazanmaya başlayınca Bihruz Bey’i çabuk kaçırmamak için oyunda türlü maskaralıklar eder ve ara sıra Fransızların “Oyunda talihi yâr olan aşkta bedbaht, oyunda talihi yâr olmayan aşkta nik-baht olur” kavl-i meşhurunu beyin sem-i dikkatine isal edip oyunda yenilmeye tahristen hâlî kalmazdı. Bey de bu lakırdıyı işittikçe –hayali zaten hiçbir dakika gözünün önünden savulmayan– sarışın hanımın talihine oynarken mesela kaba on dörtte yatar, otuzda on dörtte kâğıt çeker, partiyi zorla kaybederdi. Arada dondurmalar da yenilmek, kahveler de içilmek suretiyle üç saat devam eden oyuna nihayet verildi. Mösyö Piyer beş buçuk lira kârla oyundan kalktığı zamandı ki nezlesini hatırlayabildi ve “Oh! Ne kadar yoruldum!... İzin verirseniz odama giderdim. İstirahate muhtacım.” diyerek beyden müsaade istedi. Zati saat de beşe gelmişti. Birbirine “Bon suvar” dediler, ayrıldılar: Mösyö Piyer yatak odasına gitti, Bihruz Bey de hareme girdi. Birisi beş buçuk lira kazancın keyf-i şevkine, diğeri bir gün sonra vaki olacak mülakat-ı âşıkanenin zevk-i hayaline dalarak uyudular!

 

Loading...
0%